Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
İSLÂMDA DÜNYA ve AHİRET DENGESİ
Bizi yoktan var eden ve yaşatan Allah'tır. Yüce Allah; Vücudumuzu, gören gözler, işiten kulaklar ve konuşan dil gibi mükemmel organlarla donattı. Diğer canlılardan farklı olarak bize akıl verdi ve varlıklar arasında seçkin bir duruma yükseltti. Bunlardan başka, yaşayabilmemiz için teneffüs ettiğimiz havadan, içtiğimiz suya kadar sayısız nimetler verdi.
Ayrıca bizi yalnız bırakmadı, Peygamberler ve kitaplar göndererek dünyada ve ahirette mutlu olmanın yollarını gösterdi. Bütün bu iyiliklere karşılık Allah bizden kendisini tanımamızı ve ona ibadet etmemizi istemektedir.
Öyle ise, bizi yoktan var eden ve sayılamayacak kadar nimetler veren Yüce Allah'a karşı teşekkür etmek ve emrettiği ibadetleri seve seve yapmak gerekir.
Yaradılışımızın gayesi Allah'ı tanımak ve ona ibadet etmektir.
Gaye olarak Allah (c.c)’a ibadet etmeyi belirleyen Kur’an, dünyayı bu gayenin gerçekleşeceği mekan olarak seçmiştir.[1] Dünyanın geçiciliğini şu ayette olduğu gibi vurgulamak suretiyle; dünyanın ahiret için bir yatırım yeri olduğunu belirtmiştir:
“Bu dünya hayatı, bir oyundan, eğlenceden ve geçici bir zevkten başka birşey değildir; ama ahiret hayatı Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için çok daha güzeldir. Öyleyse aklınızı kullanmaz mısınız?”[2]
İnsanlar, ebedi olan alemde güzel bir yer edinebilmek için bu dünyada denenmektedirler. Dünya hayatı, ahiret için bir hazırlık dönemidir, insanlık için bir imtihan salonu ve geçici bir misafirhanedir. Dünya sonlu ve yok olucu; ahiret ise kalıcı ve sonsuzdur. Ahireti hedefleyen kimse dünyayı da elde eder, ama gayesi yalnızca dünya olan kimsenin ahirette alacağı hiçbir şey yoktur.
İslâm’ın ana hedefi, insanlığın dünya ve ahiret saadetini temin etmektir. İslâm'a göre asıl hayat, ahiret hayatıdır.
İslâm'da dünyanın ihmal edilmemesi, dünyadan alınacak nasibin unutulmaması, ama gerçek hayat olan ahiretin ön plana alınması emredilmektedir.
Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de: “Allah’ın sana verdiğinden(O’nun yolunda harcayarak)ahiret yurdunu ara.Ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” buyurulmaktadır.[3]
Ahiretin ön plana alınması, ahireti kazanmamıza vesile olacağı gibi, dünya hayatımıza bambaşka bir güzellik ve yepyeni bir anlam kazandıracaktır.
Ahiret hayatını, sorguya ve hesaba çekileceğini, yaptıklarından ve söylediklerinden sorumlu tutulacağını bilen kişinin dünya hayatı planlı, programlı ve dengeli olacaktır. Sorumlu ve olgun kişilerin yaşadığı dünya, gerçekten "huzur içinde yaşanacak" dünya olacaktır.
İslâm bir taraftan dünyayı ihmal etmemeyi, diğer taraftan da ahiret hayatı için hazırlıklı olmayı tavsiye etmektedir. Çünkü İslâm’a göre dünyanın da ahiretin de kazanıldığı yer burasıdır.
"Dünya, ahiretin tarlasıdır." [4]
[1]“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat,51/56.)
[2] En’am, 6/32.
[3] Kasas, 28/77.
[4] el-Aclunî, Keşfü’l-hafa, I/412, H. No:1320.
, ahiretini ise düny"Dünyasını ahireti için ası için terk eden kimse, hem dünyası, hem de ahireti için çalışmadıkça sizin hayırlınız olamaz. Zira dünya, ahirete erişmek içindir." [1]
Bu hadis-i şeriflerin apaçık anlamı şudur: Dünya olmadan ahiret olmaz.
Resûlullah (s.a.s.)'ın şahsî hayatına baktığımızda, O'nun, cihanşümul bir peygamber ve de İslâm devletinin başkanı olduğu halde, din ve devlet işlerinin yanı sıra dünya ile ilgili her işi yaptığını; söz gelişi sökük diktiğini, ayakkabı tamir ettiğini, hayvanları otlatıp süt sağdığını, ticaretle uğraştığını, savunma amacıyla hendek kazdığını, mübarek omuzları kanadığı halde cami inşaatı için taş ve kerpiç taşıdığını vs. görürüz. Fakat O, yaptığı iş ne olursa olsun hep itidal prensibine bağlı kalmış, bunun tabiî sonucu olarak da, dünya ile ahiret hayatını ilgilendiren işlerin ifasında, ifrat ve tefrit denen beladan daima uzak olmuştur.
Resûlullah (s.a.s.)'in, dünya hayatını ihmal etme ve üstelik sağlıklarını hiçe sayma pahasına kendilerini nafile ibadete adayıp her gece uyumadan namaz kılmaya, yılın her gününde oruç tutmaya ve evlenmeyerek kadınlardan uzak kalmaya niyet eden ve bu suretle sözde kendi sünnetini yaşamaya özenen kimselere karşı gösterdiği tepki bilinmektedir. O'nun bu tepkisini yansıtan ve bahsi geçen kişilerin yüzlerine karşı söylediği o anlamlı sözler şöyledir:
"Ben, Allah'dan, hepinizden daha çok korkarım, O'ndan hepinizden daha fazla çekinir ve sakınırım. Lakin ben, (nafile) orucu hem tutarım, hem de tutmam, (gece) namazını hem kılarım, hem de kılmam uyurum. Hanımlarla da evlenir (ve birlikte olurum). Kim benim bu sünnetimden yüz çevirir (ve kendine göre bir yol izlemeye kalkarsa), biliniz ki o, benden değildir." [2]
Şüphesiz bu hadis, ilk bakışta Allah ve Resûlü adına dünyamızın, maddî varlığımızı doğrudan ilgilendiren sağlığımız ile fıtrî ve tabiî olan istek, arzu ve ihtiyaçlarımızın ihmal edilmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Ancak onun ifade ettiği ikinci bir husus daha vardır, ki o da dinin, züht ve takva adına zorlaştırılamayacağıdır. Çünkü İslâm, makul ve tabiî bir dindir ve ayrıca O'nda zorlama [3]ve zorlaştırma da yoktur.
Dinde zorluğun olmadığına ve zorlaştırmacı tutum ve davranışlardan uzak durulması gerektiğine dair Resûlullah (s.a.s.)'ın pek çok hadisi vardır. Bu manada Sevgili Peygamberimiz şöyle buyururlar:
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz." [4]
"Ey insanlar, takat getireceğiniz işleri yapın. Zira siz ibadetten usanmadıkça Allah da sevap yazmaktan usanmaz. Allah'a en hoş gelen amel, az da olsa devamlı olanıdır."[5]
Hayat, insana bir gün hesabı verilmek üzere emanet verilmiş bir sermayedir. Dünya tarla, ahiret harman, Cennet ve Cehennem de o harmanın ambarlarıdır. Herkes harmanının konulduğu ambarda olacaktır.
İslâm dininde insanın lüzumsuz sarfedilecek bir dakikası dahi yoktur. Sevgili Peygamberimiz de hadis-i şeriflerinde “İki gününü birbirine eşit geçiren aldanmıştır.” [6] buyurarak bu konuya açıklık getirmiştir.
Enes (r.a.) şöyle anlatır: “Hz. Peygamber, Tebuk’tan döndüğünde Sa’d bin Muaz el-Ensarî kendisini karşıladı. Rasulullah ona: “Bu elinde gördüğüm nedir?” diye sordu. Sa’d: “O kürek ve çapa izidir. Çapa yapıp ailemin nafakasını karşılıyorum.” dedi. Rasulullah, Sa’d’in elini öperek: “Bu, ateş değmeyecek bir eldir.” buyurdu.[7]
İnsan çalışır, dinlenir, eğlenir, yer, içer, uyur ve gezer ama boş vakit geçirmez. Boş zaman, ölü geçen vakit olmamalıdır. Peygamberimiz: “İnsan-ların çoğunluğunun aldandığı iki nimet vardır;sağlık ve boş vakit.” buyurmuştur.[8]
Bütün bu tavsiyeler, zamanın boş geçirilmemesine, en iyi şekilde değerlendirilmesine yönelik uyarılarıdır. Bu itibarla zamanı iyi değerlendirmek, anı boş geçirmemek ve bugünün işini yarına bırakmamak gerekir.
İslâm’da yerinde saymak, donukluk ve aynı noktada iki gün süreyle yetinmek zarar sayılmıştır. Her gün bir önceki günden daha ileriye gitmeyi hedefleyen, yaşadığı her günü daha verimli kılan kimsenin başarısı tartışılmaz. Bu gayret ve çabayı toplumsal olarak gösteren bir ulusun dünyada öncü olması kaçınılmazdır.
Mevlânâ şöyle demiştir:
“Her gün yeni bir yerden geçmek ne iyi,
Her gün yeni bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak ne âlâ,
Dün, dünle gitti cancağızım,
Düne ait neler söylemek gerekiyorsa, söylendi.
Bugün, yeni şeyler söylemek lazım.”
İlerlemenin tek yolu, gerilemeyi bırakmak ve iki günü eşit olmaktan çıkarmaktır. Miskin, tembel, parazit ve asalak yaşamak doğru değildir.
Peygamberimiz (s.a.v.): “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.” buyurmuştur.[9]