Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Istiklâl Marşinin Kabulü (1 Kullanıcı)

osmanyusuf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Ara 2007
Mesajlar
387
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
55
Üstad Mehmet Âkif 16 Haziran 1936 da Mısır'dan İstanbul’a döndüğünde ziyaretine gelenlerle sohbet İstiklâl marşına gelince üstadın gözleri büyümüş ve parlamıştı. Hasta bakıcının yardımıyla doğruldu, anlatmaya başladı:

-"İstiklâl marşı....o günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir fecayi karşısında bunalan ruhların ızdıraplar içinde halâs dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz... Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur"...(Mehmet Âkif hayatı eserleri, Eşref Edip 1938 s:164)

Diyen Âkifin milletine hediye ettiği bu İstiklâl marşı 12 Mart 1921 Cumartesi günü meclisin öğleden sonraki toplantısında çoğunluğun kabul oylarıyla resmen kabul edildi. Konya mebusu Refik beyin teklifi üzerine Marşın ayakta dinlenilmesene karar verildi. Bunun üzerine Maarif vekili Hamdullah Suphi bey kürsüye gelerek okudu ve mebuslar sürekli alkışlar arasında dinlediler.(Âkifnâme, Hasan Basri Çantay 1966 İstanbul)

724 şiir arasından seçilen bu marş için verilen 500 (beşyüz) lirayı almadı,yoksul kadınlara ve çocuklara örme işleri öğretmek üzere açılan "Dârü'l-Mesâî"ye tahsis ve ciro etti. Mebuslukdan aldığı maaşını da fakirlere dağıtan bu fazilet âbidesi insana, Maarif vekili(Milli eğitim bakanı) Hamdullah Suphi bey biraz para kazandırmak istiyordu. Bir gün Âkifin elindeki kitabdan bakanlıkta olmadığını, bakanlığa satın almak istediğini söylediğinde "Devlete mal satılmaz, hediye edilir." der.Günümüz yetkililerinin kulaklarına küpe, cüzdanlarına vicdan olur ümidi ile......
 

osmanyusuf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Ara 2007
Mesajlar
387
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
55
İSTİKLÂL MARŞI



— Kahraman Ordumuza —



Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.



Korkmak: korku hissetmek, ürkmek, endişe etmek manalarına gelir.

Ba'zıları "Marşa "korkma" diye başlanmaz. Türk milleti korkak değilki "korkma" densin" diyerek M. Akif'i tenkid etmişler, ama Nihat Sami Banarlı bey(Kültür köprüsü s. 328) "Korkmak, çoğu zaman asil bir his, bir endişedir: çocuğun, çok ateşi var, doktor, korkuyorum!" diyen bir annenin asil korkusu gibi" diyerek İstiklâl marşındaki bu korkma uyarısının Milletin kan ağladığı, karalar bağladığı günlerde gün batımında gurup kızıllığının batıdan gelen karanlık içinde yok olduğu gibi Albayrağında batı küfrünün ve inkarının acımasız saldırısı karşısında sönüp yok olmayacağını, bu konuda endişelenmemesi gerektiğini vurguluyor.

Rabbimiz Kur'an'ı Kerimde Peygamberlerine "La tehaf" ="Korkma" dediğini haber veriyor

Sönmek : Düşmek, adı sanı kalmamak yıkılmak, yok olmak, yatışmak manalarına gelir.

Gün batımındaki kızıl şafak batar, karanlığa gömülüp yok olur, ama bu şafaklarda yüzen alsancak sözmez düşmez, yıkılıp yokolmaz"

Yüzmek: Denizde yüzmek, Koyunun derisini yüzmek, bolluk içinde yüzmek manalarına gelir.

Burada bolluk içinde rahatca dalgalanma manasındadır. Her şehrin, her köy ve kasabanın şafağı yüz binlerce şafak eder. İşte Alsancak bu şafaklarda yüzecek

Akif, Süleymaniye camiinin, hendesi ve mimarlık ilmine basarak Ma'buduna yükseldiğini, bu gökyüzünde yükseklerde yüzen, baştanbaşa iman olan Süleymaniyenin, pislikleri yükseklerden seyredeceğini söyler.

Akif, Allah (c.c.)ın koruduğu Mekkenin harem mıntıkasında yüzen, dünyanın en değerli eşsiz incisi gibi olan, sevgili peygamberimizin getirdiği şeriatın kıyamete kadar yetim kalmaması için Rabbine dua eder.

Mekkenin kum denizinde yüzülmez, Rabbin rahmet deryasında yüzülür.



Ocak: Ateş yakılan yer, belirli meslek guruplarının toplandığı yer: Yeniçeri ocağı, Asker ocağı gibi.Babadan evlada intikal eden özellikler

"Ocağı söndü" denildiğinde ailenin dağıldığı, yok olduğu anlaşılır. O evde ocağı yakacak, dumanı tüttürecek kimse kalmamış demektir.

Dışdan düşman saldırır, içdende Allah'ın kulları arasına nifak sokulursa o zaman ayrılık alevleri saçakları sarar ve söndürmediği ocak kalmaz.

Son nefer şehid olmadan, en son ocak sönmeden Alsancağın ışığı sönmeyecektir.



Millet: Arapcada Din anlamındadır. Kur'an'ı Kerimde onbeş defa tekrarlanmış ve hepsinde din manasında kullanılmıştır.

Büyük Türk Lugatında H. Kazım Kadri, "Millet: din mezhep, şeriat manasındadır" dedikten sonra "Milet: bir dine salik olanların hey'eti umumiyesidir" diyor.

Bir kaç çadırda yaşayan aşiretten bir devlet çıkaran, dini, imanı, irfanı, adalet ve ihsanıyla dünyaya Milliyetin nasıl olacağını öğreten millet, bu alsancağa sahip çıkacaktır. O Alsancak ancak onundur.

Onun yıldızı gece gündüz her an parlamaya devam edecektir. Çünkü o yıldız ve hilâl ışığını uğrunda batan güneşlerden alır.

Namazdaki rukû' ve secdenin dışında hiçbir kurum, kuruluş ve şahsa eğilmeyen bu eroğlu erler, hürriyetlerinin sembolu olan hilâl ve yıldız sönmesin diye tertemiz alınlarından vurulup yattılar.

İsa Kocakaplan bey Türk edebiyatı sayı 113 sene 1988 de İstiklâl Marşını tahlil ederken " Yıldızı parlamak" deyimini delil getirerek bu milletin yıldızının parlayacağını yani tarihin ve kaderinin parlak olacağını ifade eder.

"Bayrak rengini şehidlerin kanından almıştır. Eğer nazlı hilâl kaş çatmaya devam eder, kahraman ırka gülmezse bu millet uğrunda döktüğü kanları helal etmez" der.
 

osmanyusuf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Ara 2007
Mesajlar
387
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
55
San’atin sırrını ressâm-ı ezelden okuyan;

Rûh-i ma’sûmu bütün hilkati kendinde duyan;

Şimdi yerlerde şafak, şimdi bulutlarda bahar,

Şimdi tûfân-ı ziyâ, şimdi köpük, şimdi buhar,

Şimdi, mahmûr-i tefekkür, uzanan enginler,

Şimdi yalçın kayalar, şimdi oyulmuş inler,

Şimdi dalgın dereler, şimdi zılâl ummânı,

Şimdi bir vâha çizen; şimdi bütün elvânı,

Toplayıp mâvi elekten geçirirken, üryan

Kumların üstüne bin türlü bedâyi’ dokuyan

O güzel sîne, o çöl, şimdi ne korkunç oluyor:

Bir cehennem ki uzanmış, dili çıkmış, soluyor!



O cehennem gibi vâdîde bu cennet ne güzel!

En büyük şi’r tezâdın mıdır, ey hüsn-i ezel?



Tevfîk, taharrîye, taharrî ona âşık;

Azmin de emel lâzımıdır, gayr-ı müfârık.

Olsun da emel azm ü taharrîye mukàrin;

Tevfîk zuhûr eylemesin sonra... Ne mümkin!



Şanlı bir târîhsin: Mâzî-i millet sendedir.

Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir;

Devr-i İstîlâ durur yâdında, devlet sendedir!

Çünkü hürriyyet, hamâset sende, gayret sendedir,

Zindegî zillettir artık, bence izzet sendedir!



Bu cehâlet yürümez; asra bakın: Asr-ı ulûm!

Başlasın terbiyeniz, âilelerden oğlum.

Sâde hürriyyeti i’lân ile bir şey çıkmaz;

Fikr-i hürriyyeti hazm ettiriniz halka biraz.



Desen bin kerre «İnsânım!» kanan kim? Hem niçin kansın?

Hayır, hürriyyetin, hakkın masûn oldukça insansın.

Bu hürriyyet, bu hak bizden bugün âheng-i sa’y ister:

Nedir üç dört alın? Bir yurdun alnından boşansın ter.



Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,

Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!

Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak:

Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak!

Hangi ma’sûmun olur hûnu bu dünyâda heder?

Yoksa kànûn-i İlâhî’yi de yırtar mı beşer?



Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,

Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,

Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;

Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli.

Dalkavuk devri değil, eski kasâid yerine,

Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!

Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete,

Ayrılık tohmunu bol bol atıyor memlekete.

İt yetiştirmek için toprağı gâyet münbit

Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it!

Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor,

Nesl-i hâzır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor!

Kadın, erkek koşuyor borç ederek Avrupa’ya...

Sapa düşmekte sizin şıklara, zannım, Asya!

Hakk’a tefvîz ile üç tâne yetişmiş kızını;

Taşıyanlar bile varmış buradan baldızını,

Analık ilmi için Pâris’e, yüksünmeyerek...

Yük ağır, ecri de nisbetle azîm olsa gerek!



Ey cemâat, uyanın, elverir artık uyku!

Yok mu sizlerde vatan nâmına hiçbir duygu?

Düşmeden pençesinin altına istikbâlin,

Biliniz kadrini hürriyyetin, istiklâlin.

Söyletip başka memâlikteki mahkûmîni...

Hâkimiyyet ne imiş, öğreniniz kıymetini.

Yoksa, onsuz ne şu dünyâ kalır İslâm’a, ne din...

Kuşatır millet-i mahkûmeyi hüsrân-ı mübin.

Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam,

Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?

Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?

Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,

Aynı milliyyetin altında tutan İslâm’ı,

Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.



Ecdâdımızın kanları seller gibi akmış...

Maksadları dîninle beraber yaşamakmış.



Deden ne türlü yaşarmış... Adamsan öyle yaşa:

«Eğer hümâ-yı zafer konmak istemezse başa,

Harâm olur sana kuzgun üşürmemek leşine!»

Nasıl, bu sözleri tutmak gelir mi hiç işine?

Mezelletin o kadar yâr-ı cânısın ki, yazık, 0

«Ucunda yoksa ölüm» her belâya göğsün açık!



Azmiyle, ümîdiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar,



Lâkin bu heves bir heves-i dîgere mağlûb:

İnsan yaşamak hırs-ı cibillîsine meclûb.

Her devresi bir devr-i azâb olsa hayâtın,

Râzîsi değildir yine bir türlü memâtın!

Ömr olsa da binlerce tekâlîf ile meşhûn,

İnsan yaşamaktan yine memnun, yine memnun!



Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;

Veriniz hem de mesâînize son sür’atini.

Çünkü kàbil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyyeti yok san’atin, ilmin; yalnız,



Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;

Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;

Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,

Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;

Değil mi cebhemizin sînesinde îman bir;

Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;

Değil mi cenge koşan Çerkes’in, Lâz’ın, Türk’ün,

Arab’la, Kürd ile bâkîdir ittihâdı bugün;

Değil mi sînede birdir vuran yürek... Yılmaz!

Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cebhe sarsılmaz!



«Salîbe secdeye varmak Hudâ’ya isyandır.»

Deyip Hudâ’sına kurbân olan şehîdandır.

«Ya Bulgar ol, ya geber!» sâde hâinin dediği...

Tanassur etmeye koyvermiyor ahâlîyi,

Bahânesiyle imam görmüyor mu, çıldırarak,

Kuduzca saldırıyor intikàm için ite bak!

Sarıklarından asılmışların hesâbı mı var?

Yetişmiyor gibi yer, bir de gökyüzünde mezar!



— İnkılâb ümmetinin şânı yakıp yıkmaktır.

— Size çılgın demeyen varsa, kuzum, ahmaktır.

Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?

Onu en çolpa herifler de, emîn ol, becerir.

Sâde sen gösteriver «işte budur kubbe!» diye;

İki ırgadla iner şimdi Süleymâniyye.

Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman,

Bir Süleyman daha lâzım yeniden, bir de Sinan.



Saldırsa da kırk Ehl-i Salîb ordusu, kol kol,

Dört yüz bu kadar milyon esîr olmaz, emîn ol.



Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...

Sesler de: «Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş!»

Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,

Tek kol da «Yapışsam...» demiyor bir tarafından!

Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.

Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...

Uğraş ki: Telâfî edecek bunca zarar var.

Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!

Yok yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!

«İş bitti... Sebâtın sonu yoktur!» deme; yılma.

Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.



Ninni değil dinlediğin velvele...

Kükreyerek akmada müstakbele,

Bir ebedî sel ki zamandır adı;

Haydi katıl sen de o coşkun sele.



Millet için etti mi ordum sefer,

Kükremiş arslan kesilir her nefer,

Döktüğü kandan göğe vursun zafer,

Toprağa bir damlası boş akmasın.



Coşkun, koca bir sel gibi, dâim, beşeriyyet,

Müstakbele koşmakta verip seyrine şiddet.

Dağlar, uçurumlar ona yol vermemek ister...

Lâkin, o, ne yüksek, ne de alçak demez örter!

Akvâm o büyük nehre katılmış birer ırmak...

Elbet katılır... Hangisi ister geri kalmak!



«Yerleri yırtan sel olup taşmalı!

Dağ demeyip, taş demeyip aşmalı!

Sendeki coşkunluğa el şaşmalı!

Haydi git evlâdım, uğurlar ola.



Garb'ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;

Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,

«Medeniyyet!» dediğin tek dişi kalmış canavar?



Garp bütün ufaklarını çelik zırhlı duvarla sarsa, yediden yetmişe kudurup çıldırsa, denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa endişe edip korkmam.çünkü benim göğsümde işğal edilemeyen alınamayan iman kalesi vardır.

Çökmeye başlayan batı, yükselen İslam karşısında tek dişi kalmış ve ölmek üzere olan canavar gibi ulumaya devam etsin, korkma, onun uluması bu imanı boğamaz.

Bu iman dünyanın en büyük cevheridir. İmansız yüreği sinesinde paslı demir gibi taşıyanlar o cevheri kirletemezler.

Bize diş bileyen, parçalayıp yutmak dileyen, sırtlan sürüleri gibi saldıran, anaların karnından çocukları süngüleyen, annelerin göğsünü baltayla kesen bu "tek dişi kalmış medeniyet" in sonu gelecektir.

Ancak İslam diniyle kucaklaşan bir Medeniyet zuhur ederki o yeniden Ebubekirler Ömerler, Osmanlar, Aliler Çıkarac
 

osmanyusuf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Ara 2007
Mesajlar
387
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
55
— Korkma!

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?

Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.

Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;

Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;

Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,

Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;

Değil mi cebhemizin sînesinde îman bir;

Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;



Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,

Atılan her lâğamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkàz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,

Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?



Îmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür...

Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür!



Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman,

Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?



Yıkılmamış, ne kadar yıkmak istesek, îman;

Ayırmak istemişiz sonra dîni dünyâdan.



«Muallimim» diyen olmak gerektir îmanlı;

Edebli, sonra liyâkatli, sonra vicdanlı.



Şehâmet dîni, gayret dîni ancak Müslümanlık’tır;

Hakîkî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.

Cebânet, meskenet, dünyâda, sığmaz rûh-i İslâm’a...

Kitâbullâh’ı işhâd eyledim -gördün ya- da’vâma.

Görürsün, hissedersin varsa vicdânınla îmânın:

Ne müdhiş bir hamâset çarpıyor göğsünde Kur’ân’ın!

O vicdan nerdedir, lâkin? O îman kimde var? Heyhât!

Ne olmuş, ben de bilmem, pek karanlık şimdi hissiyyât!

O îmandan velev pek az nasîb olsaydı millette,

Şu üç yüz elli milyon halkı görmezdin bu zillette!

O îman ittihâd isterdi bizden, vahdet isterdi...

Nasıl «bünyân-ı mersûs» olmamız lâzımsa gösterdi.

Peki! Bizler ne yaptık? Kol kol olduk, târumâr olduk...

Nihâyet bir denî sadmeyle düştük, hâk-sâr olduk!

O îman kuvvet ihzârıyle emretmişti... Lâkin, biz

«Tevekkelnâ» deyip yattık da kaldık böyle en âciz!

O îman, farz-ı kat’îdir diyor tahsîli irfânın...

Ne câhil kavmiyiz biz müslümanlar, şimdi, dünyânın!

O îman hüsn-i hulkun en büyük hâmîsi olmuşken...

Nemiz vardır fezâilden, nemiz eksik rezâilden?



Demek: İslâm’ın ancak nâmı kalmış müslümanlarda;

Bu yüzdenmiş, demek, hüsrân-ı millî son zamanlarda.

Eğer çiğnenmemek isterseler seylâb-ı eyyâma;

Rücû’ etsinler artık müslümanlar Sadr-ı İslâm’a.



Yalınız göğsünün eb’âdı mı sandın yüksek?

İn de a’mâkına bir bak, ne derinmiş o yürek!

Dalgalandıkça içinden taşan îman denizi,

Dökülen hisleri gör: İncilerin en temizi.



«Şu vahdet târumâr olsun!» deyip saldırma İslâm’a;

Uzaklaşsan da îmandan, cemâ’atten uzaklaşma.

İşit, bir hükm-i kat’î var ki istînâfa yok meydan:

«Cemâ’atten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan.»



«Devlet batacak!» İşte bu öldürdü şebâbı;

Git yokla da bak, var mı kımıldanmaya tâbı?

Âfâkına yüklense de binlerce mehâlik,

Batmazdı bu devlet, «batacaktır!» demeyeydik.

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.

Kâfî ona can vermeye bir nefha-i îman;

Davransın ümîdin, bu ne haybet, bu ne hirman?

Mâzîdeki hicranları susturmaya başla;

Evlâdına sağlam bir emel mâyesi aşla.

Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol...

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.



Ey benim her taşı bir ma’bed-i îman yurdum,

Seni er geç bana mutlak verecek Ma’bûd'um!



Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:

Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım:

Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki?

Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!...

Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan

Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?

Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,

Nereden başladı yükselmeye, bak, nerde ucu!

Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübin...

Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!

Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar:

Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar!

Bereden reng-i hüviyyetleri uçmuş yüzler!

Kim bilir hangi şenâatle oyulmuş gözler!

«Medeniyyet» denilen vahşete lâ’netler eder,

Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler!

Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden!

Nice başlar, nice kollar ki cüdâ cisminden!

Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat;

Sonra, nâmûsuna kurbân edilen bunca hayat!

Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!

Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler!

Teki binlerce kesik gövdeye âid kümeler:

Saç, kulak, el, çene, parmak... Bütün enkàz-ı beşer!

Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,

Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can!

İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün,

Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!

Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük

Bir cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük!



Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!

Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!

Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!

Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:

Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!



Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin,

«Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’in;

O da Allâh’ı bırakmakla olur» herzesini,

Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini

Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!...



«Medeniyyet!» size çoktan beridir diş biliyor;

Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor,



Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.



Dîni tedkîk edeceksek, dönelim haydi geri;

Alalım neş’et-i İslâm’a yakın bir devri:

O ne dehşetli terakkî, o ne müdhiş sür’at!

Öyle bir hârika gösterdi mi insâniyyet?

Devr-i fetrette kalan, hem de asırlarca kalan;

Vahşetin, gılzetin a’mâkına daldıkça dalan;

Gömerek dipdiri evlâdını kum çöllerine,

Bunda bir neşve duyan hiss-i nedâmet yerine!

Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını,

Sonra hâlik tanıyan bir sürü vahşî yığını;

Nasıl olmuş da, otuz yılda otuz bin senelik

Bir terakkî ile dünyâya kesilmiş mâlik?

Nasıl olmuş da o fâzıl medeniyyet, o kemâl,

Böyle bir kavmin içinden doğuvermiş derhâl?

Nasıl olmuş da zuhûr eyleyebilmiş Sıddîk!

Nereden gelmiş o Haydar’daki irfân-ı amîk?

Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da, Ömer,

Sonra bir adle sarılmış ki: Değil kâr-ı beşer?

Hâil olsaydı terakkîye eğer Şer’-i mübîn,

Devr-i mes’ûd-i kudûmuyle giren asr-ı güzîn,

En büyük bir medeniyyetle mi eylerdi zuhûr?

Mündemic olmasa rûhunda onun nâ-mahsûr

Bir tekâmül, o kadar hârika nerden doğacak?



Süveyş’i yardı herif... Akdeniz’le Şab Denizi

Bitişti. Öyle ya, bizler de kendi fikrimizi

Çıkarmış olsak eğer, şimdi, kuvveden fi’le,

Kucaklaşır medeniyyetle din tamâmiyle.



Bütün kebâire tiryâki bir kopuk tanırım...

-Ne oldu bilmiyorum şimdi, sağ değil sanırım-

Kumar, şenâ’atin aksâmı, irtikâb, içki...

Hülâsa defter-i a’mâli öyle kapkara ki:

Yanında leyl-i cehennem, sabâh-ı cennettir!

«Utanmıyor musun? Ettiklerin rezâlettir!»

Denirse kendine, milletlerin ekâbirini

Sayardı göstererek hepsinin kebâirini:

«Filân içerdi... Filân fuhşa münhemikti...» diye,

Mülevvesâtını bir bir ricâl-i mâzîye

İzâfe etmeye başlardı pâye vermek için.

«Pekî! Fezâili yok muydu söylediklerinin?»

Diyen çıkarsa «müverrihlik etmedim!» derdi.

Şu zübbeler de, bugün, aynı rûhu gösterdi.

Fransız’ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı;

Kapıştı bunları «yirminci asrın evlâdı!»

Ya Alman’ın nesi var zevki okşayan? Birası;

Unuttu ayranı, ma’tûha döndü kahrolası!

Heriflerin, hani, dünyâ kadar bedâyi’i var:

Ulûmu var, edebiyyâtı var, sanâyi’i var.

Giden birer avuç olsun getirse memlekete;

Döner muhîtimiz elbet muhît-i ma’rifete.

Kucak kucak taşıyor olmadık mesâvîyi;

Beğenmesek, «medeniyyet!» diyor; inandık; iyi!

«Ne var, biraz da ma’ârif getirmiş olsa...» desek;

Emîn olun size «hammallık etmedim?» diyecek.





Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk'ın...

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
 

osmanyusuf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Ara 2007
Mesajlar
387
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
55
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!

Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!

Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!

Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:

Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!



Hele i’lânı zamanında şu mel’un harbin,

«Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’in;

O da Allâh’ı bırakmakla olur» herzesini,

Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini

Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!...



Küfrün o sefîl elleri âyâtını sildi:

Binlerce cevâmi’ yıkılıp hâke serildi!

Kalmışsa eğer bir iki ma’bed, o da mürted:

Göğsündeki haç küfrüne fetvâ-yı müeyyed!

Dul kaldı kadınlar; babasız kaldı çocuklar;

Bir giryede bin âilenin mâtemi çağlar!



Azıcık bilmek için kadrini istiklâlin,

Bakınız çehre-i meş’ûmuna izmihlâlin:



Yarılıp sanki zemin uğrayıvermiş, yer yer,

Bin sefîl ordu ki efrâdı: Bütün âileler.

Hepsi aç, bir paralar yok, kadın erkek çıplak;

Sokağın ortası ev, kaldırımın sırtı yatak!

Geziyor çiğneyerek bunları yüzlerce köpek,

Satılık cevher-i nâmûs arıyor: Kâr edecek!

Sen işin yoksa namaz kılmak için mescid ara...

Kimi câmi’lerin artık kocaman bir opera;

Kiminin göğsüne haç, boynuna takmışlar çan,

Kimi olmuş balo vermek için a’lâ meydan!

Vuruyor bando şu karşımda duran minberde;

O, sizin secdeye baş koyduğunuz, mermerde,

Dişi, erkek, bir alay murdar ayak dans ediyor;

İşveler, kahkahalar kubbeyi gümbürdetiyor!

Avlu baştan başa binlerce dilenciyle dolu...

Eski sâhipleri mülkün kapamışlar da yolu,

El açıp yalvarıyorlar yeni sâhiplerine!(*)



Ey benim her taşı bir ma’bed-i îman yurdum,

Seni er geç bana mutlak verecek Ma’bûd'um!



Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.



Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,

Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!

Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak:

Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak!

Hangi ma’sûmun olur hûnu bu dünyâda heder?

Yoksa kànûn-i İlâhî’yi de yırtar mı beşer?



Sonra, dikkatlere şâyân olacak bir şey var:

İnkişâfâtını bir milletin erbâb-ı nazar,

Kocaman bir ağacın tıpkı çiçeklenmesine,

Benzetirler ki, hakîkat, ne büyük söz bilene!

Bu muazzam ağacın gövdesi baştan aşağı;

Sayısız kökleri, tekmil dalı, tekmil budağı;

Milletin sîne-i mâzîsine merbut, oradan

Uzanıp gelmededir... Öyle yaratmış Yaradan.



Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,



Gövde yalçın kayadan âbide, lâkayd-i ecel;

Sanki hiç duygusu yok... Bir de fakat rûhuna gel;

O ne ifrât ile rikkat! Hani, etsen ta’mîk,

Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk.



Bunların herbirinin kuvveti, mâzîye inen,

Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden,

En derin köklüsü en sağlamı, en hâkimidir.

Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,

Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,

En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,

Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i mübîn.

Hâdisât etmesin oğlum, seni aslâ bedbîn...

İki üç balta ayırmaz bizi mâzîmizden.

Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden,

Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne zarar?

O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar,

Yükselir, fışkırıp, âfâk-ı perîşânımıza;

Yine bin vâha serer kavrulan îmânımıza.

Vâkıâ ortada yüzlerce mesâvî yüzüyor;

Sen bu kâbûsu bütün şerre değil, hayra da yor.

Çünkü yoktur birinin kalb-i cemâ’atte yeri;

Arasan: Hepsi beş on maskara ferdin hüneri!



Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!

Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!



Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?

En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsız tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde -gösterdiği vahşetle «bu: bir Avrupalı!»

Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.

Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,

Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...

Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,

Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.



Mü’minlere imdâda yetiş merhametinle,

Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle:

Gümrâhlarındır ki karanlıklara dalmış,

Bir rehber olur necm-i emel yok da bunalmış!

Sensin bu şebistâna süren onları elbet,

Senden doğacak doğsa da bir fecr-i hidâyet.



Hâlik’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.

Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak!



Ey benim her taşı bir ma’bed-i îman yurdum,

Seni er geç bana mutlak verecek Ma’bûd'um!



Mâdâm ki Hakk’ın bize va’dettiği haktır,

Şark’ın ezelî fecrî yakındır, doğacaktır.





Bastığın yerleri «toprak!» diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.



Her karesi binlerce şehidin makberesi olan bu yurdun, altı şehid cesetleriyle süslü, üstü şanlı ecdadın şaheserleriyle süslü.

Otunu, toprağını sıksan içinden şehit cesedi çıkacak olan bu yurdu sakın satma. Bütün bir dünya şehidin bir damla kanına denk olamaz. Dolarlar, Marklar, sterlinler karşılğında vatanın bir taşını satan vatansızlar, her kapıdan kovulurlar.

Üzerinde, secde ettiği vatan için ciğeri yanan, "vatan" deyipde yolunda can veren insanlar beş on vatansızın ateistliğine kanıpda vatanı ateşe atmazlar.



Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!

Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hudâ,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.



«Salîbe secdeye varmak Hudâ’ya isyandır.»

Deyip Hudâ’sına kurbân olan şehîdandır.



Bir adam dursa da bir zâlim imâmın yüzüne,

Adli emretse, bu zâlim de onun hak sözüne,

İnkıyâd eyleyecek yerde tutup kıysa ona,

O mücâhid yazılır ta şühedânın başına.



Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.



O yeşil toprağın ey yüzler ağartan Karesi,

Şimdi binlerce şehîdin kanayan makberesi.



Dışı baştanbaşa bir nesl-i kerîmin yâdı;

İçi boydan boya milyonla şehîd ecsâdı.



Domuz çobanları «Balkan»da hânedân-ı vakùr!

O hânedânlar, o beyler bütün bütün makhûr.

Reîs-i âileler kâmilen şehîd olmuş;

Kapanmış evlere dullar, yetîmler dolmuş.

Zemîn-i câmidi seyyâl bir alevdir bürüyor:

Bütün sular durarak pıhtı pıhtı kan yürüyor.



Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer;

Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer!

Dışı baştanbaşa bir nesl-i kerîmin yâdı;

İçi boydan boya milyonla şehîd ecsâdı.

Öyle meşbû’-i şehâdet ki bu öksüz toprak:

Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!

Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil,

Yerin üstünde muhakkar, yerin altında rezil!



Âşinâ çehre de yok, hiçbirinin yâdı da yok;

Yakılan bunca hayâtın, hani, ecsâdı da yok!

Yoklasan külleri, altından, emînim, ancak,

Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak!

Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın

Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabanın?

Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti...

Öyle bir gitti ki hem: Bir daha gelmez ebedî!

Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?

«Meşhed»in beynine haç saplanacak mıydı baba!

Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra,

Hırvat’ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!

Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri...

Yer yarılmış, yere geçmiş şühedâ türbeleri!



Ey cemâat, uyanın, elverir artık uyku!

Yok mu sizlerde vatan nâmına hiçbir duygu?

Düşmeden pençesinin altına istikbâlin,

Biliniz kadrini hürriyyetin, istiklâlin.



Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil,

Yerin üstünde muhakkar, yerin altında rezil!

Hem vatan gitti mi, yoktur size bir başka vatan;

Çünkü mîrasyedi sâil kovulur her kapıdan!



«Âilî bir inkılâb olsun!» diyen me’yûs olur;

Başka hiçbir şey kazanmaz, sâde bir .... olur!

Çünkü «çıplak» inkılâbâtın rezâlettir sonu...

Ey denî kundakçılar, biz sizde çok gördük onu!

Bir de halkın dîni var sık sık ta’arruzlar gören.

Hâle bak: Millette hissiyyâtı oymuş öldüren!

Dîni kurbân etmeliymiş mülkü kurtarmak için!..

Tut da, hey sersem, bu idrâkinle sen âlim geçin!

Her cemâatten beş on dinsiz zuhûr eyler, bu hâl

Pek tabî’îdir. Fakat ilhâdı bir kavmin muhâl.



Evet, ulûmunu asrın şebâba öğretelim;

Mukaddesâta, fakat, çokça ihtirâm edelim.

Eğer hayâtını kasdeyliyorsanız vatanın:

Bakın, anâsır-ı İslâm’ı hangi râbıtanın

Devâmı bağlayabilmiş bu müşterek vatana?

Kapılmayın onu ihmâl edip salâh umana.

O râbıtayla bu millet bulur bulursa felâh;

O, bir çözüldü mü, her şey biter ma’âzallâh.

Eğer hayâtına kasdeyliyorsanız... Başka!

Fakat bu mes’ele, bilmem ki, kaldırır mı şaka?

Hayır, hayât-ı vatandır umûm için gâye;

«Vatan!» deyip giriyor her giren mücâhedeye.

Bu «her giren»le, tabî’î, tutunca it damarı,

Mukaddesâta kadar saldıran beş on çomarı,

Hesâba katmayı hiçbir zaman düşünmüyorum:

O tasmasızlara insan demekte ma’zûrum.

Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayât;

Hülâsa, âile hissiyle cümle hissiyyât;

Mukaddesâtı için çırpınan yürekte olur.

İçinde leş taşıyan sîneden ne hayr umulur?

Vatan felâkete düşmüş... Onun hamiyyeti cûş

Eder mi zannediyorsun? Herif: Vatan-ber-dûş!

Bulunca kendine bir yer, doyunca kör boğazı,

Kapandı, gitti, bakarsın ki, nekbetin ağzı.

Fakat, sen öyle değilsin: Senin yanar ciğerin:

«Vatan!» deyip öleceksin semâda olsa yerin.

Nasıl tahammül eder hür olan esâretine?

Kör olsun ağlamayan, ey vatan, felâketine!



Yanında yaş da yanar, çâresiz, yanan kurunun...

Diyor Kitâb-ı İlâhî: «O fitneden korunun,

Ki sâde sizdeki erbâb-ı zulmû istîlâ

Eder de, suçsuz olan kurtulur değil aslâ!...»

Hesâb edin ne kadar bîgünâhın aktı kanı...

Beş on vatansız için nâra yakmayın vatanı!

Hudâ rızâsı için kaldırın nifâkı... Günâh!

Alev saçaklara sarsın mı, yâ ibâdallah?



Beyoğlu’nun o mülevves muhît-i fâhişine

Dalar gider, takılıp bir sefîlenin peşine.

«Hayâ, edeb gibi sözler rüsûm-i fâsidedir;

Vatanla âile, hattâ, kuyûd-i zâidedir.»

Diyor da hepsine birden kuduzca saldırıyor...

«Ayıp değil mi?» demişsin... Aceb kim aldırıyor!

Namaz, oruç gibi şeylerle yok alış verişi.

Mukaddesât ile eğlenmek en birinci işi.

Duyarsanız «kara kuvvet» bilin ki: Îmandır.

«Kitâb-ı köhne» de -hâşâ- Kitâb-ı Yezdan’dır.

Üşenmeden ona Kur’ân’ı anlatırsan eğer,

Şu ezberindeki esmâyı muttasıl geveler:

«Kurùn-i mâziyeden kalma cansız evrâdı

Çekerse, doğru mu yirminci asrın evlâdı?»

Nedir alâkası yirminci asr-ı irfanla

Bu şaklaban herifin? Anlamam ayıp değil a!

Metâ’-ı fazlı mı varmış elinde gösterecek?

Nedir meziyyeti, görsek de bâri öğrensek.

Hayır! Mehâsin-i Garb’ın birinde yok hevesi,

Rezâil, oldu mu lâkin, şiârıdır hepsi!





Müslüman mülkünü her yerde felâket vurdu...

Bir bu toprak kalıyor dînimizin son yurdu!

Bu da çiğnendi mi, çiğnendi demek Şer’-i mübîn;

Hâk-sâr eyleme yâ Rab, onu olsun...

— Âmin!

Ve’l-hamdu li’l-lâhi Rabbi’l-âlemîn...





Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:

Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;

Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli-

Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.



Peygamber efendimiz "Yeryüzü bana mescid kılında" buyurur(Buhari,salât 56,Müslim,mesacid 3)

Akif:

"Ey benim her taşı bir ma'bedi iman yurdum" diyor.

İlahi, Her karış toprağında iman ve secde izleri olan yurduma, namahremler, yadeller, düşmanlar ayak basmasın.

"Ben şahitlik ederimki Allahdan başka yaratan, yaşatan, yöneten yoktur. Ben yine şahitlik yaparımki Muhammed, Allah'ın Rasülüdür"anlamına gelen bu şehadetler, bu ezanlar, yurdumun üstünde hiç susmasın, daima inlesin, yani Köyden şehire dağ taş ezan sesiyle yankılansın. Şafaklarda alsancak dalgalansın, yurdumun üstünde ezan yankılansın.
 

osmanyusuf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Ara 2007
Mesajlar
387
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
55
Ey benim her taşı bir ma’bed-i îman yurdum,

Seni er geç bana mutlak verecek Ma’bûd'um!



Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,

Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!

Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu,

Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin, Fâtih’lerin yurdu.

Ne zillettir ki: Nâkùs inlesin beyninde Osmân’ın;

Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!

Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun;

O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!

Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;

Şenâ’atlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın;

Ne haybettir ki: Vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,

Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!

Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın;

Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın!

Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem...

Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!



Zaman geçmez ki yüz binlerce kalbin vecd-i sekrânı,

Zeminden yükselip, göklerde vahdetzâr-ı Yezdân’ı,

Ararken, dehşet-âkîn etmesin bir sayha vicdânı.

Ne lâhûtî sadâ «Allâhu ekber!» sarsıyor cânı...

Bu bir gülbank-i Hak’tır, çok mudur inletse ekvânı?



Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan!

Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan



O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;

Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım!

O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım.



İlahi, mabedime düşman ayağı değmezse, yurdumuzun üstünde, ezanlar yankılanır, alsancak dalgalanırsa işte o zaman eğer bir mezartaşım varsa sevincinden bin secde eder. Bu topraklarda mezarsız şehitlerimiz var. Tarihe ve toprağa sığmayan ancak Peygamber kucağına sığan şehitlerimiz var.

Alsancağın gölgesinde, ezanların nağmesi atında yatan yaralı cesedimin, yaraları göz göz olur, kanlı yaşım o gözlerden boşanır ve cesedim cisimsiz ruh gibi yükselerek başım arşa değer. Alnım ak, başım dik olur.

Bu son Mısradaki "Şafak" kelimesi türkcede kullandığımız anlamda tan yerinin kızarması manasınadır.

Erzurumda tan ağarır, şafak söker, sonra şafak dalga dalga yayılır Sivas, Konya, İstanbul,Edirne, Sofya, Viyana, Amsterdam. Waşington, Tokyo, Pekin, Moskova İstanbul diye dalgalanır durur. Ey Bedrin aslanlarına benzeyen şanlı askerlerin elinde yükseklere çekilen, şanlı hilâl, naz ile niyaz birleşti şan'a dönüştü. Haydi sende dalgalanıver artık, "Alalım düşmandan eski yerleri"



Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyyet;

Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.





Şanlı bir târîhsin: Mâzî-i millet sendedir.

Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir;



Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...

Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi



Bambaşka iken her birinin ırkı, lisânı,

Ahlâkı, telâkkîleri, iklîmi, cihânı,

Yekpâre kesilmiş tutulan gâye için de,

Vahdetten eser yok bir avuç halkın içinde!

Post üstüne hem kavgaların hepsi nihâyet;

Hâlâ mı boğuşmak? Bu ne gaflet, ne rezâlet!



«Hürriyyeti aldık!» dediler, gaybe inandık;

«Eyvâh, bu bâzîçede bizler yine yandık!»

Cem’iyyete bir fırka dedik, tefrika çıktı;

Sapsağlam iken milletin erkânını yıktı.

«Tûran İli» nâmıyle bir efsâne edindik;

«Efsâne, fakat, gâye!» deyip az mı didindik?

Kaç yurda vedâ etmedik artık bu uğurda?

Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda!



İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz?

Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek.

Lâfı bol, karnı geniş soyları taklîd etme;

Sözü sağlam, özü sağlam adam ol, ırkına çek.



Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...

Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nâfile!

Kaç hakîkî müslüman gördümse: Hep makberdedir;

Müslümanlık, bilmem amma, gâlibâ göklerdedir!

İstemem, dursun o pâyansız mefâhir bir yana...

Gösterin ecdâda az çok benzeyen bir kan bana!

İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yâdigâr,

Çok değil, ancak, necîb evlâda lâyık tek şiâr.

Varsa şâyed, söyleyin, bir parçacık insâfınız:

Böyle kansız mıydı -hâşâ- kahraman eslâfınız?

Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdâsına?

Benzeyip şîrâzesiz bir mushafın eczâsına,

Hiç görülmüş müydü olsun kayd-ı vahdet târumâr?

Böyle olmuş muydu millet can evinden rahnedâr?

Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi?

Böyle âdet miydi, bî-pervâ, yemek insan leşi?



Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam,

Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?

Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?

Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,

Aynı milliyyetin altında tutan İslâm’ı,

Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.

Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir.

Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez..

Son siyâset ise Türklük, o siyâset yürümez.

Sizi bir âile efrâdı yaratmış Yaradan;

Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan.

Siz bu da’vâda iken yoksa, iyâzen-billâh,

Ecnebîler olacak sâhibi mülkün nâgâh.



Hani, milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!

Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.

«Arnavutluk» ne demek? Var mı Şerîat’te yeri?

Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri.

Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;

Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!

Müslümanlık’ta «anâsır» mı olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber.

En büyük düşmanıdır ruh-i Nebî tefrikanın;

Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!

Şu senin âkıbetin bin bu kadar yıl evvel,

Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?





Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan!

Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?

Ne Araplık, ne de Türklük kalacak, aç gözünü!



Ne söyleyip duruyor, görmedin mi İngiliz’i:



«Üzülmeyin, yaşamaktan kesin ümîdinizi!

«Hakîkat ortada, ma’nâsı var mı evhâmın?

«Bilirsiniz ki: Mısır, kâinât-ı İslâm’ın

«O sıska gövdesi üstünde âdetâ kafası;

«Diyâr-ı Hind ise, göğsünde kalb-i hassâsı;

«Sizinkiler de, kımıldanmak isteyen koludur.

«Ki boş bırakmaya gelmez, ne olsa korkuludur!

«Biz İngilizler olup hâli önceden müdrik;

«O beyne pençeyi taktık, o göğse yerleştik.

«O halde bir kolu kalmış ki bizce çullanacak,

«Yolundadır işimiz bağladık mı kıskıvrak!

«Hem öyle zorla değil, çünkü «fikr-i kavmiyyet»

«Eder bu gâyeyi teshîle pek büyük hizmet.

«O tohm-i lâ’neti baştan saçıp da orta yere,

«Arab’la Türk’ü ayırdık mı şöyle bir kerre,

«Ne çarpınır kolu artık, ne çırpınır kanadı;

«Halîfe'nin de kalır sâde bir sevimli adı!

«Donanmamızla verip, sonra, Şark’ı velveleye,

«Birinci hamlede bayrak diker Çanakkale’ye;

«İkinci hamleye Dârü’l-Hilâfe! der çekeriz!»



Hâlik’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.

Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak!

Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım, derlerken,

Mutlakà Sûre-i ve’l-Asr'ı okurmuş, bu neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh;

Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,

Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık.

Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık.



Mâdâm ki Hakk’ın bize va’dettiği haktır,

Şark’ın ezelî fecrî yakındır, doğacaktır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt