KADINLARDA SÜSLENME
Bir âyette şöyle buyurulur:
«(Nûr Sûresi 24:31) ‘ve lâ yübdîne zînetehünne’
“Ve zinetlerini izhar([166]) etmesinler.” Kadının zineti denince örfte([167]) tac, küpe, gerdanlık, bilezik ve emsali gibi şeyler tebadür eder.([168])
(Sure-i A’rafta 7:31) ‘ya benî âdeme huzû zîneteküm ınde külle mescidin’
âyetinde zinet, elbise demek olduğu da geçmiştir. O halde bu zinetleri açmak bile menhî olunca bunların mahalli olan bedeni açmak evleviyyetle nehyedilmiş olur. Yani bedenlerini açmak şöyle dursun, üzerlerindeki zinetleri bile açmasınlar.» (Elmalılı Tefsiri 3503)
«Kızlar ve kadınlar baştan aşağıya kadar örtündükten başka, yürürken de edeb-i vakar([169]) ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sun’î([170]) veya hılkî([171]) zinetleri bilinsin diye bacak oynatıp, ayak çalmasınlar. Çapkın yürüyüşle nazar-ı dikkati celbetmesinler.» (Elmalılı Tefsiri 3508)
«Tesettür etmeyip de bütün güzellik ve süspüsleriyle kendini yabancı gözlere vaz’ ve teşhir eden bir kadın, tabiidir ki istiklal ve hürriyetini ve vakar ve izzetini muhafaza edemez.» (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)
İLMİYE KIYAFETİ
«İlmiye mensublarının giyiniş tarzları. İlmiye kıyafeti; şalvar, cübbe ve sarıktı. Bununla birlikte ilmiye mensublarının kıyafetlerinde bazı değişiklikler de vardı. Orta derecedekiler cübbe ile sokağa çıktıkları halde, üst tabakayı teşkil eden rical kısmı lata yahut biniş giyerlerdi. Ayrıca ilmiyenin, “İlmiye” maddesinde yazılı, resmi günlere mahsus kıyafetleri de vardı.» (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)
Müslümanların kıyafetlerinden birisi de sarık sarmaktır. Gelen hadîsde sarığın şeair ciheti daha çok nazara verilmiştir. Hadîste mealen buyuruluyor ki:
«Camilere sarıklı olarak gitmek, müslümanların simasından (alâmetinden) dir.» ([172])
ZORLA KIYAFET TATBİKATLARI VE KAHRAMANCA DAVRANIŞ ÖRNEKLERİ
Kıyafet meselesinde çok çeşitli zulümlere maruz kalan fakat İslâmî kıyafetini hiç değiştirmeyen eşsiz kahraman Bediüzzaman Hazretleri, tek parti devrinde herkese ibret olacak şu beyanlarda bulunmuştur. Bu müdafaalar müslümanların üzerine gelen ve her türlü İslâmî kıyafete karşı çıkan aynı anlayış sahiplerine de yapılmalıdır ve öyle davranılmalıdır.
«Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi.” (*)
Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest([173]) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense, azîmet-i şer’iye ve takvâ cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmi beş seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi terkeden adama “inat ediyor, bize muhaliftir” denilmez. Haydi, inat dahi olsa, madem Mustafa Kemal o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilâyetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükümetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa, madem tasdikinizle yirmi senedir dünya ile alâkasını kesen ve mânen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faydasız kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye girerek sizin ile uğraşmaz. Bu halde onun muhalefetinden tevehhüm etmek, divaneliktir. Divanelerle ciddî konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. Ne yaparsanız minnet çekmem dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu.
Son sözüm,
‘hasbünallahü ve ni’mel vekîl’([174])
‘hasbiyellahü lâ ilahe illâ hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbü’l arşi’l azîm’([175])» (Şualar sh: 290)
KANUNLARI KİM KIRIYOR?
Kıyafet konusunda bir husus da, “Kanun var, kanun böyle diyor. Biz kanunu uyguluyoruz” gibi gerekçelerdir. Yakın tarihimize baktığımızda da aynı anlayış ve aynı kafa yapısının hiç değişmediğini görüyoruz.
Çağımıza damgasını vuran Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1950 yıllarından sonra Emirdağ’ında ikamet ettiği vakit kendi kıyafetine yapılan müdahele ve dayatma karşısıda, bu meselede rol oynayan gizli komitelere dikkat çeker. Tarihin tekerrürüne bakın ki, günümüzde de bu baskılar Ramazan-ı Şeriflerde zirveye çıkartılıyor.
Bediüzzaman Hazretleri çok hakikatları muhtevi mektubunda diyor ki:
«Gizli düşmanlarımız bu Ramazan-ı Şerifte, tekrar adliyeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.
Birisi, bütün bütün kanun hilâfına olarak, beni tek başımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç silâhlı jandarma ile bir başçavuş yanıma gönderdiler. “Sen başına şapka giymiyorsun” diye zorla beni karakola getirdiler. Ben de, adaleti hedef tutan bütün adliyelere söylüyorum ki:
Böyle beş vecihle kanunsuzluk edip, kanun namına beş vecihle İslâm kanunlarını kıran adam, hakikî kanunsuzlukla itham edilmek lâzım gelirken, onların o acip kanunsuzluğu ve bahanesiyle iki seneden beri vicdanî azap verdiklerinden, elbette mahkeme-i kübrâ-yı haşirde bunun cezasını çekeceklerdir.
Evet, otuz beş senedir münzevî olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adamı, “Sen frenk serpuşunu([176]) giymiyorsun” diye itham etmeye dünyada hangi kanun müsaade eder? Yirmi sekiz senedenberi beş vilâyet ve beş mahkeme ve beş vilâyetin zabıtaları([177]) onun başına ilişmedikleri halde hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve Mahkeme-i Temyiz “Bere yasak değil” diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından—ki resmî bir libastır—bereyi giyenler de mes’ul olmazlar denildiği halde, hususan münzevî ve insanlar arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerifin içinde böyle hilâf‑ı kanun en çirkin birşeyle ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebî papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye eliyle tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.
Meselâ, ona teklif eden demiş: “Ben emir kuluyum.” Cebr-i keyfî([178]) kanun ile emir olur mu ki, emir kuluyum desin? Evet, Kur’ân-ı Hakîmde, Yahudi ve Nasranîlere([179]) başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi,
’ya eyyühellezine âmenû etîûllahe ve etîû’r resûle ve ûlî’l emri minküm’([180])
âyeti ulü’l-emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itaatine zıt olmamak şartıyla, o itaatın emir kuluyum diye hareket edebilir. Halbuki bu meselede, an’ane-i İslâmiye kanunları, hastalara şefkatle incitmemek, gariplere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’ân ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde, hususan münzevî, dünyayı terk etmiş bir adama ecnebî papazlarının serpuşunu teklif etmek on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâmın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır.
Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garip, fakir, münzevî, Sünnet-i Seniyeye muhalefet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyen şek ve şüphe bırakmadı ki, komünist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir suikast eseri olduğu gibi, İslâmiyete ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar mebuslar ve Demokratlara dahi büyük bir suikasttır. Dindar mebuslar dikkat etsinler, bu dehşetli suikaste karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar.
HAŞİYE: Rusun Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan haindir” diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip dalkavukluk etmeyen; ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’âniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki, “Sen Yahudi ve Hıristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz” denilse, elbette öyle herşeyini hakikat-i Kur’âniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, Cehenneme de atılsa, kat’iyen; yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek...
Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd‑i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfî cihette mukabele etmemesinin hikmeti nedir?
İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilân ediyorum ki, yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan mâsuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’ân-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi sekiz senelik zâlim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim. Onun içindir ki, âsâyişi mâsumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: “Ben, değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.” Said Nursi» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 166)
İşte bu davranış ve cevap, kıyafetimiz konusunda bir baskıya veya zorlamaya muhatab olduğumuz zaman nasıl davranmamız gerekir sualine, yaşanmış ve netice alınmış en büyük örnektir.
İLÂHÎ CEZALAR
Müslüman milletimizin millî ahlâkını bozarak Türkiye’yi ele geçirmek isteyen emperyalist ifsat komitesi, bu emellerine ulaşmak için her vasıtayı kullanırlar.
Bu ifsad komitesiyle çalışan tiyatrocuların çirkin bir hadisesine, İlâhî tokat olarak gelen zelzeleyi, Bediüzzaman Hazretleri ibret nazarına şöylece arzeder:
«Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zat yazıyor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırıl çıplak olarak âlâyişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o câzibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz, kemâl-i hiddet ve gayz([181]) ile onların hayasız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber([182]) etti. Ve o binayı hâk ile yeksan([183]) eyledi.”
Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat... ...ekser vilâyetlere giren ve Adapazar’a girmeyen Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını([184]) bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur, onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hadiseye baktım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 262)
NETİCE
Netice olarak, tesettürde en ehemmiyetli bir husus şudur ki:
Müslüman erkek ve kadınların kıyafet ve tesettürde kusurları olsa da düşünceleri, tam şer’î tesettürü tasvib etmeli ve Avrupaî hayat alışkanlıkları ile tam riayet edemedikleri şer’î kıyafet ve tesettürü hafife alır tarzda bir anlayış olmamalı ve azimet ve takvaya uygun yaşamayı ve böyle yaşayanları sevmelidirler. Kendi noksanlarına karşı da istiğfar edip noksanlarını zamanla tekmil etme gayreti içinde olmalıdırlar. Bu husus asgari bir hudud olarak mü’minler için şarttır.
Bir âyette şöyle buyurulur:
«(Nûr Sûresi 24:31) ‘ve lâ yübdîne zînetehünne’
“Ve zinetlerini izhar([166]) etmesinler.” Kadının zineti denince örfte([167]) tac, küpe, gerdanlık, bilezik ve emsali gibi şeyler tebadür eder.([168])
(Sure-i A’rafta 7:31) ‘ya benî âdeme huzû zîneteküm ınde külle mescidin’
âyetinde zinet, elbise demek olduğu da geçmiştir. O halde bu zinetleri açmak bile menhî olunca bunların mahalli olan bedeni açmak evleviyyetle nehyedilmiş olur. Yani bedenlerini açmak şöyle dursun, üzerlerindeki zinetleri bile açmasınlar.» (Elmalılı Tefsiri 3503)
«Kızlar ve kadınlar baştan aşağıya kadar örtündükten başka, yürürken de edeb-i vakar([169]) ile yürüsünler. Örtüp gizledikleri sun’î([170]) veya hılkî([171]) zinetleri bilinsin diye bacak oynatıp, ayak çalmasınlar. Çapkın yürüyüşle nazar-ı dikkati celbetmesinler.» (Elmalılı Tefsiri 3508)
«Tesettür etmeyip de bütün güzellik ve süspüsleriyle kendini yabancı gözlere vaz’ ve teşhir eden bir kadın, tabiidir ki istiklal ve hürriyetini ve vakar ve izzetini muhafaza edemez.» (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)
İLMİYE KIYAFETİ
«İlmiye mensublarının giyiniş tarzları. İlmiye kıyafeti; şalvar, cübbe ve sarıktı. Bununla birlikte ilmiye mensublarının kıyafetlerinde bazı değişiklikler de vardı. Orta derecedekiler cübbe ile sokağa çıktıkları halde, üst tabakayı teşkil eden rical kısmı lata yahut biniş giyerlerdi. Ayrıca ilmiyenin, “İlmiye” maddesinde yazılı, resmi günlere mahsus kıyafetleri de vardı.» (Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü)
Müslümanların kıyafetlerinden birisi de sarık sarmaktır. Gelen hadîsde sarığın şeair ciheti daha çok nazara verilmiştir. Hadîste mealen buyuruluyor ki:
«Camilere sarıklı olarak gitmek, müslümanların simasından (alâmetinden) dir.» ([172])
ZORLA KIYAFET TATBİKATLARI VE KAHRAMANCA DAVRANIŞ ÖRNEKLERİ
Kıyafet meselesinde çok çeşitli zulümlere maruz kalan fakat İslâmî kıyafetini hiç değiştirmeyen eşsiz kahraman Bediüzzaman Hazretleri, tek parti devrinde herkese ibret olacak şu beyanlarda bulunmuştur. Bu müdafaalar müslümanların üzerine gelen ve her türlü İslâmî kıyafete karşı çıkan aynı anlayış sahiplerine de yapılmalıdır ve öyle davranılmalıdır.
«Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi.” (*)
Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest([173]) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense, azîmet-i şer’iye ve takvâ cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmi beş seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi terkeden adama “inat ediyor, bize muhaliftir” denilmez. Haydi, inat dahi olsa, madem Mustafa Kemal o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilâyetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükümetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa, madem tasdikinizle yirmi senedir dünya ile alâkasını kesen ve mânen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faydasız kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye girerek sizin ile uğraşmaz. Bu halde onun muhalefetinden tevehhüm etmek, divaneliktir. Divanelerle ciddî konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. Ne yaparsanız minnet çekmem dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu.
Son sözüm,
‘hasbünallahü ve ni’mel vekîl’([174])
‘hasbiyellahü lâ ilahe illâ hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbü’l arşi’l azîm’([175])» (Şualar sh: 290)
KANUNLARI KİM KIRIYOR?
Kıyafet konusunda bir husus da, “Kanun var, kanun böyle diyor. Biz kanunu uyguluyoruz” gibi gerekçelerdir. Yakın tarihimize baktığımızda da aynı anlayış ve aynı kafa yapısının hiç değişmediğini görüyoruz.
Çağımıza damgasını vuran Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1950 yıllarından sonra Emirdağ’ında ikamet ettiği vakit kendi kıyafetine yapılan müdahele ve dayatma karşısıda, bu meselede rol oynayan gizli komitelere dikkat çeker. Tarihin tekerrürüne bakın ki, günümüzde de bu baskılar Ramazan-ı Şeriflerde zirveye çıkartılıyor.
Bediüzzaman Hazretleri çok hakikatları muhtevi mektubunda diyor ki:
«Gizli düşmanlarımız bu Ramazan-ı Şerifte, tekrar adliyeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.
Birisi, bütün bütün kanun hilâfına olarak, beni tek başımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç silâhlı jandarma ile bir başçavuş yanıma gönderdiler. “Sen başına şapka giymiyorsun” diye zorla beni karakola getirdiler. Ben de, adaleti hedef tutan bütün adliyelere söylüyorum ki:
Böyle beş vecihle kanunsuzluk edip, kanun namına beş vecihle İslâm kanunlarını kıran adam, hakikî kanunsuzlukla itham edilmek lâzım gelirken, onların o acip kanunsuzluğu ve bahanesiyle iki seneden beri vicdanî azap verdiklerinden, elbette mahkeme-i kübrâ-yı haşirde bunun cezasını çekeceklerdir.
Evet, otuz beş senedir münzevî olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adamı, “Sen frenk serpuşunu([176]) giymiyorsun” diye itham etmeye dünyada hangi kanun müsaade eder? Yirmi sekiz senedenberi beş vilâyet ve beş mahkeme ve beş vilâyetin zabıtaları([177]) onun başına ilişmedikleri halde hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve Mahkeme-i Temyiz “Bere yasak değil” diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından—ki resmî bir libastır—bereyi giyenler de mes’ul olmazlar denildiği halde, hususan münzevî ve insanlar arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerifin içinde böyle hilâf‑ı kanun en çirkin birşeyle ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebî papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye eliyle tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.
Meselâ, ona teklif eden demiş: “Ben emir kuluyum.” Cebr-i keyfî([178]) kanun ile emir olur mu ki, emir kuluyum desin? Evet, Kur’ân-ı Hakîmde, Yahudi ve Nasranîlere([179]) başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi,
’ya eyyühellezine âmenû etîûllahe ve etîû’r resûle ve ûlî’l emri minküm’([180])
âyeti ulü’l-emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itaatine zıt olmamak şartıyla, o itaatın emir kuluyum diye hareket edebilir. Halbuki bu meselede, an’ane-i İslâmiye kanunları, hastalara şefkatle incitmemek, gariplere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’ân ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde, hususan münzevî, dünyayı terk etmiş bir adama ecnebî papazlarının serpuşunu teklif etmek on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâmın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî kanunları kırmaktır.
Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garip, fakir, münzevî, Sünnet-i Seniyeye muhalefet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler, kat’iyen şek ve şüphe bırakmadı ki, komünist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir suikast eseri olduğu gibi, İslâmiyete ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar mebuslar ve Demokratlara dahi büyük bir suikasttır. Dindar mebuslar dikkat etsinler, bu dehşetli suikaste karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar.
HAŞİYE: Rusun Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan haindir” diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip dalkavukluk etmeyen; ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’âniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki, “Sen Yahudi ve Hıristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz” denilse, elbette öyle herşeyini hakikat-i Kur’âniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, Cehenneme de atılsa, kat’iyen; yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek...
Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd‑i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevî pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfî cihette mukabele etmemesinin hikmeti nedir?
İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilân ediyorum ki, yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan mâsuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’ân-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi sekiz senelik zâlim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim. Onun içindir ki, âsâyişi mâsumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: “Ben, değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.” Said Nursi» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 166)
İşte bu davranış ve cevap, kıyafetimiz konusunda bir baskıya veya zorlamaya muhatab olduğumuz zaman nasıl davranmamız gerekir sualine, yaşanmış ve netice alınmış en büyük örnektir.
İLÂHÎ CEZALAR
Müslüman milletimizin millî ahlâkını bozarak Türkiye’yi ele geçirmek isteyen emperyalist ifsat komitesi, bu emellerine ulaşmak için her vasıtayı kullanırlar.
Bu ifsad komitesiyle çalışan tiyatrocuların çirkin bir hadisesine, İlâhî tokat olarak gelen zelzeleyi, Bediüzzaman Hazretleri ibret nazarına şöylece arzeder:
«Risale-i Nur’un erkân-ı mühimmesinden bir zat yazıyor ki: “Adapazarı zelzelesinin aynı gününde, zelzeleden birkaç saat evvel, umumî ve herkese göstermek için, bir büyük tiyatro teşekkülüyle ve oyuncu kızlardan dört güzelini çırıl çıplak olarak âlâyişle çarşı ve pazarda gezdirerek, o câzibedarlara kapılan tiyatro binasında toplanan bin kişiden fazla seyirciler, oyun başlarken, birdenbire arz, kemâl-i hiddet ve gayz([181]) ile onların hayasız yüzlerini dehşetli tokatladı, mahvedip zîr ü zeber([182]) etti. Ve o binayı hâk ile yeksan([183]) eyledi.”
Ben, dünyanın bu nevi hâdiselerinden iki senedir hiç haberim yoktu, bakmıyordum. Fakat... ...ekser vilâyetlere giren ve Adapazar’a girmeyen Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan tesettür şiarını([184]) bu derece açık ihanetiyle, Risale-i Nur, onların yardımlarına koşmamış diye, yalnız bu hadiseye baktım.» (Kastamonu Lâhikası sh: 262)
NETİCE
Netice olarak, tesettürde en ehemmiyetli bir husus şudur ki:
Müslüman erkek ve kadınların kıyafet ve tesettürde kusurları olsa da düşünceleri, tam şer’î tesettürü tasvib etmeli ve Avrupaî hayat alışkanlıkları ile tam riayet edemedikleri şer’î kıyafet ve tesettürü hafife alır tarzda bir anlayış olmamalı ve azimet ve takvaya uygun yaşamayı ve böyle yaşayanları sevmelidirler. Kendi noksanlarına karşı da istiğfar edip noksanlarını zamanla tekmil etme gayreti içinde olmalıdırlar. Bu husus asgari bir hudud olarak mü’minler için şarttır.