Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kahraman İsmini Haketmişti (1 Kullanıcı)

kardelen_misali_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
10 Ağu 2006
Mesajlar
90
Tepki puanı
0
Puanları
0
Kahraman İsmini Haketmişti / Osman ALAGÖZ



Mevsim sonbahar…

Nice taze baharlar görmüş Maraş’ta, tarihin en hüzünlü sonbaharlarından biri yaşanıyordu.
Ahır Dağı’ndan esmeye başlayan sert rüzgârlarla birlikte, Maraş’lının yüreğinde de fırtınalar kopmaya başladı.

Nazlı nazlı esen ilkbahar rüzgârlarında saçları dalgalanan gelinlik kızların heyecanı kaybolmuştu. Yürekler bir yeni hazân mevsimini yaşıyordu şimdi. Şehrin kesme taşlı yollarına dökülen sararmış yapraklar gibi hüzün doluydu gönüller.

İşgal edilmiş bir şehrin gecesinde, yıldız yıldız gözlerinden gözyaşı akıtıyordu Maraş’lı. Sessiz ve derinden…

Gözyaşları, dirence ve umuda akıyordu.

Ulucami’nin avlusunda, eskisi gibi uçmaz oldu güvercinler. Onlar da suskun, Maraş’lı gibi; onlar da durgun… Solduran mevsim belli ki, onların da ürkek heyecanlar taşıyan minicik yüreklerini çoktan vurmuştu.

1919’un Şubat’ıyla birlikte başlayan İngiliz işgali, sımsıcak yürekleri birden donduruvermişti. Bütün bu yaşananları, bakışlardaki bulanıklık çok iyi anlatıyordu. Herkes ne olduğunu anlamak ister gibi, şaşkınlıkla birbirine bakıyordu.

Tarihinde, talihsiz esaretlere alışkın olmayan Maraş’ta, sevdaya ve aşka dair kelimeler dökülmez oldu dudaklardan. Soğuk kış mevsiminin uzun gecelerinde, gönüllerinin ilhamını seslendirmiyor artık şairler. Gönüller pusuda, şairler suskun, şairler durgun...

Ve şimdi İngilizler, bir başka düşmana teslim ediyorlardı şehri…

Tarih 29 Ekim 1919, günlerden Çarşamba… Fransız öncü birliği, şehre giriyordu.

Bir dönem Osmanlının “Millet-i sadıka” diye bahsettiği bazıları da, şimdi Fransızların şehri işgaliyle, adeta bayram yapıyordu. Asırlardır bastırılmış duygularını, gün yüzüne çıkartıyordu. Onlar da bir devlet kurmak istiyordu Maraş diyarında.

Maraş’lının, şehrin işgaline gösterdiği tepki, Fransız’ların gelmesiyle daha da arttı. Fransız’lara güvenip iyice şımaran bazılarının tavırları ise dayanılır gibi değildi.

Ahır Dağı’na sırtını dayamış şehrin ahalisi, şimdilerde başını omuzlarına koyacağı birilerini arıyordu. O omuzlarda doya doya ağlamak, yüreğini dinlendirmek istiyordu. Tutunduğu dallar elinde kalmasın istiyordu Maraş’lı.

Ve kendi köşesine çekilmiş, suskun bir gönlün dirençli sahibi Sütçü İmam da farklı düşünmüyordu. Doğduğunda kulağına okunan ve kendisinin günde beş defa minareden okuduğu ezanların, kıyâmete kadar yankılanmasını istiyordu şehrin semalarında. “Katar katar turnaların geçtiği gökyüzünden, hiç eksik olmasın!” diyordu, ezanlar. Hürriyetin sembolü sayılan sancağın, kale burçlarında sonsuza kadar dalgalanması gerektiğini söylüyordu her fırsatta.


Maraş’lı, kale burçlarında bayrağı nazlı nazlı dalgalanmadıkça hür olamazdı.

Mahallenin taş duvarlı, Selçuklu mîmârîsini andıran küçük ve şirin camisinde, herhangi bir ücret almadan gönüllü olarak imamlık yapıyordu. Evinin geçimini, dükkânında sattığı sütlerle karşılıyordu. Zamanla, “Sütçü İmam” diye anılır olmuştu. Onu kimse ismiyle çağırmazdı. Kendisine yakıştırılan bu iki sıfatla çağrılır ve anılırdı. O, aynı zamanda küçük çocukların en güzel hediye kaynağı olan Sütçü Dede’leriydi. Akide şekerini hiç eksik etmezdi şalvarının cebinden. Bir çocuğun tebessümlerinde mutluluğu yakalayabilmek için iştiyâkla dağıtırdı şekerleri.

Sütçü İmam, mihrâpta, diz üstü oturmuş, önünde cevizden yapılmış işlemeli bir rahle… Fetih Sûresi’ni okuyordu. Kömür karası gözlerinden damlayan yaşlar, elmacık kemiklerinden beyaz sakalına doğru süzülüyordu. Yüreğine çöreklenen dertler, gözyaşı olup akıyordu göz pınarlarından.

Dualar ediyordu, Maraş’lının bahtı için… Dualar ediyordu, esaret altında inleyen âlem-i İslâm için. Bugün, kendi çocukları için dua etmek gelmiyordu içinden. Şimdi kendi nefsi için dua etmeyi, uğruna seve seve canını vereceği değerlerine karşı bir saygısızlık sayıyordu.
Dışarıda dondurucu bir soğuk... Ahır Dağı tarafından esen sert rüzgâr, yüzünü bıçak gibi kesiyordu.

Uzunoluk deresinden karşıya geçerek dükkanını açtı.

Güneşin ortalığı aydınlatmasıyla birlikte, şehirde hareketlilik başladı. Şehrin üst tarafında bulunan kışladan, devriye gezmek için çıkan Fransızlar, gruplar halinde belli merkezlere doğru gidiyorlardı.

Sütçü İmam’ın dükkanının önünden geçmekte olan bir grup, kendisine sataştı. Askerlerin yok yere olay çıkarmak ister gibi bir hâlleri vardı. Kahvede bulunanlara da tahrik edici laflar söylüyorlardı. Halk temkinliydi, tahriklere kapılmak istemiyordu.

Fransız üniforması giyen bazı Ermeniler, gittikçe artan şımarıklıkları ve Fransızlara olan aşırı güvenleriyle, yıllardır dost oldukları insanlara sataşıyorlardı.

İmam, kendisine laf atan birisine aldırmıyor gözüktü. Karşılık vermedi. Bir taşkınlık çıksın istemediği için “Ya Sabûr…” deyip işiyle meşgul oldu.

Sıcak bir süt içip İmam Efendiyle muhabbet etmek isteyen Çakmakçı Said, selâm verip pehlivan yürüyüşüyle içeri girdi. Bir tas süt istedi. İmam’ın keyfinin yerinde olmadığını görünce sebebini sordu merakla. Sütçü İmam, “Bazıları işi iyice azıttılar yeğenim. Fransız’ların gelişiyle taşkınlıkları daha da arttı. Davranışları canımı sıkmaya başladı.” diyerek cevap verdi delikanlıya.

Çakmakçı Said, kendisi için doldurulan sütü bitiremeden masaya bıraktı. Bir iki yutkunduktan sonra o da söyledi içinden geçenleri: “Bu işin sonu ne olacak İmam Emmi? Bu heriflerin ne işi var bizim toprağımızda? Daha ne bekliyoruz? Büyüklerimizin elbet bir bildikleri vardır, lâkin esarete benim de tahammülüm kalmadı!”


Daha fazla konuşamadı. Sustu, içine akıttı dilinin ucuna gelip de söyleyemediği duygularını. Sonra da, “Bana müsaade...” deyip dışarı çıktı.

Sütçü İmam, mangaldaki küllenmeye yüz tutmuş ateşi maşayla biraz alevlendirdi. Ellerini hafif kıvılcımlanan ateşe doğru uzatıp tekrar derin düşüncelere daldı. Bir ara, yaprakları tamamen dökülmüş olan çınarlara ilişti gözleri. “Hey gidi Osmanlı, sen de şimdi yaprakları dökülmüş şu çınarlar gibisin…” diye mırıldandı hafifçe.

Uzunoluk deresi suskun…

İlkbahardaki o tatlı çağıltısı yoktu. Derenin içindeki çınar ve kavak ağaçlarında sevda türküsü söyleyen bülbüllerin yanık yanık ötüşleri de çoktan terk etti buraları, çekip giden baharlar gibi. Uzunoluk deresinde yer yer duyulan karga çığlıkları, ruhları daha da karartıyordu.
Maraş’lının yüreği, karga çığlıklarıyla değil, bülbül nağmeleriyle şekillenirdi nakış nakış, her gül mevsiminde.

Şimdi mevsim hazân...

Vakit ikindiyle akşam arası… Üzerine Yüce Yaratıcının yemin ettiği vakit…

Gönüllerde ufkun kan kırmızı kızıllığı hâkim...

Sağda solda taşkınlık yapan düşman askerleri kışlaya dönüyordu. Ezan sesleriyle beslenen kulaklara, duymaya alışkın olmadıkları sarhoş nâraları geliyordu. Sokak aralarında oynayan çocukların ve evlerinin penceresinden çocuklarının oyunlarını seyreden, kocalarının yolunu gözleyen kadınların yüreklerine davetsiz bir garip sızı giriyordu.

Bu arada yoldan geçen yüzleri örtülü kadınlar, ürkek adımlarla yürüyordu. Bir an önce evlerine ulaşmanın kaygısı aksetmişti yürüyüşlerine.

Fransız askerlerinden bir devriye grubu, içkinin de verdiği sarhoşlukla daha da dengesizleşmişti.

Yoldan geçen kadınları gören grup, yolunu değiştirip onların geçeceği geniş meydana doğru yürümeye başladı. Grubun içinden birisi, biraz daha hızlı yürüyordu. Diğerleri de ona ayak uydurmaya çalışıyordu.

Kendilerini nâmahremden sakınan kadınların yüreklerindeki kıvılcım büyüyüverdi. Tedirginlikleri daha da arttı. Kendilerine doğru gelen askerlerin niyetlerinin pek de iyi olmadığını sezebiliyorlardı. Telâşlı yürüyüşlerini hızlandırdılar.

Gözünü kan bürümüş olan bir düşman askeri: “Burası artık Türk’lerin değildir. Bir Fransız ülkesinde böyle örtüyle gezilmez!” diyerek elini kadınların örtülerine uzattı.

Kadınların, gökleri yırtan çığlıkları duyuldu. Ölüm korkusunun ötesinde bir başka duyguyla feryat ediyorlardı. “Yok mu Allah için yardım edecek bir ümmet-i Muhammed, yok mu?”
İnancın ak ikliminde secdelerle güzelleşen yüzlerinin örtüsünün, bir Fransız’ın kirli elleriyle açılmasındansa, ölmek ebedî bir şerefti onlar için.

Çığlık çığlığa karşı koymaya çalıştılar.
Annesinin bohçasını elinde tutan çocuk, askerlere karşılık vermeye çalıştı. Bağırdı, küçük yüreğinde volkanlar patlatırcasına. “Dokunmayın anama!” Fransız askerinin tekmeleriyle yere düşüp tekrar kalktı annesini korumak için.

Yüreklerde zapt edilmiş sabır taşı, çatlayıverdi birden…

Kel Hacı’nın kahvesinden ilk çıkan, pehlivan yapılı Çakmakçı Said oldu. Arkasından Kabuloğlu Osman ve birkaç kişi daha dışarı çıktı.

Çakmakçı Said, Osmanlı akıncılarını andıran bir tokatla yere indirdi düşman askerini, bir tokat da yakındakine attı.

Silahlar patladı. Çakmakçı Said yere yıkıldı, vazifesini yapmış olduğunun huzuruyla. Silahların patladığını gören diğerleri, panikle sağa sola kaçıştı.

Biraz uzakta, sütçü dükkanında olayları takip eden Sütçü İmam, sarı sedef saplı nikel tabancasını sakladığı yerden aldığı gibi kendini dışarı attı. Alnındaki kırışıklıklar iyice belirginleşmişti. Böyle olduğu zamanlarda hiçbir korku dizginleyemezdi onu. “Gün namus günüdür!” deyip çekti tetiği.

Çakmakçı Said’i vuran Fransız, canhıraş feryatlarla yere yıkıldı.
Maraş semalarında duyulan ilk şanlı kurşunu sıktı Sütçü İmam. Bir nebze de olsa su serpildi yanan gönüllere.

Fransız askerinin son çığlıkları yankılandı Uzunoluk deresinde. Hiçbir tepkiyle karşılaşmayacaklarını zanneden diğer askerler de çareyi kaçmakta buldular.
Sütçü İmam’ın günlerdir tebessümün belirmediği çehresine tatlı bir aydınlık yayıldı. Vazifesini yapmış olmanın huzuru yansıdı, beyaz sakalıyla çevrelenmiş yüzüne.

Artık ölümün bile bir anlamı vardı kendisi için…

Sütçü İmam’ın, elinde silahıyla öylece kalakaldığını gören Nalbant Bekir, sarstı İmam’ı. “Durma, uzaklaş buralardan. Şimdi devriyeler gelir, durma!”
İmam’ı kolundan hızla çekti. Ona, nalbant dükkanının iç avlusunda bulunan atını verdi.

Şuursuz hareketlerle, Nalbant Bekir’in dediklerini yaptı. Aslında gitmek istemiyor gibi bir hâli vardı. O an, niçin gitmesi gerektiğini de hiç düşünmedi. Sadece nalbantın telâşlı haline bakıp hareket ediyordu.

Nalbant Bekir’in verdiği atla, Ahır Dağı’nın arkasındaki Bertiz köylerine doğru giderken, gönül yamaçlarında huzur rüzgârlarının dalga dalga esmeye başladığını hissetti. Şimdi Ahır Dağı’ndan esen sert rüzgârlar bile kendisini üşütmüyordu.

Bir süre ortalıkta gözükmeyecekti.

Dağ köylerinde oluşturulan çete gruplarıyla birlikte tekrar döneceği düşüncesiyle ayrıldı şehirden. Evet, ortalığın biraz sakinleşmesini beklemeliydi.

Aylardır ilk defa acı da olsa, tebessüm etti yaptığı işi düşünerek... İlk kurşun sıkıldı ya, gerisi kolaydı…

Namusuna sahip çıkan Maraş’ın yiğit oğlu yiğitleri, “Maraş bize mezar olmadan, düşmana gülzâr olamaz!” deyip seve seve koşacaklardı ölüme elbet, seve seve koşacaklardı.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt