Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!
Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin,
«Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’in;
O da Allâh’ı bırakmakla olur» herzesini,
Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini
Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!...
Küfrün o sefîl elleri âyâtını sildi:
Binlerce cevâmi’ yıkılıp hâke serildi!
Kalmışsa eğer bir iki ma’bed, o da mürted:
Göğsündeki haç küfrüne fetvâ-yı müeyyed!
Dul kaldı kadınlar; babasız kaldı çocuklar;
Bir giryede bin âilenin mâtemi çağlar!
Azıcık bilmek için kadrini istiklâlin,
Bakınız çehre-i meş’ûmuna izmihlâlin:
Yarılıp sanki zemin uğrayıvermiş, yer yer,
Bin sefîl ordu ki efrâdı: Bütün âileler.
Hepsi aç, bir paralar yok, kadın erkek çıplak;
Sokağın ortası ev, kaldırımın sırtı yatak!
Geziyor çiğneyerek bunları yüzlerce köpek,
Satılık cevher-i nâmûs arıyor: Kâr edecek!
Sen işin yoksa namaz kılmak için mescid ara...
Kimi câmi’lerin artık kocaman bir opera;
Kiminin göğsüne haç, boynuna takmışlar çan,
Kimi olmuş balo vermek için a’lâ meydan!
Vuruyor bando şu karşımda duran minberde;
O, sizin secdeye baş koyduğunuz, mermerde,
Dişi, erkek, bir alay murdar ayak dans ediyor;
İşveler, kahkahalar kubbeyi gümbürdetiyor!
Avlu baştan başa binlerce dilenciyle dolu...
Eski sâhipleri mülkün kapamışlar da yolu,
El açıp yalvarıyorlar yeni sâhiplerine!(*)
Ey benim her taşı bir ma’bed-i îman yurdum,
Seni er geç bana mutlak verecek Ma’bûd'um!
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,
Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!
Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak:
Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak!
Hangi ma’sûmun olur hûnu bu dünyâda heder?
Yoksa kànûn-i İlâhî’yi de yırtar mı beşer?
Sonra, dikkatlere şâyân olacak bir şey var:
İnkişâfâtını bir milletin erbâb-ı nazar,
Kocaman bir ağacın tıpkı çiçeklenmesine,
Benzetirler ki, hakîkat, ne büyük söz bilene!
Bu muazzam ağacın gövdesi baştan aşağı;
Sayısız kökleri, tekmil dalı, tekmil budağı;
Milletin sîne-i mâzîsine merbut, oradan
Uzanıp gelmededir... Öyle yaratmış Yaradan.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Gövde yalçın kayadan âbide, lâkayd-i ecel;
Sanki hiç duygusu yok... Bir de fakat rûhuna gel;
O ne ifrât ile rikkat! Hani, etsen ta’mîk,
Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk.
Bunların herbirinin kuvveti, mâzîye inen,
Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden,
En derin köklüsü en sağlamı, en hâkimidir.
Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,
Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i mübîn.
Hâdisât etmesin oğlum, seni aslâ bedbîn...
İki üç balta ayırmaz bizi mâzîmizden.
Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden,
Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne zarar?
O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar,
Yükselir, fışkırıp, âfâk-ı perîşânımıza;
Yine bin vâha serer kavrulan îmânımıza.
Vâkıâ ortada yüzlerce mesâvî yüzüyor;
Sen bu kâbûsu bütün şerre değil, hayra da yor.
Çünkü yoktur birinin kalb-i cemâ’atte yeri;
Arasan: Hepsi beş on maskara ferdin hüneri!
Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsız tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle «bu: bir Avrupalı!»
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Mü’minlere imdâda yetiş merhametinle,
Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle:
Gümrâhlarındır ki karanlıklara dalmış,
Bir rehber olur necm-i emel yok da bunalmış!
Sensin bu şebistâna süren onları elbet,
Senden doğacak doğsa da bir fecr-i hidâyet.
Hâlik’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.
Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak!
Ey benim her taşı bir ma’bed-i îman yurdum,
Seni er geç bana mutlak verecek Ma’bûd'um!
Mâdâm ki Hakk’ın bize va’dettiği haktır,
Şark’ın ezelî fecrî yakındır, doğacaktır.
Bastığın yerleri «toprak!» diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Her karesi binlerce şehidin makberesi olan bu yurdun, altı şehid cesetleriyle süslü, üstü şanlı ecdadın şaheserleriyle süslü.
Otunu, toprağını sıksan içinden şehit cesedi çıkacak olan bu yurdu sakın satma. Bütün bir dünya şehidin bir damla kanına denk olamaz. Dolarlar, Marklar, sterlinler karşılğında vatanın bir taşını satan vatansızlar, her kapıdan kovulurlar.
Üzerinde, secde ettiği vatan için ciğeri yanan, "vatan" deyipde yolunda can veren insanlar beş on vatansızın ateistliğine kanıpda vatanı ateşe atmazlar.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
«Salîbe secdeye varmak Hudâ’ya isyandır.»
Deyip Hudâ’sına kurbân olan şehîdandır.
Bir adam dursa da bir zâlim imâmın yüzüne,
Adli emretse, bu zâlim de onun hak sözüne,
İnkıyâd eyleyecek yerde tutup kıysa ona,
O mücâhid yazılır ta şühedânın başına.
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
O yeşil toprağın ey yüzler ağartan Karesi,
Şimdi binlerce şehîdin kanayan makberesi.
Dışı baştanbaşa bir nesl-i kerîmin yâdı;
İçi boydan boya milyonla şehîd ecsâdı.
Domuz çobanları «Balkan»da hânedân-ı vakùr!
O hânedânlar, o beyler bütün bütün makhûr.
Reîs-i âileler kâmilen şehîd olmuş;
Kapanmış evlere dullar, yetîmler dolmuş.
Zemîn-i câmidi seyyâl bir alevdir bürüyor:
Bütün sular durarak pıhtı pıhtı kan yürüyor.
Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer;
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer!
Dışı baştanbaşa bir nesl-i kerîmin yâdı;
İçi boydan boya milyonla şehîd ecsâdı.
Öyle meşbû’-i şehâdet ki bu öksüz toprak:
Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!
Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil,
Yerin üstünde muhakkar, yerin altında rezil!
Âşinâ çehre de yok, hiçbirinin yâdı da yok;
Yakılan bunca hayâtın, hani, ecsâdı da yok!
Yoklasan külleri, altından, emînim, ancak,
Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak!
Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın
Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabanın?
Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti...
Öyle bir gitti ki hem: Bir daha gelmez ebedî!
Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?
«Meşhed»in beynine haç saplanacak mıydı baba!
Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra,
Hırvat’ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!
Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri...
Yer yarılmış, yere geçmiş şühedâ türbeleri!
Ey cemâat, uyanın, elverir artık uyku!
Yok mu sizlerde vatan nâmına hiçbir duygu?
Düşmeden pençesinin altına istikbâlin,
Biliniz kadrini hürriyyetin, istiklâlin.
Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil,
Yerin üstünde muhakkar, yerin altında rezil!
Hem vatan gitti mi, yoktur size bir başka vatan;
Çünkü mîrasyedi sâil kovulur her kapıdan!
«Âilî bir inkılâb olsun!» diyen me’yûs olur;
Başka hiçbir şey kazanmaz, sâde bir .... olur!
Çünkü «çıplak» inkılâbâtın rezâlettir sonu...
Ey denî kundakçılar, biz sizde çok gördük onu!
Bir de halkın dîni var sık sık ta’arruzlar gören.
Hâle bak: Millette hissiyyâtı oymuş öldüren!
Dîni kurbân etmeliymiş mülkü kurtarmak için!..
Tut da, hey sersem, bu idrâkinle sen âlim geçin!
Her cemâatten beş on dinsiz zuhûr eyler, bu hâl
Pek tabî’îdir. Fakat ilhâdı bir kavmin muhâl.
Evet, ulûmunu asrın şebâba öğretelim;
Mukaddesâta, fakat, çokça ihtirâm edelim.
Eğer hayâtını kasdeyliyorsanız vatanın:
Bakın, anâsır-ı İslâm’ı hangi râbıtanın
Devâmı bağlayabilmiş bu müşterek vatana?
Kapılmayın onu ihmâl edip salâh umana.
O râbıtayla bu millet bulur bulursa felâh;
O, bir çözüldü mü, her şey biter ma’âzallâh.
Eğer hayâtına kasdeyliyorsanız... Başka!
Fakat bu mes’ele, bilmem ki, kaldırır mı şaka?
Hayır, hayât-ı vatandır umûm için gâye;
«Vatan!» deyip giriyor her giren mücâhedeye.
Bu «her giren»le, tabî’î, tutunca it damarı,
Mukaddesâta kadar saldıran beş on çomarı,
Hesâba katmayı hiçbir zaman düşünmüyorum:
O tasmasızlara insan demekte ma’zûrum.
Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayât;
Hülâsa, âile hissiyle cümle hissiyyât;
Mukaddesâtı için çırpınan yürekte olur.
İçinde leş taşıyan sîneden ne hayr umulur?
Vatan felâkete düşmüş... Onun hamiyyeti cûş
Eder mi zannediyorsun? Herif: Vatan-ber-dûş!
Bulunca kendine bir yer, doyunca kör boğazı,
Kapandı, gitti, bakarsın ki, nekbetin ağzı.
Fakat, sen öyle değilsin: Senin yanar ciğerin:
«Vatan!» deyip öleceksin semâda olsa yerin.
Nasıl tahammül eder hür olan esâretine?
Kör olsun ağlamayan, ey vatan, felâketine!
Yanında yaş da yanar, çâresiz, yanan kurunun...
Diyor Kitâb-ı İlâhî: «O fitneden korunun,
Ki sâde sizdeki erbâb-ı zulmû istîlâ
Eder de, suçsuz olan kurtulur değil aslâ!...»
Hesâb edin ne kadar bîgünâhın aktı kanı...
Beş on vatansız için nâra yakmayın vatanı!
Hudâ rızâsı için kaldırın nifâkı... Günâh!
Alev saçaklara sarsın mı, yâ ibâdallah?
Beyoğlu’nun o mülevves muhît-i fâhişine
Dalar gider, takılıp bir sefîlenin peşine.
«Hayâ, edeb gibi sözler rüsûm-i fâsidedir;
Vatanla âile, hattâ, kuyûd-i zâidedir.»
Diyor da hepsine birden kuduzca saldırıyor...
«Ayıp değil mi?» demişsin... Aceb kim aldırıyor!
Namaz, oruç gibi şeylerle yok alış verişi.
Mukaddesât ile eğlenmek en birinci işi.
Duyarsanız «kara kuvvet» bilin ki: Îmandır.
«Kitâb-ı köhne» de -hâşâ- Kitâb-ı Yezdan’dır.
Üşenmeden ona Kur’ân’ı anlatırsan eğer,
Şu ezberindeki esmâyı muttasıl geveler:
«Kurùn-i mâziyeden kalma cansız evrâdı
Çekerse, doğru mu yirminci asrın evlâdı?»
Nedir alâkası yirminci asr-ı irfanla
Bu şaklaban herifin? Anlamam ayıp değil a!
Metâ’-ı fazlı mı varmış elinde gösterecek?
Nedir meziyyeti, görsek de bâri öğrensek.
Hayır! Mehâsin-i Garb’ın birinde yok hevesi,
Rezâil, oldu mu lâkin, şiârıdır hepsi!
Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu...
Bir bu toprak kalıyor dînimizin son yurdu!
Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek Şer’-i mübîn;
Hâk-sâr eyleme yâ Rab, onu olsun...
— Âmin!
Ve’l-hamdu li’l-lâhi Rabbi’l-âlemîn...
Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli-
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
Peygamber efendimiz "Yeryüzü bana mescid kılında" buyurur(Buhari,salât 56,Müslim,mesacid 3)
Akif:
"Ey benim her taşı bir ma'bedi iman yurdum" diyor.
İlahi, Her karış toprağında iman ve secde izleri olan yurduma, namahremler, yadeller, düşmanlar ayak basmasın.
"Ben şahitlik ederimki Allahdan başka yaratan, yaşatan, yöneten yoktur. Ben yine şahitlik yaparımki Muhammed, Allah'ın Rasülüdür"anlamına gelen bu şehadetler, bu ezanlar, yurdumun üstünde hiç susmasın, daima inlesin, yani Köyden şehire dağ taş ezan sesiyle yankılansın. Şafaklarda alsancak dalgalansın, yurdumun üstünde ezan yankılansın.