Aşkâ Mecnun
Kayıtlı Kullanıcı
Soru - 1. Kaderin Lügat ve Istılah Ma’nâları Nasıldır ve Kader ile İlgili Ayet-i Kerimeler Nelerdir?
Kader, kelime olarak, ölçme, takdir etme, biçime koyma ve şekillendirme gibi ma’nâlara gelir. Arapça’da (Ka-de-ra), takdir etti, hisselere ayırdı ve herkese payını bölüştürdü ma’nâsına gelirken bir de aynı kelimenin, “güç yetirdi, muktedir oldu” gibi manaları vardır. Kelime “Tef’il” babına nakledilince (Kad-de-ra) olur ki o zaman manası “hükmetti, hükmünü geçirdi ve kazada bulundu” şeklinde olur. İşte kelimenin bu lügat manasından çıkış yaparak “Kader”e ıstılah olarak şöyle bir tarif getirilebilir.
“Kader, Allah (c.c)’ın plan ve program olarak takdir ve hükmettiği şeydir.”
Aşağıda kaydettiğimiz âyet-i kerimeler de bu tarifi te’yid eder mahiyettedir:
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi O bilir. Yaş kuru ne varsa hepsi “Kitab-ı Mübin”dedir” (En'am suresi, 59).
“De ki: “Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir zarar ve fayda verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar” (Yûnus suresi, 49).
“Gökte ve yerde, görülmeyen her şey şüphesiz Kitab-ı Mübin’dedir” (Neml suresi, 75).
“Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biz’iz. Her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır” (Yasin suresi, 12).
“(Ey şânı yüce Nebi!) Doğrusu sana vahy edilen bu Kitap Levh-i Mahfuzda bulunan şanlı bir Kur’ân’dır”(Bürûc suresi, 21-22).
“Doğru sözlü iseniz bildirin, bu azap sözü ne zamandır?” derler. De ki: “Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Mülk suresi, 25-26).
Soru - 2- Kader Ve Cüz’i İhtiyari, Akli ve İlmi Meseleler mi Yoksa Vicdani midir? İzah eder misiniz?
Cevap: BİRİNCİ MEBHAS: Kader ve cüz'-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü'min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyarî" önüne çıkıyor. Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, "Kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin."
Yani, kader ve cüz’i ihtiyari meseleleri bilimsel ve ilmi olarak başka birilerine anlatılacak bir mesele değildir. Laboratuvar ortamında herkesin gözlerine hitap eden meseleler ve ilimler nevinden değildir. Belki, bu konular tamamıyle hali meseleler olup, vicdanen tasdik edilen konular sınıfına girer
Soru-Madem Allah benim ne yapacağımı biliyor. Öyleyse benim ne suçum var?
Madem Allah kimin cennete kimin cehenneme gideceğini biliyor. Öyleyse bizi niye bu dünyaya gönderdi?
Cevap: Dördüncüsü: Kader, ilim nev'indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil. Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin.
Belki ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir. Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farzedilse; o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar.
İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle "Manzar-ı a'lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a'lâdadır." Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.
Yani, Kader, Cenâb-ı Hakk’ın ilminde eşyaya biçilen bir plân ve projedir. Bir şeyi bilmek ise o şeyi vücuda getirmek, demek değildir. Meselâ, siz kafanızda bin tane binanın plânını tutsanız, yüzlerce fabrikanın fizibilitesini tasarlasanız bunlardan hiçbiri sırf kafanızda tuttuğunuzdan dolayı vücuda gelmez. Onların vücuda gelmesi için, irâde ve kudrete ihtiyaç vardır. Aksi halde, kafanızda tasarladığınız bina veya fabrikayı sadece siz bilirsiniz. Hayalen onun içinde dolaşır durursunuz ve hayalinizdeki en küçük bir kesinti de o fabrika veya o binayı ortadan kaldırıverir. Hatta, muhayyileniz yardımını kestiğinden dolayı hiç düşünmemiş ve tasarlamamış gibi olursunuz.
Kader ilim nev’indendir. İlim ise daima ma’lûma tâbidir. Yani birşey nasılsa ve nasıl olacaksa öyle bilinir. Yoksa, ma’lûm ilme tâbi değildir. Durum böyle olunca, bizim ne yapacağımızı, iradelerimizi nasıl kullanacağımızı Cenâb-ı Hakk biliyor ve takdirini de bildiği istikamette yapıyor. O’nun ilmi muhittir, herşeyi kuşatmıştır. “Cenâb-ı Hakk’ın ilmine, maluma tâbidir” şeklinde bir ifade kullanmak sû-i edeptir. Biz bu tâbiri sadece meseleyi akla ve anlayışımıza yaklaştırmak için kullanıyoruz.
Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, manzarı a’lâdan (çok yüksek bir nokta) olmuş ve olacak bütün eşyaya bir anda ve bir noktaya baktığı gibi bakar. O’nun ilminde, sebep-netice, illet - ma’lûl, başlangıç ve sonuç iç içedir ve hepsi tek noktanın içine sıkıştırılmıştır. O’nun için orada evvel-âhir, önce ve sonra diye bir şey yoktur. Yani Cenâb-ı Hakk’ın ilmi herşeyi, bütün yönleriyle kuşatmıştır. Takdirini de bu ilmiyle yapmaktadır. Öyleyse bu takdir, iradî fiillerde, irade devre dışı tutularak yapılmamıştır.
İnsanın bütün yaptıkları, daha önce Levh-i Mahfuz’a kaydedilmiş şeylerdir. Daha sonra onun boynuna takılan kader bu Levh-i Mahfuz’dan istinsah edilmiştir.
“Her insanın amelini boynuna doladık.” (İsra suresi,13) âyeti de bize bu hakikati anlatmaktadır.
Evet, insanın yapacağı her şey önceden yazılmıştır. İnsan yaptıklarıyla sadece kendi hakkında yazılmış olanı yerine getirmektedir. Ancak bu yazılma, insanın yapacakları önceden bilindiği içindir. Yoksa insanı zorlayıcı bir güç ve kuvvet değildir. İnsanın boynuna asılan bu defterle, insanın fiillerinin melekler tarafından yazıldığı defter yan yana getirildiğinde görülecektir ki, insan teker teker kendisi için daha önce yazılandan başka bir şey yapmamıştır. Sonra Cenâb-ı Hakk, bu defteri insana okutacak ve hesabı da bu deftere göre görecektir.
Allah geçmişi ve geleceği bilmeseydi Allah olmazdı. O nedenle Allah'ın her insanın yapacaklarının dahi bilgisine sahip olması ilah olmasının bir gereğidir. İnsanların geleceğini bilmeyen bir ilah olabilir mi??
"Madem Allah bizim ne yapacağımızı biliyor, neden bizi yaşatıyor, direkt cennetine ya da cehennemine atsın.."
Bir öğretmen de öğrencisinin sınıfını geçip geçemeyeceğini az çok bilir, fakat yine sınavını yapar. Sınıfta kalması kat'i olan tembel bir öğrenciyi hiç sınav yapmadan sınıfta bırakmak adil değildir, öğrenciye saygısızlıktır. Allah kullarına karşı adildir.
Biz her gün güneşin doğacağını biliriz. Fakat güneş ne de olsa doğacak deyip, gecenin 01:00 inde kalkıp işe gitmeyiz. Disiplini, düzeni olan her sistemin bir işleyiş hukuğu vardır. Bazen sistemin kendisi kendisini bağlayacak kararlar almıştır. Örneğin 21:00 de başlayacak bir maç için tüm hazırlıklar 20:00 de bitse, yani saat 20:00 de tüm stadyum dolsa, hakemler ve oyuncular da maça hazır olsalar, "tamam biz hazırız, o halde maça başlayalım" denebilir mi? Kuşkusuz ki denemez. Böyle küçük bir spor organizasyonunun dahi kendine has bir disiplini, bir düzeni, bağlayıcılığı varken, koskoca kainatın elbette çok daha kompleks bir disiplini, düzeni, algoritması vardır. Allah va'detmiştir, ve vaadini yerine getiricidir... Allah kainatın hukuğunu yazmış ve bizleri de o hukuğa göre yönetmektedir..
"Ben bir adam öldürdüm, fakat bu kaderimde yazıyordu, benim suçum ne??.."
İnsanlar kendi kaderlerini özgürce belirlerler. Allah da sizin çizeceğiniz kaderi bilir. Allah'ın yapacaklarınızı bilmesi demek, sizin sorumluluğunuzu azaltmaz, kaldırmaz.. Diyelim ki bir araba yarışı var. Parkur engebeli, kesklin virajlar ve yol ayrımlarıyla dolu.. Bitiş noktasına ilk varana müthiş bir ödül var.. Jürimiz parkurun dışında oldukça yüksek bir yerden yarışmacıyı izliyor. Bulundukları yer o kadar yüksek ki, tüm parkuru aynı anda görebiliyorlar.. Oysa yarışmacı daha ilk engebe sonrasını, ve ilk virajın ardını dahi göremiyor.. Yarış başlıyor, sürücü ilk engebeyi aşıyor, karşısına viraj işareti çıkıyor, yavaşlıyor virajını alıyor, devam ediyor, birkaç viraj ve engeli bu şekilde aştıktan sonra karşısına bir yol ayrımı geliyor. Sürücü sağdaki engebesi ve virajı çok bol yola değil de, soldaki dümdüz ve hemen hemen hiç virajı ve engebesi bulunmayan yola giriyor. Ve dakikalar boyunca bu düz yolda son sürat ilerliyor. Aynı süratle ilerlerken karşıda bir tünel görüyor, son süratle tünele girmişken daha 5-6 metre gitmeden sert bir beton yığınına olanca hızıyla çarpıyor, ve arabasıyla beraber parçalanıyor.. YArışmacı, yarışı kazanmanın hırsı ve ihtirasıyla girdiği yolun başındaki "çıkmaz yol" tabelasını görmeyip kolay gözüken fakat yanlış bir yola sapıyor. Bunu da hem ödülü alamamakla hem de hayatıyla ödüyor. Şimdi; jüri üyeleri daha araba "çıkmaz yol" a girerken sonucun ne olacağını biliyorlardı. Bu onların mesleğinin gereğidir. Durdukları yer de buna müsaittir. Fakat o yola girip girmemek sürücünün tercihindedir. Parkur hazır, ve herkes için eşittir. Araçlar farklıdır, ve her sürücü kendi aracının şartlarına göre bir yarışma stratejisi seçmekle yükümlüdür. Kaderi bu misal çerçevesinde anlayabiliriz. Allah (c.c.)' da bu misaldeki jüri misali bizi o kadar yüksekten izliyor ki, orada zaman yok. Allah'ın geleceği bilmemesi (haşa) için onun zamana bağlı olması gerekirdi. Oysa Allah zamandan münezzehtir. Zaman ve mekan onun dışındadır. Misaldeki "parkuru" zaman ve mekan olarak anlarsak, yarışmacı, yani kul için hayat ve zaman akarken, Allah parkurdan bağımsız olduğu için geçmiş ve gelecek O'na aşikardır.. Dolayısıyla kulun işlediği hatalarda sorumluluğunu herşeyi bilene atması, kendini aldatmaktır. Parkuru yöneten aynı zamanda parkura yönlendirici uyarılar da koymuştur. Çıkmaz yola girmenin sorumluluğu parkurun mimarında değil, parkurun kurallarını ihlal edendedir..
Biraz karışık oldu sanırım, inşallah anlatabilmişimdir..
Parkur: hayat, yaş, zaman
Jüri: Allah
Yarışmacı: Kul
Uyarı Tabelası: Din, İslam
Ödül: Cennet
Tünel: Cehennem
Kader, kelime olarak, ölçme, takdir etme, biçime koyma ve şekillendirme gibi ma’nâlara gelir. Arapça’da (Ka-de-ra), takdir etti, hisselere ayırdı ve herkese payını bölüştürdü ma’nâsına gelirken bir de aynı kelimenin, “güç yetirdi, muktedir oldu” gibi manaları vardır. Kelime “Tef’il” babına nakledilince (Kad-de-ra) olur ki o zaman manası “hükmetti, hükmünü geçirdi ve kazada bulundu” şeklinde olur. İşte kelimenin bu lügat manasından çıkış yaparak “Kader”e ıstılah olarak şöyle bir tarif getirilebilir.
“Kader, Allah (c.c)’ın plan ve program olarak takdir ve hükmettiği şeydir.”
Aşağıda kaydettiğimiz âyet-i kerimeler de bu tarifi te’yid eder mahiyettedir:
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi O bilir. Yaş kuru ne varsa hepsi “Kitab-ı Mübin”dedir” (En'am suresi, 59).
“De ki: “Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bir zarar ve fayda verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar” (Yûnus suresi, 49).
“Gökte ve yerde, görülmeyen her şey şüphesiz Kitab-ı Mübin’dedir” (Neml suresi, 75).
“Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biz’iz. Her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır” (Yasin suresi, 12).
“(Ey şânı yüce Nebi!) Doğrusu sana vahy edilen bu Kitap Levh-i Mahfuzda bulunan şanlı bir Kur’ân’dır”(Bürûc suresi, 21-22).
“Doğru sözlü iseniz bildirin, bu azap sözü ne zamandır?” derler. De ki: “Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Mülk suresi, 25-26).
Soru - 2- Kader Ve Cüz’i İhtiyari, Akli ve İlmi Meseleler mi Yoksa Vicdani midir? İzah eder misiniz?
Cevap: BİRİNCİ MEBHAS: Kader ve cüz'-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü'min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyarî" önüne çıkıyor. Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, "Kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin."
Yani, kader ve cüz’i ihtiyari meseleleri bilimsel ve ilmi olarak başka birilerine anlatılacak bir mesele değildir. Laboratuvar ortamında herkesin gözlerine hitap eden meseleler ve ilimler nevinden değildir. Belki, bu konular tamamıyle hali meseleler olup, vicdanen tasdik edilen konular sınıfına girer
Soru-Madem Allah benim ne yapacağımı biliyor. Öyleyse benim ne suçum var?
Madem Allah kimin cennete kimin cehenneme gideceğini biliyor. Öyleyse bizi niye bu dünyaya gönderdi?
Cevap: Dördüncüsü: Kader, ilim nev'indendir. İlim, malûma tâbidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malûm, ilme tâbi değil. Yani ilim desâtiri; malûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki malûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel; mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin.
Belki ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir. Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farzedilse; o âyine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıktıkça, o âyinenin mukabil dairesi genişlenir. Gitgide, bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar.
İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez. İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle "Manzar-ı a'lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı a'lâdadır." Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun.
Yani, Kader, Cenâb-ı Hakk’ın ilminde eşyaya biçilen bir plân ve projedir. Bir şeyi bilmek ise o şeyi vücuda getirmek, demek değildir. Meselâ, siz kafanızda bin tane binanın plânını tutsanız, yüzlerce fabrikanın fizibilitesini tasarlasanız bunlardan hiçbiri sırf kafanızda tuttuğunuzdan dolayı vücuda gelmez. Onların vücuda gelmesi için, irâde ve kudrete ihtiyaç vardır. Aksi halde, kafanızda tasarladığınız bina veya fabrikayı sadece siz bilirsiniz. Hayalen onun içinde dolaşır durursunuz ve hayalinizdeki en küçük bir kesinti de o fabrika veya o binayı ortadan kaldırıverir. Hatta, muhayyileniz yardımını kestiğinden dolayı hiç düşünmemiş ve tasarlamamış gibi olursunuz.
Kader ilim nev’indendir. İlim ise daima ma’lûma tâbidir. Yani birşey nasılsa ve nasıl olacaksa öyle bilinir. Yoksa, ma’lûm ilme tâbi değildir. Durum böyle olunca, bizim ne yapacağımızı, iradelerimizi nasıl kullanacağımızı Cenâb-ı Hakk biliyor ve takdirini de bildiği istikamette yapıyor. O’nun ilmi muhittir, herşeyi kuşatmıştır. “Cenâb-ı Hakk’ın ilmine, maluma tâbidir” şeklinde bir ifade kullanmak sû-i edeptir. Biz bu tâbiri sadece meseleyi akla ve anlayışımıza yaklaştırmak için kullanıyoruz.
Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, manzarı a’lâdan (çok yüksek bir nokta) olmuş ve olacak bütün eşyaya bir anda ve bir noktaya baktığı gibi bakar. O’nun ilminde, sebep-netice, illet - ma’lûl, başlangıç ve sonuç iç içedir ve hepsi tek noktanın içine sıkıştırılmıştır. O’nun için orada evvel-âhir, önce ve sonra diye bir şey yoktur. Yani Cenâb-ı Hakk’ın ilmi herşeyi, bütün yönleriyle kuşatmıştır. Takdirini de bu ilmiyle yapmaktadır. Öyleyse bu takdir, iradî fiillerde, irade devre dışı tutularak yapılmamıştır.
İnsanın bütün yaptıkları, daha önce Levh-i Mahfuz’a kaydedilmiş şeylerdir. Daha sonra onun boynuna takılan kader bu Levh-i Mahfuz’dan istinsah edilmiştir.
“Her insanın amelini boynuna doladık.” (İsra suresi,13) âyeti de bize bu hakikati anlatmaktadır.
Evet, insanın yapacağı her şey önceden yazılmıştır. İnsan yaptıklarıyla sadece kendi hakkında yazılmış olanı yerine getirmektedir. Ancak bu yazılma, insanın yapacakları önceden bilindiği içindir. Yoksa insanı zorlayıcı bir güç ve kuvvet değildir. İnsanın boynuna asılan bu defterle, insanın fiillerinin melekler tarafından yazıldığı defter yan yana getirildiğinde görülecektir ki, insan teker teker kendisi için daha önce yazılandan başka bir şey yapmamıştır. Sonra Cenâb-ı Hakk, bu defteri insana okutacak ve hesabı da bu deftere göre görecektir.
Allah geçmişi ve geleceği bilmeseydi Allah olmazdı. O nedenle Allah'ın her insanın yapacaklarının dahi bilgisine sahip olması ilah olmasının bir gereğidir. İnsanların geleceğini bilmeyen bir ilah olabilir mi??
"Madem Allah bizim ne yapacağımızı biliyor, neden bizi yaşatıyor, direkt cennetine ya da cehennemine atsın.."
Bir öğretmen de öğrencisinin sınıfını geçip geçemeyeceğini az çok bilir, fakat yine sınavını yapar. Sınıfta kalması kat'i olan tembel bir öğrenciyi hiç sınav yapmadan sınıfta bırakmak adil değildir, öğrenciye saygısızlıktır. Allah kullarına karşı adildir.
Biz her gün güneşin doğacağını biliriz. Fakat güneş ne de olsa doğacak deyip, gecenin 01:00 inde kalkıp işe gitmeyiz. Disiplini, düzeni olan her sistemin bir işleyiş hukuğu vardır. Bazen sistemin kendisi kendisini bağlayacak kararlar almıştır. Örneğin 21:00 de başlayacak bir maç için tüm hazırlıklar 20:00 de bitse, yani saat 20:00 de tüm stadyum dolsa, hakemler ve oyuncular da maça hazır olsalar, "tamam biz hazırız, o halde maça başlayalım" denebilir mi? Kuşkusuz ki denemez. Böyle küçük bir spor organizasyonunun dahi kendine has bir disiplini, bir düzeni, bağlayıcılığı varken, koskoca kainatın elbette çok daha kompleks bir disiplini, düzeni, algoritması vardır. Allah va'detmiştir, ve vaadini yerine getiricidir... Allah kainatın hukuğunu yazmış ve bizleri de o hukuğa göre yönetmektedir..
"Ben bir adam öldürdüm, fakat bu kaderimde yazıyordu, benim suçum ne??.."
İnsanlar kendi kaderlerini özgürce belirlerler. Allah da sizin çizeceğiniz kaderi bilir. Allah'ın yapacaklarınızı bilmesi demek, sizin sorumluluğunuzu azaltmaz, kaldırmaz.. Diyelim ki bir araba yarışı var. Parkur engebeli, kesklin virajlar ve yol ayrımlarıyla dolu.. Bitiş noktasına ilk varana müthiş bir ödül var.. Jürimiz parkurun dışında oldukça yüksek bir yerden yarışmacıyı izliyor. Bulundukları yer o kadar yüksek ki, tüm parkuru aynı anda görebiliyorlar.. Oysa yarışmacı daha ilk engebe sonrasını, ve ilk virajın ardını dahi göremiyor.. Yarış başlıyor, sürücü ilk engebeyi aşıyor, karşısına viraj işareti çıkıyor, yavaşlıyor virajını alıyor, devam ediyor, birkaç viraj ve engeli bu şekilde aştıktan sonra karşısına bir yol ayrımı geliyor. Sürücü sağdaki engebesi ve virajı çok bol yola değil de, soldaki dümdüz ve hemen hemen hiç virajı ve engebesi bulunmayan yola giriyor. Ve dakikalar boyunca bu düz yolda son sürat ilerliyor. Aynı süratle ilerlerken karşıda bir tünel görüyor, son süratle tünele girmişken daha 5-6 metre gitmeden sert bir beton yığınına olanca hızıyla çarpıyor, ve arabasıyla beraber parçalanıyor.. YArışmacı, yarışı kazanmanın hırsı ve ihtirasıyla girdiği yolun başındaki "çıkmaz yol" tabelasını görmeyip kolay gözüken fakat yanlış bir yola sapıyor. Bunu da hem ödülü alamamakla hem de hayatıyla ödüyor. Şimdi; jüri üyeleri daha araba "çıkmaz yol" a girerken sonucun ne olacağını biliyorlardı. Bu onların mesleğinin gereğidir. Durdukları yer de buna müsaittir. Fakat o yola girip girmemek sürücünün tercihindedir. Parkur hazır, ve herkes için eşittir. Araçlar farklıdır, ve her sürücü kendi aracının şartlarına göre bir yarışma stratejisi seçmekle yükümlüdür. Kaderi bu misal çerçevesinde anlayabiliriz. Allah (c.c.)' da bu misaldeki jüri misali bizi o kadar yüksekten izliyor ki, orada zaman yok. Allah'ın geleceği bilmemesi (haşa) için onun zamana bağlı olması gerekirdi. Oysa Allah zamandan münezzehtir. Zaman ve mekan onun dışındadır. Misaldeki "parkuru" zaman ve mekan olarak anlarsak, yarışmacı, yani kul için hayat ve zaman akarken, Allah parkurdan bağımsız olduğu için geçmiş ve gelecek O'na aşikardır.. Dolayısıyla kulun işlediği hatalarda sorumluluğunu herşeyi bilene atması, kendini aldatmaktır. Parkuru yöneten aynı zamanda parkura yönlendirici uyarılar da koymuştur. Çıkmaz yola girmenin sorumluluğu parkurun mimarında değil, parkurun kurallarını ihlal edendedir..
Biraz karışık oldu sanırım, inşallah anlatabilmişimdir..
Parkur: hayat, yaş, zaman
Jüri: Allah
Yarışmacı: Kul
Uyarı Tabelası: Din, İslam
Ödül: Cennet
Tünel: Cehennem