HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
İSLÀMİ FETİHLERİN YERLEŞMESİ
Müslümanlar bir çok ülkeler fethedip, oralara İslâm ile hükmettiler. Fethedilen yerlerde yönetimi ellerine almalarını ve liderliği ellerinde bulundurmalarını İslâm onlara farz kılmıştır. Müslümanların gayri müslimler tarafından yönetilmeleri caiz değildir. Nitekim Allah Nisa Suresi'nde şöyle buyurdu:
"Allah, kesinlikle kâfirler için mü'minler üzerine bir yol kılmaz. (Yani Allah, hiç bir şekilde kâfirlerin mü'minler üzerine hakim olmalarını kabul etmez.)" (Nisa 141)
Yine Allahu Teâlâ, izzetin mü'minlere ait bir sıfat olduğunu belirterek, Münafikun Suresi'nde şöyle buyurmuştur:
"İzzet ancak Allah, Resulü ve mü'minlere aittir. Fakat münafıklar bilmezler." (Münafikun 8)
Fakat Allah, onlarda yönetimi sadece İslâm'ın tatbik edilmesi ve Davetinin taşınması için ele alan bir İslâmî nefsiyet oluşmadıkça, bir de onlarda yönetimin manasını anlayacak ve Allah katındaki mesuliyetini idrak edecek bir İslâmî aklîyet/zihniyet oluşmadıkça, mü'minlere bu izzeti, yönetimi ve liderliği vermemiştir... Nitekim İslâm'ın nuru işte böylesi yöneticilerin amellerinde ve sözlerinde açığa çıkmıştır. Aynı şekilde bu nur, onların yönettikleri insanlar üzerinde İslâm'ın hükümlerinin tatbik edilmesinde açığa çıkmıştır. Nitekim İslâm hükümlerinin insanlar üzerinde tatbik edilmesinden dolayı insanlar Allah'ın Dinine guruplar halinde girmişler, İslâm Akidesine itikad etmişler, izzet, liderlik ve yönetime sahip müslümanlar olmuşlardır. Ülkeleri İslâm ülkesi ve İslâm beldeleri oldu. Böylece İslâm'la yönetilmeleriyle daha sonra da halklarının yeni dine girmeleriyle İslâmî fetihler yerleşmiş oldu. Hatta müslümanların herhangi bir beldeyi feth etmeleri Kıyamet'e kadar ebedî bir fetih idi.
İslâm hakimiyetine giren bu yerler ve halkı, ilk hallerinden sıyrılıp ikinici hale bürünüyorlardı. Diyarları küfür diyarı olmaktan Dâr-ül İslâm'a dönüştüğü gibi halkları da kâfirlikten müslümanlığa yöneldi. İslâm yönetimi oradan kalkıncaya kadar bu yerler İslâm ülkeleri olarak devam etti. Fakat İslâm hükümlerinin kalktığı yerlerin halkı, müslüman olarak kaldılar. İslâm Devleti her ne kadar ortadan kalkmış olsa bile, müslümanların fethettikleri yerler İslâmî beldeler, halkları da müslüman olarak kalmaya devam ettiler. Bu beldeler, İslâmî yönetimin kendilerine döneceği İslâm Devleti'nin otoritesinin yayılması için uygun sahalar olmaya devam etmektedirler.
İslâmî fetihleri kökleştiren ve İslâm'ın fethettiği topraklarda Kıyamet'e kadar sabit kalmasını temin eden unsurlar şunlardır :
a-) Yasama gibi ilk günden itibaren bu beldelerin hepsinde yönetimi kolaylaştıran husus.
b-) İdarecilerin davranışları ve yönetim yolu gibi, o beldelerin halklarını İslâm'a girmeye hazırlayan husus.
c-) İslâm akidesi ve hükümlerinin benimsenmesi gibi, müslüman olanların nefislerinde İslâm'ı köklü bir şekilde sürekli yerleştiren husus.
Bu maddeleri bir kaç nokta içerisinde özetlemek mümkündür:
1- İslâm, akidesinde aklî olduğu gibi, rey ve hükümlerinde de fikrîdir. İslâm, kendisini kabul edenlere ona akıl yolu ile inanmasını, hükümlerini de yine akıl ile anlamaya çalışmasını emreder. Onun için İslâm, sadece İslâm'ı benimsemek ile insanı düşünen insana dönüştürür. Zira İslâm, insanı düşünmeye sevkeder. Yaratıcının varlığını idrak etmesi için dikkatleri Allah'ın yaratıklarına çekerken, istinbat etmek ve karşılaşılan problemlere çare/çözüm aramak için de şerî hükümleri araştırmaya aklı uyarırken insanı düşünür hale getirir. Böylece insan, İslâm'a kesin bir şekilde itikad edip, hükümlerini anlayıp tatbik edince, İslâm onun nefsinde ebediyyen yerleşmiş olur.
2- İslâm, Kendisini kabul edenlere okuyup araştırmayı emrediyor. Sadece Şehadet kelimelerini söylemek bir müslümana kafi gelmediği için, onun İslâm'ı öğrenip anlaması gerekir. Ta ki onun İslâm'ı öğrenmesi ve kültürü ile kültürlenmesi, derin, köklü, aydın ve uyanık fikirli olması gerekir. Bu öğrenme onun ufkunu genişletecek, bilgisini çoğaltacaktır, zihniyetini verimli hale getirip başkasına öğretmenlik yapma seviyesine ulaştıracaktır.
3- İslâm ideolojisinin ve şerî hükümlerinin karakteri öğrenme metodunun onu öğrenen kişi üzerinde ve onun içinde yaşadığı ortamda etkili ve yükseltici olmasını gerektirir. Onun için müslümanlar, İslâm'ı amel etmek maksadıyla öğreniyorlardı. İslâm'ın ahkâmını fikrî bir kavrayış içerisinde anlıyorlardı. Bu kavrayış onların duygu ve anlayışlarında etkili oluyordu. Bunun için onların hayat anlayışı ve kavrayışları etkili olan bir düşünceden kaynaklanıyordu. Müslümanlarda görülen ve müşahada edilen İslâmî gayret, cesaret, fikir bakımından ulaştıkları geniş anlayış, İslâm'ı olduğu gibi anlamalarının neticesiydi. Çünkü İslâm akidesi, onların nefislerinde ağacını dikmiş ve kalblerinde kök salmıştı. Çünkü onlar İslâm'ın fikir, görüş ve hükümlerini derinlemesine araştırdıktan sonra almışlardı. Bunun için onlarda ameli yön hakim hale gelmişti.
Evet onlar sırf ilim öğrenmek için İslâm'ı öğrenmiyorlardı. Eğer onlar sadece ilim öğrenmek için İslâm'ı öğrenmiş olsalardı, İslâm'dan bahseden bilgilere havi kitaplardan farkları olmazdı. Onlar, va'z ve nasihatları sadece dinlemekle iktifa etmiş olsalardı, imanın vereceği harareti duymayıp sathi insanlar olarak kalırlardı. Daha doğrusu onlar şu iki tehlikeli husustan kaçındılar :
a-) İslâmî hakikatları sırf ilim için öğrenmek,
b-) İslâm'ı, sırf va'z ve nasihatlar olarak almak.
Onlar, mefhum ve hükümlerin alınmasının metodunu İslâm'ın metodu ile sınırladılar. İslâm'ın bu metodu, İslâm'ı derinlemesine, anlayarak ve vazıh bir şekilde hayat sahasında fiilen tatbik için almayı gerektiren metoddur.
4- İslâm, ileriye götüren bir sistemdir. Kendisini kabul edenlerin elinden tutarak kemal ve olgunluk yoluna götürür. O, müslümana muayyen işler yükler. Bu muayyen amelleri yerine getirmek, insanı olgunlukta yükseklere götürür. Bu makamda mü'min, ruhi üstünlük, nefsi güven ve gerçek saadeti tadar. Bu yüceliğe ermiş olan insan, artık oradan aşağı inmemek üzere orada sabit kalır. Her ne kadar kemal ve olgunluk yolunda yüce makama yükselmek zor olsa da oraya çıktıktan sonra orada kalabilmek daha zordur. Bunun için bu işler geçici değil daimidir. Ta ki insan tırmandığı yücelik ve üstünlüğünde devam etsin.
Bu işler de ibadetlerdir. Bunların bir kısmı farzdır. Bir kısmı ise farzların daha üstündedir. Farzların herkes tarafından yapılması yücelmede müşterek bir sınırı gerçekleştirir mutlaka. Farzların üstünde olan hususları yerine getirme işi ise, insanı kemal yolunda daha ileriye doğru sevkeder...
Bu ibadetleri yerine getirmek, zor bir iş olmadığı gibi, insanın gücünün yetmeyeceği bir şey de değildir. İbadetleri yaparken dünya nimetlerinden ve lezzetlerinden mahrumiyet söz konusu değildir. İslâm'ın emrettiği ibadetleri icra etmek, dünyanın güzel nimetlerinden yüz çevirmek, insan tabiatında mevcut arzulara karşı çıkıp, onlardan yüz çevirmek değildir. İradesi ve gücü ne olursa olsun her insan için farz ibadetleri yapmak kolay bir iştir. İbadetler hiç bir zaman insanın dünya zinetini kazanmasına engel değildir. Farzlardan başka ibadetler ise, daha çok ibadet yapmak için müslümanların istek ve şevk ile yöneldiği mendup ibadetlerdir. Bunları da yerine getirebilen müslümanlar kendilerini Allah'ın rızasına kavuşmak gibi bir nimetin içerisinde olduklarını hissederler.
5- Müslümanlar, ülkeleri fethederken İslâmî Daveti oralara götürmek ve oralarda yayılmasını sağlamak gayesini gütmüşlerdir. Bunun için her zaman müslümanlar kendilerinin yeryüzünde rahmet ve hidayet elçileri olduklarını hissediyorlardı. Böylece girdikleri ülkelerde İslâm ile hükmediyorlardı. Fethedilen yerlerin halkı sadece zimmeti kabul etmekle müslümanların istifade ettikleri hak ve vazifelerden yararlanma imkanını elde ediyorlardı. Feth olunan bu beldeler İslâm Devleti içinde diğer halkı müslüman olan beldelerden herhangi birisinin sahip olduğu mesuliyetlere ve haklara sahip oluyor ve İslâm Devleti'nin ülkesinden bir parça haline geliyordu. Çünkü yönetim nizamı, vahdet nizamı idi. Bundan dolayı fethedilen beldelerin halkı hiç bir zaman kendilerini müstemleke/sömürge olarak görmemiş, hiç bir zaman müstemlekelerin kokusunu duymamıştır. Bunun için müslümanların kendisiyle hükmettiği İslâmî hakikatı pratik olarak gören insanların İslâm'a yönelip, onu kabul etmeleri hiç bir zaman yadırganmamalıdır.
6- İslâm ideolojisi ve hükümleri, bütün insanlar içindir. Onu öğrenmek de yine bütün insanlara serbesttir. Hatta İslâm'ın hakikatını anlamak, onun tadına varabilmek için onu öğrenmek bütün insanlara farzdır. Rasul (sas) valiler, yöneticiler ve öğreticiler gönderiyordu. Onlar insanları İslâm ile yönetiyorlar ve onlara İslâm’ın hükümlerini öğretiyorlardı. Aynı şekilde Resulullah'tan sonra da müslümanlar ülkeler fethediyor, oralarda yönetici ve öğreticiler bulunduruyorlardı. Bunlar, halka İslâm'ı anlatıyor ve Kur'an ahkâmını öğretiyorlardı. Böylece az zaman içerisinde o beldelerin halkı İslâmî bilgilere yöneliyor, İslâm kültürü alıyorlardı. Hatta bu kültürden İslâm'ı kabul etmeyenler bile nasiblerini alıyorlardı.
7- İslâm Şeriatı olgun, kapsamlı, evrensel bir şeriattır. Bunun için ülkeleri fetheden müslümanlar, oraların halkına ait kanun ve nizamlarını öğrenmek ihtiyacını duymadıkları gibi, hayatın problemlerine çare getirmek için mahallî kanunlar ile götürüp tebliğ ettikleri İslâmî kanunlardan bir sentez yapmazlardı. Onlar bir ülkeyi beraberlerinde kâmil şeriat olduğu halde fethediyorlardı. Fethettikleri ülkelerde ilk günden itibaren hemen İslâm'ı tatbik ediyorlardı. Tatbikatta müslümanların metodu inkilabi idi. Oralarda herhangi sentez, tedricilik (aşama aşama uygulamak) veya yamalama söz konusu değildi. Girdikleri yerlerin mevcut statüsüne hiç bir zaman bakmazlardı. Çünkü onlar, mevcut fasit düzeni yıkıp yerine İslâm'ı getirmek ve tebliğ etmek için ülkeleri fethediyorlardı. Bu da ancak eski düzeni kaldırıp, yerine kapsamlı yeni düzeni koymakla gerçekleşirdi. Bunun için ilk günden itibaren fethettikleri ülkeleri yönetmek, onlara kolay gelirdi. Otoriteleri tam olarak gerçekleşiyordu. Onlar oralarda ne bir intikal devresi ne de bir kanun problemiyle karşılaşmazlardı. Çünkü müslümanlar, girdikleri yerlere kanun, nizam ve hükümlerin kaynağı olan akideye dayalı davetlerini beraberlerinde taşıyorlardı. Bu da; her zaman, her mekan ve her insana uygulanabilecek bir şeriattır.
Müslümanlar bir çok ülkeler fethedip, oralara İslâm ile hükmettiler. Fethedilen yerlerde yönetimi ellerine almalarını ve liderliği ellerinde bulundurmalarını İslâm onlara farz kılmıştır. Müslümanların gayri müslimler tarafından yönetilmeleri caiz değildir. Nitekim Allah Nisa Suresi'nde şöyle buyurdu:
"Allah, kesinlikle kâfirler için mü'minler üzerine bir yol kılmaz. (Yani Allah, hiç bir şekilde kâfirlerin mü'minler üzerine hakim olmalarını kabul etmez.)" (Nisa 141)
Yine Allahu Teâlâ, izzetin mü'minlere ait bir sıfat olduğunu belirterek, Münafikun Suresi'nde şöyle buyurmuştur:
"İzzet ancak Allah, Resulü ve mü'minlere aittir. Fakat münafıklar bilmezler." (Münafikun 8)
Fakat Allah, onlarda yönetimi sadece İslâm'ın tatbik edilmesi ve Davetinin taşınması için ele alan bir İslâmî nefsiyet oluşmadıkça, bir de onlarda yönetimin manasını anlayacak ve Allah katındaki mesuliyetini idrak edecek bir İslâmî aklîyet/zihniyet oluşmadıkça, mü'minlere bu izzeti, yönetimi ve liderliği vermemiştir... Nitekim İslâm'ın nuru işte böylesi yöneticilerin amellerinde ve sözlerinde açığa çıkmıştır. Aynı şekilde bu nur, onların yönettikleri insanlar üzerinde İslâm'ın hükümlerinin tatbik edilmesinde açığa çıkmıştır. Nitekim İslâm hükümlerinin insanlar üzerinde tatbik edilmesinden dolayı insanlar Allah'ın Dinine guruplar halinde girmişler, İslâm Akidesine itikad etmişler, izzet, liderlik ve yönetime sahip müslümanlar olmuşlardır. Ülkeleri İslâm ülkesi ve İslâm beldeleri oldu. Böylece İslâm'la yönetilmeleriyle daha sonra da halklarının yeni dine girmeleriyle İslâmî fetihler yerleşmiş oldu. Hatta müslümanların herhangi bir beldeyi feth etmeleri Kıyamet'e kadar ebedî bir fetih idi.
İslâm hakimiyetine giren bu yerler ve halkı, ilk hallerinden sıyrılıp ikinici hale bürünüyorlardı. Diyarları küfür diyarı olmaktan Dâr-ül İslâm'a dönüştüğü gibi halkları da kâfirlikten müslümanlığa yöneldi. İslâm yönetimi oradan kalkıncaya kadar bu yerler İslâm ülkeleri olarak devam etti. Fakat İslâm hükümlerinin kalktığı yerlerin halkı, müslüman olarak kaldılar. İslâm Devleti her ne kadar ortadan kalkmış olsa bile, müslümanların fethettikleri yerler İslâmî beldeler, halkları da müslüman olarak kalmaya devam ettiler. Bu beldeler, İslâmî yönetimin kendilerine döneceği İslâm Devleti'nin otoritesinin yayılması için uygun sahalar olmaya devam etmektedirler.
İslâmî fetihleri kökleştiren ve İslâm'ın fethettiği topraklarda Kıyamet'e kadar sabit kalmasını temin eden unsurlar şunlardır :
a-) Yasama gibi ilk günden itibaren bu beldelerin hepsinde yönetimi kolaylaştıran husus.
b-) İdarecilerin davranışları ve yönetim yolu gibi, o beldelerin halklarını İslâm'a girmeye hazırlayan husus.
c-) İslâm akidesi ve hükümlerinin benimsenmesi gibi, müslüman olanların nefislerinde İslâm'ı köklü bir şekilde sürekli yerleştiren husus.
Bu maddeleri bir kaç nokta içerisinde özetlemek mümkündür:
1- İslâm, akidesinde aklî olduğu gibi, rey ve hükümlerinde de fikrîdir. İslâm, kendisini kabul edenlere ona akıl yolu ile inanmasını, hükümlerini de yine akıl ile anlamaya çalışmasını emreder. Onun için İslâm, sadece İslâm'ı benimsemek ile insanı düşünen insana dönüştürür. Zira İslâm, insanı düşünmeye sevkeder. Yaratıcının varlığını idrak etmesi için dikkatleri Allah'ın yaratıklarına çekerken, istinbat etmek ve karşılaşılan problemlere çare/çözüm aramak için de şerî hükümleri araştırmaya aklı uyarırken insanı düşünür hale getirir. Böylece insan, İslâm'a kesin bir şekilde itikad edip, hükümlerini anlayıp tatbik edince, İslâm onun nefsinde ebediyyen yerleşmiş olur.
2- İslâm, Kendisini kabul edenlere okuyup araştırmayı emrediyor. Sadece Şehadet kelimelerini söylemek bir müslümana kafi gelmediği için, onun İslâm'ı öğrenip anlaması gerekir. Ta ki onun İslâm'ı öğrenmesi ve kültürü ile kültürlenmesi, derin, köklü, aydın ve uyanık fikirli olması gerekir. Bu öğrenme onun ufkunu genişletecek, bilgisini çoğaltacaktır, zihniyetini verimli hale getirip başkasına öğretmenlik yapma seviyesine ulaştıracaktır.
3- İslâm ideolojisinin ve şerî hükümlerinin karakteri öğrenme metodunun onu öğrenen kişi üzerinde ve onun içinde yaşadığı ortamda etkili ve yükseltici olmasını gerektirir. Onun için müslümanlar, İslâm'ı amel etmek maksadıyla öğreniyorlardı. İslâm'ın ahkâmını fikrî bir kavrayış içerisinde anlıyorlardı. Bu kavrayış onların duygu ve anlayışlarında etkili oluyordu. Bunun için onların hayat anlayışı ve kavrayışları etkili olan bir düşünceden kaynaklanıyordu. Müslümanlarda görülen ve müşahada edilen İslâmî gayret, cesaret, fikir bakımından ulaştıkları geniş anlayış, İslâm'ı olduğu gibi anlamalarının neticesiydi. Çünkü İslâm akidesi, onların nefislerinde ağacını dikmiş ve kalblerinde kök salmıştı. Çünkü onlar İslâm'ın fikir, görüş ve hükümlerini derinlemesine araştırdıktan sonra almışlardı. Bunun için onlarda ameli yön hakim hale gelmişti.
Evet onlar sırf ilim öğrenmek için İslâm'ı öğrenmiyorlardı. Eğer onlar sadece ilim öğrenmek için İslâm'ı öğrenmiş olsalardı, İslâm'dan bahseden bilgilere havi kitaplardan farkları olmazdı. Onlar, va'z ve nasihatları sadece dinlemekle iktifa etmiş olsalardı, imanın vereceği harareti duymayıp sathi insanlar olarak kalırlardı. Daha doğrusu onlar şu iki tehlikeli husustan kaçındılar :
a-) İslâmî hakikatları sırf ilim için öğrenmek,
b-) İslâm'ı, sırf va'z ve nasihatlar olarak almak.
Onlar, mefhum ve hükümlerin alınmasının metodunu İslâm'ın metodu ile sınırladılar. İslâm'ın bu metodu, İslâm'ı derinlemesine, anlayarak ve vazıh bir şekilde hayat sahasında fiilen tatbik için almayı gerektiren metoddur.
4- İslâm, ileriye götüren bir sistemdir. Kendisini kabul edenlerin elinden tutarak kemal ve olgunluk yoluna götürür. O, müslümana muayyen işler yükler. Bu muayyen amelleri yerine getirmek, insanı olgunlukta yükseklere götürür. Bu makamda mü'min, ruhi üstünlük, nefsi güven ve gerçek saadeti tadar. Bu yüceliğe ermiş olan insan, artık oradan aşağı inmemek üzere orada sabit kalır. Her ne kadar kemal ve olgunluk yolunda yüce makama yükselmek zor olsa da oraya çıktıktan sonra orada kalabilmek daha zordur. Bunun için bu işler geçici değil daimidir. Ta ki insan tırmandığı yücelik ve üstünlüğünde devam etsin.
Bu işler de ibadetlerdir. Bunların bir kısmı farzdır. Bir kısmı ise farzların daha üstündedir. Farzların herkes tarafından yapılması yücelmede müşterek bir sınırı gerçekleştirir mutlaka. Farzların üstünde olan hususları yerine getirme işi ise, insanı kemal yolunda daha ileriye doğru sevkeder...
Bu ibadetleri yerine getirmek, zor bir iş olmadığı gibi, insanın gücünün yetmeyeceği bir şey de değildir. İbadetleri yaparken dünya nimetlerinden ve lezzetlerinden mahrumiyet söz konusu değildir. İslâm'ın emrettiği ibadetleri icra etmek, dünyanın güzel nimetlerinden yüz çevirmek, insan tabiatında mevcut arzulara karşı çıkıp, onlardan yüz çevirmek değildir. İradesi ve gücü ne olursa olsun her insan için farz ibadetleri yapmak kolay bir iştir. İbadetler hiç bir zaman insanın dünya zinetini kazanmasına engel değildir. Farzlardan başka ibadetler ise, daha çok ibadet yapmak için müslümanların istek ve şevk ile yöneldiği mendup ibadetlerdir. Bunları da yerine getirebilen müslümanlar kendilerini Allah'ın rızasına kavuşmak gibi bir nimetin içerisinde olduklarını hissederler.
5- Müslümanlar, ülkeleri fethederken İslâmî Daveti oralara götürmek ve oralarda yayılmasını sağlamak gayesini gütmüşlerdir. Bunun için her zaman müslümanlar kendilerinin yeryüzünde rahmet ve hidayet elçileri olduklarını hissediyorlardı. Böylece girdikleri ülkelerde İslâm ile hükmediyorlardı. Fethedilen yerlerin halkı sadece zimmeti kabul etmekle müslümanların istifade ettikleri hak ve vazifelerden yararlanma imkanını elde ediyorlardı. Feth olunan bu beldeler İslâm Devleti içinde diğer halkı müslüman olan beldelerden herhangi birisinin sahip olduğu mesuliyetlere ve haklara sahip oluyor ve İslâm Devleti'nin ülkesinden bir parça haline geliyordu. Çünkü yönetim nizamı, vahdet nizamı idi. Bundan dolayı fethedilen beldelerin halkı hiç bir zaman kendilerini müstemleke/sömürge olarak görmemiş, hiç bir zaman müstemlekelerin kokusunu duymamıştır. Bunun için müslümanların kendisiyle hükmettiği İslâmî hakikatı pratik olarak gören insanların İslâm'a yönelip, onu kabul etmeleri hiç bir zaman yadırganmamalıdır.
6- İslâm ideolojisi ve hükümleri, bütün insanlar içindir. Onu öğrenmek de yine bütün insanlara serbesttir. Hatta İslâm'ın hakikatını anlamak, onun tadına varabilmek için onu öğrenmek bütün insanlara farzdır. Rasul (sas) valiler, yöneticiler ve öğreticiler gönderiyordu. Onlar insanları İslâm ile yönetiyorlar ve onlara İslâm’ın hükümlerini öğretiyorlardı. Aynı şekilde Resulullah'tan sonra da müslümanlar ülkeler fethediyor, oralarda yönetici ve öğreticiler bulunduruyorlardı. Bunlar, halka İslâm'ı anlatıyor ve Kur'an ahkâmını öğretiyorlardı. Böylece az zaman içerisinde o beldelerin halkı İslâmî bilgilere yöneliyor, İslâm kültürü alıyorlardı. Hatta bu kültürden İslâm'ı kabul etmeyenler bile nasiblerini alıyorlardı.
7- İslâm Şeriatı olgun, kapsamlı, evrensel bir şeriattır. Bunun için ülkeleri fetheden müslümanlar, oraların halkına ait kanun ve nizamlarını öğrenmek ihtiyacını duymadıkları gibi, hayatın problemlerine çare getirmek için mahallî kanunlar ile götürüp tebliğ ettikleri İslâmî kanunlardan bir sentez yapmazlardı. Onlar bir ülkeyi beraberlerinde kâmil şeriat olduğu halde fethediyorlardı. Fethettikleri ülkelerde ilk günden itibaren hemen İslâm'ı tatbik ediyorlardı. Tatbikatta müslümanların metodu inkilabi idi. Oralarda herhangi sentez, tedricilik (aşama aşama uygulamak) veya yamalama söz konusu değildi. Girdikleri yerlerin mevcut statüsüne hiç bir zaman bakmazlardı. Çünkü onlar, mevcut fasit düzeni yıkıp yerine İslâm'ı getirmek ve tebliğ etmek için ülkeleri fethediyorlardı. Bu da ancak eski düzeni kaldırıp, yerine kapsamlı yeni düzeni koymakla gerçekleşirdi. Bunun için ilk günden itibaren fethettikleri ülkeleri yönetmek, onlara kolay gelirdi. Otoriteleri tam olarak gerçekleşiyordu. Onlar oralarda ne bir intikal devresi ne de bir kanun problemiyle karşılaşmazlardı. Çünkü müslümanlar, girdikleri yerlere kanun, nizam ve hükümlerin kaynağı olan akideye dayalı davetlerini beraberlerinde taşıyorlardı. Bu da; her zaman, her mekan ve her insana uygulanabilecek bir şeriattır.