Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kahrolsun Emperyalizm.... (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
BARAN'dan - 113
Kâim ve Dâim
Bize “Bush’u unutun,
artık Obama var,
ona inanın!” diyorlar.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
“Cici Demokrasi’ye sarılın” diyorlar.
Önce “Ya bizdensiniz ya onlardan” diyorlardı; şimdi “Haydi gel bizimle ol” diyorlar.
“Artık buyurmayacağız, dinleyeceğiz” diyorlar.
“Dünya yeni bir döneme giriyor” diyorlar.
“Afganistan’ı unutun” diyorlar.
“Irak’ı unutun” diyorlar.
“Filistin’i, Gazze’de olanları unutun” diyorlar.
“Guantanamo’yu kapatıyoruz, işkence üslerini unutun” diyorlar.
“Uluslararası hukuk var” diyorlar.
“Bizim adaletimizden şüphe duymayın” diyorlar.
Irak’ın kuzeyinde “Büyük pazarlık”a çağırıyorlar.
“Gelin yer altı ve yer üstü kaynaklarını beraber yağmalayalım” diyorlar.
“Küresel malî krizin yükünü paylaşalım” diyorlar.
“Savaşı başlatan biz değiliz, bölgede barış için (İsrail için!) tehdit oluşturan Irak’tı!” diyorlar.
“Sorunların kaynağı Batı değil; topraklarını şirketlerimize açmayan diktatörlerdi” diyorlar.
“Tamam biraz fazla ileri gittik ama buna değdi; Irak’ı özgürleştirdik” diyorlar.
“Özgürsünüz!” diyorlar.
“Artık düşmanlık yok, ittifaklarımızı derinleştirelim” diyorlar.
“Tüm olanları unutun, beyaz bir sayfa açalım” diyorlar.
“Sıkılı yumruğunuzu açın, el sıkışalım” diyorlar.
Hazırladıkları klişelerle bir resim çiziyor ve “değişim ve umut” diyorlar.
Ve “Evet yapabiliriz!” diye saymaya başlıyorlar:
“Diyalog, barış, uzlaşı, hoşgörü, işbirliği, ittifak, refah, huzur, istikrar, güven”...
Bütün bunları sıralarken “soykırım yok” diyorlar.
“Demokrasi tartışılamaz, dünyanın dışına yuvarlasınız” diyorlar.
“Aynı gemideyiz, alternatifimiz yok” diyorlar.
“Bir fikriniz varsa paylaşalım, mevcut düzene alternatif teklifiniz olmadığını siz de biliyorsunuz” diyorlar.
“Dünya barışı için, özgürlük için, insan hakları için, gelecek için yapalım” diyorlar.
“Koşun Amerikan rüyasına!” slodanlarıyla Amerika’yı bize satıyorlar.
Ve böyle yaparlarken bizi kendilerinden sayıyorlar.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Yalnız bir şeyi gizleyemiyorlar:
Kendileri de dahil, hiç kimse bundan sonra ne yapılacağını bilmiyor!
Hiç kimse önünü göremiyor; bir belirsizlik hâkim.
Gerçekten yeni bir fikir olabileceği ihtimâlinin bile düşünülmesinden korkuyorlar.
Gerçek “Yeni”nin önünü, köhnemiş eskiyi gözümüze tutarak, “al sana yeni” diye kesiyorlar.
İnsanları mevcut kokuşmuş yapıya tutunmaya çağırıp “umut” dağıtıyorlar.
Yeryüzündeki kredilerinin bittiğinin farkındalar.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Aynı klişeleri tekrarlayarak kaygılarını bastırıyorlar.
Kaynakları tükettiklerini biliyorlar.
Bunalımın içinden çıkılmaz hâle geldiğine, söyledikleri şeylerden daha fazla inanıyorlar.
Ekran başındaki insanın en hassas noktasına, hafıza zaafına oynuyorlar.
Meşruiyetlerini, içini boşalttıkları müsbet kavramları sürekli tekrarlayarak, “tartışılmaz” olduğuna inanılmasından kazanıyorlar.
Önümüze sürecekleri bir veya birkaç muhakkak “Kötü Örnek”leri var.
“Kötü”yü kabul ettirerek “kötülüğün kaynağı” olduklarını görünmezleştiriyorlar.
Topraklarımıza saldırırken “kötü örnek” dedikleri Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i “canavar” gösterip bütün canavarlıklarını görünmezleştirdiler.
O “kötü örnek” gitti; unutuldu.
Şimdi farklı yerlerden farklı “kötü örnek”ler çıkarıp, kendilerinin “alternatifsiz”liklerine peşin kabul sağlayacaklarını düşünüyorlar.
Ortada “kötü örnek” olmazsa, demokrasinin tartışılacağını biliyorlar.
İçimizdeki “ayak takımı” üzerinden, “hepiniz halinizden memnunsunuz!” diyorlar.
“Psikolojik duvar aşıldı” derken, ihanete çağırıyorlar.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
“Normalleştirme” derken haini “dost ve kardeş”, yaptıklarını cezasız, yapacaklarını “meşru” kabul ettirmek için “sorunlarımız aynı, gelin çözümü beraber bulalım” diyorlar.
Sorunun maliyetini yüklenen bizlerken, “çözümün tarafları” onlar oluyor.
İnsanımıza ödetilen bedellerin bedava kahramanlarından “fatih” çıkarıp, emperyalizmin ayak işlerini yapanlara prim tanınmasını istiyorlar.
Irak’ın işgalinin 6. yıldönümüne giriyoruz; hangi “değer”imiz ayakta kaldı?
Bir milletin, uğruna savaştığı değerler için kendini fedâ eden bir devlet başkanı gördük.
Sonuç: İçimizdeki ayak takımının “demokratik değerler” dediği, demokratik sömürgeleştirmenin topraklarımıza yerleşmesi!
Bush döneminin “Önleyici vuruş” diyerek saldırdığı topraklarımızdaki “kazanım”larını, şimdi Obama “zafer”e dönüştürecek ve demokrasi dininin meczubları, Batı’nın “kurtuluşumuz” olduğunu söyleyecek.
Amerika’yı kurtarmak için insanımıza bir kez daha bedel ödetme hazırlığı içindeler.
“Cici Demokrasi’nin ve onun getirdiği ‘özgürlük’ün tadına varın” diyecekler.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
111. sayımızda dikkat çektiğimiz bazı hususları burada tekrar etmek zorundayız:
“Özellikle kelime ve resimlerle, yirmi dört saat yürütülen “haber” bombardımanıyla gerçekler görünmezleştiriliyor.
Sorsanız; herkes her şeyi biliyor.
Bu kadar çok ve yoğun “bilgi” akışı içerisinde bilinmeyen tek gerçek, gerçeğin kendisi!
Devrimci siyasetin ilk elden etkisizleştirmesi gereken, tersinden zihinleri inşâ eden düşman medyasının işte bu dilidir.
Kelimeler ve resimlerle dumura uğratılan beyinlere gerçeği sokmanın tek yolu budur.
Klişeler üzerinden yürüyen düşman siyasetine karşı koymak, sonra da onu etkisizleştirmek için, o klişeleri lime lime edip yırtıp atmaktan, parçalamaktan başka bir yol yoktur.
Toplumda menfî düşünceyi oluşturan bu klişelerin etkisi kırılmadan toplumun şuuruna kendi ideolojimizi yerleştirme çabamız istenilen etkide olmayacaktır.
Beyinlerde oluşmuş bu yanlış klişeler üzerine doğruları oturtmanın ne kadar zor olduğu aşikâr!”
Hiçbir şeyi unutmayacağız.
Hiçbir şeyi unutturmayacağız!
GENEL YAYIN
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
113. Sayımızdan Başlıklar

SUDAN Vesilesiyle... İnsan Hakları Emperyalizmine Hayır!
Fazıl Duygun
*
RÖPORTAJ
SUDAN Büyükelçisi
Abdurrahim Muhammed İbrahim MATAR:
'Batı Sudan’ı Sömürmek İçin Yarışıyor!'
*
TELE-RÖPORTAJ...
Kumandan CARLOS:
'“Kendinizi İslâm ve Muhteşem Türk Tarihi Üzerinde Temellendirin.”'
*
“ADAM YERİNE KONMANIZ, BİZİM GİBİ AŞIRILAR YÜZÜNDENDİR”
Kâzım Gökbayrak
*
EMPERYALİZMİ MEŞRULAŞTIRICI ARABULUCULUK
Ve İRAN-ABD İlişkileri
Tuncay Aksoy
*
RÖPORTAJ
Bülent ESİNOĞLU;
'Hiçbir Ülkeyle Bağımlı Bir İttifakı Kabul Etmeyiz!'
*
ANZAK’sız Bir ÇANAKKALE
BARAN
*
Tek Alternatif; BAŞYÜCELİK
Bâkî Aytemiz
*
'(Uluslararası) Hukuktan Bahsetmek BARBARLIKTIR!’ -5-
Av. Ali Rıza Yaman
*
IMF’yi Def Edip Kendi Reçetemizi Uygulayalım
Ali Acar
*
İNSAN
Salih Mirzabeyoğlu
*
SOSYAL PATLAMA KAPIDA!
BARAN
*
DEMOKRATİK SÖMÜRGECİLİK VE MANDACILAR: CHP=AKP
Sazai Kırlangıç
*
MAKROKOSMOS’TAN (KÂİNÂT), MİKROKOSMOS’A (İNSAN) DOĞRU… -2-
Dr. Hakkı Açıkalın
*
“Meselâ savcı yazı yazmış... Sen kimsin lan bana yazıyorsun?
Sen kimsin!?”
Murad Salih
*
‘Gata-kulli’ veya ‘Feto-kulli’
Nuray Mert - İktibas
*
Kültür-Sanat
Nasıl Okumalı?
Seyfi Çabukel
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
“Normalleştirme” derken haini “dost ve kardeş”, yaptıklarını cezasız, yapacaklarını “meşru” kabul ettirmek için “sorunlarımız aynı, gelin çözümü beraber bulalım” diyorlar.
Sorunun maliyetini yüklenen bizlerken, “çözümün tarafları” onlar oluyor.
İnsanımıza ödetilen bedellerin bedava kahramanlarından “fatih” çıkarıp, emperyalizmin ayak işlerini yapanlara prim tanınmasını istiyorlar.
Irak’ın işgalinin 6. yıldönümüne giriyoruz; hangi “değer”imiz ayakta kaldı?
Bir milletin, uğruna savaştığı değerler için kendini fedâ eden bir devlet başkanı gördük.
Sonuç: İçimizdeki ayak takımının “demokratik değerler” dediği, demokratik sömürgeleştirmenin topraklarımıza yerleşmesi!
Bush döneminin “Önleyici vuruş” diyerek saldırdığı topraklarımızdaki “kazanım”larını, şimdi Obama “zafer”e dönüştürecek ve demokrasi dininin meczubları, Batı’nın “kurtuluşumuz” olduğunu söyleyecek.
Amerika’yı kurtarmak için insanımıza bir kez daha bedel ödetme hazırlığı içindeler.
“Cici Demokrasi’nin ve onun getirdiği ‘özgürlük’ün tadına varın” diyecekler.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
wol_error.gif
Resmi orjinal boyutlarında 792x97 görüntülemek için tıklayınız. 38 KB.
CARLOS-1.jpg
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Seyfi Çabukel
Sosyal Patlama





Mersin’de işten atılan işçi intihar etmek istedi
Mersin Limanı’nda işten atılan 124 işçiden 6 çocuk babası Mehmet Ali Cintan Mersin Limanı D Kapısı önünde bulunan bir aydınlatma direğine çıkarak intihar girişiminde bulundu. Olay yerine gelen Cintan’ın arkadaşları ve çevik kuvvet polisleri arasında arbede yaşandı. Olay sırasında Tacettin Dinler ve Cahit Kartal hafif şekilde yaralanırken, 9 işçi de sinir krizi geçirdiği için olay yerine gelen ambulans ile hastaneye kaldırıldı. Mehmet Ali Cintan isimli yurttaşın bölgede yaşanan çatışmaların neden olduğu ekonomik sorunlardan kaynaklı 20 yılı aşkın bir süredir Mersin’e göç ettiği öğrenildi. Çalıştığı süre içinde 6 çocuğu ve eşiyle birlikte normal bir dairede yaşayan Cintan’ın, işten atılmasının ardından kirasını karşılayamadığı için iki odalı bir barakaya yerleştiği belirtildi.
İş bulamayan öğretmenin intiharı
“ODTÜ Matematik Bölümü mezunu genç öğretmen Erkan Karakaya, işsizlikten dolayı girdiği bunalım sonucu intihar etti. 1 Mayıs günü toprağa verilen genç öğretmenin ailesi ve arkadaşları, olup biteni anlamakta zorlanıyor.”
Erkan’ın ağabeyi, “ODTÜ’yü bitirince kesinlikle işsiz kalmaz sanıyordu herkes, biz de öyle sanıyorduk. Ablaları ve annem çalışarak, bin bir zahmetle okuttu onu. Erkan da her fırsatta ‘Size ben bakacağım, sizi çok iyi yaşatacağım’ derdi. Ama okul bitti, iş bulamadı, annesine ablalarına karşı mahcubiyet yaşadı galiba. Dayanamadı işsiz kalmaya. Ablaları çok zor şartlarda okuttu, Erkan da iş bulamamayı yediremedi kendine. Böyle olmamalıydı...” diye konuşuyor, kardeşinin cenazesinde. Arkadaşlarıysa “eften püften” sebeplerle Erkan’ı kaybetmenin üzüntüsünü yaşadıklarını söylüyorlar.”
Krizin teğet geçtiği, en az zararla atlatılmakta olduğu ülkemizde gencecik bir adam, hayattan bütün ümidini kaybetmiş olarak intiharı seçiyor. Ve bir kez daha balkondakilerin yüzüne kendi cesedini fırlatarak o çok bilmiş tavırlarını, her şeyin çok güzel olduğuna dair sahtekârlıklarını protesto etmiş oluyor. Hangi söz ölü bir bedenden, süregelen bu sahtekârlığa isyan ederek canını ortaya koyan Erken öğretmenin cansız bedeninden daha baskın çıkabilir?
Çıkabilir mi?
İnsanlar işsiz…
İnsanlar aç…
İnsanlar çaresiz…
Ya çalıp çırpmayı öğrenerek kendisine öyle bir hayat kuracak…
Ya da a efendim, efendi hırsızlardan biri olsaydı ya, gemisini yürüten kaptan…
Adamlar bir seferde yüz milyonları kredi diye lüplediyorlar da kimsenin sesi çıkmıyor. Ne hâkim, ne savcı? Kimin haddine… Adana’da görev yapan bir polis, asıl işlerinin kentteki belli başlı 5-10 aileyi korumak olduğunu söylemekteydi. Halkın geri kalanı da kendi aralarında birbirlerini yiyebilirler, yeter ki yukarılara kavga gürültüleri yükselip de rahatsızlık vermesinler… Siz bunu bütün Türkiye’ye şamil anlayın.
***
Türkiye’de her 3 gençten biri işsiz ve işsizlik her geçen gün daha da derinleşiyor.
Açlık ve yoksulluk sınırı, sınırları zorluyor.
Memur-Sen’in araştırmasına göre, geçen ay 4 kişilik bir aile için açlık sınırı 837 TL, yoksulluk sınırı 2 bin 325 TL olarak hesaplandı. Diğer taraftan Kamu-Sen ise yoksulluk sınırını 2 bin 792 TL olarak açıkladı.
4 kişilik bir ailenin ortalama gıda ve barınma harcamalarının toplamı ise Nisan ayında bin 67 TL 88 Kr olarak hesaplandı. Açıklamada, ‘’ortalama ücretle geçinen bir memur ailesinin ulaşım, sağlık, eğitim, haberleşme, giyim gibi diğer zorunlu ihtiyaçlarını karşılaması için Nisan maaşından geriye yalnızca 184 TL kaldığı’’ belirtildi.
***
OECD’nin toplumsal göstergelere yer verilen geleneksel “Bir Bakışta Toplum” raporuna göre, diplomalı işsiz kaynıyor ve akıl sağlığımız yerinde değil! Türkiye akıl sağlığı en bozuk ülke olarak belirlendi.
Türkiye, 2007’de “nüfusa oranla istihdam”, 2004-2005’te “gelir eşitsizliği”, 2006’da “65 yaşında ömür beklentisi”, “bebek ölümleri”, “bilgi seviyesi yeterli olmayan öğrencilerin oranı”, “mutluluk algısı”, “kişi başına net milli gelir” başlıklı yedi göstergede “kırmızı” ışık uyarısı aldı. Türkiye sayılan alanlarda OECD’nin 10 derecelik nitelik sıralamasında alttaki üç grup içinde gösterilmiş oldu. Türkiye dışında tüm göstergelerde “alarm zilleri çalan” bir başka OECD ülkesi bulunmuyor.
***
Her şey kötüye giderken Türkiye’deki gelir dağılımı da gün geçtikçe bozuluyor.
Birileri yiyecek ekmek bulamazken, dinlisi dinsizi haramzade, helâsına svarovski taş döşetiyor. En son model cipler, israfın sel olup aktığı partiler, düğünler, kutlamalar…
Haram para o kadar çok ki harcamakla bitmiyor.
O kadar çok soymuşlar ki, en aşırısından her türlü hayvani zevklerini ne kadar çok tatmin etseler de yine de geriye yedi sülâlelerine yetecek servete kalıyor.
***
Toplum dengeleri alt üst olmuş durumda.
Aklıma, Gölge’nin yıllar öncesinden sloganlaştırdığı Üstad’ın şu beyti geliyor:
“Heykel destek üstünde
Benim ruhum desteksiz!”
Desteksiz bırakılan ruhlar, hayat karşısında yalnız kalıp ya cinnet tezahürleri göstererek etrafa saldırıyor, ya da yüzümüze cesetlerini tükürerek bizleri protesto etmeye devam ediyor.
Yukarıdakilerde ise pişkinlik…
Hani, “Bir cana kıyan bir insanlığa kıymış gibidir!” diye ölçüyü kendilerine malederek tekrarlıyorlardı ya, asıl suçları da burada; çözüm yolunu onların bu haddini bilmez duruşları tıkamaya devam ediyor.
Yazıyı, şair Kumandan’dan iki beyitle bitirelim, Yeşilırmak’dan:
“Toplum nedir bilmişler inananlar elele
Sümüklüler kovulmuş ayıklanmış hergele
– “Selâm size akıncı!” – “Size selâm!” iâde
Doğruyu Allah bilir bizce tamamdır vâde”
intihar.jpg
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Nereye gidiyoruz yazı serisi nevzatlaleli@gmail.com
Galiba biz çok konuşkan bir milletiz. Dünya konuşkan milletler sıralamasında eğer baştan birinci gelmesek bile mutlaka ilk üçe gireriz, kanaatindeyim. Bunu nereden çıkardığımı aşağıda açıklayacağım.
Daha bebekken ve ana baba demeye zorlanırken başlamışız konuşmaya, hayatımızın her safhasında ve her yerde konuşmuşuz. Ölürken de ağzımızdan bir takım kelimeler dökülmüş ama bunlar genellikle “kelime-i şahadet veya kelime-i tevhit” olmamış, hayatımızı neyle geçirmiş isek (ölüm anı, hayatın aynası olmaktadır)ona ait kelimeler dudaklarımızdan dökülmüş (mesela çokça “gol” kelimesi), sonra da ruhumuzu teslim etmişiz.
Konuşmada en önem şey neyin konuşulduğudur. Yani konuşmamızda iyiliği, güzelliği, adaleti, ilmi daha geniş söyleyecek olursak hak’kı mı savunmuşuz yoksa bir takım boş sözler (ki bu sözler ne konuşanın ne de dinleyenin derdine çare olmamaktadır) söyleyerek çevremize hoş görünmeye mi çalışmışız. Kendimize ve başkalarına faydası olmayan sözler midir ağzımızdan çıkanlar, yoksa ilim, irfan, fazilet, ahlak gibi ferdin ve toplumun üstün değerlerini mi ele almışız?
Bir daha elimize geçmeyecek olan altından kıymetli zamanlarımızı nerelerde geçirmiş, o yerlerdeki boş sözleri mi terennüm etmişiz (söylemişiz). Atalarımız, “Vakit (zaman), nakittir(paradır)” demişler. Paraya önem verdiğimiz kadar (!) vakte önem vermiş miyiz? Kahvehane köşeleri (şimdi Internet kafeler), kumar ve eğlence merkezleri, bir meşin yuvarlağın iki direk arasından geçip geçmemesini büyük bir mesele (sorun) kabul ederek zamanlarımızı bunun münakaşasına (tartışmasına) mı ayışmışız? Bu münakaşalar iki Karadenizlinin tartışmasını hatırlatmıştır.
İki Karadenizli deniz kenarında gezinirlerken gökyüzünden uçup gelen bir martı, denizde gördüğü balığı yakalamak için suyun yüzeyine pike dalış yapıyor ve o hızla ağzındaki balıkla havalanıyor. Bu esnada Karadenizlilerden birisi, “Ha uşağım, gördün mü(!) kuşun kuyruğu suya değdi” diyor. Ötekisi de “Hayır, değmedi. Ben görmedim” diyor.
Değdiydi, değmediydi tartışması o kadar sürüyor ki sonun da konuyu ortaya atan Karadenizli belindeki tabancasını çekerek karşısındaki arkadaşını vuruyor ve “ha uşak, sana değdi diyorum daa (!)” diyor.
KONUŞMANIN REKORTMENLERİ
Her yıl yayınlanan bir evvelki yılın vergi rekortmenleri hakkında Habertürk’ün verdiği haberde, “2008 yılı Kurumlar Vergisinde ilk 100 mükellef listesinde sürpriz çıkışıyla Turkcell 1’inci sırayı aldı” olarak ifade edilmektedir. Turkcell’i, 2008 yılında liste başı yapan tahakkuk tutarı ise 675milyon, 780 bin TL (eski para birimize göre 676 trilyon) oldu.
Buyurun bakalım. Biz o kadar çok konuşmuşuz ki elin adamı bizim konuşmalarımızdan elde ettiği paralarla Türkiye’nin en çok vergi veren kuruluşu olmuş. Koçları, Sabancıları geçmiş ve hatta ekonomik krizimizin müsebbipleri (sebep olanları) bankaları bile sollamış. Başka kimleri geçti diye listeye bakıyoruz; Merkez bankasını, DHMİ (Devlet Hava meydanları işletmesi)ni, Botaş’ı, Tüpraş’ı, Mercedes-Benz’i, Eti maden işletmelerini, Poaş’ı, Arçelik’i ve 100 kadar karlı işletmeyi gerilerde bırakmış.
Peki, bu vergi rekortmenlerinden ikinci kimdir, merak ediyor musunuz? Onu da söyleyeyim. Türk Telekom Aş. Yani bizim yine konuşmalarımızı yaptığımız sabit telefonların şirketi... Türk Telekom’u ikinci sıraya yükselten tahakkuk tutarı ise 641,5 milyon TL. (Yani 641,5 trilyon lira) olmuş.
Bu verilerden sonra yazımın girişinde ifade ettiğim “Çok konuşuyoruz” sözünde isabet etmemiş miyim, ne dersiniz?
Diğer konuşma tuzakları, bu sene ilk 100’e girememişler. Ama biz böyle gidersek belki gelecek sene onları da bu listede göreceğimizi tahmin ediyorum.
Bu kadar çok konuşmamızın bize ve ülkemize sağladığı faydalar var mıdır? Varsa nelerdir? Bu kadar büyük paralarla kaç yeni yatırım yapılmıştır? Kaç işsizimize iş imkânı sağlanmıştır? Üretimdeki artış miktarı ne kadar olmuştur? İhracatımızı acaba kaça katlamış bulunmaktayız? Tabii bunların hiç biri olmamış.
Diyeceksiniz ki; “konuşma ücretleri yüksek tutulmuş da onun için bu kadar yüksek karlar yapılmış” Doğrudur. İşin bu tarafının suçlusu AKP hükümetidir.
Efendim, “Serbest piyasa ekonomisi” ne yapalım yani? diye bir cevap alacağımı biliyorum. Ama bunun serbest piyasa ekonomisiyle uzaktan yakından bir alakası yoktur ki. Sen, Telekom’a rakip bulabildin mi ki de bu piyasayı serbest bıraktın? Adamlar rakipsiz yani tekel olunca istediği gibi fiyat koymakta ve konuşkan millettin paralarını işte böyle toparlamaktadırlar.
İşin bir başak acı yönü ise bu adamlar yabancı sermaye olarak ülkemizde bulunduklarından bizim birbirimize uzun uzun söylediğimiz “Alo...” sözlerimizden elde ettikleri bu karları kendi ülkelerine transfer etmekte ve bu paralar bir daha bize geri dönmemek üzere kanat çırparak gitmektedir.
KONUŞULACAK YERDE KONUŞMAK
Bugün adına kapitalizm denen sömürücü faizci düzen dünyamızı ve özellikle ülkemizi sarmışken, haksızlıklar her yerde kol gezerken, canlarımız, mallarımız, ırz ve namusumuz büyük bir tehlike içerisindeyken, neslimiz (evlatlarımız) heder edilirken (boşa harcanırken) bizlerin bunları konu edinerek konuşmamız, bu haksızlıklar karşısında olanların yanında yer almamamız gerekirken, malayani (boş) şeylerle meşgul olmamızın (ilgilenmemiz) doğru olmadığını bilmemiz gerekir.
İşte asıl konuşulması gereken yerler burasıdır. Bu haksızlıkların karşısında gücümüzün yettiğince haykırmanız, bunları gündeme getiren basın ve yayın kuruluşlarını desteklemeniz gerekirken, bunları yapmayarak “Karadenizliler fıkrasında” olduğu gibi boş konularla ilgilenmemiz bizim dünya saadetimizin ve ahiret saadetimizin yok olmasına sebep olacaktır.
Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.v) “haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır” buyurmaktadır. Bir başka hadis-i şerifte ise “Ya hayır söyle ya sus” diyerek bizlere nerede konuşulacağını ve nerede susulacağını göstermektedir.
Benim tavsiyem (önerim), “Söz gümüşse sukut (susmak) altındır” atasözümüze uygun hareket ederek az veya kısa konuşarak, paramızın cebimizde kalmasını sağlamak olmalıdır.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Avrupa'nın 50 büyük yalanı


Mustafa Armağan, eserlerinde yanlış bilinen konuları herkesin kolayca anlayabileceği bir üslupla anlatarak, aVrupanın 50 büyük yalanını deşifre etti.

Mustafa Armağan, eserlerinde yanlış bilinen konuları herkesin kolayca anlayabileceği bir üslupla anlatarak, birinci elden kaynaklardan örnekler veriyor, okuyucunun okuma eylemini genişleterek birinci elden kaynakların da okunmasına zemin hazırlıyor. Tarihi bir ideoloji nesnesi ya da aygıtı olarak algılamayıp son derece samimi, dengeli, bilgi dolu ve ezber bozan kitaplar yazıyor. Kitap isimlerinden bile, okuyucuyu kitaplarına çeken müthiş bir tarafı var Armağan'ın.

Düşünce dünyamızda tarih ile düşünme eyleminin birlikte olması gerektiği hakkında ezber bozan çalışmalara imza atan, bir söyleşisinde "Kuru tarih bilgisini canlandıracak formül; tarih ile birlikte düşünmektir!" diyen Mustafa Armağan'ın son kitabı Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı, nihayet Timaş yayınlarından çıktı. Belgelere ve arşivlere dayalı araştırmalarıyla Osmanlı tarihi, yakın tarih, şehirlerin ruhuyla alakalı edebi metinler üzerine kitaplar ortaya koyan Mustafa Armağan, Batı denilince aklımıza gelen efsaneleşmiş olayları, inanışları, keşifleri, septik bir perspektifle sorguluyor, Avrupa hakkında ezberletilmiş bilgileri sorgulamakla da kalmıyor, Avrupa'nın imajını düzeltmek için ne hilelere başvurduğunu da ortaya koyuyor.

Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı, hayretlerden yola çıkarak başlanılan ve bu hayretlerin şaşırmayla birlikte daha da artarak tarihin kendimize bakan yüzünü, çarpıtmalardan uzak tutarak oluşturulan bir eser. Avrupa'nın kendi tarihini merkeze alarak bir dünya tarihi oluşturması ve kendi dışındaki dünya tarihini kendisinin rol oynayıp oynamadığına göre bir sıralamaya sokarak yazması, yazarın ifadesiyle Tanzimat'tan sonra put haline getirilmiş olan Avrupa/Batı büyüsünün bozulması için zihinlerimize salınan yalanları deşifre etmeyi amaçlayan bir fikir arkeoloji çalışması. Yazarın yıllar önce çalınmış bir tarihi geri getirmek için çıktığı yolda en büyük arzusuysa, kendi ifadesiyle Yavuz Sultan Selim gibi, Şimdi O'na kavuşmak vaktidir' diyen kişinin yüzüne anlamsız nazarlarla bakabilmek olduğunu açıklıyor.

Armağan'ın amacıysa okurlarını şaşırtmaktan öte, asıl tarihin yüzüne dokunurken ortaya çıkacak yeni görüntülerle okurları buluşturabilmek. Şaşırmayı düşünmeye başlamanın ilk şartı olarak gören yazar, düşündükçe Sezai Karakoç'un "Fecir Devleti" adlı anıtsal şiirindeki mısraların ruhumuzun kanallarına akmayacağını belirtiyor:

"Yırtılsın inkârın zırhı / Reddin Seddi yıkılsın / İnancın fecri doğsun / Ağsın sabah yıldızı gibi ufkumuza / Batı ve Doğu bütün anlamıyla / Açılsın önümüze bir kitap gibi."

Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı, beş bölümden oluşuyor. Avrupa Bilmecesi, Avrupa'nın Yalanları, Amerika'yı Kim Keşfetti?, İflas Eden Tanrıça ve Çağdaş Bilimsel Mitoloji. Avrupa'nın "Avrupalı" olup olmadığını tartışan yazar, Avrupa'yı Avrupa yapan unsurları sorguluyor. T. S. Eliot'ın Avrupa'yı Avrupa yapan unsurun Hıristiyanlık olduğu demecinden yola çıkan yazar, tarihte Avrupa'nın yerini tartışırken oryantalizmden Avrupa'nın beslendiği kaynaklara, Avrupalı olunmanın, Avrupa'nın dünyanın merkezi olduğu fikrinin alt yapısını sorguluyor. Endülüs İslam Medeniyetinin Avrupa üzerindeki etkilerini, keşiflerde 'meçhul diyarları keşif' gibi amacın sadece salt beşeri merakın ürünü olmadığını söyleyerek, kendi tarihimizi bilmememize rağmen Avrupa'nın tarihini kendi tarihimizmiş gibi özümseyerek okumamızın, 'onların' sözde başarılarının sanki kendi eserlerimiz gibi gurur duymamızın nedenini anlamakta güçlük çektiğini belirtiyor: "Öyle ya, bu ilgimiz sahici, yani 'meçhul diyarları keşif' gibi salt beşeri merakın ürünü olsaydı, dünyanın en uzun mesafe kat etmiş gezgini unvanına sahip İbn Batuta'yı, Hindistan'da akıl almaz maceralara atılan Seydi Ali Reis'i, haritalarını uzaydan bakan bir gözle yapmayı nasıl başardığına hâlâ akıl sır erdirilemeyen Piri Reis'i de merak eder, okur ve okul kitaplarımızda onlara da insanlığa katkı yapanlar arasında hak ettikleri yeri ayırırdık." (s. 53)

Kitabın ikinci bölümünde Yunan medeniyetinin Romalı romantikler tarafından icat edilen bir şey olduğunu, Rönesans'ın karanlık yanlarını, Bilimsel devrim efsanelerinin gerçeklik ilkesiyle bağını, özelikle Müslüman âlimlerden çalınan bilgilerle yapıldığını, Manga Carta Sözleşmesi'nin bilinenin aksine ilk demokrasi metini olmadığını, o sözleşmenin düpedüz demokrasi adına bir gericilik olduğunu, Sanayi devriminin görünmeyen yüzünü, Siyonizm'in asıl derdinin ne olduğunu, Shakespeare'den Don Kişot'a, Truva atından Hitler'e ezber bozacak bilgiler aktarıyor. Şu tarihi soruları soruyor Mustafa Armağan:

- Mesela Bilimsel Devrim, Sanayi Devrimi denilen Avrupa'nın modern çağdaki telaşlı hamlelerini, tam da onun uzun yüzyıllar süren geri kalmışlığını telafi etme adımları olarak değerlendirmek neden bize sağlıksız bir düşünme yolu gibi gözüküyor dersiniz?

- Neden Avrupa'nın ancak 1500-1800 döneminde Doğu'yu yakalayabilecek bir düzeye eriştiği bilgisini görmezden geliyoruz?

- Neden şu sözü söylemek için bir Andre Gunder Frank'ın gelmesi gerekiyor olsun: "Avrupa 'ekonomik geriliğin avantajlarını' kullanmak suretiyle erken değil, geç gelişen bir kıtadır."

Kitapta ismi sık sık geçen gerçek bir efsane-savar öncü, J. M. Blaut'un aşağıdaki sözünü bizim Avrupa hayranlarının vaktiyle söylemiş olması gerekmez miydi: "Amerikalılar keşfedilmediler, enfekte edildiler." Yazar, burada Amerikalı yerlilerin Avrupalılar tarafından kasıtlı olarak kendilerinin aşılı oldukları virüslere kurban edildiği gerçeğini anlatmaktaydı bu sözlerle.

- Peki, neden bir 17 yüzyıl Bilimsel Devrim'inden söz edilir de, 10. yüzyılda gerçekleşen ve birkaç yüzyıl süren İslam Bilim Devrimi'nden söz edilmez?

- Neden Avrupa Rönesans'ından söz edilir de, Müslümanların Rönesanslarını en az 5 yüzyıl önce gerçekleştirdiklerinden dem vurulmaz?

- Neden Kolomb'un Amerika'ya giderken kullandığı gemilerin Çin donanmasındakiler yanında maket gibi kaldığı itiraf edilmez?

- Ve neden Vatikan yazmalar kataloğundaki İbnu'ş-Şâtır'a ait eserde, kendisi dindar bir Katolik olan Kopernik'in, gezegen teorisini açıklarken kullandığına tıpatıp benzeyen bir çizimin bulunduğu gözlerden gizlenir?

- Yoksa 'Batı Mucizesi'ni büyüsünün bozulmasından mı endişe edilmektedir?

Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı'nda cevabını bulabileceğiniz şu başlıkları da paylaşalım:

Florence Nightingale'in İngiltere'de ölüm meleği olarak tanındığını; Galile'nin kiliseye karşı çıkmış bir bilim kahramanı olmadığını; Magna Carta'nın Avrupa tarihinde ileri değil, geri bir adım olduğunu; Hitler'in aslında Avrupa'yı işgal planı olmadığını; Einstein'ın son yıllarında beyninin yavaşladığını; İlk feministlerin fabrikalardaki kadınları evlerine kapatma için kampanyalar düzenlediklerini; Don Kişot'ta Endülüslü Müslümanlarla ilgili şifreler bulunduğunu; Kopernik ve Kepler'in güneşe tapanlar tarikatından olduklarını; Rönesans insanlarının Ortaçağ'daki atalarından daha pis yaşadıklarını; Haritaların emperyalizmin sözcülüğünü yaptığını...

Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı, diğer Mustafa Armağan kitapları gibi ele aldığı meselelere farklı perspektiflerle, tartıştığı meseleler gereği ironiye kaçan üslubuyla hepimizin okuması gereken, hatta çevremize de okutturmamız gereken sürekli el altında bulunacak önemli bir kitap.

Kitabın arkasında şöyle bir tanım var kitap için: "Zengin kaynakçası, okurunu daha ileri okumalar için kışkırtan cömert dipnotları ve her şeyden güzeli, her bölümünde bir bulmacayı adım adım çözdüğünüzü hissettiren ilginç üslubuyla elinizden bırakamayacağınız bir Mustafa Armağan kitabı." Yüzlerce yabancı kaynaktan süzülen bilgilerle önümüze bildiğimizden çok farklı bir Avrupa fotoğrafı koyuyor Armağan. Kendi medeniyetimizdeki değerleri tanımak, öğrenmek, bize dayatılan yalan yanlış bilgilerden uzaklaşarak bakış açımızı medeniyetimize yönlendirmek adına iç dünyamıza zenginlik, bakış açımıza irfan, katabilecek satırlarla dolu.
milligazete


 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Burjuva Nedir? / İsmail Kıllıoğlu.



Kavramların tarih içinde belirleyici düzeyde rol oynamaları, mahiyetlerinin anlaşılmasında bazan farklılaşabilir, hatta mahiyetlerinden ilgisiz işlevler bile üstlenebilir. Burjuva/burjuvazi kavramının da böyle bir serüven yaşadığını söyleyebiliriz. Münhasıran iktisadi-ticari alana ait olan ile bağlantılıyken, daha sonra toplumsal olan ve nihayet siyasal olan ile ilişkilendirilmek suretiyle farklılaşan bir mahiyet ve işlev üstlenecektir burjuva/burjuvazi kavramı. Bir de böyle gerçekliklerden soyutlanmış, muhayyel bir gerçek yüklenmiş, Fransız düşünür Baudrillard`ın ürettiği kelime olan "simulation"a dönmüş bir anlam ve işleve koşulması da sözkonusudur burjuva/burjuvazinin. Fransızca`da "bourgeois(e)" belli imtiyazlara sahip kentli (bourg)`yi tanımlamada kullanıldığı gibi, aristokrasiyle üçüncü sınıf (tiers-etat), eşdeyişle halk arasında bulunan orta tabakayı bertmek için de kullanılmıştır. Ayrıca orta halli, esnaf, zengin kentli durumları da işaret eder. İşçi dilinde "usta", "patron" gibi mecazi anlamlara da gelir. Sıfat olarak kullanıldığında "adi", "bayağı", "geri kafalı", "zevksiz", "gerici" (mürteci) vb. nitelemelere de sahiptir.
Burjuva/burjuvazinin iktisadi varlık alanını genişleterek tolumsal alana etkinliğini taşımaya başlamasında, senyörün mülkiyetinde olan bourg (kent)ların surları dibinde korulmasına izin verilen panayırların belirleyici rolü olduğu söylenebilir. Ortaçağ kent (bourg)lerinin modern kent (citylere evrilmesi, bir açıdan burjuva/burjuvazinin iktisadi varlık alanından diğer alanlara nüfuz etmesi anlamına da gelir. Annale okulunun önemli isimlerinden olan H. Pirenne`nin "Ortaçağda kentler" çalışması bu bakımdan aydınlatıcıdır. Tıpkı E. Blach`un "Feodal Toplum"u, F. Braudelan Akdeniz"i gibi.
Fakat burjuva/burjuvazi kavramının yerli yerine oturtulması, tam olarak anlaşılabilmesi için, Roma İmparatorluğu`nun yıkılmasından sonraki Avrupa`nın toplumsal yapısının başat özelliğini gözönünde tutmak şarttır. Aksi taktirde, sadece burjuva/burjuvazinin belli dönemlerdeki işlevine bakarak yorum ve değerlendirmeler yapıldığında birbiriyle ilintisiz, yanlış, hatta saçma yargılara, çıkarsamalara varmak kaçınılmazdır. Sözgelimi, bizde uluorta ileri sürülen, burjuva/burjuvazimiz yeterince gelişmediğinden demokrasiyi yerleştiremiyoruz ya da modernizmi bir türlü gerçekleştiremiyoruz, gibi söylemlerde olduğu gibi.
Avrupa`nın başat özelliği şuydu: Aristokrasi, ruhban (kilise) ve üçüncü sınıf (tiers-etat)`dan oluşan statülü yapısı. Yani, kolay geçişlere imkân vermeyen sınıflı toplum. Bunun temelinde yatan ise, mülkiyet idi. Mülkiyete sahip olma iktidarı da belirliyordu. Mülyiket ve onun içkin olduğu iktidar, iktisadi, siyasi, hukuki, kültürel ve toplumsal alanlarda egemenlik kurabilmenin tek şartıydı. Sözgelimi aristokrasi sınıfı içindeki hiyerarşinin belirlenmesi mülkiyetin niteliğiyle doğrudan bağlantılıydı. Haklar ve imtiyazların verilmesi ve alınması da mülkiyetten kaynaklanan yetkinin kullanılmasının bir sonucuydu.
Sınıflı toplum yapısının en alt katmanını oluşturan üçüncü sınıf içindeki esnaf ve zanaatkâr, üretim yeteneğine dayanan bir gücü kullanmak suretiyle, aristokrasinin varlık alanına tedricen nüfuz edecektir. Küçük gibi gözüken, mesela kentin surları dibinde tezgah açması gibi, bir takım hak ve ayrıcalıkları elde edecektir. Bu hak ve ayrıcalıklar zaman içinde burjuva/burjuvazinin statüsünün dönüşümünü sağlayacaktır.
Burada bir başka gelişmenin vurgulanması da şarttır. O da, yine çoğunlukla ücüncü sınıfa mensup olan sanatçı, düşünür ve bilim adamları, yani aydın sınıfın biçimlenmeye başlamasıdır. Genel ve yanılgın anlayışa göre, aydın sınıf (sanatçı, düşünür, bilim adamı) aristokrasinin yardım ve desteğiyle, kısacası himmetiyle varlık ve etkinlik kazanmıştır. Aksine aydın sınıf, varlık ve etkinliğini aristokrasiye, aynı zamanda ruhban sınıfa kabul ettirmiştir. Burjuva/burjuvazi de öyle. Buna karşılık ücüncü sınıf içinde mütalaa edilen köylüler, Fransa`da, İngiltere`de, özellikle Almanya`da birçok ayaklanmalar, başkaldırmalar gerçekleştirmelerine rağmen, burjuva/burjuvazi gibi iktisadi alandan siyasi, kültürel, toplumsal ve hukuki alana nüfus ederek egemenlik kuramamışlardır. Özellikle aydın sınıf ile ilşikileri gevşeğin ötesinde zayıf kalmıştı. Oysa burjuva/burjuvazi, üretim ve üretim araçlarına sahip olanları dolayısıyla aydın sınıfın faaliyetleriyle kendini ilişkilendirme imkanı bulma yanında, kendi ideolojisini oluşturmada da ondan geniş bir şekilde yararlanmasını bilmiştir. Sonuçta aristokrasiyi tahtından etmiş, ruhban sınıf ile belli bir uzlaşma sağlamış, oluşturduğu ideoloji çerçevesinde iktidarı, devleti ve toplumu dönüştürmede etkin rol üstlenmiştir. Buna rağmen burjuva/burjuvazi sınıfsal yapısından tevarüs ettiği değerleri korumada ısrar etmele birlikte, insan, toplum ve devlet olgularının köklü değişimlerinde öncü rol oynama yeteneğini sürdürememiştir. Hatta tutucu, yerine göre gerici olma durumunda kalmıştır. Mesela hak ve özgürlüklerin, demokrasinin, hukukun üstünlüğü ilkesinin yeni şartlara göre yorum ve değerlendirmelerinde burjuva/burjuvazi olumsuz tutum olmaktan kurtulamamıştır. İşçinin hak ve özgürlüklerinde, çoğulcu demokrasi uygulamalarında biçimsel ve aslında ikiyüzlü ahlâk anlayışında vb. konularda yetersiz, çoğunlukla da bağnaz bir tavrı benimsemiş, adeta proto-tipi olmuştur.Kendine özgü bir kültür oluştursa da, evrensel nitelikteki kültürü kavramakta zorlanmıştır.
Burjuva/burjuvazinin demokrasi için vazgeçilmez olduğu zehabı, bize özgü bir "şehir efsanesi"dir. Bunu savunanların çok imrendikleri Amerika`da, Avrupa`da olduğu gibi, bir burjuva/burjuvazinin olup olmadığını irdelemeleri gerekir.
Kuramsal olarak İslâm`da, tarihsel ve uygulama bakımından bizde burjuva/burjuvazinin var olup olmadığı tartışmasından önce, mülkiyet olgusunun nasıl kavrandığını iyi öğrenmek gerekmektedir. Ahıyan, Bacıyan, Abdalan ve Gaziyan-ı Rum`u Müsteşrik/oryantalist gözlükle okumaktan vazgeçmek, öncelikli sorundur. Ondan sonra konuşulsun!
Milli Gazete/ İsmail Kıllıoğlu...


 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Çağımızın Yeni Emperyalizmi


Bugün hepimizin karşı karşıya olduğu Emperyalizm, tarihin bizi götürebildiği kadar eskiye dayanan imparatorluklar dünyasının bir parçası olarak addedilebilir.

Ancak bu yeni emperyalizm farklı......

Günümüzde Emperyalizm


Roger van Zwanenberg*

Not: Bu makale 2004 yılında Roger van Zwanenberg'in Pakistan'da yaptığı bir konuşmadır. Makale, Policy Perspectives dergisinin 1. sayısında yer almaktadır.


Bu çalışma modern çağdaki Emperyalizm sistemini oluşturan teknikleri ve süreçleri anlatmaktadır. Hem teknikler hem de süreçler küresel sistemlerdir; entellektüel olarak, hem geniş hem de karmaşıktır ve sistematik olarak tanımlamak için basit ve mübalağaya meyilli olarak anlatılması gerekir.

Okuyuculara durumun genel bir bakışını vermek çok önemli. Kendi vatanlarının sahilleri dışında maceraya açılanların kendilerini nerede bulurlarsa bulsunlar ne gördüklerini, bir emparyel bütünlük açısından anlamaları gerek. Bugün Emperyal sistemlerimiz dünyadaki herkes boyutları ve etkileri açısından küreseldir.

Bu çalışmanın hedef okuyucusu gezegendeki küreselleşmenin anlatılmadığı öğrencilerdir. Batı ekonomisinde bu bir makro görüş olarak adlandırılabilir: dünyamıza bir bütün olarak bakma denemesi ve bu bağlamda gördüğümüzün anlaşılması. Batıdaki sosyal bilimlerde sistemlere bir bütün olarak nadir bakılır ve din tabanlı eğitim sistemimizde dünyamızı bu şekilde incelemek hiç de kolay bir iş değildir.

Sahara çölünde, Afganistan’ın en uzak köşelerinde ya da dengi Asya ya da Afrika şehirlerinde yaşayan biri Kapitalizm ve Emperyalizmden etkilenecektir. Uyuşturucu ticareti için haşhaş yetiştiriyor ya da vergiden kaçmak için araba kaçakçılığı yapıyor ya da çok uluslu bir şirket tarafından üretilen şişelerden su içiyor olabilirsiniz.

Bundan kaçış yok. Her nerede yaşıyor olursak olalım, nerede yaşarsak yaşayalım bu dünyayı yöneten güçlerden kaçmak imkansız.

Aynı şekilde, zamanımızın büyük güçleri onları görsek de görmesek de çalışıyor olacak: her devletin imtiyazlı iktidar sınıfları ve büyük güçlerin önde gelen kuruluşları ülkeni yeniden tanzim etmek için çalışıyor olacaklar.
Bu çalışma böylece tüm insanlığın küresel sistemimizde işbaşında olan büyük güçleri az da olsa anlamasına yardımcı olmak için hazırlanmıştır.

Tanımlar

Eğer anlaşılması isteniyorsa Emperyalizmin dikkatli bir şekilde tanımlanması gerekir.

Bugün hepimizin karşı karşıya olduğu Emperyalizm, tarihin bizi götürebildiği kadar eskiye dayanan imparatorluklar dünyasının bir parçası olarak addedilebilir. Bu yeni emperyalizm özel ve daha önceki herhangi bir imparatorluk gibi değildir.

Emperyalizmin ayrı bir şekilde tanımlanması gerekirken çoğunlukla aynı cümlede kullanılan tek bileşeni koloniciliktir. Kolonicilik kendi çıkarları doğrultusunda yönettiği ya da yerli nüfusa vekil hükümet olarak yönetimine izin verdiği ancak yine de hakim güçlerin kendi çıkarları doğrusunda olan işgal sürecidir. Geçen iki yüzyıl boyunca, Emperyalist güçler koloniciliği kendi amaçları doğrultusunda ilk olarak 1880’lerde kurdular ve en son Irak ve Afganistan işgali ile yeniden gerçekleşiyor.

Koloni işgalleri her yerdeki Emperyalist büyümenin bir parçasıdır, fakat tüm sürecin bir parçası olarak anlaşılması gerekir. Son iki yüzyıldır Emperyalizm kendi menfaatleri doğrultusunda kaynakları kontrol etmek amacıyla hâkim devletler tarafından kullanılan dünya gücü sistemi olmuştur. Bu menfaatler ham maddeden pazara kadar değişen ve zaman içinde oldukça değişiklik gösteren birçok farklı faktörü kapsamaktadır.

Bazı anahtar unsurlar

İster günümüzün Emperyalizminden istersek son iki yüzyılın Emperyalizminden bahsedelim bazı anahtar unsurlarından kısaca bahsetmeye değer.

• Emperyal sistemin kuralları değişti ve sürekli değişmeye devam etmekte. Egemen güç Britanya’dan ABD’ye el değiştirse de – bu da kendi içinde çok küçük bir mesele değil – Emperyal güç hala derin bir şekilde Kapitalizm içine gömülü. Şimdiye kadar egemen güce göre, Emperyal büyüme ve Kapitalizm aynı sistemin parçası ve parselidir. Kapitalizm daha sonra tanımlanacağı üzere hızla değişmekte olan dinamik bir sistemdir.

• Egemen Emperyalizm rekabetçidir. Sistemin her zaman dinamik olmasından dolayı başka bir güç egemen olan güç ile sürekli yarışabilir. İlk olarak 1870’lerde Almanya İngiltere’ye yetişmeye çalıştı. 1914–1918 savaşı İngiltere’nin Almanya’yı hükmü altına alma çalışmasıydı fakat bu eylemin sonucu ilk olarak niyetlenenden çok farklı olduğunu kanıtladı. Sonra Rus Devrimi egemenlik savaşında yeni bir rakip üretti; bu SSCB’nin dağılmasıyla 1989’da sonra eren ABD ve SSCB arasındaki Soğuk Savaşı beraberinde getirdi.

Bugün Emperyal mücadelenin parametreleri geleceğin Çin ekonomisine ne getireceğini bilecek kadar yeterli tanımlanmamıştır. Çok hızlı bir şekilde büyüyen Çin ekonomisi çok yakında ABD ile uyuşmayacak. Uluslararası İslam da ki, burada detaylı yer veremeyeceğim, hegemonik güç olan ABD’nin talebi ettiği farklı bir toplum yaratmaya çalışmaktadır.

Milliyetler ve farklı sosyal sistemler arasındaki Emperyal mücadele sürecin bir parçası ve bugünün Emperyalizminin anahtar bir unsurudur.

Günümüzün Emperyalizminin Esasları

Hâkimiyet sistemi gelecek bölümde açıklanacak olan aşağıdaki esasları ihtiva etmektedir:
• Kapitalist Sermaye Birikimi ya da Küreselleşme
• Mali Hâkimiyet
• Ticaret ve Yatırım
• Emperyalizm, Kapitalizm Teknoloji ve Bilimi
• Askeri Güç
• İdeolojik Kontrol

1815’ten Günümüze Emperyal Hâkimiyet Mücadelesi

1815’de İngilizlerin Waterloo’da Napolyon’u yenmesi ile İngiltere dünyanın lider gücü oldu. Sonraki yüzyıllarda bu güç tüm dünyaya yayıldı. Üstünlüklerinin farkında olan İngiliz iktidar sınıfları, askeri güçlerini ve dünya çapında üstünlüklerini pekiştirecek araçların yanında finans, ticaret ve yatırımda kurumlarını geliştirdiler. 20. Yüzyılın başlarında İngiltere dünyaya hâkim olmak için Kapitalizmin teknolojik eserlerini geliştirdi. 1900’lere gelindiğinde İngiltere durdurulamaz görünüyordu ve bunlardan anlayan kimse tersini düşünmedi.

Bununla birlikte, 20 yıl sonra 1914–1918 savaşının sonunda İngiltere yorulmuştu, tüm altın rezervi ABD’ye savaş ödemesi için gitmişti ve ülkenin milyonlarca genç erkeği ölmüştü. Almanya 1914’den önceki on yıl yeni rekabetçi güç olmuştu ve savaş İngiltere’nin üstünlüğünü yeniden kazanma çabalarına darbe vurdu. Savaş sadece buna değil Rus Devrimine de yol açtı. Devrim belki savaş olmasa da gerçekleşebilirdi belki fakat savaş buna teşvik etti.
Aniden yeni bir rakip çıktı. Yeni Sovyet İmparatorluğu Kapitalist sistemi reddetti ve taviz vermeden kendi değerlerini ulusallaştırdı. Bugüne kadar Kapitalistlerin en büyük kusuru ulusallaştırmadır. Sovyetler yeni egemen güce en yakın tehditti.

Yeni tehdidin tecellisi 1945’ten sonrasına kadar uluslararası arenada tam olarak görünmedi. 1939-1945 savaşında Avrupalılar ve sonra Japonlar - temel Kapitalist güçler – ikinci defa kendilerini parçaladıklarında milyonlarca yaşamı kaybettiler.

İkinci Dünya Savaşının sonunda ABD sadece dünya üzerindeki üstün gücünün farkında olmayıp bunu kendi menfaati için kullanmak niyetindeydi. 1944 yılında Bretton Woods anlaşması poundun yerini alarak tek ticari döviz olan dolar ile yeni bir uluslararası mali sistem kurdu.

1944 – 1989 dönemi Amerika Birleşik Devletleri’nin SSCB ‘yi yok etmeyi hedefleyen nükleer savaşı da içeren kıyasıya savaşına şahit oldu. Her zalim diktatör, ne kadar ahlaksız olursa olsun anti –komünist davayı desteklediği müddetçe ABD tarafından desteklendi.

Pakistan hükümeti agnostik Sovyetlerin Kapitalist Batıdan daha büyük bir tehdit oluşturduğuna karar verdiğinde son hamle Afganistan’da meydana geldi. Diğer ülkeler gibi ABD parası ve ordusu Sovyetlere karşı olan cihadı finanse etmek üzere Pakistan gizili servisine aktı. Başarılı oldular ve ABD şu anda bu operasyonun sonuçlarının verdiği zararı telafi etmeye çalışıyor. İslami Pakistan ideolojik nedenlerden dolayı bu alternatifi seçti ve bedeli çok ağır oldu.

1989 yılında ABD dünyadaki tek hâkim güç olarak meydana çıktı ve insanlar Amerikalıların iyi niyetli davranıp davranmayacağını kendilerine sordular. Bu sorular Emperyalizmi anlamayan insanlar tarafından soruldu. Sürekli kontrolde olmak ve iktidar sınıflarını güçlendirmek isteyen hâkim güç her zaman dünyanın geri kalanı tarafından korku ile izlendi. Günümüzün dünyasında iyi niyetli Emperyal güç diye bir şey yok.

Çin’in meydan okumasının boyutu ve niceliği hala bilinmiyor. İslam’ın iddiası farklı şekiller alıyor: Afganistan çöllerinde olduğu varsayılan bin Ladin; şu anda her gün Irak’ta vuku bulan ABD koloni deneyine meydan okuyuş; devrimsel İslamı tartışan yeni peygamberler; Batıdan gelen her şeyi reddeden geleceğin İslami liderlerini eğitmeye kalkışan güçler.

Kapitalist Birikim ya da Küreselleşme

Bölgesel büyümenin kalbinde olan kar ve birikimi hedefleyen bir bakış ile kapitalist emperyalizmin analizine başlayalım. Bilimde ve teknolojide süregelen devrim ile birleştirildiğinde kapitalizmin yalın mantığı son iki yüzyıl boyunca her yeni nesil için nüfusun çok küçük bir oranına hayal ötesi bir servet biriktirmesine olanak sağlayan bir servet birikimidir.

Siyasi güç yoluyla kişisel zenginlik birikimi dürtüsü üzerinde durulması güç bir afrodizyaktır. 21. yüzyılın başlangıcında baş döndürücü yükseklikteki zenginlik bir avuç insan için mümkün oldu. Bankalar, petrol şirketleri, yeni dijital şirketler ve su, gıda gibi temel ürünler ile ilgili şirketler dünyamıza yerleşti. Bu, son iki yüzyıldır önde gelen milletleri hem koloni hem de emperyal açılıma götüren sürekli artan zenginliğin mantığıdır.

Bu şirketler her köşeye nüfuz ettiğinden, bu ülkeleri çıkaran ulusal devletin şirketler için yatırım yapabilecekleri koşulları ve pazara serbestçe giriş çıkışlarını sağlamak ve ortaya çıkacak olumsuz sonuçları üstlenmemek için şirketleri askeri güçleri ile koruması gerekiyor. İstikrarlı bir dünya finans sistemi, serbest ticaret ve serbest kapital hareket büyük seviyelerdeki kapital birikimi için gerekli şartlar. Bu ölçülerin ülkelerin kendi insanlarının ve kaynaklarının ‘gelişimine’ yardımcı olup olmayacağı tartışması sadece doğrulanması gereken Emperyal mantık ile ilgilidir. Tam da bu birikimin mantığı küresel ve emperyaldir.

‘Sermaye birikimi’ terimi çoğunlukla daha az açıklayıcı bir terim olan ‘küreselleşme’ ile biçimlendirilmiştir. Emperyal gelişme sürecinin ve dünya kaynaklarının kontrolünün merkezinde bankalar, sigorta şirketleri, imalatçılar, tıbbi şirketler ve diğer bir çoğu gibi ‘Emperyal devlet’ şirketlerinin kuvvetlendirilmesi vardır. Hükümet politikası yoluyla hemen zengin olanların ceplerine konulmuş paranın daha az varlıklı olanların ellerine geçeceği kuramının etkisi ve Batı dünyası boyunca görece zengin orta sınıf Dünyadaki iktidar sınıflarının servet birikiminin zerresi kadardır.

Emperyal ülkelerin kendi içlerinde birikim sürecini görmek ve anlamak yeterince kolaydır. Burada gıda alanında ve örneğin kitapevi sektöründe aynı sayıda işleyen üç ya da dört büyük şirket göreceksiniz. Satış ve üretimin her alanında, sermaye birikimi küçük şirketlerin daha büyük bir bütün tarafından yönetileceği ya da süpürüleceği bir zirveye ulaşmıştır. Birleşik Krallıkta 55 milyon insanın tükettiği tüm gıdanın %90’ını satan sadece dört şirket var.
Tüm Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da Kapitalist birikim süreçleri açıktır. Üçüncü Dünya’daki Bir çok ülkede bu süreçler aynı seviyeye ulaşmış olmayacak. Hala çoğunlukla aynı ürünleri farklı çeşitleri ile satan çok büyük sayıdaki küçük tüccarları göreceksiniz.

Batı şirketlerinin yurtdışına genişlemesi üzerine baskı çok büyük. Çoğunlukla kendi ülkelerinde büyüme ile ilgili fırsatlar doygunluğa ulaşmıştır. Eğer kazançlarını korumak istiyorlarsa yurtdışına açılmalılar. Bu noktanın da vurgulanması gerekiyor. Kapitalizmin yeni kazançlar geliştirmek için sürekli yeni marketler araması gerekiyor.

Güney Afrikada ki Apartheidin sonu bu sürecin en yakın bir örneği. Büyük tekeller, altın ve elmas ticareti ve güç Apartheid sisteminin yarattığı gümrük duvarları arkasında geliştirildi. Pazar ürünlerine doymuştu ve kaynakların dağıtımını değiştirmeden ve yerli halkı zenginleştirmeden bu şirketler hiçbir yere gitmedi. Ürünlerinin dünya tarafından boykot edilmesi ile sonuçlanan etrafındaki duvarların yıkılması gerekti. Dünya şirketleri olmak istiyorlardı, sadece Güney Afrika değil ve bunu başarmak için beyaz tekel güç kırıldı.

Ulusal sınırlarını aşmak isteyen tüm şirketler Sovyet dönemini hatırlayıp kendi değerlerinin ulusallaştırılmasından korkuyorlardı. IMF ve Dünya Bankası gibi bahsi geçen büyük kuruluşların korunması için uğraştılar. İlk olarak IMF’nin engel olmaksızın yeni yatırımlara izin verebilmesi için ülkelerin sınırlarını zorla açması gerekiyor, sonra ticaretin ulusallaştırmadan korunması gerekiyor ve son olarak istedikleri zaman çıkabilmelerinin yanında aşırı vergi olmadan kazançlarını ihraç etme özgürlüklerine ihtiyaçları var.

Uluslararası bankalar ve araba şirketleri ne zaman ayak basacak sağlam bir yer bulurlarsa ülkelerin bölgesel hassasiyetleri ne olursa olsun kazanma ve hırs güdüleri ile ortaya çıkacaklardır.

Bugün ABD saldırgan bir tutumla başlıca şirketlerinin dünyaya açılmasını destekliyor. Disney Şirketi’nden Bill Gates’in Microsoft’una kadar ABD ulusal hükümet korumaları sınırlarını aşmak için ne gerekirse yapıyor.

Kapitalist ve küresel sermaye birikimi Emperyal küreselleşmenin tam merkezinde. Nerede olursa olsun artan zenginliği içine çeken bu süreçte elitlerin varlıkları artarken sürecin dışında kalanların yoksulluğu daha da artıyor. Dünya Bankası’nın dünya yoksulluğu üzerine hazırladığı son on yıllık çalışması bile yoksulluğun önemli derecede arttığı gerçeğini kabul ediyor.

Gerçekler çok açık: uluslar arası şirketler ile kalkınmanın kendisi büyüme ve kalkınmanın cevabı değildir.



 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
devamı..
Mali Hâkimiyet

Daha önce tartışıldığı üzere, sermaye birikiminin kesin köklü küresel gereklilikleri var. İlk olarak burada ana hatlarıyla belirtilmesi gereken dünya finans sistemidir.
Hiçbir konu Dünya Mali Sistemi kadar az anlaşılmamaktadır. İlk olarak pound sterlin ve şimdi ABD doları egemen yönetimin hem sembolü hem de gerçekliği olan dünya ticaret sistemini egemenliği altına aldı. Bu karışık bir sistem olmayıp, bu kısa yazıyı okuyanların hepsi tarafından açıkça anlaşılmalıdır.

1844 yılında, İngilizler ilk Dünya merkez bankasını ve dünyanın ilk uluslararası döviz sistemini kurdu. Özünde, bir pound bir altın değerindeydi. Önemli olan İngiltere Bankasının sterlin ile ticaret yapan herkese teminat vermesiydi.

Bu İngiltere Merkez Bankası’nın yeterli altın rezervlerini bulundurmak zorunda olması, böylece bir kriz sırasında sterline güvenin muhafaza edilmesi için her zaman yeterli rezervlere sahip olması demekti. Fakat bu her şeyin üzerinde Britanya’nın ticaretini kesin olarak dengelenmek zorunda olduğu anlamına geliyordu. Merkez bankasına sürekli bir altın akışı olabilmesi için ithal ettiğinden fazlasını ihraç etmesi gerekiyordu.

Britanya için sonuç yüzyıllarca yıl dünya ticaretinin tam merkez noktası ve Londra iktidar sınıflarının büyük mali kazançlar getiren dünya para pazarlarının merkezi olmasıydı.
Bu büyük yapı 1914–1918 savaşı boyunca yıkılmaya başladı. Savaş uzun süre ve herkesin tahmin ettiğinden çok daha yoğun biçimde devam etti ve Britanya savaşının ihtiyaçları Amerikalılar tarafından karşılandı. Ve İngiliz Hazine Dairesi 1920’lerdeki altın standardına dönmek için çok uğraşmasına rağmen, Britanya hâkim pozisyonundan düştü. Savaş bundan sonra Britanya’yı Emperyal hırs anlamında zayıflattı. Askeri alandaki aşırılık bir zamanlar yenilemez durumdakileri çok kısa zamanda yıktı.

ABD ve Dünya Doları

1944’teki Bretton Woods anlaşmasında ABD açıkça dünya finansörü olarak ön plana çıktı. Çok basitçe, ABD Doları belirli miktardaki altına eşitlenmişti. Bu sistem mali kontrol sistemi olarak dünyadaki tüm ülkelerde uygulanmıştı.

Sonra, 1971’de ABD tek taraflı olarak altın standardını bırakıp dolar ve diğer tüm ülkelerin dövizlerinin dünya para piyasalarına akmasına izin verme kararı aldı. Akmak basitçe bir dövizin diğeri üzerindeki değerine karar veren talep ve arz anlamına gelmekteydi. ABD doları beklendik bir şekilde zirvede kaldı.

Fakat bundan sonra ABD’nin New York’taki merkez bankasında altına ihtiyacı kalmadı ve bu da dünya meselelerinde ilk kez paranın giriş ve çıkışını destekleme zorunluluğu olmadığı anlamına geliyordu. 1971’den itibaren bir ülke çok fazla ABD doları kazandığında, ABD Hazinesi açıkça ABD Hazine Bonosu teklif etti ve böylece fazla dolarlar bono ile değiştirilecekti. Diğer ülkelerin çoğu, şüphesiz, ihracat ve ithalat arasındaki ödemelerini dengelemeliydi ve eğer bunu yapmazlarsa borç almaya zorlanıyorlardı.

ABD bundan sonra yurtdışına ihraç ettiklerinden kazandığının çok daha fazlasını harcayabilirdi. Aslında, bu ve diğer ülkelerin ithal ürünlerin ödemelerinde kullandığı doların sayesinde ABD herhangi bir ülke ile savaşa gidebilecek durumdaydı. Hepimiz Amerika’nın yurtdışı aşırı harcamalarını karşılıyoruz.

Daha basit anlatmak gerekirse, daha çok 100.000 dolar kazanıp, 150.000 dolarını harcamışım sonra bono ile ilave 50.000 dolar almışım ve tekrar harcamışım gibi. Oldukça sıra dışı bir sistem ve bu şu anki ABD İmparatorluğunun zayıf noktası olabilir.

Küresel ölçekte finans sistemi beklendik bir şekilde günümüzün büyük gücünün menfaatleri doğrultusunda düzenlenmiştir. Yirmi birinci yüzyılın başında derin bir istikrarsız durum içerisindeyiz ki bununla ABD tek başına ihraç ettiğinden çok daha fazlasını ithal edebilir ve böylece ürettiğinden çok daha fazlasını tüketebilir. Bazı yüzeysel gözlemciler daha zayıf ekonomileri ABD ekonomisine ithal etmesine izin verdiği için bunu büyük bir kazanç olarak savunuyorlar. Bu tartışmalar dünya finans siteminin ilelebet şimdiki gibi olacağını varsayıyor. Fakat daha önce gördüğümüz gibi her zaman böyle olmayacak.

Çin ya da bir grup ülkeler kendi para birimlerinde ticaret yapmaya karar verirlerse, ABD Hazine Bonolarını satarak ABD ekonomisinde ani bir kaos yaratırlar ve böylece büyük yapının tümünü devirirler. Ben yazarken aynı zamanda bu gibi fikirler mülahaza ediliyor.

Emperyalizm ve Serbest Ticaret

Ticaret ve denizaşırı yatırım Emperyal panteonunun anahtar prensipleri ve dünya ölçeğindeki Kapitalist birikiminin temel taşlarıdır. Egemen Emperyal ülkeler her zaman serbest ticaretin herkesin yararına olduğunu savundular ve güçleri ile bu fikirleri daha zayıf ekonomilere empose ettiler.
Bu yazının okurları bahsi geçen iddiaların yanlış olduğu yönündeki fikirlerimi duyduklarında şaşırmayacaklardır. Bu iddialar yanlış olarak bilinmektedir. Öte taraftan en güçlü kuruluşlar bile bugün bu iddiaları öne sürmektedir.

Tüm büyük güçler bugün istisna olmaksızın endüstriyel güç üslerini gümrük duvarları arkasında geliştirdiler. Japonlar 1860’larda 40 yılllığına kendilerini dünya ticaretinden ve Emerperyal güçlerden kestiler, Atlantik boyunca ulaşım masraflarından dolayı Amerikalılar kendi sanayilerini kendi ülkelerinde geliştirme avantajına sahip oldular ve 1945’lere kadar serbest ticaret için sınırlarını açmadılar. Almanlar ise 1870’teki birleşmeden sonra kendilerini bilinçli olarak korudu vs... Almanların ve Amerikalıların zamanında koruyucu engelleri savunan kendi kuramcıları vardı, Frederick List ve Daniel Raymond.

Bu gerçekten oldukça basit: büyük ülkeler kendi sanayilerini en son teknolojiyi kullanarak geliştirdikleri zaman ve daha zayıf olan ülkelerin sanayileri onlarla yarışamayacak durumdayken serbest ticareti savunmaya başladı.

İddialar açık bir şekilde iki taraflı. Birçok zayıf ekonomi bu yola zorlanırken hem AB hem de ABD çiftlik ürünlerinde serbest ticarete geçmekte başarısız oldu.

Bugün en güçlü uluslararası kuruluşların, Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü, hepsi serbest ticaret yönündeki tezlerini arz etmektedir. Bu kuruluşların arkasında destek var. Bir kez bir ülke ödemeler dengesinde güçlüğe düşürse, ödünç verme politikaları zayıf ülkelerin serbest ticarete açılmasına bağlıdır.

Kanıtlar dikkat çekici. İddia şu şekildedir: eğer ekonomini serbest ticarete açarsan ekonomin büyüyecek. 1960larda ve 1970lerde birçok ülke korumacılığın birçok formuna sahipken, dünya ekonomisi yüzde üç büyüdü ve dünyadaki tüm bölgeler yüzde ikilere üçlere yükseldi.

1980lerde ve 1990larda serbest ticaret politikaları tutmaya başladığında, dünya büyümesi yüzde iki düştü ve dünyanın güçsüz bölgeleri daha da geriledi. Latin Amerika yüzde 0,6, Afrika kıtası yüzde 0,7, Orta Doğu yüzde 0,2 büyüdü. Birçok zayıf ülke ve dünyanın zayıf bölgeleri için serbest ticaret bir felaketti.

Serbest ticaret argümanı uzun yıllar daha bizimle birlikte olacak. Bu argümanlar dünya çapında önemlidir. Beklenildiği gibi, son yirmi beş yıldır düzenli yıllık büyüme açısından en başarılı ülke Çin oldu. Yine aynı şekilde bizi şaşırtmayan Çin’in ödemelerdeki olumlu dengesi oldu ve böylece sınırlarını açmak için baskı yapılamadı ve zamanın büyük Emperyal güçlerinin kurallarını takip etmedi.

Son olarak TRIPS’i tanıtmama izin verin. TRIPS tam anlamıyla mülkiyetin yeni bir formudur ve açılımı Trade Related Intellectual Property’dir (Ticaret Bağlantılı Fikri Mülkiyet). Yazılarda telif hakkı uyarılarını farkedersiniz. Yazarlar uzun zamandan beri dünya çapında patent yasalarında tanınmışlardır.

Patent yasaları geniş bir şekilde dijital dünyayı kapsamışlardır ve dijital endüstriyi korumaktadır. Satın aldığınız bir yazılımı ödünç veremez ya da birine veremezsiniz. Kesinlikle satamazsınız da. Şüphesiz TRIPS birçok insanının yasadışı hareket etmesine yol açtı ve dijital dünyanın üretimini tekelleştirmek için tasarlandı. Tıp dünyasının ve ilaçların tekeli hemen arkasından geliyor. Bunlar çoğunlukla Amerikan endüstrisi.

Serbest ticaret yoksullar için; çok açık bir şekilde TRIPS örneğinde olduğu gibi zenginler kendi menfaatlerine olduğunu fark ettiğinde tekelleştiriyorlar.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt