mustafa11
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 18 Ocak 2007
- Mesajlar
- 3,063
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 62
- Konum
- istanbul-maltepe
- Web Sitesi
- www.mobilyaonarim.com
Hesap sormak, sîgaya çekmek, ancak Allah'ü Azimüşşân'ın hakkıdır. Mahlûkatın O'na sual ve hesap sor-maya hakkı yoktur. Ancak İslam'ın daha iyi anlaşılmasını sağlamak için bu tür soruların cevaplanması gerek-tiği kanaatini taşıyorum.
Yukarıdaki soruyu soranların gö-rünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insani-yet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâ-yetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalana-bilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allah'ü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama kar-şı hiç kimse onun Rahîm olan yara-tıcısından daha şefkatli olamaz.
Kader ve adaletle ilgili mes'elele-rin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir in-sanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akra-ba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet (geçim) noktasın-daki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendi-sine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dün-yası vardır.
Bir kısım insanların, Kader ve İlâ-hî adalet noktasındaki vesveseleri, adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dün-yada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlarındaki tecellîsini lâyıkıyla anla-mamız, elbette imkânsızdır.
Zerre kadar şerrin dikkate alına-cağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşıl-mayan meselelere itiraz etmek yeri-ne, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev'i ibâdettir. Mesela tıp ilmi, Ha-kîm-i Ezelî'nin insan vücûdunda hiç-bir şeyi hikmetsiz ve faydasız yarat-madığına inanmanın neticesi olarak, her bir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bu-günkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması, o azanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah'ın adaletine iman eden bir kim-se de, her hâdisede İlâhî adaletin te-cellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatı-rına gelen suallerin cevabını bu anla-yış içerisinde aramalıdır.
Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde:
“Allah, kişiye ancak gücünün ye-teceği kadar teklif eder” ( 2 Bakara, 286.) buyurmakla, kullarına çekeme-yecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bede-ninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler ol-duğu gibi, aklının da tek başına erişe-meyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yük-lerin yüklenmediği hakikati içerisin-dedir.
Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:
- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını otura-rak kılar.
- Oturamayacak ve kımıldayama-yacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.
- Ramazan'da unutarak yemek yi-yen kimsenin orucu bozulmaz.
- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mesul olmaz.
Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Ce-nâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir. Allah'ü Teâlâ mutlak adaletiyle kulla-rının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlarıyla olduğu gibi, içinde bu-lundukları şartlarla, imân hakikatle-rini kavrama ve İslâmî hükümlere vâ-kıf olabilme imkânlarıyla da sınırlan-dırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hakk, kulları-nın akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir. Şu hakikati de bilmek icap eder:
İnsanların bu dünyadaki asıl vazi-feleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük se-viyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti veril-miştir. Az bir akılla dünya işleri lâyı-kıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kay-betse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten son-ra, bedenî durumunun da müsaadesi nispetinde O'na karşı ibâdetini yapar.
Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altın-daki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adale-tin nasıl izah edilebileceği idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu an-latılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sa-dece kendisinin ve bu âlemin bir ya-ratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes'ul değildir. Şâfiîlerin bü-yük çoğunluğunun itikattaki imamla-rı olan İmam-ı Eş'arî'ye göre ise, böy-le bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i necattır. Fakat, ilm-i kelâm âlim-lerinin büyük çoğunluğu birinci görü-şü benimsemişlerdir.
Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamaları şöyle-dir. "Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine Peygamber sesi ulaşma-yan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akılları, bozulmamış fıtratları kendile-rini Allah'ı bilmeye ve birliğine inan-maya götürür. Fakat, bunlar diğer di-nî hükümlerden mesul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, Peygam-berler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.
Fetret, kesilme manasınadır, Pey-gamberlerin gönderilmesine ara veri-lerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Pey-gamber Hz. Muhammed (S.A.V.) ara-sında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.
Dolayısıyla bunlar bu cihetle ma-zur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etme-nin bunlara farz olup olmaması husu-sunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâ-cib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem'e konulmazlar. Ni-tekim, "Biz bir kavme Rasül gönder-medikçe azap etmeyiz" (İsrâ Sûresi, 15), âyeti de bunu ifâde etmektedir.
Bu âyetin ifâde ettiği azab etme-me durumu; anlaşılması mümkün ol-mayan din hükümlerinin yerine geti-rilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bil-menin terki mânâsına gelmez.
Bundan dolayı, Allah'ı bilme hu-susunda hiçbir akıllı kimse mazur sa-yılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini kabul e-denlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkinci-si, Cenâb-ı Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncü-sü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikri-ni ihmal ederek hiç düşünmeyenler-dir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."
Burada bir sual akla gelebilir: Peygamberin ismini ve vazifesini işi-ten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır? Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tas-nifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o za-manda yaşayan Hıristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır: "İnancıma gö-re, inşâallah Allahü Teâlâ, zamanı-mızdaki Rum, Hıristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şü-mulüne alacaktır. Bunlardan maksa-dım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşma-yan Rum ve Türklerdir..
Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütena-sip (orantılı) olacaktır. Şurası da her-kesin malûmudur ki, bir rejimin per-desi arkasında ulûhiyeti inkâr maksa-dıyla mutlak inanca, hususan İslâm di-nine karşı desisene faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mes'uliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.
Şimdi de bu sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım: İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet ehli olaca-ğına dair bir hüküm yoktur. İslâm tari-hini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saâdet'te Hazret-i Rasülullah'ın (sav.) kapı komşusu olan Yahudiler, Müslü-manlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir.
İslâmiyet, Rasülullah (sav.)'ın za-manında en canlı devrini yaşamış ol-masına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mek-ke'de doğan bir insanın Müslüman ol-ması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Haz-ret-i Rasülullah (s.a.v.)'ın öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icap ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbra-him'in babası, Nemrut'un putçusuy-du ve inkarcılardandı. Lût Aleyhisse-lâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Mu-sa (a.s.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da Allah'a inanan bir kimseydi.
Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kuca-ğında bile olsa, hidâyet nuruna ka-vuşur. Eğer bir kul Hakk'a karşı kör olsa, Peygamber oğlu veya Peygam-ber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memle-ketlerinde binlerce camiler, minare-ler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm'ı telkin ederken, anlatırken hâlâ İslâm'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?
Müslüm Yurtman
Yukarıdaki soruyu soranların gö-rünüşte acıdıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insani-yet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâ-yetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalana-bilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allah'ü Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama kar-şı hiç kimse onun Rahîm olan yara-tıcısından daha şefkatli olamaz.
Kader ve adaletle ilgili mes'elele-rin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir in-sanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akra-ba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet (geçim) noktasın-daki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendi-sine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dün-yası vardır.
Bir kısım insanların, Kader ve İlâ-hî adalet noktasındaki vesveseleri, adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dün-yada, İlâhî adaletin kulların imtihan şartlarındaki tecellîsini lâyıkıyla anla-mamız, elbette imkânsızdır.
Zerre kadar şerrin dikkate alına-cağı o adalet gününde, İlâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşıl-mayan meselelere itiraz etmek yeri-ne, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nev'i ibâdettir. Mesela tıp ilmi, Ha-kîm-i Ezelî'nin insan vücûdunda hiç-bir şeyi hikmetsiz ve faydasız yarat-madığına inanmanın neticesi olarak, her bir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bu-günkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması, o azanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah'ın adaletine iman eden bir kim-se de, her hâdisede İlâhî adaletin te-cellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatı-rına gelen suallerin cevabını bu anla-yış içerisinde aramalıdır.
Cenâb-ı Hakk, Kur'an-ı Kerîm'inde:
“Allah, kişiye ancak gücünün ye-teceği kadar teklif eder” ( 2 Bakara, 286.) buyurmakla, kullarına çekeme-yecekleri yükleri teklif etmediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bede-ninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler ol-duğu gibi, aklının da tek başına erişe-meyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yük-lerin yüklenmediği hakikati içerisin-dedir.
Konuyu bazı misâllerle açıklayalım:
- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını otura-rak kılar.
- Oturamayacak ve kımıldayama-yacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı te'hire kalır.
- Ramazan'da unutarak yemek yi-yen kimsenin orucu bozulmaz.
- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mesul olmaz.
Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Ce-nâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir. Allah'ü Teâlâ mutlak adaletiyle kulla-rının mesuliyetlerini bedenî ve malî durumlarıyla olduğu gibi, içinde bu-lundukları şartlarla, imân hakikatle-rini kavrama ve İslâmî hükümlere vâ-kıf olabilme imkânlarıyla da sınırlan-dırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hakk, kulları-nın akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir. Şu hakikati de bilmek icap eder:
İnsanların bu dünyadaki asıl vazi-feleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük se-viyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti veril-miştir. Az bir akılla dünya işleri lâyı-kıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kay-betse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten son-ra, bedenî durumunun da müsaadesi nispetinde O'na karşı ibâdetini yapar.
Bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim: Mevzu, dünyanın ücra bir köşesinde veya esaret altın-daki bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adale-tin nasıl izah edilebileceği idi. Önce şunu belirtelim: Yukarıda durumu an-latılan insan, Hanefîlerin itikattaki imamları olan Mâtüridî'ye göre sa-dece kendisinin ve bu âlemin bir ya-ratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman hakikatlerine ve İslâmî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes'ul değildir. Şâfiîlerin bü-yük çoğunluğunun itikattaki imamla-rı olan İmam-ı Eş'arî'ye göre ise, böy-le bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i necattır. Fakat, ilm-i kelâm âlim-lerinin büyük çoğunluğu birinci görü-şü benimsemişlerdir.
Merhum Ömer Nasuhî Bilmen'in bu mevzu ile ilgili açıklamaları şöyle-dir. "Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine Peygamber sesi ulaşma-yan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü, akılları, bozulmamış fıtratları kendile-rini Allah'ı bilmeye ve birliğine inan-maya götürür. Fakat, bunlar diğer di-nî hükümlerden mesul değildirler. Çünkü, bu gibi hükümler, Peygam-berler tarafından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz.
Fetret, kesilme manasınadır, Pey-gamberlerin gönderilmesine ara veri-lerek, İlâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa ile son Pey-gamber Hz. Muhammed (S.A.V.) ara-sında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir.
Dolayısıyla bunlar bu cihetle ma-zur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etme-nin bunlara farz olup olmaması husu-sunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâ-cib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem'e konulmazlar. Ni-tekim, "Biz bir kavme Rasül gönder-medikçe azap etmeyiz" (İsrâ Sûresi, 15), âyeti de bunu ifâde etmektedir.
Bu âyetin ifâde ettiği azab etme-me durumu; anlaşılması mümkün ol-mayan din hükümlerinin yerine geti-rilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bil-menin terki mânâsına gelmez.
Bundan dolayı, Allah'ı bilme hu-susunda hiçbir akıllı kimse mazur sa-yılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır: Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini kabul e-denlerdir. Bunlar Cennetliktir. İkinci-si, Cenâb-ı Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir. Üçüncü-sü, gaflet üzerine olup, Ulûhiyet fikri-ni ihmal ederek hiç düşünmeyenler-dir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."
Burada bir sual akla gelebilir: Peygamberin ismini ve vazifesini işi-ten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır? Bu suale cevap olarak, İmam-ı Gazali Hazretleri'nin aşağıdaki tasnifine göz atalım, Bu tas-nifinde İmam-ı Gazâlî Hazretleri o za-manda yaşayan Hıristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır: "İnancıma gö-re, inşâallah Allahü Teâlâ, zamanı-mızdaki Rum, Hıristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şü-mulüne alacaktır. Bunlardan maksa-dım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşma-yan Rum ve Türklerdir..
Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütena-sip (orantılı) olacaktır. Şurası da her-kesin malûmudur ki, bir rejimin per-desi arkasında ulûhiyeti inkâr maksa-dıyla mutlak inanca, hususan İslâm di-nine karşı desisene faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mes'uliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.
Şimdi de bu sualin diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım: İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet ehli olaca-ğına dair bir hüküm yoktur. İslâm tari-hini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saâdet'te Hazret-i Rasülullah'ın (sav.) kapı komşusu olan Yahudiler, Müslü-manlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir.
İslâmiyet, Rasülullah (sav.)'ın za-manında en canlı devrini yaşamış ol-masına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mek-ke'de doğan bir insanın Müslüman ol-ması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Haz-ret-i Rasülullah (s.a.v.)'ın öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icap ederdi. Bilindiği gibi, Hz. İbra-him'in babası, Nemrut'un putçusuy-du ve inkarcılardandı. Lût Aleyhisse-lâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan. Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâva ederken, Hz. Mu-sa (a.s.) onun sarayında, hattâ onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı da Allah'a inanan bir kimseydi.
Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kuca-ğında bile olsa, hidâyet nuruna ka-vuşur. Eğer bir kul Hakk'a karşı kör olsa, Peygamber oğlu veya Peygam-ber babası olması dahi onu felâketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memle-ketlerinde binlerce camiler, minare-ler, ezanlar, İslâmî örf ve âdetler, hattâ mezar taşları İslâm'ı telkin ederken, anlatırken hâlâ İslâm'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?
Müslüm Yurtman