Siyahgulsevdalisi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 20 Haz 2006
- Mesajlar
- 2,046
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
İSLAMDA KADIN HAKLARI…
SORU: İslâm, kadına niçin hak vermiyor? Erkeğin yanında niçin ikinci sınıf
muamelesi görüyor? İkisinin eşit olması lazım değil miydi? Mesela, niçin
erkeğe iki miras, kadına bir miras veriliyor? Niçin şahitlikte iki kadın bir
erkeğin yerini tutuyor? Niçin erkek dörde kadar evlenebiliyor?
CEVAP: Bütün bu soruları İslâmiyet hakkında bilgisi olmayanlar soruyor. İslâmiyet’i bir
öğrenseler hayretlerinden akılları duracak ve sormayacaklar. Bir de bunlara, radyo,
televizyon, gazete ve dergilerin İslâmiyet’i kötülemeleri eklenince tamamen İslâm’a
düşman kesiliyorlar.
Hemen şunu söyleyelim ki, İslâmiyet değil kadını korumamak (hak vermemek) hayvanları
dahi korumuş, onlara ağır yük vurmak ve aç bırakmak suretiyle eziyet eden kimselere
dünya ve ahirette ceza vermiştir. Yani İslâm hukukunda hayvanlara eza, cefa edenlere ceza
vardır. Bu hususta bir hadis-i şerifi nakledelim.
“Peygamberimiz (s.a.v), Ensardan bir adamın bahçesine girdi. Orada bir deve
bulunuyordu. Deve peygamberimizi görünce inledi ve gözlerinden yaş geldi.
Peygamberimiz (s.a.v), deveye yaklaşıp (şefkat ve merhametinden) hörgücünü ve kulak
arkasını okşadı. Deve, sesini kesti. Sonra Resul-ü Ekrem (s.a.v);
— Bu deve kimindir, buyurdular? Ensardan bir genç:
— Benim ya Rasulallah, dedi. Resul-ü Ekrem:
— Allah’ın sana emanet ettiği bu deve hakkında Allah’tan korkuyor musun?.. Bak deve
senin onun aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikayet ediyor. (123)
Hayvanın hakkını
veren İslâmiyet’in kadına verdiği haklara geçmeden, dünyanın ve yüzelli, ikiyüz sene
öncesine kadar Avrupa’nın kadına bakış açısına bir bakalım.
İslâmiyet’in geldiği çağda kadın, yeryüzündeki hemen bütün milletlerde aşağılık bir
mahluk olarak kabul ediliyor, zelil, hakir ve esir bir durumda bulunuyordu. Eski Hint
hukukuna göre kadın, evlenme, miras ve diğer muamelelerde hiçbir hakka sahip değildi.
Kadının murdar temayüllere, zayıf karaktere ve kötü bir ahlaka sahip olduğu kabul
ediliyordu. Budizm’in kurucusu Buda, önceleri kadınları dinine kabul etmiyordu. Nihayet
bir çok tereddütten sonra kadınları dinine kabul etmiş fakat bunun Budist toplumu için
çok tehlikeli olduğunu söylemiştir.
İsrail hukukuna göre kızlar, babalarının evinde bile hizmetçi gibidirler. Baba onları
satabilir. Boşanma hakkı keyfi bir surette kocaya aittir. Kızlar, ancak başka bir varis
bulunmadığı taktirde babalarının miraslarına nail olabilirler.
(123) Riyaz-üs-Salihin
“İran’da, Sasani devletinde, kız kardeşle evlenmek caizdi. Hatta bu teşvik edilirdi. Kan
hısımlığının, kız kardeş ve annelerin saygıya değer hiçbir hususiyetleri yoktur.”
Şimdi, bunu okuyunca ne kadar irkildin değil mi? Hem de çok tiksinerek irkilmişsindir. Ve
kendi kendine; “Bu insanlar eskiden ne kadar vahşi ve adi imiş” demişsindir. Halbuki, bu
olaylar 1450 sene önce olmuştur. Ya şimdiki olanlara ne dersin? Geçen sene, İsviçre’de,
“Kız kardeşlerle evlenilebilir” diye kanun çıkarttılar. “Erkek, erkekle evlenebilir” diye de
kanun çıkardılar. Hatta daha da kötüsü var. İnsan, yazmaktan haya ediyor. Ama, ibret
olsun diye yazayım. Gazetelerin birinde okumuştum; ya Amerika’da ya da İngiltere’de,
kadının biri köpekle evleniyor. Belediyede nikah kıyılırken dostları tebrik etmeye
geliyorlar. İnsanın avazının çıktığı yere kadar bağırası geliyor:
“NERDESİN BİN DÖRTYÜZ SENE ÖNCESİ CAHİLİYYET DEVRİ, GEL…
GEL…”
Yirminci asırdan sen daha iyiydin. Bu kadar vahşilik, adilik, hayasızlık olur ma Ya Rabbi!…
Yunan ve Roma’da kadın, hiçbir şahsiyete ve hakka sahip değildi. Eflatun’a göre, kadın,
orta malı gibi elden ele gezmeli imiş. Çinliler’de kadın, insan sayılmaz, ona isim bile
takılmazmış.
İngiltere’de, milattan sonra beşinci asırdan, onbirinci asra kadar, kocalar, kanlarını
satabilirlerdi. İlk günahın işlenmesine sebep olan ve böylece insanlığın felaketini
hazırlayanın bir kadın (Havva validemiz) olduğuna inanan karamsar Hristiyan milletler,
kadına daim bir “Şeytan” nazarı ile bakmışlardır. İngiltere’de kadın, murdar bir mahluk
sayıldığından İncil’e el süremezdi. Bu vaziyet ancak Kral VIII. Hanri’nin (1509-1547)
devrinde parlamentodan çıkan bir kararla sona erdi. Bu karara göre kadınlar, İncil
okuyabileceklerdi. (124)
Vaktiyle Avrupa’da ve bütün dünyada, kadınlar, hesaba katılmayan bir sürü idi. Alimler ve
filozoflar, kadın hakkında şöyle münakaşa ediyorlardı:
Kadının ruhu var mıdır? Yoksa o ruhsuz bir yaratık mıdır? Eğer ruhu varsa, acaba o insan
ruhu mudur, yoksa hayvan ruhu mudur? Onun ruhunun insan ruhu farz edildiği taktirde, o
zaman onun erkeğe nisbetle insanî ve içtimaî durumu kölenin durumu gibi midir, yoksa o
köleden biraz daha yüksek bir yaratık mıdır? Hatta Yunan’da ve Roma imparatorluğunda
kadının sosyal ve haysiyetli bir mevkiye sahip olduğu kısa devrelerde bile bu durum, ancak
şahsi sıfatları sebebiyle mahdut kadınlara veya meclislerin süsü, aralarında övünme ve
gösteriş vesilesi olarak onları teşhir etmeye meraklı zengin ve müsriflerin israf ve lüks
vasıtalarından bir vasıta olmaları hasebiyle başkentin kadınlarına has bir durumdu.
Lakin buna rağmen kadın, erkeğin gönlüne sevdirdiği şehvetlerden sarfı nazar ile kendi
kişiliği içinde, kendine has bir haysiyete sahip olmaya layık ve insani bir mahluk gibi hiçbir
zaman hakiki ihtiram mevkiine yükselemedi. Böylece bu durum Avrupa’da kölelik ve
derebeylik devirlerinde de devam etti.
O devirlerde kadın, cehalet içine gömülmüş olduğu halde, bazen şehvet ve lüks oyuncağı
olarak kullanılır, bazen de yiyen, içen, gebe olan, doğuran, hayvanlar gibi geceli gündüzlü
çalışan, ihmale uğramış bir yaratık olarak kendi haline terkedilirdi. Hatta bu durum Sanayi
İhtilali gelip çatıncaya kadar devam etti.
Sanayinin gelişmesi ile Avrupalı kadına isabet eden felaket, geçmiş tarihinde isabet
edenden daha da kötü
Teknik ve sanayi hareketi, kadınları ve çocukları çalıştırdı. Aile rabıtalarını parçaladı ve
ailenin kuruluş düzenini bozdu. Lakin çalışmasından, haysiyetinden, ruhi ve maddî
ihtiyaçlarından en fazla karşılık ödeyen sadece kadındı. Hatta kadın, evli, aynı zamanda
anne olsa kendisini beslemesi için çalışmaya mecburdu.
Başka bir yönde de, fabrikalar kadını en kötü bir şekilde istismar etti. Böylece onu saatlerce
çalıştırdılar ve aynı fabrikada aynı işi yapan erkeğe daha fazla ücret verdiler. (126)
Birinci Cihan Harbi koptu. Bu savaşta, Avrupa ve Amerika gençliğinden on milyon insan
ölüp gitti. Kadın, bütün çirkinliğiyle beraber çalışma kasvetiyle yüz yüze geldi. Milyonlarca
kocasız kadın vardı. Bunların kocaları ölmüş, yahut harpte yaralandığından çalışamaz
duruma gelmişti. Veyahut, korku, gürültü, zehirli ve boğucu gazlar sebebiyle sinirleri
bozulmuş, deli olmuşlardı. Bir kısmı da dört senelik hapisten sonra asabını dinlendirmek
ve biraz yaşamak isteğiyle çalışmak, yorulmak ve tahammül isteyen, evlenme ve evlilik
hayatı yaşamaktan kaçıyordu. Bir başka yönden, orada harbin tahrip ettiklerini tamir ve
fabrikaların çalışmasını eski haline koymaya kafi gelecek miktarda çalışan erkek eli
olmadığı için, kadının çalışması bir zaruret halini aldı. Çünkü, çalışmadığı taktirde bizzat
kendisi ve bakmağa mecbur olduğu çocuklar ve ihtiyarlar açlık tehlikesine maruz
kalacaklardı. Kadın, çalışınca da ahlakından vazgeçmek zorunda idi. Çünkü, o gün için
kadının namuslu olması, ekmeğine mani bir kayıt durumunda idi. Zira, fabrikatör ve onun
adamları sadece çalışan el istemiyorlardı. Onlar, bu durumu bulunmaz bir fırsat telakki
ederek hareket ediyorlar, böylece peşinde koştukları kuşlar, aç olarak -tane toplamak içinkendiliğinden
yere düşüyorlardı. Artık onların, bunları avlamasına ne mani olabilirdi?
Acaba vicdan mı? Ne gezer, mademki zaruretleri için sevgiyle kendini peşkeş çekecek bir
kadın vardır, o halde iş isteyenlerden ancak kendini teslim edenlere iş verme zihniyeti
hakim olmalıydı ve öyle oldu. Kadın, isteyenlere kendini teslim ederek fabrika ve
ticarethanelerde çalışmakla şu veya bu yolla arzularını tatmin etme mecburiyetinde
bırakıldı. Lakin onun esas meselesi bu sefer daha çok alevlendi. Kadının çalışmaya olan
ihtiyacını fabrikalar istismar etti ve hiçbir akıl ve vicdanın hoş görmeyeceği zalimce
muamelesine devam etti.
Kadına, aynı yerde ve aynı işte çalışan erkeğin ücretinden daha az ücret veriliyordu. Kadına
ait ne kaldı ki, o kendini, kadınlık gururunu ve haysiyetini harcadı. Aralarında varlığını
hissettiği, hayatına kattığı, böylece saadet ve gurur duyduğu aile ve çocuklarına olan tabiî
ihtiyacından bile mahrum bırakıldı. Buna mukabil en basit ve bedahetle kabul ettiği tabii
hakkı olan “Ücrette erkeğe eşitlik hakkı”nı alabildi mi? Avrupalı erkek kolay kolay
hakimiyetinden vazgeçmedi. O halde bu çatışmada kullanmaya elverişli silahları
kullanmak gerekiyordu. Kadın, grevleri, gösterileri, toplantı ve kongrelerdeki konuşmaları
ve basını hedefine ulaşmak için birer vasıta olarak kullandı. Sonra kendisine yapılmakta
olan zulmü menbaından kesmek için, mutlaka kanun yapma yetkisinde erkeğe iştirak
etmesi lazım geldiğini anladı. İlk önce seçme hakkını talep etti. Sonra bunun arkasından
gelen parlamentoda temsil hakkını talep etti. Çünkü o erkeğin yaptığı işin aynısını
yapıyordu. Onun mantıkî bir sonucu olarak, mademki, her ikisi de aynı yolda
hazırlanmışlar ve birtek öğrenim yapmışlar o halde, erkek gibi devlet memuriyetlerine
girmeye hak iddia etmeliydiler. Bu, Avrupa’da kadının haklarını elde etmek için yaptığı
mücadelenin hikayesidir…
Orada, kadın hakları konusundaki her adım, erkek istesin istemesin bir diğer karşıt adımı
hazırladı. Böylece dizgini elinden kaçırmış ve çözülmelerle çökmüş olan bu toplumda
bizzat kadın dahi artık kendi işine kendisi malik değildi. (127)
Bütün bunlara rağmen, demokrasinin beşiği olarak kabul ettikleri İngiltere’de, devlet
memuriyetlerinde çalışan kadına, erkekden daha az ücret verilmekte ve hala da buna
devam edilmektedir.
Birkaç cümle ile de Komünist alemdeki kadına göz atalım. Bu ülkelerdeki kadının durumu,
Ayrupa’daki kadınların durumundan çok daha beterdir. O nazik eller, o zayıf vücut, ağır
sanayide, gece gündüz vardiya usulü olarak çalıştırılıyor. Erkek, bir fabrikada kadın, bir
fabrikada; yani karı-koca ayrı ayrı fabrikalarda ya da çiftliklerde çalıştırılıyorlar. Çocuk,
bakım yuvasına bırakılmış, üçünün bir araya gelmesi büyük mesele.
Çünkü erkek eve geliyor kadın yok, kadın eve geliyor erkek yok… Nerededirler, ne yaparlar,
nasıl yaşarlar, bunu arayıp sormalarına da imkan yok, kendilerini de bilmezler. Kadın,
mutfakta bir kap yemek pişirmenin saadetinden çok uzaktır. Çünkü, mutfak yok. Varsa da
üç-beş aileye bir mutfak, dolayısıyla da tadı yok burada hayatın…
Orada kadın, koluna bir bilezik, boynuna bir kolye takmaktan mahrumdur. Çünkü,
mülkiyet yok, para yok…
Yaşama bakımından bir erkek hayatı, fakat vücut ve ruh bakımından kadın olan bu
insanlar, her şeyi unutabilmek ve ızdıraplarını dindirebilmek için derin ve korkunç bir
sefahete atılıyorlar. Fakat iş yine bitmiyor. Esir hayatı, ölünceye kadar devam ediyor.
Böylece, bir makinadan farksız olan kadın için, dünyanın hangi saadetinden dem
vurulabilir. Hem bu kadın ne için çalışıyor, çalıştırılıyor. Para için mi? Ev yapmak için mi?
Eşya için mi? Hayır hayır, hiçbirisi için değil. Çünkü, Komünist memleketlerde mülkiyet
yok, bir mala sahip olmak yok, malı olmayan, malını dilediği gibi harcamayan ve inandığı
yollara veremeyen bir insan için saadet hayaldir. Kim ne derse desin, inanmayınız.
İslâm’ın (şeriatın) kadına verdiği haklan anlatırken, yine yer yer İslâm’ın dışındaki
görüşlerin, kadına verdiği haklardan bahsetmek üzere İslâm’ın kadına verdiği haklara
geçelim.
Evet, bütün dünya, hâlâ yukarıdaki bir nebzecik olsun bahsettiğimiz şekilde kadına hak
verirken, bakın bindörtyüz küsur sene önce İslâmiyet kadına ne haklar vermiş, kadına
bakış açısı nasılmış.
Kadını, asırlardır tokatlamaktan yorulmayan zalim elleri, İslâm havada yakaladı. Bütün
mazlumlarla birlikte kadını da kurtardı. Onun asırlardır örselenen narin vücudunu, iffetin
timsalidir diye nadide kumaşlara sardı. Gözü paradan puldan başka bir şey görmeyen,
daima bunun için birbirini yiyen erkeklerin elindeki altınları, mücevherleri aldı, kadınlara
taktı. Zalim ellerin tutup sürüklediği saçları tüllere bürüdü. Bundan sonra da erkeklere;
“Kadınlarla güzel geçinin” (128) buyurdu.
Resul-ü Ekrem (s.a.v) de: “Sizin en iyiniz, hanımına karşı en iyi olanınızdır” buyurdu. (129)
Çektiği ızdırapların, döktüğü gözyaşlarının mükafatını; “Cennet, anaların ayağı altındadır”
(130) hadisiyle alan kadın, saadeti İslâm dininde buldu. Ana olmanın büyüklüğünü o
zaman anladı.
Bir defasında ashabtan biri ile Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) arasında şöyle bir konuşma geçti:
— Ya Resulallah, insanlar içinde kendine iyi davranmaya en layık olan kimdir?
— Anandır.
— Ondan sonra kimdir?
— Anandır.
— Ondan sonra kimdir?
— Yine anandır.
— Sonra kim gelir?
— Baban. (131)
İşte böylece kadın, layık olduğu değerlere İslâm ile kavuştu. Cemiyet hayatında kadının da
bir yeri olduğunu takdir edemeyenlere İslâm, makul ifadelerle şu gerçeği kabul ettirdi:
Allah Teala, her şeyi çift yarattığını, zürriyetin devamı için her iki cinsin kendine ait
vazifeleri bulunduğunu böylece, cemiyet hayatında, kadının vazgeçilmez bir unsur olduğu
kabul edildi.
Kadını içinde bulunduğu yürekler acısı durumundan kurtardıktan sonra, İslâm’ın ona
lütfettiği maddî ve manevî imkanları sırayla gözden geçirelim:
1 — Kadının insan olduğunu bile düşünmek istemeyen bazı frenkler, onun hayvan mı,
yoksa şeytan mı olduğunu münakaşa ederlerken, İslâm dini gerçeği bunlara şöyle anlattı:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. “(132) “Ey insanlar! Sizibir tek nefisten yaratan, ondan eşini vareden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydanagetiren Rabb’inize hürmetsizlikten sakının. “(133)
2 — Budizm dininin kurucusu Buda, kadını kendi dinine kabul edip etmemekte tereddüt
ederken, Avrupa’da ve bazı memleketlerde kadının bir dini olabileceğini akıllarına
sığdıramayan dindarlar, bu zavallıların mukaddes kitaplara dokunmasını ve okumasını
resmen yasaklarken, İslâm dini emirlerini tebliğde kadın-erkek ayrımı göstermedi.
“Mümin erkekler, Müslüman kadınlar, Müslüman erkekler” gibi ifadelerle onları dinî
bakımdan müsavi tuttu.
İslâm dinine ilk giren Peygamberimizin hanımı Hatice validemizdi. İslâm’ın ulu kitabı
Kur’an-ı Kerim, resmen bir kitapta toplanınca, müminlerin annesi Hz. Hafsa’ya teslim
edildi. Hz. Ebubekir’in hilafetinden Hz. Osman’ın hilafetine kadar yıllarca onun yanında
kaldı.Kadınların ruhu olup olmadığı da, eskilerin bir problemiydi.
Ruhu varsa, acaba kadındakiinsan ruhu muydu, yoksa hayvan ruhu muydu? Kadının da bir dini olabileceğini kabuletmek buna bağlıydı.
İslâm, ruhî ve dinî bakımdan kadınla erkek arasında bir fark bulunmadığını şu ilahî
fermanlarla ilan etti:
“Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler.
Kendilerine zerre kadar zulmedilmez.” (134)
“Kadın, erkek kim inanmış olarak iyi iş yaparsa, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini,
yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz.” (135)
“Rab’leri dualarını kabul etti. Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın
olsun iş yapanın işini boyuna çıkartmam.” (136)
3 — Cemiyet hayatında kadına bir yer vermeyen, onlarla aynı mabette toplanmayı, içtimai
faaliyetleri onlarla beraber yürütmeyi kendilerine hakaret sayanların karşısına çıkan İslâm,
kadınla erkeğin yapacağı faaliyetleri şöyle sıralıyordu:
“Mümin erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiyi emreder, kötülükten
alıkoyarlar, namazlarını kılarlar, zekat verirler, Allah’a ve peygamberine itaat ederler. İşte,
Allah, bunlara rahmet edecektir. Allah, şüphesiz güçlüdür, hakimdir.” (137)
Böylece Kur’an-ı Kerim, kadınla erkeğin birbirlerinin yardımcısı olduğunu, dini irşadı
beraber yapacaklarını, Rablerine beraber ibadet edeceklerini bildiriyordu.
4 — Eski hukuk sistemlerinden bir çoğuna göre kadın, miras haklarından bir çoklarına
sahip değildi. Hammurabi kanunlarında, Brehme kanunlarında, eski İsrailhukukunda ve İslâm’dan evvel Araplar’da durum böyle idi… (138) Kadın, ne babasından nede kocasından miras alabiliyordu. İslâm, kadına yine kol kanat gerdi.
“Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından, erkeklere hisse vardır. Ana babanın ve
yakınların bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Bunlar, az veya çok, belirli bir
hissedir.” (139) ‘
<>İslâm, kadına mülkiyet hakkının yanında ticaret ve tasarruf hakkını da verdi. “Erkeklere><> kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. “(140) ayet-i> kerimesi bunu ortaya koydu. Bu suretle kadın, mal, mülk sahibi olma, kiralama, vakıf,
hibe, alım satım haklarına sahip oldu…
İslâmiyet’i bilmeyen, nüfus kağıdındaki Müslümanlarla ve ikili, birli taksimin
anlaşılmaması ile birlikte İslamiyetin emirlerinin bir kısmını ya da tamamını inkar
etmektedirler. İslâm düşmanlarının, ağızlarında geveledikleri bir konuya temas edelim.
Allah (c.c), Kur’an-ı Kerim’ de; “Erkeğin hissesi, iki kadının hissesi kadardır.” (141)
buyurulmaktadır. Bu ikili, birli taksim İslâm’ın kadını emniyetsiz, yarım bir varlık olarak
telakki ettiğini sananların vehimlerini kuvvetlendirmiştir. Bu mühim hususun sebebini
belirtmeden önce, bugün İslâmî hükümlerin tatbiki sırasında karşısına çıkan müşküllere
tüm olarak ışık tutan bir noktayı zikretmek gerekir.
İslâm alimleri, “İslâm dininin çeşitli sahalarda vazettiği hükümlerden birini veya birkaçını
bağlı bulunduğu sistemlerden çekip alarak müstakilen ve münferiden mütalaa etmek bizi
daima yanıltıyor” diyorlar. Nasıl kolumuzdaki hassas saatin arıza gösteren bir parçasını
çıkarıp takamazsak, bütün dünya hukuk sistemleri karşısında tamamen nev-i şahsına
münhasır İslâm hukukunun, hatta İslâm’ın bütün hükümlerinin meselelerini ancak kendi
sistemi içinde mütalaa edebiliriz.
Sonra mukayese yapmak gerekirse, sistemin tümünü karşısındakilere karşılaştırabiliriz.
Bu, İslâm’dan başka her hukuk sistemi için de söylenebilecek adil bir sözdür. Binaenaleyh,
İslâm’dan ayrı bir hukuk sistemi zihniyetiyle ve İslâm hukuku içinde ki aile müessesesini
etraflıca bilmeden bir erkeğe, iki kadın payı sistemi kavranamaz. Bunlardan başka,
boşama, dört kadına kadar evlenme, tesettür ve zina suçuna tertip edilen ceza esasları,
ibadet hükümleri, muamelatı ve ahlakı da dahil bir “manzume” olarak İslâm’ın tatbik
edilmediği cemiyetlerde zuhur edecek içtimaî dertler, İslâm’dan çekip alınacak münferid
meseleler, hal çareleriyle daima giderilmezse, bundan İslâm dini sorumlu olamaz.
Suçlanamaz da. (142)
A) Kadının kendisinden başka bakmaya mecbur olduğu kimse yoktur.
Eğer evli ise gerekkendisinin, gerek -varsa- çocuklarının her türlü ihtiyacını temin etrnek kocasının
vazifesidir. Üstelik kadın, evlenirken mehir alacak ve adete göre birçok hediyelere de sahip
olacaktır. Kendi payının iki katını alan kardeşine gelince: O, ya evlidir ya da evlenecektir.
Her iki halde de, kendisinden başka en çok zevcesine mükelleftir. Evleneceği sırada ayrıca
mehir verecek, masraf da edecektir. Evli kadın, sahip olduğu malı - nafakanın kocaya ait
olması hesabıyla- eksiltmeyecek, hatta İslâm hukukunun verdiği salahiyetle onu işleyerek
artırabilecektir. Erkek kardeş ise, babadan aldığı mirası çoluk çocuğunun nafakasına
harcamakla bitirecektir.
Kaldı ki, bekar kız, babasından aldığı mirasla geçinemeyecek durumda ise, erkek kardeş
ona yardım etmeye mecburdur.
B) Kadın, eğer kocasından miras alıyorsa durum yine aynıdır. Dul kalacaksa tek başına bir
insandır, kocasindan ve ekseriyetle ebeveyninden alacağı mirasla geçinebilir. Eğer tekrar
evlenecekse, bu sefer nafaka kocaya aittir.
Görülüyor ki, bu sistemde mükellefiyete büyük yer verilmiştir. O halde, mutlak eşitlik
çığırtkanlarının iddia ettikleri zulüm nerede? Şüphe yok ki, mesele ne temayüller, ne de
iddia meselesidir. Sadece hesap meselesidir. Kadın, bir topluluk,olarak, sadece kendine
sarfetmek için, veraset yoluyla intikal eden servetin üçte birini alır. Erkek ise, ilk önce,
kadına, sonra aile ve çocuklarına sarfetmek için miras servetinin üçte ikisini alır. Hesap ve
rakamlar mantığı ile düşünüldüğü zaman iki taraftan hangisine daha fazla isabet eder?
Bütün servetlerini kendi şahıslarına harcayan, ne evlenen ne de bir aile kuran bazı
erkeklerin bulunması gibi kaide dışı haller varsa bunlar nadir örneklerdir. Bunlar dahi
ellerindeki servetin çoğunu gayri meşru yoldan yine kadınlara sarfederler. Fıtrî olan
hareket, erkeğin servetini, gayri meşru yollara değil, içinde kadın bulunan bir aileyi
kurmaya harcamasıdır ki, o kadın da onun zevcesidir. O vakit, erkek kadına, kendi
tarafından gönüllü bir hareket olarak değil, sorumluluğunu gerektiren bir vazife olarak
harcar. Her ne kadar kadının özel serveti olsa dahi, erkeğin ondan birşey alması kat’i
suretle doğru değildir. Sanki kadın hiçbir şeye malik değilmiş gibi itibar olunur ve ona
bakmak erkeğin vazifesidir. Erkek harcamaktan vazgeçtiği veya sahip bulunduğu mali
durumuna nisbetle sarfiyatta cimrilik ettiği zaman, kadının erkeği şikayet etmesi hakkıdır.
Bu durum karşısında şeriat kadının lehine olarak ya nafaka veya ayrılma ile hükmeder. Bu
izahlardan sonra, servetin mecmuundan kadının nail olduğu hakiki miktarda artık bir
şüphe kaldı mı?
Kadının mükellef olmadığı vazifelerle mükellef olan erkeğin mirastan, iki kadının hissesi
kadar hisse alması, iktisadi ölçülere göre acaba hakiki bir imtiyaz sayılır mı?
Kaldı ki, bu nisbet, emek sarfetmeksizin miras olarak gelen maldadır. Bu ölçü ise
beşeriyetin bugün ulaşmış olduğu en adil kanununa göre taksim ölçüsüdür. İşte o,
“Herkese ihtiyacı kadar” prensibidir. İhtiyaç ölçüsü ise, yapmakla mükellef olduğu vazife
ve mesuliyetlerin gerektirdiği sarfiyat nisbetidir. Kazanılan mala gelince, ne iş mukabilinde
alınan ücretde, ne ticaret kazancında ve ne de arazi ve benzeri mülklerin akar ve
gelirlerinde kadın ve erkek arasında ayırım yoktur. Çünkü, bu husus, emek ve karşılık
hususunda eşitlik prensibi diye ifade edilen başka bir ölçüye tabidir. O halde İslâm’ın bu
ölçüsünde ne zulüm vardır ne de bir şüphe vardır. Müslümanlardan avamın anladığı ve
kötü niyetli İslâm düşmanlarının dediği gibi bu meselenin aslı, hiçbir vakit, İslâm’da
kadının kıymeti, erkeğin kıymetinin yarısıdır, şeklinde değildir. (143)
Dünyanın medeniyet (!) beşiği Amerika’da, kadına mülk ve tasarruf hakları 20. asırda
verildi. Fransız kadını, bu mevzuda, kocasının izni olmadan harcama yapma hakkına hâlâ
kavuşamamıştır. (144)
5 — Evlendirilirken fikri bile sorulmayan zavallı kadın, erkeğin tıpkı bir kölesi gibiydi. Bir
mal, bir meta gibi alınıp satılıyordu.
Kadının şahsiyetine hiç değer vermeyen bu tatbikatı İslâm iptal etti. Resulullah (s.a.v)
şöyle buyuruyordu: “Dul kadın, kendisine velisinden daha fazla sahip ve maliktir.
Binaenaleyh onun bu mevzudaki kanaati açıkça alınmadan nikah yapılmaz. Evlenmemiş
bir kızın da izni sorulmadan nikah kıyılmaz. Fikri sorulduğu zaman onun susması da izni
sayılır.“ (145) Demek ki, kadın, istemediği bir adamla evlendirilmeyecektir.
Evlilik gibi hayatî bir mevzuda kabalığın, zorbalığın değil, sevgi, karşılıklı anlayış ve
huzurun esas olduğunu Kur’an-ı Kerim şöyle açıklıyordu: “Birden fazla evlenmek
isteyenlere “adalet” şartını koştu.” Bu, yerine getirilmesi çok zor bir şarttı. Adalet
gözetemeyecekse bir hanımla yetinecekti.
(124) İslâm Ahlakı Ders Notları - Yaşar Kandemir.
(125) İslâm’ın Etrafındaki Şüpheler - Prof. Dr. Muhammed Kutub.
(126) Aynı eser.
(127) İslâm’ın Etrafındaki Şüpheler - Prof. Dr. Muhammed Kutup.
(128) Nisa: 19.
(129) Tirmizi.
(130) Feyz-ul-Kadir: 111-316.
(131) Buhari, Edep, 2.
(132) Hucurat: 13.
( 133) Nisa: 1.
(134) Nisa: 124.
(135)Nahl: 97.
(136)Al-i İmran: 195.
(137)Tevbe:71.125
(138) İslâm Ahlakı Ders Notları - Yaşar Kandemir.
(139) Nisa: 7.
(140) Nisa: 32.
(141) Nisa: 11.
(142) İslâm’da Kadın - Bekir Topaloğlu.
(143) İslâm’ın Etrafındaki Şüpheler - Prof. Dr. Muhammed Kutub.
(144) İslâm Ahlakı Ders Notlan - Yaşar Kandemir.
Emine ŞEnlikoglu.
SORU: İslâm, kadına niçin hak vermiyor? Erkeğin yanında niçin ikinci sınıf
muamelesi görüyor? İkisinin eşit olması lazım değil miydi? Mesela, niçin
erkeğe iki miras, kadına bir miras veriliyor? Niçin şahitlikte iki kadın bir
erkeğin yerini tutuyor? Niçin erkek dörde kadar evlenebiliyor?
CEVAP: Bütün bu soruları İslâmiyet hakkında bilgisi olmayanlar soruyor. İslâmiyet’i bir
öğrenseler hayretlerinden akılları duracak ve sormayacaklar. Bir de bunlara, radyo,
televizyon, gazete ve dergilerin İslâmiyet’i kötülemeleri eklenince tamamen İslâm’a
düşman kesiliyorlar.
Hemen şunu söyleyelim ki, İslâmiyet değil kadını korumamak (hak vermemek) hayvanları
dahi korumuş, onlara ağır yük vurmak ve aç bırakmak suretiyle eziyet eden kimselere
dünya ve ahirette ceza vermiştir. Yani İslâm hukukunda hayvanlara eza, cefa edenlere ceza
vardır. Bu hususta bir hadis-i şerifi nakledelim.
“Peygamberimiz (s.a.v), Ensardan bir adamın bahçesine girdi. Orada bir deve
bulunuyordu. Deve peygamberimizi görünce inledi ve gözlerinden yaş geldi.
Peygamberimiz (s.a.v), deveye yaklaşıp (şefkat ve merhametinden) hörgücünü ve kulak
arkasını okşadı. Deve, sesini kesti. Sonra Resul-ü Ekrem (s.a.v);
— Bu deve kimindir, buyurdular? Ensardan bir genç:
— Benim ya Rasulallah, dedi. Resul-ü Ekrem:
— Allah’ın sana emanet ettiği bu deve hakkında Allah’tan korkuyor musun?.. Bak deve
senin onun aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikayet ediyor. (123)
Hayvanın hakkını
veren İslâmiyet’in kadına verdiği haklara geçmeden, dünyanın ve yüzelli, ikiyüz sene
öncesine kadar Avrupa’nın kadına bakış açısına bir bakalım.
İslâmiyet’in geldiği çağda kadın, yeryüzündeki hemen bütün milletlerde aşağılık bir
mahluk olarak kabul ediliyor, zelil, hakir ve esir bir durumda bulunuyordu. Eski Hint
hukukuna göre kadın, evlenme, miras ve diğer muamelelerde hiçbir hakka sahip değildi.
Kadının murdar temayüllere, zayıf karaktere ve kötü bir ahlaka sahip olduğu kabul
ediliyordu. Budizm’in kurucusu Buda, önceleri kadınları dinine kabul etmiyordu. Nihayet
bir çok tereddütten sonra kadınları dinine kabul etmiş fakat bunun Budist toplumu için
çok tehlikeli olduğunu söylemiştir.
İsrail hukukuna göre kızlar, babalarının evinde bile hizmetçi gibidirler. Baba onları
satabilir. Boşanma hakkı keyfi bir surette kocaya aittir. Kızlar, ancak başka bir varis
bulunmadığı taktirde babalarının miraslarına nail olabilirler.
(123) Riyaz-üs-Salihin
“İran’da, Sasani devletinde, kız kardeşle evlenmek caizdi. Hatta bu teşvik edilirdi. Kan
hısımlığının, kız kardeş ve annelerin saygıya değer hiçbir hususiyetleri yoktur.”
Şimdi, bunu okuyunca ne kadar irkildin değil mi? Hem de çok tiksinerek irkilmişsindir. Ve
kendi kendine; “Bu insanlar eskiden ne kadar vahşi ve adi imiş” demişsindir. Halbuki, bu
olaylar 1450 sene önce olmuştur. Ya şimdiki olanlara ne dersin? Geçen sene, İsviçre’de,
“Kız kardeşlerle evlenilebilir” diye kanun çıkarttılar. “Erkek, erkekle evlenebilir” diye de
kanun çıkardılar. Hatta daha da kötüsü var. İnsan, yazmaktan haya ediyor. Ama, ibret
olsun diye yazayım. Gazetelerin birinde okumuştum; ya Amerika’da ya da İngiltere’de,
kadının biri köpekle evleniyor. Belediyede nikah kıyılırken dostları tebrik etmeye
geliyorlar. İnsanın avazının çıktığı yere kadar bağırası geliyor:
“NERDESİN BİN DÖRTYÜZ SENE ÖNCESİ CAHİLİYYET DEVRİ, GEL…
GEL…”
Yirminci asırdan sen daha iyiydin. Bu kadar vahşilik, adilik, hayasızlık olur ma Ya Rabbi!…
Yunan ve Roma’da kadın, hiçbir şahsiyete ve hakka sahip değildi. Eflatun’a göre, kadın,
orta malı gibi elden ele gezmeli imiş. Çinliler’de kadın, insan sayılmaz, ona isim bile
takılmazmış.
İngiltere’de, milattan sonra beşinci asırdan, onbirinci asra kadar, kocalar, kanlarını
satabilirlerdi. İlk günahın işlenmesine sebep olan ve böylece insanlığın felaketini
hazırlayanın bir kadın (Havva validemiz) olduğuna inanan karamsar Hristiyan milletler,
kadına daim bir “Şeytan” nazarı ile bakmışlardır. İngiltere’de kadın, murdar bir mahluk
sayıldığından İncil’e el süremezdi. Bu vaziyet ancak Kral VIII. Hanri’nin (1509-1547)
devrinde parlamentodan çıkan bir kararla sona erdi. Bu karara göre kadınlar, İncil
okuyabileceklerdi. (124)
Vaktiyle Avrupa’da ve bütün dünyada, kadınlar, hesaba katılmayan bir sürü idi. Alimler ve
filozoflar, kadın hakkında şöyle münakaşa ediyorlardı:
Kadının ruhu var mıdır? Yoksa o ruhsuz bir yaratık mıdır? Eğer ruhu varsa, acaba o insan
ruhu mudur, yoksa hayvan ruhu mudur? Onun ruhunun insan ruhu farz edildiği taktirde, o
zaman onun erkeğe nisbetle insanî ve içtimaî durumu kölenin durumu gibi midir, yoksa o
köleden biraz daha yüksek bir yaratık mıdır? Hatta Yunan’da ve Roma imparatorluğunda
kadının sosyal ve haysiyetli bir mevkiye sahip olduğu kısa devrelerde bile bu durum, ancak
şahsi sıfatları sebebiyle mahdut kadınlara veya meclislerin süsü, aralarında övünme ve
gösteriş vesilesi olarak onları teşhir etmeye meraklı zengin ve müsriflerin israf ve lüks
vasıtalarından bir vasıta olmaları hasebiyle başkentin kadınlarına has bir durumdu.
Lakin buna rağmen kadın, erkeğin gönlüne sevdirdiği şehvetlerden sarfı nazar ile kendi
kişiliği içinde, kendine has bir haysiyete sahip olmaya layık ve insani bir mahluk gibi hiçbir
zaman hakiki ihtiram mevkiine yükselemedi. Böylece bu durum Avrupa’da kölelik ve
derebeylik devirlerinde de devam etti.
O devirlerde kadın, cehalet içine gömülmüş olduğu halde, bazen şehvet ve lüks oyuncağı
olarak kullanılır, bazen de yiyen, içen, gebe olan, doğuran, hayvanlar gibi geceli gündüzlü
çalışan, ihmale uğramış bir yaratık olarak kendi haline terkedilirdi. Hatta bu durum Sanayi
İhtilali gelip çatıncaya kadar devam etti.
Sanayinin gelişmesi ile Avrupalı kadına isabet eden felaket, geçmiş tarihinde isabet
edenden daha da kötü
Teknik ve sanayi hareketi, kadınları ve çocukları çalıştırdı. Aile rabıtalarını parçaladı ve
ailenin kuruluş düzenini bozdu. Lakin çalışmasından, haysiyetinden, ruhi ve maddî
ihtiyaçlarından en fazla karşılık ödeyen sadece kadındı. Hatta kadın, evli, aynı zamanda
anne olsa kendisini beslemesi için çalışmaya mecburdu.
Başka bir yönde de, fabrikalar kadını en kötü bir şekilde istismar etti. Böylece onu saatlerce
çalıştırdılar ve aynı fabrikada aynı işi yapan erkeğe daha fazla ücret verdiler. (126)
Birinci Cihan Harbi koptu. Bu savaşta, Avrupa ve Amerika gençliğinden on milyon insan
ölüp gitti. Kadın, bütün çirkinliğiyle beraber çalışma kasvetiyle yüz yüze geldi. Milyonlarca
kocasız kadın vardı. Bunların kocaları ölmüş, yahut harpte yaralandığından çalışamaz
duruma gelmişti. Veyahut, korku, gürültü, zehirli ve boğucu gazlar sebebiyle sinirleri
bozulmuş, deli olmuşlardı. Bir kısmı da dört senelik hapisten sonra asabını dinlendirmek
ve biraz yaşamak isteğiyle çalışmak, yorulmak ve tahammül isteyen, evlenme ve evlilik
hayatı yaşamaktan kaçıyordu. Bir başka yönden, orada harbin tahrip ettiklerini tamir ve
fabrikaların çalışmasını eski haline koymaya kafi gelecek miktarda çalışan erkek eli
olmadığı için, kadının çalışması bir zaruret halini aldı. Çünkü, çalışmadığı taktirde bizzat
kendisi ve bakmağa mecbur olduğu çocuklar ve ihtiyarlar açlık tehlikesine maruz
kalacaklardı. Kadın, çalışınca da ahlakından vazgeçmek zorunda idi. Çünkü, o gün için
kadının namuslu olması, ekmeğine mani bir kayıt durumunda idi. Zira, fabrikatör ve onun
adamları sadece çalışan el istemiyorlardı. Onlar, bu durumu bulunmaz bir fırsat telakki
ederek hareket ediyorlar, böylece peşinde koştukları kuşlar, aç olarak -tane toplamak içinkendiliğinden
yere düşüyorlardı. Artık onların, bunları avlamasına ne mani olabilirdi?
Acaba vicdan mı? Ne gezer, mademki zaruretleri için sevgiyle kendini peşkeş çekecek bir
kadın vardır, o halde iş isteyenlerden ancak kendini teslim edenlere iş verme zihniyeti
hakim olmalıydı ve öyle oldu. Kadın, isteyenlere kendini teslim ederek fabrika ve
ticarethanelerde çalışmakla şu veya bu yolla arzularını tatmin etme mecburiyetinde
bırakıldı. Lakin onun esas meselesi bu sefer daha çok alevlendi. Kadının çalışmaya olan
ihtiyacını fabrikalar istismar etti ve hiçbir akıl ve vicdanın hoş görmeyeceği zalimce
muamelesine devam etti.
Kadına, aynı yerde ve aynı işte çalışan erkeğin ücretinden daha az ücret veriliyordu. Kadına
ait ne kaldı ki, o kendini, kadınlık gururunu ve haysiyetini harcadı. Aralarında varlığını
hissettiği, hayatına kattığı, böylece saadet ve gurur duyduğu aile ve çocuklarına olan tabiî
ihtiyacından bile mahrum bırakıldı. Buna mukabil en basit ve bedahetle kabul ettiği tabii
hakkı olan “Ücrette erkeğe eşitlik hakkı”nı alabildi mi? Avrupalı erkek kolay kolay
hakimiyetinden vazgeçmedi. O halde bu çatışmada kullanmaya elverişli silahları
kullanmak gerekiyordu. Kadın, grevleri, gösterileri, toplantı ve kongrelerdeki konuşmaları
ve basını hedefine ulaşmak için birer vasıta olarak kullandı. Sonra kendisine yapılmakta
olan zulmü menbaından kesmek için, mutlaka kanun yapma yetkisinde erkeğe iştirak
etmesi lazım geldiğini anladı. İlk önce seçme hakkını talep etti. Sonra bunun arkasından
gelen parlamentoda temsil hakkını talep etti. Çünkü o erkeğin yaptığı işin aynısını
yapıyordu. Onun mantıkî bir sonucu olarak, mademki, her ikisi de aynı yolda
hazırlanmışlar ve birtek öğrenim yapmışlar o halde, erkek gibi devlet memuriyetlerine
girmeye hak iddia etmeliydiler. Bu, Avrupa’da kadının haklarını elde etmek için yaptığı
mücadelenin hikayesidir…
Orada, kadın hakları konusundaki her adım, erkek istesin istemesin bir diğer karşıt adımı
hazırladı. Böylece dizgini elinden kaçırmış ve çözülmelerle çökmüş olan bu toplumda
bizzat kadın dahi artık kendi işine kendisi malik değildi. (127)
Bütün bunlara rağmen, demokrasinin beşiği olarak kabul ettikleri İngiltere’de, devlet
memuriyetlerinde çalışan kadına, erkekden daha az ücret verilmekte ve hala da buna
devam edilmektedir.
Birkaç cümle ile de Komünist alemdeki kadına göz atalım. Bu ülkelerdeki kadının durumu,
Ayrupa’daki kadınların durumundan çok daha beterdir. O nazik eller, o zayıf vücut, ağır
sanayide, gece gündüz vardiya usulü olarak çalıştırılıyor. Erkek, bir fabrikada kadın, bir
fabrikada; yani karı-koca ayrı ayrı fabrikalarda ya da çiftliklerde çalıştırılıyorlar. Çocuk,
bakım yuvasına bırakılmış, üçünün bir araya gelmesi büyük mesele.
Çünkü erkek eve geliyor kadın yok, kadın eve geliyor erkek yok… Nerededirler, ne yaparlar,
nasıl yaşarlar, bunu arayıp sormalarına da imkan yok, kendilerini de bilmezler. Kadın,
mutfakta bir kap yemek pişirmenin saadetinden çok uzaktır. Çünkü, mutfak yok. Varsa da
üç-beş aileye bir mutfak, dolayısıyla da tadı yok burada hayatın…
Orada kadın, koluna bir bilezik, boynuna bir kolye takmaktan mahrumdur. Çünkü,
mülkiyet yok, para yok…
Yaşama bakımından bir erkek hayatı, fakat vücut ve ruh bakımından kadın olan bu
insanlar, her şeyi unutabilmek ve ızdıraplarını dindirebilmek için derin ve korkunç bir
sefahete atılıyorlar. Fakat iş yine bitmiyor. Esir hayatı, ölünceye kadar devam ediyor.
Böylece, bir makinadan farksız olan kadın için, dünyanın hangi saadetinden dem
vurulabilir. Hem bu kadın ne için çalışıyor, çalıştırılıyor. Para için mi? Ev yapmak için mi?
Eşya için mi? Hayır hayır, hiçbirisi için değil. Çünkü, Komünist memleketlerde mülkiyet
yok, bir mala sahip olmak yok, malı olmayan, malını dilediği gibi harcamayan ve inandığı
yollara veremeyen bir insan için saadet hayaldir. Kim ne derse desin, inanmayınız.
İslâm’ın (şeriatın) kadına verdiği haklan anlatırken, yine yer yer İslâm’ın dışındaki
görüşlerin, kadına verdiği haklardan bahsetmek üzere İslâm’ın kadına verdiği haklara
geçelim.
Evet, bütün dünya, hâlâ yukarıdaki bir nebzecik olsun bahsettiğimiz şekilde kadına hak
verirken, bakın bindörtyüz küsur sene önce İslâmiyet kadına ne haklar vermiş, kadına
bakış açısı nasılmış.
Kadını, asırlardır tokatlamaktan yorulmayan zalim elleri, İslâm havada yakaladı. Bütün
mazlumlarla birlikte kadını da kurtardı. Onun asırlardır örselenen narin vücudunu, iffetin
timsalidir diye nadide kumaşlara sardı. Gözü paradan puldan başka bir şey görmeyen,
daima bunun için birbirini yiyen erkeklerin elindeki altınları, mücevherleri aldı, kadınlara
taktı. Zalim ellerin tutup sürüklediği saçları tüllere bürüdü. Bundan sonra da erkeklere;
“Kadınlarla güzel geçinin” (128) buyurdu.
Resul-ü Ekrem (s.a.v) de: “Sizin en iyiniz, hanımına karşı en iyi olanınızdır” buyurdu. (129)
Çektiği ızdırapların, döktüğü gözyaşlarının mükafatını; “Cennet, anaların ayağı altındadır”
(130) hadisiyle alan kadın, saadeti İslâm dininde buldu. Ana olmanın büyüklüğünü o
zaman anladı.
Bir defasında ashabtan biri ile Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) arasında şöyle bir konuşma geçti:
— Ya Resulallah, insanlar içinde kendine iyi davranmaya en layık olan kimdir?
— Anandır.
— Ondan sonra kimdir?
— Anandır.
— Ondan sonra kimdir?
— Yine anandır.
— Sonra kim gelir?
— Baban. (131)
İşte böylece kadın, layık olduğu değerlere İslâm ile kavuştu. Cemiyet hayatında kadının da
bir yeri olduğunu takdir edemeyenlere İslâm, makul ifadelerle şu gerçeği kabul ettirdi:
Allah Teala, her şeyi çift yarattığını, zürriyetin devamı için her iki cinsin kendine ait
vazifeleri bulunduğunu böylece, cemiyet hayatında, kadının vazgeçilmez bir unsur olduğu
kabul edildi.
Kadını içinde bulunduğu yürekler acısı durumundan kurtardıktan sonra, İslâm’ın ona
lütfettiği maddî ve manevî imkanları sırayla gözden geçirelim:
1 — Kadının insan olduğunu bile düşünmek istemeyen bazı frenkler, onun hayvan mı,
yoksa şeytan mı olduğunu münakaşa ederlerken, İslâm dini gerçeği bunlara şöyle anlattı:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. “(132) “Ey insanlar! Sizibir tek nefisten yaratan, ondan eşini vareden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydanagetiren Rabb’inize hürmetsizlikten sakının. “(133)
2 — Budizm dininin kurucusu Buda, kadını kendi dinine kabul edip etmemekte tereddüt
ederken, Avrupa’da ve bazı memleketlerde kadının bir dini olabileceğini akıllarına
sığdıramayan dindarlar, bu zavallıların mukaddes kitaplara dokunmasını ve okumasını
resmen yasaklarken, İslâm dini emirlerini tebliğde kadın-erkek ayrımı göstermedi.
“Mümin erkekler, Müslüman kadınlar, Müslüman erkekler” gibi ifadelerle onları dinî
bakımdan müsavi tuttu.
İslâm dinine ilk giren Peygamberimizin hanımı Hatice validemizdi. İslâm’ın ulu kitabı
Kur’an-ı Kerim, resmen bir kitapta toplanınca, müminlerin annesi Hz. Hafsa’ya teslim
edildi. Hz. Ebubekir’in hilafetinden Hz. Osman’ın hilafetine kadar yıllarca onun yanında
kaldı.Kadınların ruhu olup olmadığı da, eskilerin bir problemiydi.
Ruhu varsa, acaba kadındakiinsan ruhu muydu, yoksa hayvan ruhu muydu? Kadının da bir dini olabileceğini kabuletmek buna bağlıydı.
İslâm, ruhî ve dinî bakımdan kadınla erkek arasında bir fark bulunmadığını şu ilahî
fermanlarla ilan etti:
“Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler.
Kendilerine zerre kadar zulmedilmez.” (134)
“Kadın, erkek kim inanmış olarak iyi iş yaparsa, ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini,
yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz.” (135)
“Rab’leri dualarını kabul etti. Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın
olsun iş yapanın işini boyuna çıkartmam.” (136)
3 — Cemiyet hayatında kadına bir yer vermeyen, onlarla aynı mabette toplanmayı, içtimai
faaliyetleri onlarla beraber yürütmeyi kendilerine hakaret sayanların karşısına çıkan İslâm,
kadınla erkeğin yapacağı faaliyetleri şöyle sıralıyordu:
“Mümin erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiyi emreder, kötülükten
alıkoyarlar, namazlarını kılarlar, zekat verirler, Allah’a ve peygamberine itaat ederler. İşte,
Allah, bunlara rahmet edecektir. Allah, şüphesiz güçlüdür, hakimdir.” (137)
Böylece Kur’an-ı Kerim, kadınla erkeğin birbirlerinin yardımcısı olduğunu, dini irşadı
beraber yapacaklarını, Rablerine beraber ibadet edeceklerini bildiriyordu.
4 — Eski hukuk sistemlerinden bir çoğuna göre kadın, miras haklarından bir çoklarına
sahip değildi. Hammurabi kanunlarında, Brehme kanunlarında, eski İsrailhukukunda ve İslâm’dan evvel Araplar’da durum böyle idi… (138) Kadın, ne babasından nede kocasından miras alabiliyordu. İslâm, kadına yine kol kanat gerdi.
“Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından, erkeklere hisse vardır. Ana babanın ve
yakınların bıraktıklarından kadınlara da hisse vardır. Bunlar, az veya çok, belirli bir
hissedir.” (139) ‘
<>İslâm, kadına mülkiyet hakkının yanında ticaret ve tasarruf hakkını da verdi. “Erkeklere><> kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. “(140) ayet-i> kerimesi bunu ortaya koydu. Bu suretle kadın, mal, mülk sahibi olma, kiralama, vakıf,
hibe, alım satım haklarına sahip oldu…
İslâmiyet’i bilmeyen, nüfus kağıdındaki Müslümanlarla ve ikili, birli taksimin
anlaşılmaması ile birlikte İslamiyetin emirlerinin bir kısmını ya da tamamını inkar
etmektedirler. İslâm düşmanlarının, ağızlarında geveledikleri bir konuya temas edelim.
Allah (c.c), Kur’an-ı Kerim’ de; “Erkeğin hissesi, iki kadının hissesi kadardır.” (141)
buyurulmaktadır. Bu ikili, birli taksim İslâm’ın kadını emniyetsiz, yarım bir varlık olarak
telakki ettiğini sananların vehimlerini kuvvetlendirmiştir. Bu mühim hususun sebebini
belirtmeden önce, bugün İslâmî hükümlerin tatbiki sırasında karşısına çıkan müşküllere
tüm olarak ışık tutan bir noktayı zikretmek gerekir.
İslâm alimleri, “İslâm dininin çeşitli sahalarda vazettiği hükümlerden birini veya birkaçını
bağlı bulunduğu sistemlerden çekip alarak müstakilen ve münferiden mütalaa etmek bizi
daima yanıltıyor” diyorlar. Nasıl kolumuzdaki hassas saatin arıza gösteren bir parçasını
çıkarıp takamazsak, bütün dünya hukuk sistemleri karşısında tamamen nev-i şahsına
münhasır İslâm hukukunun, hatta İslâm’ın bütün hükümlerinin meselelerini ancak kendi
sistemi içinde mütalaa edebiliriz.
Sonra mukayese yapmak gerekirse, sistemin tümünü karşısındakilere karşılaştırabiliriz.
Bu, İslâm’dan başka her hukuk sistemi için de söylenebilecek adil bir sözdür. Binaenaleyh,
İslâm’dan ayrı bir hukuk sistemi zihniyetiyle ve İslâm hukuku içinde ki aile müessesesini
etraflıca bilmeden bir erkeğe, iki kadın payı sistemi kavranamaz. Bunlardan başka,
boşama, dört kadına kadar evlenme, tesettür ve zina suçuna tertip edilen ceza esasları,
ibadet hükümleri, muamelatı ve ahlakı da dahil bir “manzume” olarak İslâm’ın tatbik
edilmediği cemiyetlerde zuhur edecek içtimaî dertler, İslâm’dan çekip alınacak münferid
meseleler, hal çareleriyle daima giderilmezse, bundan İslâm dini sorumlu olamaz.
Suçlanamaz da. (142)
A) Kadının kendisinden başka bakmaya mecbur olduğu kimse yoktur.
Eğer evli ise gerekkendisinin, gerek -varsa- çocuklarının her türlü ihtiyacını temin etrnek kocasının
vazifesidir. Üstelik kadın, evlenirken mehir alacak ve adete göre birçok hediyelere de sahip
olacaktır. Kendi payının iki katını alan kardeşine gelince: O, ya evlidir ya da evlenecektir.
Her iki halde de, kendisinden başka en çok zevcesine mükelleftir. Evleneceği sırada ayrıca
mehir verecek, masraf da edecektir. Evli kadın, sahip olduğu malı - nafakanın kocaya ait
olması hesabıyla- eksiltmeyecek, hatta İslâm hukukunun verdiği salahiyetle onu işleyerek
artırabilecektir. Erkek kardeş ise, babadan aldığı mirası çoluk çocuğunun nafakasına
harcamakla bitirecektir.
Kaldı ki, bekar kız, babasından aldığı mirasla geçinemeyecek durumda ise, erkek kardeş
ona yardım etmeye mecburdur.
B) Kadın, eğer kocasından miras alıyorsa durum yine aynıdır. Dul kalacaksa tek başına bir
insandır, kocasindan ve ekseriyetle ebeveyninden alacağı mirasla geçinebilir. Eğer tekrar
evlenecekse, bu sefer nafaka kocaya aittir.
Görülüyor ki, bu sistemde mükellefiyete büyük yer verilmiştir. O halde, mutlak eşitlik
çığırtkanlarının iddia ettikleri zulüm nerede? Şüphe yok ki, mesele ne temayüller, ne de
iddia meselesidir. Sadece hesap meselesidir. Kadın, bir topluluk,olarak, sadece kendine
sarfetmek için, veraset yoluyla intikal eden servetin üçte birini alır. Erkek ise, ilk önce,
kadına, sonra aile ve çocuklarına sarfetmek için miras servetinin üçte ikisini alır. Hesap ve
rakamlar mantığı ile düşünüldüğü zaman iki taraftan hangisine daha fazla isabet eder?
Bütün servetlerini kendi şahıslarına harcayan, ne evlenen ne de bir aile kuran bazı
erkeklerin bulunması gibi kaide dışı haller varsa bunlar nadir örneklerdir. Bunlar dahi
ellerindeki servetin çoğunu gayri meşru yoldan yine kadınlara sarfederler. Fıtrî olan
hareket, erkeğin servetini, gayri meşru yollara değil, içinde kadın bulunan bir aileyi
kurmaya harcamasıdır ki, o kadın da onun zevcesidir. O vakit, erkek kadına, kendi
tarafından gönüllü bir hareket olarak değil, sorumluluğunu gerektiren bir vazife olarak
harcar. Her ne kadar kadının özel serveti olsa dahi, erkeğin ondan birşey alması kat’i
suretle doğru değildir. Sanki kadın hiçbir şeye malik değilmiş gibi itibar olunur ve ona
bakmak erkeğin vazifesidir. Erkek harcamaktan vazgeçtiği veya sahip bulunduğu mali
durumuna nisbetle sarfiyatta cimrilik ettiği zaman, kadının erkeği şikayet etmesi hakkıdır.
Bu durum karşısında şeriat kadının lehine olarak ya nafaka veya ayrılma ile hükmeder. Bu
izahlardan sonra, servetin mecmuundan kadının nail olduğu hakiki miktarda artık bir
şüphe kaldı mı?
Kadının mükellef olmadığı vazifelerle mükellef olan erkeğin mirastan, iki kadının hissesi
kadar hisse alması, iktisadi ölçülere göre acaba hakiki bir imtiyaz sayılır mı?
Kaldı ki, bu nisbet, emek sarfetmeksizin miras olarak gelen maldadır. Bu ölçü ise
beşeriyetin bugün ulaşmış olduğu en adil kanununa göre taksim ölçüsüdür. İşte o,
“Herkese ihtiyacı kadar” prensibidir. İhtiyaç ölçüsü ise, yapmakla mükellef olduğu vazife
ve mesuliyetlerin gerektirdiği sarfiyat nisbetidir. Kazanılan mala gelince, ne iş mukabilinde
alınan ücretde, ne ticaret kazancında ve ne de arazi ve benzeri mülklerin akar ve
gelirlerinde kadın ve erkek arasında ayırım yoktur. Çünkü, bu husus, emek ve karşılık
hususunda eşitlik prensibi diye ifade edilen başka bir ölçüye tabidir. O halde İslâm’ın bu
ölçüsünde ne zulüm vardır ne de bir şüphe vardır. Müslümanlardan avamın anladığı ve
kötü niyetli İslâm düşmanlarının dediği gibi bu meselenin aslı, hiçbir vakit, İslâm’da
kadının kıymeti, erkeğin kıymetinin yarısıdır, şeklinde değildir. (143)
Dünyanın medeniyet (!) beşiği Amerika’da, kadına mülk ve tasarruf hakları 20. asırda
verildi. Fransız kadını, bu mevzuda, kocasının izni olmadan harcama yapma hakkına hâlâ
kavuşamamıştır. (144)
5 — Evlendirilirken fikri bile sorulmayan zavallı kadın, erkeğin tıpkı bir kölesi gibiydi. Bir
mal, bir meta gibi alınıp satılıyordu.
Kadının şahsiyetine hiç değer vermeyen bu tatbikatı İslâm iptal etti. Resulullah (s.a.v)
şöyle buyuruyordu: “Dul kadın, kendisine velisinden daha fazla sahip ve maliktir.
Binaenaleyh onun bu mevzudaki kanaati açıkça alınmadan nikah yapılmaz. Evlenmemiş
bir kızın da izni sorulmadan nikah kıyılmaz. Fikri sorulduğu zaman onun susması da izni
sayılır.“ (145) Demek ki, kadın, istemediği bir adamla evlendirilmeyecektir.
Evlilik gibi hayatî bir mevzuda kabalığın, zorbalığın değil, sevgi, karşılıklı anlayış ve
huzurun esas olduğunu Kur’an-ı Kerim şöyle açıklıyordu: “Birden fazla evlenmek
isteyenlere “adalet” şartını koştu.” Bu, yerine getirilmesi çok zor bir şarttı. Adalet
gözetemeyecekse bir hanımla yetinecekti.
(124) İslâm Ahlakı Ders Notları - Yaşar Kandemir.
(125) İslâm’ın Etrafındaki Şüpheler - Prof. Dr. Muhammed Kutub.
(126) Aynı eser.
(127) İslâm’ın Etrafındaki Şüpheler - Prof. Dr. Muhammed Kutup.
(128) Nisa: 19.
(129) Tirmizi.
(130) Feyz-ul-Kadir: 111-316.
(131) Buhari, Edep, 2.
(132) Hucurat: 13.
( 133) Nisa: 1.
(134) Nisa: 124.
(135)Nahl: 97.
(136)Al-i İmran: 195.
(137)Tevbe:71.125
(138) İslâm Ahlakı Ders Notları - Yaşar Kandemir.
(139) Nisa: 7.
(140) Nisa: 32.
(141) Nisa: 11.
(142) İslâm’da Kadın - Bekir Topaloğlu.
(143) İslâm’ın Etrafındaki Şüpheler - Prof. Dr. Muhammed Kutub.
(144) İslâm Ahlakı Ders Notlan - Yaşar Kandemir.
Emine ŞEnlikoglu.