GencAnadolu
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eki 2008
- Mesajlar
- 16
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 33
1969, Prof.Dr. Necmettin ERBAKAN
İSLAM VE İLİM
Bu gün size çok önem vermemiz icap eden bir konu üzerinde konuşmak için huzurlarınıza gelmiş bulunuyorum. Bu konunun adını kısa olarak "İslam ve ilim" diye adlırdık. Bu ismi niçin koyduğumuzu konuşmamızı yaptığımız zaman inşaallah hep birlikle görmek imkân ve fırsatını elde edeceğiz.
Böyle bir konuyu aramızda konuşmaya çok büyük ihtiyacımız var. Çünkü Müslümanlar olarak dünyanın gelmiş geçmiş en büyük düşünce sistemine sahip bulunuyoruz. Fakat bu büyük düşünce sisteminin ve Müslümanların -mücadele suretiyle sevapları ve şerefleri artsın diye- karşılarında daima bâtıl fikirler ola gelmiştir. Bu bâtıl fikirler, bir Müslüman diyarı içerisinde bizleri, kendi dinimizi, kendi Müslümanlık hakikatlerimizi öğrenemeyecek hale getirmişlerdir. Bakın, ben bugün size dinimizin verdiği hızla yazılmış olan ilmi çalışmaların bazılarından bahsedeceğim. Eminim ki, çoğumuz bu çalışmalar hakkında fikir sahibi değiliz. Niçin? Çünkü kendi kendimizi öğrenmeğe imkân bulamamış bulunuyoruz.
Mevzua girmeden önce, mevzuun ehemmiyeti hakkında bir noktayı belirtmek istiyorum: Bizim düşünce sistemimizde aslında hiçbir noksanımız yoktur. Ancak yetiştirilme tarzımız dolayısıyla yanlış düşüncelere düşebiliyoruz. O da şu: Efendim, ortada bir Müslümanlık var. Müslümanlık bilhassa ahirete, manevi ilimlere, ahlâka ve diğer ilimlere ait bir çok esaslar getirmiş, biz bunları öğrenmişiz, fakat zannediyoruz ki, Müslümanlık dışında başka hakikatler de vardır. Neymiş bu hakikatler? Efendim bakınız el oğlu çalışıyor. Amerikalı Avrupalı ne büyük mamureler meydana getiriyor; aya ve yıldızlara gidiyor. Bu insanların çalışmaları, Kuran-ı Kerime istinat eden ilimler münasebetiyle midir, değil midir? Bunu iddia edecek vaziyette değiliz, diye düşünüyor ve diyoruz ki:
Bunlar böyle güneşin tutulmasını saniyesi saniyesine hesapladıklarına göre, aya şu dakikada gideceğim, deyip o dakikada gittiklerine göre, onların da istinat ettikleri bir hakikat kaynağı var diyoruz. Ve böylece Müslümanlık dışında sanki başka bir hakikat kaynağı olabilirmiş gibi Avrupalıların düşünce sistemine bir pay ayırmağa kalkıyoruz.
Şimdi biz, bu konuşmamızda bilhassa belirtmek isteyeceğiz ki, "Müslümanlık dışında bir hakikat kaynağı olamaz". Peki bu Avrupada gördüğümüz adamların yaptıkları işler nedir? Bunlar nereden meydana geliyor? İşte Avrupadaki insanların düşünce sistemleriyle, yaptıkları çalışmalarla Müslümanlık arasındaki münasebeti belirtmeğe çalışacağız.
Mevzuumuza girerken müsaadenizle önce şöyle bir noktadan başlayalım: Sizinle beraber çıksak dünyanın muhtelif yerlerinde çalışmalar yapılan yerleri gezsek, dışardan baktığımız zaman, “Aman ne büyük binalar, ne büyük köprüler yapmışlar; bu jetlerle, bu roketlerle nasıl uçuyorlar, aya nasıl gidiyorlar? Bu laboratuar çalışmalarındaki karmakarışık aletler üzerinde nasıl çalışıyorlar” diye hayretle bunları seyrederiz. Amerikada aya giden herhangi bir füzenin hareketini kontrol eden bir gözetleme merkezinde çalışan insanın yanına yaklaşırsak, bu adamın bilgi muhtevası nedir, diye incelemeye başlasak, önce şunu belirtmek lâzımdır ki, bizler öyle bir yetiştirilme tarzının içerisine konulmuşuz ki: bu laboratuarda çalışan insanlara ister istemez büyük bir hayret hissiyle bakıyoruz, onları kendimizden çok büyük görüyoruz. Şimdi biz bu büyük görme meselesinin tahliline girişmek istiyoruz. Onun için bu laboratuarda çalışan büyük âlimlerden bir tanesinin yanına yaklaşsak ve desek ki: “Beyefendi, siz burda ne yapıyorsunuz?” Diyecektir ki, “Ben burada şu füzenin aya gidişini kontrol ediyorum.” Nasıl kontrol ediyorsun? “İşte sadece şu aleti kontrol ediyorum” diyecek. Alet nasıl yapılmış, desek, adam bize birtakım formüller yazar. Bu formüllerin baş taraflarına birtakım harflerle rumuzlar koyar. İçimizden deriz ki, bu adam bilmediğimiz ve hiçbir zaman da bilemeyeceğimiz mevzulardan bize bahsediyor. Halbuki bir Müslümanın böyle bir durumla karşılaştığı zaman bunları çok büyük bir mesele olarak görmemesi lâzımdır. Laboratuarda çalışan alime bu işleri nasıl yaptığını sorduğumuz zaman, o da bize bir takım formüller göstermeğe başlayacaktır. Şimdi biz bu formül meselesinin içerisine girip bunlardan ne kastedildiğinin bir hülâsasını yapmak istiyoruz:
Bakın bu adam bize hangi formülden bahsederse bahsetsin, bunun bahsetmiş olduğu formülün şekli ve muhtevası mühim değil. Aslında formül diye yapmış olduğu şeyler, bir takım fikir silsilelerini ve düşünce silsilelerini rumuzlarla yürütmekten başka bir şey değildir. Mesela bu adamın aya füzenin gidişiyle yapmış olduğu hesap ile, mahiyet itibariyle, şöyle bir pencereden aşağıya bir taş alsak bu attığımız taşın ne kadar zaman sonra yere geleceğini hesaplama arasında bir fark yoktur.
Prensipleri itibariyle niçin mi? Şimdi arkadaşlarımızın çokları bilhassa lise seviyesine kadar mekanik ve fizik dersi okumuş olanlar, biz şu pencereden bir taş alsak aşağıya bu taşın ne kadar zaman sonra düşeceğinin hesabını çok iyi bilirler. Bildiğiniz gibi meselâ, şimdi lisede belki arkadaşlarımıza bir sual olarak soruluyor, deseler ki, şöyle on metre yüksekliğinde bir penceremiz var. Bu pencereden bir taş aldığımızda bu taş yere ne kadar zaman sonra düşer? Hemen arkadaşımız oturup ve o Amerikada gördüğümüz beyaz gömlekli, makinenin başındaki alime de aynı suali sorsak derhal karşımıza bir formül yazar. Bu yazmış olduğu formülde şöyle bir formül gösterir ve der ki, (t) eşittir, der. Asıl bunun istifade etmiş olduğu H=1/2 GS2 formülü olduğu için S = : 2M/G (Karaköküdür) şeklinde bir formül yazar ve bu formülde der ki, efendim on metreden mi tası aşağı düşürüyorsunuz? der. O halde buraya 10 yazacağız, 2 ile çarpacağız, 20
olacak. Yerçekimi 9.81dir. Buna böldüğümüz zaman 2 çıkacak. Karekökünü aldığımız zaman 1,41 çıkacak. Bu taş 10 metrelik bir yerden serbest bırakılırsa, 1,41 saniye sonra aşağıya düşmüş olur. Hakikaten pencereden bir taşı bıraktığımız zaman bir kronometre tutarsak taşın aşağıya tam 1,41 saniyede indiğini görürüz. Şimdi tabiî biz bu manzarayı görünce "vay canına, bu adam bu işi biliyor" diyoruz. Bu adamın bildiği şey nedir? Bunu tespit etmeğe kalkarsak, basit bir şeydir. O da şu: Bu hesap yapılırken, "bu hesabı nasıl yaptınız?" diye sorsak bu insana, "nereden çıkardın bu formülü" desek, bize diyecek ki, efendim bu taş buradan aşağıya doğru düşerken herhangi bir a taşı yer çekiyor. Bir çekim kuvveti var. Kuvvet diye bir şeyden bahsedecek. Sonra diyecek ki, efendim, “taş aşağı doğru inerken bir ivme kazı. Bu ivmeden dolayı taşın bir atalet kuvveti var. Taş aşağı doğru inerken yerin çekmiş olduğu bu kuvvet yukarıya doğru mevcut olan atalet kuvvetine eşittir.” Niçin eşittir, dediğimiz zaman diyecek ki, daima her yerde, nerede karşılaşırsak karşılaşalım "tesir, aks-i tesire müsavidir." (etki-tepki) Sahi öyle midir? Başlayacak bize misal vermeğe. Diyecek ki, bakın ben şunu böyle itersem bir kilo ile, o da bir kilo ile bu tarafa doğru beni itmiş olacaktır. Ve nereye gidersek gidelim, tesir, aks-i tesire eşittir. Şimdi bugün bütün dünyada her sahada yapılmış olan çalışmalarda hakikaten bu hesapların sonunda, meselâ şu hesapta, bize esas eşitliği veren, "tesir müsa-vi aks-i tesir" diye bir prensiptir. Tesir, aks-i tesire müsavidir (etki tepkiye eşittir).Yani herhangi bir kuvvet daima karşısındaki başka kuvvetlerle dengededir.
Şimdi bu çeşit hesapları incelediğimiz zaman bir taşın düşmesinde "tesir aks-i tesire müsavidir" prensibinden faydalanıyoruz. Başka hesaplarda faydalığımız başka prensiplerde vardır. Bu prensiplerden önemli bir tanesi "Madde yoktan var edilmez, vardan yok edilmez" prensibi. (Maddenin tahaffuzu prensibi). Diğer bir prensip ise "enerji yoktan var edilemez, vardan yok edilemez" prensibi.
Bugün bütün dünyada teknik sahada yapılmış olan çalışmaların hepsinde sonunda kullanılan asıl fikri öz, fikri muhakeme, asıl formülde hesabın temelini teşkil eden düşünce aslında işte bu üç düşünceden ibarettir. Bugün hiçbir fizik, hiçbir kimya, hiçbir mekanik meselesi yoktur ki, bu üç prensip vasıtasıyla hesaplanmamış olsun. Bunun dışında başka bir prensip yoktur. O halde bizim karşılaşmış olduğumuz herhangi bir Batıl ilim adamı bir hesap yapıp da bize bir marifet gösterdiği zaman bilelim ki, bu marifetin altında ve arkasında yatan asıl insan oğlunun fikri yapısı, düşüncesi, onun yapmış olduğu hesapların hepsini sıksak yere üç tane damla düşer: Biri "Tesir, aks-i tesire eşittir" prensibi. İkincisi "madde yoktan var olmaz, vardan yok olmaz" prensibidir. Üçüncüsü de "Enerji yoktan var olmaz, vardan yok olmaz" prensibidir. Bu üç prensibe istinaden bu hesaplar yapılır.
Şimdi bu hesapları yapıp bir takım neticeleri ortaya koyan âlime desek ki, “beyefendi sen bu hesaplan yaparken bir takım tabirlerden bahsediyorsun. Kuvvet
diyorsun, enerji, madde diyorsun. Nedir bu söylediğin şeyler?” Batılı bir âlim bütün bu hesapları yaptığı halde kuvvetin ne olduğunu, enerjinin ne olduğunu, maddenin ne olduğunu bize tarif edemiyor. Bu mefhumları alıyor, kullanıyor da, bunlar nedir, dediğimiz zaman anlatamıyor, gösteremiyor. Neden gösteremiyor? Bakınız, mesela madde dediğimiz zaman, efendim insan maddeyi gösteremez olur mu? Nedir madde? işte şuradaki masa, direk v.s. Görüyor madde işte budur. Mesele ilmi açıdan bakıldığı zaman bu kadar basit değil. Madde nedir dediğimizde şu masadır, diye bize gösterdiği takdirde acaba bu masa nedir? Diye bir incelemeye başlayacak olursak masanın üzerine çok büyük bir mikroskopla yaklaşmaya başlayalım.
İSLAM VE İLİM
Bu gün size çok önem vermemiz icap eden bir konu üzerinde konuşmak için huzurlarınıza gelmiş bulunuyorum. Bu konunun adını kısa olarak "İslam ve ilim" diye adlırdık. Bu ismi niçin koyduğumuzu konuşmamızı yaptığımız zaman inşaallah hep birlikle görmek imkân ve fırsatını elde edeceğiz.
Böyle bir konuyu aramızda konuşmaya çok büyük ihtiyacımız var. Çünkü Müslümanlar olarak dünyanın gelmiş geçmiş en büyük düşünce sistemine sahip bulunuyoruz. Fakat bu büyük düşünce sisteminin ve Müslümanların -mücadele suretiyle sevapları ve şerefleri artsın diye- karşılarında daima bâtıl fikirler ola gelmiştir. Bu bâtıl fikirler, bir Müslüman diyarı içerisinde bizleri, kendi dinimizi, kendi Müslümanlık hakikatlerimizi öğrenemeyecek hale getirmişlerdir. Bakın, ben bugün size dinimizin verdiği hızla yazılmış olan ilmi çalışmaların bazılarından bahsedeceğim. Eminim ki, çoğumuz bu çalışmalar hakkında fikir sahibi değiliz. Niçin? Çünkü kendi kendimizi öğrenmeğe imkân bulamamış bulunuyoruz.
Mevzua girmeden önce, mevzuun ehemmiyeti hakkında bir noktayı belirtmek istiyorum: Bizim düşünce sistemimizde aslında hiçbir noksanımız yoktur. Ancak yetiştirilme tarzımız dolayısıyla yanlış düşüncelere düşebiliyoruz. O da şu: Efendim, ortada bir Müslümanlık var. Müslümanlık bilhassa ahirete, manevi ilimlere, ahlâka ve diğer ilimlere ait bir çok esaslar getirmiş, biz bunları öğrenmişiz, fakat zannediyoruz ki, Müslümanlık dışında başka hakikatler de vardır. Neymiş bu hakikatler? Efendim bakınız el oğlu çalışıyor. Amerikalı Avrupalı ne büyük mamureler meydana getiriyor; aya ve yıldızlara gidiyor. Bu insanların çalışmaları, Kuran-ı Kerime istinat eden ilimler münasebetiyle midir, değil midir? Bunu iddia edecek vaziyette değiliz, diye düşünüyor ve diyoruz ki:
Bunlar böyle güneşin tutulmasını saniyesi saniyesine hesapladıklarına göre, aya şu dakikada gideceğim, deyip o dakikada gittiklerine göre, onların da istinat ettikleri bir hakikat kaynağı var diyoruz. Ve böylece Müslümanlık dışında sanki başka bir hakikat kaynağı olabilirmiş gibi Avrupalıların düşünce sistemine bir pay ayırmağa kalkıyoruz.
Şimdi biz, bu konuşmamızda bilhassa belirtmek isteyeceğiz ki, "Müslümanlık dışında bir hakikat kaynağı olamaz". Peki bu Avrupada gördüğümüz adamların yaptıkları işler nedir? Bunlar nereden meydana geliyor? İşte Avrupadaki insanların düşünce sistemleriyle, yaptıkları çalışmalarla Müslümanlık arasındaki münasebeti belirtmeğe çalışacağız.
Mevzuumuza girerken müsaadenizle önce şöyle bir noktadan başlayalım: Sizinle beraber çıksak dünyanın muhtelif yerlerinde çalışmalar yapılan yerleri gezsek, dışardan baktığımız zaman, “Aman ne büyük binalar, ne büyük köprüler yapmışlar; bu jetlerle, bu roketlerle nasıl uçuyorlar, aya nasıl gidiyorlar? Bu laboratuar çalışmalarındaki karmakarışık aletler üzerinde nasıl çalışıyorlar” diye hayretle bunları seyrederiz. Amerikada aya giden herhangi bir füzenin hareketini kontrol eden bir gözetleme merkezinde çalışan insanın yanına yaklaşırsak, bu adamın bilgi muhtevası nedir, diye incelemeye başlasak, önce şunu belirtmek lâzımdır ki, bizler öyle bir yetiştirilme tarzının içerisine konulmuşuz ki: bu laboratuarda çalışan insanlara ister istemez büyük bir hayret hissiyle bakıyoruz, onları kendimizden çok büyük görüyoruz. Şimdi biz bu büyük görme meselesinin tahliline girişmek istiyoruz. Onun için bu laboratuarda çalışan büyük âlimlerden bir tanesinin yanına yaklaşsak ve desek ki: “Beyefendi, siz burda ne yapıyorsunuz?” Diyecektir ki, “Ben burada şu füzenin aya gidişini kontrol ediyorum.” Nasıl kontrol ediyorsun? “İşte sadece şu aleti kontrol ediyorum” diyecek. Alet nasıl yapılmış, desek, adam bize birtakım formüller yazar. Bu formüllerin baş taraflarına birtakım harflerle rumuzlar koyar. İçimizden deriz ki, bu adam bilmediğimiz ve hiçbir zaman da bilemeyeceğimiz mevzulardan bize bahsediyor. Halbuki bir Müslümanın böyle bir durumla karşılaştığı zaman bunları çok büyük bir mesele olarak görmemesi lâzımdır. Laboratuarda çalışan alime bu işleri nasıl yaptığını sorduğumuz zaman, o da bize bir takım formüller göstermeğe başlayacaktır. Şimdi biz bu formül meselesinin içerisine girip bunlardan ne kastedildiğinin bir hülâsasını yapmak istiyoruz:
Bakın bu adam bize hangi formülden bahsederse bahsetsin, bunun bahsetmiş olduğu formülün şekli ve muhtevası mühim değil. Aslında formül diye yapmış olduğu şeyler, bir takım fikir silsilelerini ve düşünce silsilelerini rumuzlarla yürütmekten başka bir şey değildir. Mesela bu adamın aya füzenin gidişiyle yapmış olduğu hesap ile, mahiyet itibariyle, şöyle bir pencereden aşağıya bir taş alsak bu attığımız taşın ne kadar zaman sonra yere geleceğini hesaplama arasında bir fark yoktur.
Prensipleri itibariyle niçin mi? Şimdi arkadaşlarımızın çokları bilhassa lise seviyesine kadar mekanik ve fizik dersi okumuş olanlar, biz şu pencereden bir taş alsak aşağıya bu taşın ne kadar zaman sonra düşeceğinin hesabını çok iyi bilirler. Bildiğiniz gibi meselâ, şimdi lisede belki arkadaşlarımıza bir sual olarak soruluyor, deseler ki, şöyle on metre yüksekliğinde bir penceremiz var. Bu pencereden bir taş aldığımızda bu taş yere ne kadar zaman sonra düşer? Hemen arkadaşımız oturup ve o Amerikada gördüğümüz beyaz gömlekli, makinenin başındaki alime de aynı suali sorsak derhal karşımıza bir formül yazar. Bu yazmış olduğu formülde şöyle bir formül gösterir ve der ki, (t) eşittir, der. Asıl bunun istifade etmiş olduğu H=1/2 GS2 formülü olduğu için S = : 2M/G (Karaköküdür) şeklinde bir formül yazar ve bu formülde der ki, efendim on metreden mi tası aşağı düşürüyorsunuz? der. O halde buraya 10 yazacağız, 2 ile çarpacağız, 20
olacak. Yerçekimi 9.81dir. Buna böldüğümüz zaman 2 çıkacak. Karekökünü aldığımız zaman 1,41 çıkacak. Bu taş 10 metrelik bir yerden serbest bırakılırsa, 1,41 saniye sonra aşağıya düşmüş olur. Hakikaten pencereden bir taşı bıraktığımız zaman bir kronometre tutarsak taşın aşağıya tam 1,41 saniyede indiğini görürüz. Şimdi tabiî biz bu manzarayı görünce "vay canına, bu adam bu işi biliyor" diyoruz. Bu adamın bildiği şey nedir? Bunu tespit etmeğe kalkarsak, basit bir şeydir. O da şu: Bu hesap yapılırken, "bu hesabı nasıl yaptınız?" diye sorsak bu insana, "nereden çıkardın bu formülü" desek, bize diyecek ki, efendim bu taş buradan aşağıya doğru düşerken herhangi bir a taşı yer çekiyor. Bir çekim kuvveti var. Kuvvet diye bir şeyden bahsedecek. Sonra diyecek ki, efendim, “taş aşağı doğru inerken bir ivme kazı. Bu ivmeden dolayı taşın bir atalet kuvveti var. Taş aşağı doğru inerken yerin çekmiş olduğu bu kuvvet yukarıya doğru mevcut olan atalet kuvvetine eşittir.” Niçin eşittir, dediğimiz zaman diyecek ki, daima her yerde, nerede karşılaşırsak karşılaşalım "tesir, aks-i tesire müsavidir." (etki-tepki) Sahi öyle midir? Başlayacak bize misal vermeğe. Diyecek ki, bakın ben şunu böyle itersem bir kilo ile, o da bir kilo ile bu tarafa doğru beni itmiş olacaktır. Ve nereye gidersek gidelim, tesir, aks-i tesire eşittir. Şimdi bugün bütün dünyada her sahada yapılmış olan çalışmalarda hakikaten bu hesapların sonunda, meselâ şu hesapta, bize esas eşitliği veren, "tesir müsa-vi aks-i tesir" diye bir prensiptir. Tesir, aks-i tesire müsavidir (etki tepkiye eşittir).Yani herhangi bir kuvvet daima karşısındaki başka kuvvetlerle dengededir.
Şimdi bu çeşit hesapları incelediğimiz zaman bir taşın düşmesinde "tesir aks-i tesire müsavidir" prensibinden faydalanıyoruz. Başka hesaplarda faydalığımız başka prensiplerde vardır. Bu prensiplerden önemli bir tanesi "Madde yoktan var edilmez, vardan yok edilmez" prensibi. (Maddenin tahaffuzu prensibi). Diğer bir prensip ise "enerji yoktan var edilemez, vardan yok edilemez" prensibi.
Bugün bütün dünyada teknik sahada yapılmış olan çalışmaların hepsinde sonunda kullanılan asıl fikri öz, fikri muhakeme, asıl formülde hesabın temelini teşkil eden düşünce aslında işte bu üç düşünceden ibarettir. Bugün hiçbir fizik, hiçbir kimya, hiçbir mekanik meselesi yoktur ki, bu üç prensip vasıtasıyla hesaplanmamış olsun. Bunun dışında başka bir prensip yoktur. O halde bizim karşılaşmış olduğumuz herhangi bir Batıl ilim adamı bir hesap yapıp da bize bir marifet gösterdiği zaman bilelim ki, bu marifetin altında ve arkasında yatan asıl insan oğlunun fikri yapısı, düşüncesi, onun yapmış olduğu hesapların hepsini sıksak yere üç tane damla düşer: Biri "Tesir, aks-i tesire eşittir" prensibi. İkincisi "madde yoktan var olmaz, vardan yok olmaz" prensibidir. Üçüncüsü de "Enerji yoktan var olmaz, vardan yok olmaz" prensibidir. Bu üç prensibe istinaden bu hesaplar yapılır.
Şimdi bu hesapları yapıp bir takım neticeleri ortaya koyan âlime desek ki, “beyefendi sen bu hesaplan yaparken bir takım tabirlerden bahsediyorsun. Kuvvet
diyorsun, enerji, madde diyorsun. Nedir bu söylediğin şeyler?” Batılı bir âlim bütün bu hesapları yaptığı halde kuvvetin ne olduğunu, enerjinin ne olduğunu, maddenin ne olduğunu bize tarif edemiyor. Bu mefhumları alıyor, kullanıyor da, bunlar nedir, dediğimiz zaman anlatamıyor, gösteremiyor. Neden gösteremiyor? Bakınız, mesela madde dediğimiz zaman, efendim insan maddeyi gösteremez olur mu? Nedir madde? işte şuradaki masa, direk v.s. Görüyor madde işte budur. Mesele ilmi açıdan bakıldığı zaman bu kadar basit değil. Madde nedir dediğimizde şu masadır, diye bize gösterdiği takdirde acaba bu masa nedir? Diye bir incelemeye başlayacak olursak masanın üzerine çok büyük bir mikroskopla yaklaşmaya başlayalım.