Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
İslami Hareketler ve İslam Devleti Mefhumu
Moda tabirle söylememiz gerekirse günümüzün 'İslamcılar'ı metal yorgunu gibi devlet yorgunu düşmüş durumdalar. Günümüzde, etrafında yoğun tartışmalara yeniden dönülse de İslam'da düzen ve devlet tartışması asr-ı saadet kadar eskiye dayanır. Hz. Peygamberin (sav) refik-i a'laya irtihal etmesiyle birlikte Beni Sakife kuruluğu altında toplanan sahabeler arasında Resulullah'ın halefi ve kurulu yapının devamı noktasında kendiliğinden bir ittifak sağlanmıştır.
Halef belirlenmesinde ise halifenin kim olacağı noktasında farklı adaylar arasında içtihadla tercih belirlenmesi cihetine gidilmiştir. Ensar kendi adayını, Hz. Ömer de (ra) Muhacirun adayı olarak Hz. Ebubekir'i (ra) teklif etmiştir.
Bu ilk halife seçilmesi meselesi tarihe ve geriye tartışmalı iki mesele bırakmıştır. Bunlardan birisi, halifenin Kureyşiliği meselesidir. Bu konuda Kureyş'in faziletleriyle alakalı bir takım hadislerden yola çıkılarak, 'imamlar'ın Kureyş'ten olacağına dair iddiaya dayanak yapılmak istenmiştir. Halbuki, Muhammed Ebu Zehra'nin da ifade ettiği gibi, Beni Sahife kuruluğunda toplanan sahabeler bunu konu bile etmemişler. Dolayısıyla 'imamlar Kureyş'tendir' iddiasının şer'i bir dayanağı yoktur.
İddia edildiği gibi nasla sabit değildir. Gadir-i Hum'da Ehli Beyt'in imametinin nasla tayin ve sabit olduğu yönündeki iddia gibi imamların Kureyşiliği iddiası da havadadır ve naslarla müeyyed değildir. Beni Sakife kuruluğunda toplanan sahabeler kendi tezlerini savunmak için imamların Kureyşiliği konusunda herhangi bir delil ve dayanak sunmamışlardır. Eğer müsellem bir hakikat olsaydı mesele ya tartışılır ya da tartışılmadan emre icabet edilirdi. Ancak bu hadise ile geriye imamların Kureyşiliği gibi yüzyıllardan beri devam eden şer'i bir galat-ı meşhur veya yanlış bir telakki kalmıştır. Arapların asabiyetini temsil etmesi bakımından imamların Kureyş'ten olması, içtimai olarak savunulabilecek bir husus olmakla birlikte bunun dini bir dayanağı var mıdır?
Muhammed Ebu Zehra veya günümüzün tanınmış usulu-i fakihlerinden Abdulvehhab Hallaf, halifelerin Kureyş'ten olacağına dair ilzam edici bir dini delilin ve buyruğun olmadığına kail olmuşlardır. Kaldı ki, günümüzde genç kuşak İhvan mensuplarından veya temsilcilerinden Abdulmunim Ebu'l Futuh gibi düşünürler, hilafetin yatay boyutu olarak vahdetin ve ittihad-ı İslam'ın dini ve içtimai bir vazife olduğunu ve hilafetin dikey boyutunu temsil eden temsilci şahsın (halife) mahiyet ve statüsünün dini olmadığını söyler. Bu şu demektir: Halifenin seçimi Müslümanlar arasında şuraya bırakılmıştır. Hatta Şia geleneğini tersyüz eden Iraklı şii yazar Ahmet Katib, Şia'da asıl olanın şura olduğunu ve dördüncü asır sonunda teşekkül eden İsna Aşeriyye mezhebinin sonradan şura yerine veraseti ve nasla tayini ikamet ettiğini ifade etmektedir.
Tarihi Hıristiyanlık miladı dördüncü asırda teşekkül ettiği gibi Ahmet Katib'e göre tarihi Şia da dördüncü hicri asırda teşekkül etmiş ve mezhebi inanç temellerini inşa etmiş ve şura yerine veraseti ve tayini esas almıştır. Katib'e göre veraset hakikat olsaydı Hz. Hasan hiçbir şekilde imametten feragat etmez ve kesinlikle Hz. Muaviye'ye biat etmezdi. Bu itibarla Ahmet Katib şia akidesinin çalkalanması ve ayıklanması gerektiğini savunmaktadır. Şia mütekellimlerinin şiaya soktukları evhamların ve hayali unsurların elenmesini ve elekten geçirilmesini istemektedir. Muhammed Bin el Hasan el Askeri'nin kaybolmasıyla birlikte Şia uleması, niyabet kurumu ve anlayışı geliştirmiş ve yanlış üzerine bir yanlış daha eklemiştir.
Niyabet meselesi de Ayetullah Humeyni ile birlikte velayet-i fakih mesleğine dönüşmüştür. Dolayısıyla temelde sünnilerde ve Şiada şura kuralı vardır. Kureyşiliğin veya Ehl-i Beyt'in nasla imameti konusunda sıhhatli bir delil yoktur ve bu iddia tarihte Müslümanların şuraya dayalı sistemler geliştirmesinin önünü kesmiş ve engellemiştir. Ahmet Katib bu yaklaşımı bir sapma olarak nitelendirmektedir. İslam'da yöneticiler halk tarafından seçildiği ve ilahi bir tayinle gelmedikleri için kutsiyetleri yoktur. Beşerdirler; hata ve sevapları kendilerinedir. Müşrikler melek peygamber bekledikleri gibi Müslümanlar da zamanla nasla tayin edilmiş ilahi yöneticiler aramışlar veya peşlerinde koşmuşlardır. Bu da Müslümanların gelişmesine sekte vurmuş ve hayalleri dışındaki melekelerinin daha az gelişmesine zemin hazırlamıştır.
Maalesef, Müslümanlar hâlâ bu yanlışların pençesinden tam olarak kurtulabilmiş değiller. İslam'da yöneticiler kutsal olmadıklarından dolayı meşruiyetlerini Allah'tan değil, halktan alırlar. Allah'a dayansalar da Molla Kasım gibi onları halk sigaya çeker. Bu itibarla, sahabeler, Hz. Ömer'e kendisini kılıçlarıyla düzelteceklerini söylemişlerdir.
Bu sorumluluğun ve paylaşımcı yaklaşımın bir gereğidir. İslam'da teokratik bir yapı yoktur. İslam'da yöneticiler hem yasamanın yüce kaynağı olan kitap ve sünnet, hem de halk ayağı yani şura ile bağlı ve mukayyettirler. Halka yaptıklarıyla ilgili hesap verirler. Halkın tarassutu ve gözlemi altında bulunurlar. İslami idare tarzının mutlakiyetçi bir yönü yoktur. Burada sözkonusu edilen idarecilere olan lüzum değil, bu lüzumun mahiyetidir. Devlet erkinin lüzumu dini ve sosyolojik olarak müsellem bir hakikattir.
Hz. Ali (kv) 'Muhakkak insanlara iyi ve kötü bir idareci lazımdır' demiştir.1 Hz. Ali'ye huruç ve isyan eden Hariciler ise nihilistler gibi dini açıdan da ve sosyolojik açıdan da imametin veya bugünkü tabirle devletin gerekliliğini red ve inkar etmişlerdir.
KUREYŞİLİK MESELESİ''ne gelince:
"Böyle bir tercih dini mi yoksa içtimai mi?" sorusunun cevabı geçmişe dönük olarak içtimaidir. Muhammed Ebu Zehra Kureyşilik meselesinde şunları kaydeder: "Müslümanlar Kureyşi olmayan bir yetenekten sırf bu yüzden mahrum mu kalacaklar? Asilzade olmayan birisi sırf bu yüzden red mi edilecek? Bu mantık bizi, İslam'ın kaldırmaya çalıştığı ve peygamberimizin şiddetle red ve men ettiği cahiliyet adetine götürmez mi?"2
EHL-İ BEYT ŞARTI: İmametle ilgili ikinci iddia ise Şia'nın ortaya attığı ve benimsediği iddiadır. Buna göre, imamete ehak olan taife Ehl-i Beyt'tir.
Kureyşilik iddiasıyla Ehl-i Beyt iddiasını yan yana getirdiğimizde ve karşılaştırdığımızda şüphesiz Kureyşilik iddiasına nazaran Ehl-i Beyt iddiasının daha tutarlı olduğu görülecektir. Zira mesele yakınlık ise nesep yakınlığı kabile yakınlığından daha ileridir. Fazilet karşılaştırılması yapıldığında da aynı sonuca çıkılacaktır. Ehl-i Beyt'in faziletlerine dair hadislerin çokluğu malumdur. Bununla birlikte Ehl-i Beyt tanımı statik değildir. Sadece soy veya sopla alakalı olsaydı Selman da bu kapsam içine giremezdi. Dolayısıyla Ehl-i Beyt daha ziyade manevi yönü olan bir vasıftır. Ve Şah-ı Geylani olarak bilinen Abdulkadir Geylani ve Veliyullah Dihlevi gibi kimi büyük zevatın Ehl-e Beyt'e nisbeti rüyayla sübut bulmuştur.
Buna itiraz gelse bile Ehl-i Beyt kavramının sulbün ötesinde manevi bağlantılarla da sübutu kabul görmüştür. Bu bağlamda Hz. Peygamber (sav) kızı Fatıma'yı uyararak, "Herkesin ameliyle geldiği sırada sen nesebinle gelme (nesebinle karşıma çıkma)" buyurmuşlardır.
Şia, Hz. Ali'nin (kv) Hz. Ebubekir'e biatını 6 ay kadar geciktirmesini de nasla tayininin bir işareti olarak sayma eğilimi içinde olmuşlardır. Bununla birlikte şia da kendi arasında Ehl-i Beyt içinde kimin imamete layık olduğu noktasında ihtilafa düşmüşlerdir. İnkiraza uğrayan Keysaniye fırkası, imametin Ali çocuklarına münhasır olduğunu ileri sürerler. Zeydiye ise imameti Hz. Fatıma'nın çocuklarına hasretmiştir. İsna Aşeriye ise imamet hakkının sadece Hz. Hüseyin'in soyuna ait olduğunu ileri sürmüştür.
Netice itibarıyla, hilafet için Kureyş şartı gibi Ehl-i Beyt şartı gibi batıldır.
Halife ve Ulu'l Emrin Hukuku
Hilafet ve ulu'l emr kavramları, İslam tarihinde en fazla suiistimale ve istismara uğrayan konular arasındadır. Sözgelimi, Haccac-ı zalim olarak ünlenen Haccac Yusuf es-Sakafi Emevi halifelerine kudsiyet atfediyordu. Ona göre, Emevi halifeleri Resulullah'ın değil de Allah'ın halifeleriydi. Sadece hilafeti değil, saltanat doğrultusunda, kaderi de yanlış tefsir etmişler ve kötü yönetimi insanlara alınyazısı olarak telkin etmişler ve zulmü kader adı altında meşrulaştırmaya ve pazarlamaya kalkışmışlardır. Bu meyanda, ulu'l emr kavramı da tahrifata ve tezyife uğramıştır.
Hallac'dan günümüze Zekeriye Beyaz'a kadar birçok insan ve grup 'ulu'l emr' kavramını suistimal ederek sultanlara ve iyi veya kötü bütün idarecilere itaati mutlaklaştırmaya çalışmışlardır. Halbuki Bediüzzaman zalim idarecilere büyük denemeyeceğini belki onların haydut denmeye daha layık olduklarını ifade etmiştir. Bediüzzaman bu hususta şunları kaydeder: "İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar."3 Hiyerarşik itaat konusunda, 'Baş başa, baş Allah'a bağlı' denmiştir.
Bir zamanlar Eşres adındaki Horasan Valisi yeni Müslüman olanlardan da cizye almaya ve onlara cizye yüklemeye devam etmiştir. Bunun üzerine Mürcie fitnesi patlak vermiştir. Bu kötü geleneği menhec en nübüvve (Seyyid Bey bu tarz hilafete, hilafet-i nübüvvet demektedir), yani nübüvvet metodu üzerine halife olan Ömer Bin Abdulaziz kaldırmış ve şöyle demiştir: "Hz. Muhammed vergi toplayıcısı olarak değil, hidayet rehberi olarak gönderilmiştir…" Osmanlılar döneminde de yer yer bu türlü davranışlardan şikayet edilmiştir. Ünlü mutasavvıf Abdulvehhab Şarani ve Muhammed Ebu Zehra Mısır'ı fethettikten sonra Osmanlıların cizye uyguladıklarından yakınır. Bu kaynaklarda yer alan ve hadis olduğu da ifade edilen "sultanın zillullah olması" keyfiyeti ve benzetmesi ancak adaletle kaim olmasıyla mümkündür. Hasan el Benna da Risalelerde bu benzetmeye katılır ve bunu tekrarlar.4 Bununla birlikte yöneticiler kendi başlarına hareket etmezler.
Uygulamalarında mizaçlarına göre hareket etmezler; bilakis şura ve kitap ve sünnetle mukayyettirler. Onun dışına taşamaz, taştığında ise meşruiyetini ve hilafet-i nübüvvet vasfını kaybeder. Melik-i adud, yani ısırıcı krallık vasfını kazanır. Muhammed Ebu Zehra'nın muhteşem ifadesiyle şura toparlayıcı, istibdat ve keyfilik ise dağıtıcıdır. Bu bağlamda, ümmetine öğretmek ve örnek olmak için peygamberimiz şura çerçevesinde kendi doğrusunu sahabelerin yanlışına feda etmiştir.5 Sözgelimi Abdulvehhab Şarani Şeyhülislam Burhaneddin B. Ebi Şerif'ten şöyle duyduğunu nakleder: "Şeyhinin hatasını kendi doğrusundan daha makbul görmeyen ondan faydalanamaz…"6
Hicretten sonra ideal hilafet dönemi 30 yılla sınırlı kalmıştır. Sonra kesintiye uğramıştır. Bununla birlikte, kesintiler halinde de olsa İslam tarihinde asr-ı saadet örnekleri ve hilafet-i nübüvvet örnekleri görülmüştür. Zaten bir hadis-i şerifte belirtildiği gibi ümmet-i Muhammed istikamet üzerine gittiğinde ömrü 1.5 gün, aksi halde 1 gün olarak takdir edilmiş ve Celaleddin Suyuti de İslam ümmetinin ömrünün 1.5 gün olduğuna dair meşhur bir kitap yazmıştır. Ömer Bin Abdulaziz, Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyübi gibi nice sultanlar bu kapsam dahilindedir.
Hilafet, Kraliyet, Cumhuriyet ve Demokrasi
Hilafet kendi içinde ikiye ayrılmaktadır: Hilafet-i nübüvvet, hilafet-i saltanat. İdeal hilafetin karşısında bir de göstermelik suri hilafet vardır. Nübüvvet hilafetinin iki özelliği, ittiba ve şuradır. İttiba Kur'an ve sünnetedir. İkinci önemli özellik ise şuradır. Hilafetin en önemli ikinci rüknü olan şura manası itibarıyla cumhuriyet ve demokratik rejimlere bakmaktadır. Asr-ı saadette, ideal hilafet döneminde veraset sistemini göremiyoruz. Aynı doğrultuda şura prensibinin uygulandığını görüyoruz. Bu itibarla, Bediüzzaman ve Ebu'l Kelam Azad Hulefa-yı Raşidin'i bir nevi reis-i cumhur olarak görmüşlerdir.
Bunda da yadırganacak bir husus yoktur. Keza şuranın kapsamı içinde ehl-i hal ve akit yani seçme ve seçilme hürriyeti de vardır. Veraset olmadığı gibi seçme ve seçilme hürriyetinin de bulunması cumhuriyet ve demokrasi vurgusudur. Bu modelin dışındaki model Emevilerle başlayan ısırıcı krallıklar dönemidir. Bu dönemin en önemli vasfı ise istibdadın ve keyfiliğin egemenliğidir. Bu dönemde, önce şura ve sonra da şuraya dayalı olarak İslam'da yönetim biçimi ve modeli ortadan kaldırılmıştır. Şura yerine istibdat ve kişi ve zümre hakimiyeti kaim olmuştur. Ve siyasi alanda sapma yaşanmıştır.
Seçim ve şura dışında galebe ve darbe yöntemleriyle iktidara gelenler bu sınıfa girerler ve hilafeti nübüvvet meşruiyeti dışında kalırlar. Geliş biçimi usule aykırı olsa da tatbikatta adil olanlara ise 'adil sultan veya kral' vasfı atfedilebilir. Usul itibariyle gelişleri yanlış olduğundan onlara genelde halife değil, sultan denmiştir. Buna işaret olarak Seyyid Bey 'Hilafetin Mahiyet-i Şeriyyesi' adlı hitabesinde Osmanlılar döneminde hatiplerin Cuma hutbelerinde 'es sultan ibni's sultan' dediklerini ama "el halife ibni'l halife" denmediğini kaziyesine delil makamında serd ve zikreder.7 Fakat bu Osmanlıların hilafet adını hiç kullanmadıkları manasına gelmez. Hilafet sözünü ayağa düşürecek şekilde gelişigüzel kullanmadıkları söylenebilir.
Buna mukabil, tarihte Emevi sultanlarına daima halife denmiştir. Bu kullanım adet gereği olmuştur. Bununla birlikte, Ahmet Bin Hanbel başta olmak üzere birçok alim İslam'ı güçlendirecek fasık bir yöneticinin takva sahibi ama idareciliği zayıf ve Müslümanları zor durumda bırakacak yöneticiden evla olduğunu söylemişlerdir. Zira, birinin fıskı ve diğerinin salahı kendisine, ama yararı veya zararı umumadır. Bu noktada umumun maslahatı şahsi dindarlığa veya fıska racihtir. Tercih umumun maslahatından yanadır.
Moda tabirle söylememiz gerekirse günümüzün 'İslamcılar'ı metal yorgunu gibi devlet yorgunu düşmüş durumdalar. Günümüzde, etrafında yoğun tartışmalara yeniden dönülse de İslam'da düzen ve devlet tartışması asr-ı saadet kadar eskiye dayanır. Hz. Peygamberin (sav) refik-i a'laya irtihal etmesiyle birlikte Beni Sakife kuruluğu altında toplanan sahabeler arasında Resulullah'ın halefi ve kurulu yapının devamı noktasında kendiliğinden bir ittifak sağlanmıştır.
Halef belirlenmesinde ise halifenin kim olacağı noktasında farklı adaylar arasında içtihadla tercih belirlenmesi cihetine gidilmiştir. Ensar kendi adayını, Hz. Ömer de (ra) Muhacirun adayı olarak Hz. Ebubekir'i (ra) teklif etmiştir.
Bu ilk halife seçilmesi meselesi tarihe ve geriye tartışmalı iki mesele bırakmıştır. Bunlardan birisi, halifenin Kureyşiliği meselesidir. Bu konuda Kureyş'in faziletleriyle alakalı bir takım hadislerden yola çıkılarak, 'imamlar'ın Kureyş'ten olacağına dair iddiaya dayanak yapılmak istenmiştir. Halbuki, Muhammed Ebu Zehra'nin da ifade ettiği gibi, Beni Sahife kuruluğunda toplanan sahabeler bunu konu bile etmemişler. Dolayısıyla 'imamlar Kureyş'tendir' iddiasının şer'i bir dayanağı yoktur.
İddia edildiği gibi nasla sabit değildir. Gadir-i Hum'da Ehli Beyt'in imametinin nasla tayin ve sabit olduğu yönündeki iddia gibi imamların Kureyşiliği iddiası da havadadır ve naslarla müeyyed değildir. Beni Sakife kuruluğunda toplanan sahabeler kendi tezlerini savunmak için imamların Kureyşiliği konusunda herhangi bir delil ve dayanak sunmamışlardır. Eğer müsellem bir hakikat olsaydı mesele ya tartışılır ya da tartışılmadan emre icabet edilirdi. Ancak bu hadise ile geriye imamların Kureyşiliği gibi yüzyıllardan beri devam eden şer'i bir galat-ı meşhur veya yanlış bir telakki kalmıştır. Arapların asabiyetini temsil etmesi bakımından imamların Kureyş'ten olması, içtimai olarak savunulabilecek bir husus olmakla birlikte bunun dini bir dayanağı var mıdır?
Muhammed Ebu Zehra veya günümüzün tanınmış usulu-i fakihlerinden Abdulvehhab Hallaf, halifelerin Kureyş'ten olacağına dair ilzam edici bir dini delilin ve buyruğun olmadığına kail olmuşlardır. Kaldı ki, günümüzde genç kuşak İhvan mensuplarından veya temsilcilerinden Abdulmunim Ebu'l Futuh gibi düşünürler, hilafetin yatay boyutu olarak vahdetin ve ittihad-ı İslam'ın dini ve içtimai bir vazife olduğunu ve hilafetin dikey boyutunu temsil eden temsilci şahsın (halife) mahiyet ve statüsünün dini olmadığını söyler. Bu şu demektir: Halifenin seçimi Müslümanlar arasında şuraya bırakılmıştır. Hatta Şia geleneğini tersyüz eden Iraklı şii yazar Ahmet Katib, Şia'da asıl olanın şura olduğunu ve dördüncü asır sonunda teşekkül eden İsna Aşeriyye mezhebinin sonradan şura yerine veraseti ve nasla tayini ikamet ettiğini ifade etmektedir.
Tarihi Hıristiyanlık miladı dördüncü asırda teşekkül ettiği gibi Ahmet Katib'e göre tarihi Şia da dördüncü hicri asırda teşekkül etmiş ve mezhebi inanç temellerini inşa etmiş ve şura yerine veraseti ve tayini esas almıştır. Katib'e göre veraset hakikat olsaydı Hz. Hasan hiçbir şekilde imametten feragat etmez ve kesinlikle Hz. Muaviye'ye biat etmezdi. Bu itibarla Ahmet Katib şia akidesinin çalkalanması ve ayıklanması gerektiğini savunmaktadır. Şia mütekellimlerinin şiaya soktukları evhamların ve hayali unsurların elenmesini ve elekten geçirilmesini istemektedir. Muhammed Bin el Hasan el Askeri'nin kaybolmasıyla birlikte Şia uleması, niyabet kurumu ve anlayışı geliştirmiş ve yanlış üzerine bir yanlış daha eklemiştir.
Niyabet meselesi de Ayetullah Humeyni ile birlikte velayet-i fakih mesleğine dönüşmüştür. Dolayısıyla temelde sünnilerde ve Şiada şura kuralı vardır. Kureyşiliğin veya Ehl-i Beyt'in nasla imameti konusunda sıhhatli bir delil yoktur ve bu iddia tarihte Müslümanların şuraya dayalı sistemler geliştirmesinin önünü kesmiş ve engellemiştir. Ahmet Katib bu yaklaşımı bir sapma olarak nitelendirmektedir. İslam'da yöneticiler halk tarafından seçildiği ve ilahi bir tayinle gelmedikleri için kutsiyetleri yoktur. Beşerdirler; hata ve sevapları kendilerinedir. Müşrikler melek peygamber bekledikleri gibi Müslümanlar da zamanla nasla tayin edilmiş ilahi yöneticiler aramışlar veya peşlerinde koşmuşlardır. Bu da Müslümanların gelişmesine sekte vurmuş ve hayalleri dışındaki melekelerinin daha az gelişmesine zemin hazırlamıştır.
Maalesef, Müslümanlar hâlâ bu yanlışların pençesinden tam olarak kurtulabilmiş değiller. İslam'da yöneticiler kutsal olmadıklarından dolayı meşruiyetlerini Allah'tan değil, halktan alırlar. Allah'a dayansalar da Molla Kasım gibi onları halk sigaya çeker. Bu itibarla, sahabeler, Hz. Ömer'e kendisini kılıçlarıyla düzelteceklerini söylemişlerdir.
Bu sorumluluğun ve paylaşımcı yaklaşımın bir gereğidir. İslam'da teokratik bir yapı yoktur. İslam'da yöneticiler hem yasamanın yüce kaynağı olan kitap ve sünnet, hem de halk ayağı yani şura ile bağlı ve mukayyettirler. Halka yaptıklarıyla ilgili hesap verirler. Halkın tarassutu ve gözlemi altında bulunurlar. İslami idare tarzının mutlakiyetçi bir yönü yoktur. Burada sözkonusu edilen idarecilere olan lüzum değil, bu lüzumun mahiyetidir. Devlet erkinin lüzumu dini ve sosyolojik olarak müsellem bir hakikattir.
Hz. Ali (kv) 'Muhakkak insanlara iyi ve kötü bir idareci lazımdır' demiştir.1 Hz. Ali'ye huruç ve isyan eden Hariciler ise nihilistler gibi dini açıdan da ve sosyolojik açıdan da imametin veya bugünkü tabirle devletin gerekliliğini red ve inkar etmişlerdir.
KUREYŞİLİK MESELESİ''ne gelince:
"Böyle bir tercih dini mi yoksa içtimai mi?" sorusunun cevabı geçmişe dönük olarak içtimaidir. Muhammed Ebu Zehra Kureyşilik meselesinde şunları kaydeder: "Müslümanlar Kureyşi olmayan bir yetenekten sırf bu yüzden mahrum mu kalacaklar? Asilzade olmayan birisi sırf bu yüzden red mi edilecek? Bu mantık bizi, İslam'ın kaldırmaya çalıştığı ve peygamberimizin şiddetle red ve men ettiği cahiliyet adetine götürmez mi?"2
EHL-İ BEYT ŞARTI: İmametle ilgili ikinci iddia ise Şia'nın ortaya attığı ve benimsediği iddiadır. Buna göre, imamete ehak olan taife Ehl-i Beyt'tir.
Kureyşilik iddiasıyla Ehl-i Beyt iddiasını yan yana getirdiğimizde ve karşılaştırdığımızda şüphesiz Kureyşilik iddiasına nazaran Ehl-i Beyt iddiasının daha tutarlı olduğu görülecektir. Zira mesele yakınlık ise nesep yakınlığı kabile yakınlığından daha ileridir. Fazilet karşılaştırılması yapıldığında da aynı sonuca çıkılacaktır. Ehl-i Beyt'in faziletlerine dair hadislerin çokluğu malumdur. Bununla birlikte Ehl-i Beyt tanımı statik değildir. Sadece soy veya sopla alakalı olsaydı Selman da bu kapsam içine giremezdi. Dolayısıyla Ehl-i Beyt daha ziyade manevi yönü olan bir vasıftır. Ve Şah-ı Geylani olarak bilinen Abdulkadir Geylani ve Veliyullah Dihlevi gibi kimi büyük zevatın Ehl-e Beyt'e nisbeti rüyayla sübut bulmuştur.
Buna itiraz gelse bile Ehl-i Beyt kavramının sulbün ötesinde manevi bağlantılarla da sübutu kabul görmüştür. Bu bağlamda Hz. Peygamber (sav) kızı Fatıma'yı uyararak, "Herkesin ameliyle geldiği sırada sen nesebinle gelme (nesebinle karşıma çıkma)" buyurmuşlardır.
Şia, Hz. Ali'nin (kv) Hz. Ebubekir'e biatını 6 ay kadar geciktirmesini de nasla tayininin bir işareti olarak sayma eğilimi içinde olmuşlardır. Bununla birlikte şia da kendi arasında Ehl-i Beyt içinde kimin imamete layık olduğu noktasında ihtilafa düşmüşlerdir. İnkiraza uğrayan Keysaniye fırkası, imametin Ali çocuklarına münhasır olduğunu ileri sürerler. Zeydiye ise imameti Hz. Fatıma'nın çocuklarına hasretmiştir. İsna Aşeriye ise imamet hakkının sadece Hz. Hüseyin'in soyuna ait olduğunu ileri sürmüştür.
Netice itibarıyla, hilafet için Kureyş şartı gibi Ehl-i Beyt şartı gibi batıldır.
Halife ve Ulu'l Emrin Hukuku
Hilafet ve ulu'l emr kavramları, İslam tarihinde en fazla suiistimale ve istismara uğrayan konular arasındadır. Sözgelimi, Haccac-ı zalim olarak ünlenen Haccac Yusuf es-Sakafi Emevi halifelerine kudsiyet atfediyordu. Ona göre, Emevi halifeleri Resulullah'ın değil de Allah'ın halifeleriydi. Sadece hilafeti değil, saltanat doğrultusunda, kaderi de yanlış tefsir etmişler ve kötü yönetimi insanlara alınyazısı olarak telkin etmişler ve zulmü kader adı altında meşrulaştırmaya ve pazarlamaya kalkışmışlardır. Bu meyanda, ulu'l emr kavramı da tahrifata ve tezyife uğramıştır.
Hallac'dan günümüze Zekeriye Beyaz'a kadar birçok insan ve grup 'ulu'l emr' kavramını suistimal ederek sultanlara ve iyi veya kötü bütün idarecilere itaati mutlaklaştırmaya çalışmışlardır. Halbuki Bediüzzaman zalim idarecilere büyük denemeyeceğini belki onların haydut denmeye daha layık olduklarını ifade etmiştir. Bediüzzaman bu hususta şunları kaydeder: "İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tabi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar."3 Hiyerarşik itaat konusunda, 'Baş başa, baş Allah'a bağlı' denmiştir.
Bir zamanlar Eşres adındaki Horasan Valisi yeni Müslüman olanlardan da cizye almaya ve onlara cizye yüklemeye devam etmiştir. Bunun üzerine Mürcie fitnesi patlak vermiştir. Bu kötü geleneği menhec en nübüvve (Seyyid Bey bu tarz hilafete, hilafet-i nübüvvet demektedir), yani nübüvvet metodu üzerine halife olan Ömer Bin Abdulaziz kaldırmış ve şöyle demiştir: "Hz. Muhammed vergi toplayıcısı olarak değil, hidayet rehberi olarak gönderilmiştir…" Osmanlılar döneminde de yer yer bu türlü davranışlardan şikayet edilmiştir. Ünlü mutasavvıf Abdulvehhab Şarani ve Muhammed Ebu Zehra Mısır'ı fethettikten sonra Osmanlıların cizye uyguladıklarından yakınır. Bu kaynaklarda yer alan ve hadis olduğu da ifade edilen "sultanın zillullah olması" keyfiyeti ve benzetmesi ancak adaletle kaim olmasıyla mümkündür. Hasan el Benna da Risalelerde bu benzetmeye katılır ve bunu tekrarlar.4 Bununla birlikte yöneticiler kendi başlarına hareket etmezler.
Uygulamalarında mizaçlarına göre hareket etmezler; bilakis şura ve kitap ve sünnetle mukayyettirler. Onun dışına taşamaz, taştığında ise meşruiyetini ve hilafet-i nübüvvet vasfını kaybeder. Melik-i adud, yani ısırıcı krallık vasfını kazanır. Muhammed Ebu Zehra'nın muhteşem ifadesiyle şura toparlayıcı, istibdat ve keyfilik ise dağıtıcıdır. Bu bağlamda, ümmetine öğretmek ve örnek olmak için peygamberimiz şura çerçevesinde kendi doğrusunu sahabelerin yanlışına feda etmiştir.5 Sözgelimi Abdulvehhab Şarani Şeyhülislam Burhaneddin B. Ebi Şerif'ten şöyle duyduğunu nakleder: "Şeyhinin hatasını kendi doğrusundan daha makbul görmeyen ondan faydalanamaz…"6
Hicretten sonra ideal hilafet dönemi 30 yılla sınırlı kalmıştır. Sonra kesintiye uğramıştır. Bununla birlikte, kesintiler halinde de olsa İslam tarihinde asr-ı saadet örnekleri ve hilafet-i nübüvvet örnekleri görülmüştür. Zaten bir hadis-i şerifte belirtildiği gibi ümmet-i Muhammed istikamet üzerine gittiğinde ömrü 1.5 gün, aksi halde 1 gün olarak takdir edilmiş ve Celaleddin Suyuti de İslam ümmetinin ömrünün 1.5 gün olduğuna dair meşhur bir kitap yazmıştır. Ömer Bin Abdulaziz, Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyübi gibi nice sultanlar bu kapsam dahilindedir.
Hilafet, Kraliyet, Cumhuriyet ve Demokrasi
Hilafet kendi içinde ikiye ayrılmaktadır: Hilafet-i nübüvvet, hilafet-i saltanat. İdeal hilafetin karşısında bir de göstermelik suri hilafet vardır. Nübüvvet hilafetinin iki özelliği, ittiba ve şuradır. İttiba Kur'an ve sünnetedir. İkinci önemli özellik ise şuradır. Hilafetin en önemli ikinci rüknü olan şura manası itibarıyla cumhuriyet ve demokratik rejimlere bakmaktadır. Asr-ı saadette, ideal hilafet döneminde veraset sistemini göremiyoruz. Aynı doğrultuda şura prensibinin uygulandığını görüyoruz. Bu itibarla, Bediüzzaman ve Ebu'l Kelam Azad Hulefa-yı Raşidin'i bir nevi reis-i cumhur olarak görmüşlerdir.
Bunda da yadırganacak bir husus yoktur. Keza şuranın kapsamı içinde ehl-i hal ve akit yani seçme ve seçilme hürriyeti de vardır. Veraset olmadığı gibi seçme ve seçilme hürriyetinin de bulunması cumhuriyet ve demokrasi vurgusudur. Bu modelin dışındaki model Emevilerle başlayan ısırıcı krallıklar dönemidir. Bu dönemin en önemli vasfı ise istibdadın ve keyfiliğin egemenliğidir. Bu dönemde, önce şura ve sonra da şuraya dayalı olarak İslam'da yönetim biçimi ve modeli ortadan kaldırılmıştır. Şura yerine istibdat ve kişi ve zümre hakimiyeti kaim olmuştur. Ve siyasi alanda sapma yaşanmıştır.
Seçim ve şura dışında galebe ve darbe yöntemleriyle iktidara gelenler bu sınıfa girerler ve hilafeti nübüvvet meşruiyeti dışında kalırlar. Geliş biçimi usule aykırı olsa da tatbikatta adil olanlara ise 'adil sultan veya kral' vasfı atfedilebilir. Usul itibariyle gelişleri yanlış olduğundan onlara genelde halife değil, sultan denmiştir. Buna işaret olarak Seyyid Bey 'Hilafetin Mahiyet-i Şeriyyesi' adlı hitabesinde Osmanlılar döneminde hatiplerin Cuma hutbelerinde 'es sultan ibni's sultan' dediklerini ama "el halife ibni'l halife" denmediğini kaziyesine delil makamında serd ve zikreder.7 Fakat bu Osmanlıların hilafet adını hiç kullanmadıkları manasına gelmez. Hilafet sözünü ayağa düşürecek şekilde gelişigüzel kullanmadıkları söylenebilir.
Buna mukabil, tarihte Emevi sultanlarına daima halife denmiştir. Bu kullanım adet gereği olmuştur. Bununla birlikte, Ahmet Bin Hanbel başta olmak üzere birçok alim İslam'ı güçlendirecek fasık bir yöneticinin takva sahibi ama idareciliği zayıf ve Müslümanları zor durumda bırakacak yöneticiden evla olduğunu söylemişlerdir. Zira, birinin fıskı ve diğerinin salahı kendisine, ama yararı veya zararı umumadır. Bu noktada umumun maslahatı şahsi dindarlığa veya fıska racihtir. Tercih umumun maslahatından yanadır.