Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İSLAM ÜLKESİNDE DOĞAN BİRÇOCUKLA, İSLAM'DAN HABERSİZ BİRÇOCUK MESULİYET YÖNÜNDEN BİR Mİ? (1 Kullanıcı)

mustafa11

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Ocak 2007
Mesajlar
3,063
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
62
Konum
istanbul-maltepe
Web Sitesi
www.mobilyaonarim.com
Hesap sormak, sîgaya çekmek, ancak Allah'ü Azimüşşân'ın hakkıdır. Mahlûkatın O'na sual ve hesap sor-maya hakkı yoktur. Ancak İslam'ın daha iyi anlaşılmasını sağlamak için bu tür soruların cevaplanması gerek-tiği kanaatini taşıyorum.
Yukarıdaki soruyu soranların gö-rünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insani-yet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâ-yetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalana-bilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allah'ü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama kar-şı hiç kimse onun Rahîm olan yara-tıcısından daha şefkatli olamaz.
Kader ve adaletle ilgili mes'elele-rin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir in-sanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akra-ba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet (geçim) noktasın-daki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendi-sine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dün-yası vardır.
Bir kısım insanların, Kader ve İlâ-hî adalet noktasındaki vesveseleri, adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dün-yada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlarındaki tecellîsini lâyıkıyla anla-mamız, elbette imkânsızdır.
Zerre kadar şerrin dikkate alına-cağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşıl-mayan meselelere itiraz etmek yeri-ne, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev'i ibâdettir. Mesela tıp ilmi, Ha-kîm-i Ezelî'nin insan vücûdunda hiç-bir şeyi hikmetsiz ve faydasız yarat-madığına inanmanın neticesi olarak, her bir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bu-günkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması, o azanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah'ın adaletine iman eden bir kim-se de, her hâdisede İlâhî adaletin te-cellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatı-rına gelen suallerin cevabını bu anla-yış içerisinde aramalıdır.
Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde:
“Allah, kişiye ancak gücünün ye-teceği kadar teklif eder” ( 2 Bakara, 286.) buyurmakla, kullarına çekeme-yecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bede-ninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler ol-duğu gibi, aklının da tek başına erişe-meyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yük-lerin yüklenmediği hakikati içerisin-dedir.
Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:
- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını otura-rak kılar.
- Oturamayacak ve kımıldayama-yacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.
- Ramazan'da unutarak yemek yi-yen kimsenin orucu bozulmaz.
- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mesul olmaz.
Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Ce-nâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir. Allah'ü Teâlâ mutlak adaletiyle kulla-rının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlarıyla olduğu gibi, içinde bu-lundukları şartlarla, imân hakikatle-rini kavrama ve İslâmî hükümlere vâ-kıf olabilme imkânlarıyla da sınırlan-dırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hakk, kulları-nın akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir. Şu hakikati de bilmek icap eder:
İnsanların bu dünyadaki asıl vazi-feleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük se-viyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti veril-miştir. Az bir akılla dünya işleri lâyı-kıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kay-betse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten son-ra, bedenî durumunun da müsaadesi nispetinde O'na karşı ibâdetini yapar.
Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altın-daki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adale-tin nasıl izah edilebileceği idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu an-latılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sa-dece kendisinin ve bu âlemin bir ya-ratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes'ul değildir. Şâfiîlerin bü-yük çoğunluğunun itikattaki imamla-rı olan İmam-ı Eş'arî'ye göre ise, böy-le bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i necattır. Fakat, ilm-i kelâm âlim-lerinin büyük çoğunluğu birinci görü-şü benimsemişlerdir.
Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamaları şöyle-dir. "Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine Peygamber sesi ulaşma-yan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akılları, bozulmamış fıtratları kendile-rini Allah'ı bilmeye ve birliğine inan-maya götürür. Fakat, bunlar diğer di-nî hükümlerden mesul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, Peygam-berler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.
Fetret, kesilme manasınadır, Pey-gamberlerin gönderilmesine ara veri-lerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Pey-gamber Hz. Muhammed (S.A.V.) ara-sında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.
Dolayısıyla bunlar bu cihetle ma-zur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etme-nin bunlara farz olup olmaması husu-sunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâ-cib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem'e konulmazlar. Ni-tekim, "Biz bir kavme Rasül gönder-medikçe azap etmeyiz" (İsrâ Sûresi, 15), âyeti de bunu ifâde etmektedir.
Bu âyetin ifâde ettiği azab etme-me durumu; anlaşılması mümkün ol-mayan din hükümlerinin yerine geti-rilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bil-menin terki mânâsına gelmez.
Bundan dolayı, Allah'ı bilme hu-susunda hiçbir akıllı kimse mazur sa-yılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini kabul e-denlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkinci-si, Cenâb-ı Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncü-sü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikri-ni ihmal ederek hiç düşünmeyenler-dir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."
Burada bir sual akla gelebilir: Peygamberin ismini ve vazifesini işi-ten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır? Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tas-nifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o za-manda yaşayan Hıristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır: "İnancıma gö-re, inşâallah Allahü Teâlâ, zamanı-mızdaki Rum, Hıristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şü-mulüne alacaktır. Bunlardan maksa-dım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşma-yan Rum ve Türklerdir..
Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütena-sip (orantılı) olacaktır. Şurası da her-kesin malûmudur ki, bir rejimin per-desi arkasında ulûhiyeti inkâr maksa-dıyla mutlak inanca, hususan İslâm di-nine karşı desisene faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mes'uliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.
Şimdi de bu sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım: İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet ehli olaca-ğına dair bir hüküm yoktur. İslâm tari-hini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saâdet'te Hazret-i Rasülullah'ın (sav.) kapı komşusu olan Yahudiler, Müslü-manlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir.
İslâmiyet, Rasülullah (sav.)'ın za-manında en canlı devrini yaşamış ol-masına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mek-ke'de doğan bir insanın Müslüman ol-ması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Haz-ret-i Rasülullah (s.a.v.)'ın öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icap ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbra-him'in babası, Nemrut'un putçusuy-du ve inkarcılardandı. Lût Aleyhisse-lâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Mu-sa (a.s.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da Allah'a inanan bir kimseydi.
Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kuca-ğında bile olsa, hidâyet nuruna ka-vuşur. Eğer bir kul Hakk'a karşı kör olsa, Peygamber oğlu veya Peygam-ber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memle-ketlerinde binlerce camiler, minare-ler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm'ı telkin ederken, anlatırken hâlâ İslâm'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?



Müslüm Yurtman
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt