HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
İSLÂM HADARETİ VE BATI HADARETİ ARASINDA BİR KARŞILAŞTIRMA
--------------------------------------------------------------------------------
Medeniyet; teknik, maddi yönlerden gelişme, her ne kadar hadaretlerin devamlılığı açısından önemli bir olgu ise de söz konusu hadaretin ölçüsü değildir. Daha önce geçtiği gibi hadaret; bir toplumun yaşam biçimine şekil veren mefhumların tümü ise, o halde hadaret; toplumda meydana getirdiği yaşam biçimi ve insana sağladığı sekinet, huzur ve istikrara bakılarak değerlendirilebilir. Burda dolayısı ile bilimsel, teknolojik ve medeniyet bağlamında ulaştığı gelişmişlikle çağdaş batı hadareti arasında bir karşılaştırma yapmamız garipsenmemelidir. İki hadaret arasındaki öncelikli farklılık medeni ve teknik bakımdan gelişme v.b. değil niteliğe ait zıtlıktır.
Bu her iki hadaret arasındaki yoğun zıtlıklar karşılaştırmayı güçlü kılsa da, mümkün olduğu kadar bu farklılıklardan bazılarını zikredelim.
Siyasi düzlemde; İslâm’ın, tüm renk, dil, millet ve halkların farklılığına rağmen İslâm ümmetini tekrar toplum yapmada başarılı olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz Peygamber (sav) İslâm’ın tüm Arap Yarımadası’na girip ve bölgedeki şirk unsurlarını kazıyıp; bölge, akide ve sistem olarak tamamen İslâm ile hükmettiği bir İslâm diyarı/dar’ul-İslâm olduktan sonra vefat etmiştir. Ardından raşidi halifeler gelmiş ve fetihler devam etmiştir. Bu cümleden olarak, Arap ve İranlı zerdüş ve Hıristiyan kozmopolitiğinin yaşadığı Irak, Farisi dinini benimsemiş olan ve az bir miktar Romalı ve Yahudilerin yanında çoğunun farklı olduğu Fars/İran diyarı, kimi Arapların ve Romalıların, Yahudi, Ermeni ve Suryanilerin oturduğu Hıristiyan dinine mensup ve Roma kültürü ile kültürlenmiş Roma iklimi olan Şam, Roma’nın egemenliğinde olan ve halkların beraber oturduğu Kuzey Afrika bölgeleri fethedilmiştir. Raşidi halifelerden sonra Emeviler gelmiş ve Çin’i ve Semerkant’ı fethetmişler ve buralarını İslâm coğrafyasına katmışlardır. Daha sonra Endülüs fethedilerek İslâm coğrafyasının vilayetlerinden bir vilayet olmuştur. Birbirinden uzak olan bu kıtalar, âdet, gelenek, din, dil, kültür, kanun ve millet olarak birbirlerine zıt coğrafyalar idi. Doğal olarak farklı farklı zihniyet ve davranış biçimi mevcuttu. Bundan dolayı bütün farklılıklarına (hatta zıtlıklarına) rağmen bu halklardan din, dil, kültür ve yasalar çerçevesinde tek bir ümmet oluşturmak elbette kolay bir iş olmadığı gibi bu noktada başarılı olmak öyle normal bir durum da değildir. Evet, bunu ancak İslâm başarmış ve bu ancak İslâm Devleti’nin başarısı olmuştur. Kuşkusuz İslâm’ın sancağı altında gölgelendikten ve İslâm’a girdikten sonra bütün bu halklar tek bir ümmet halini almışlardır. *
Dourant, İslâm hadareti ile halk ve milletlerin kaynaşmasını şöyle dile getiriyor: “Gayri müslimler de süreç içerisinde Arap dilini kendileri için lisan edindiler ve Arap elbiselerini giydiler. Daha sonra onların durumu, Kur'an’ın şeriatına tabi olmaları ve İslâm’ın akidesini benimsemeleri ile sonuçlandı. Nitekim bin yıllık egemenliğin ardından kökleşmiş hellenistik kültürü bile bunun karşısında aciz kalmış ve Roma orduları vatanlarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Aynı şekilde resmi Bizans Devleti’nin mezhebi dışında Hıristiyan mezheplerin ortaya çıktığı bölgeler, hepsinde İslâmî inanış ve ibadet biçimleri yaygınlaşmıştır. Ve bölge insanları yeni dine iman edip ona samimiyetle gönül verdiler ve yeni dine usulleri ile beraber öylesine sımsıkı sarılmışlardı ki bu durum eski Tanrılarını kısa sürede unutturuverdi. İslâm dini Çin, Endonezya ve Hindistan, Arap Yarımadası, Mısır, Şam ve Endülüs’e uzanan bölgelerdeki halkların gönlüne öylesine kök saldı kı; onların hülyalarını değiştirdi, ahlaklarına egemen oldu, hayatlarının akışını etkiledi ve onlara dünya hayatının yorgunluklarını ve yükünü hafifletecek umutlar ekti. İzzeti ve şerefi kendilerine giydirdi. Hatta bugün ona inanıp onda izzet bulanların sayısı üç yüz elli milyona ulaşmış durumdadır. * işte bu din aralarındaki anlaşmazlıklar ve siyasi farklılıklara rağmen onları birleştirmiş ve kalplerini birbirlerine ısındırmıştır.” *
Tarihi süreleri içerisinde İslâm söz konusu değişik toplumları tek birleştirici bir devlet çatısı altında disipline etmiştir. Şayet tarih bazı devletler ve emirliklerin İslâm Hilâfetinin bünyesinden ayrılmasına şahit olduysa bu kesinlikle milliyet veya ırksal ya da İslâm toplumundaki çatışmadan ötürü olmamıştır. Buna; İslâm’ın kötü uygulanması, kimi yönetici ve ailelerin yönetim noktasındaki hırslı yarışları sebep olmuştur. Bunun delili; her şeye rağmen ümmetin değişik milletleri arasındaki bağın gücünü koruması ve aralarını herhangi bir siyasi sınırın ayırmamış olmasıdır.
Bugün tek bir ideoloji ve hadaret üzerine kurulu olmasına karşın Batı, henüz milliyetleri eritip batılı halkları tek bir siyasi varlık olarak bütünleştirememiştir. İşte Napolyon’un çağdaş Avrupa (Fransa milliyetçiliğinden gıdalanmış olan) tarihinin başlaması ile birlikte Avrupa’yı birleştirme çabası değişik Avrupa milliyetçiliği duvarına çarpıp geri tepmiştir. Sonra da işte en önemli sebep ve etkenlerinin Avrupa’da milliyetçilik çatışmaları olan iki yıkıcı büyük dünya savaşlarına şahit olacaktır 20. Yüzyıl. İşte Avrupa Birliği düşüncesi, söz konusu birliğin bütüncül olmamasına v.b.ini içermeyen, sadece iktisadi, dış siyaset ve askeri alanı içeren dar çerçeveli bir birlik düşüncesi olmasına rağmen Avrupa toplumlarındaki milliyetçilikten ötürü birlik düşüncesi aşılması güç zorluklarla karşılaşmaktadır.
İktisadi düzlemde ise; kuşkusuz İslâm tarihi bizlere tarihin adaletine çok nadir şahit olduğu yaşam standartlarından bahsediyor. Tarihi serüven içerisinde gerçek anlamda ciddi hiçbir iktisadi bunalımı yaşatmayacak derecede servetin dengeli dağılımını İslâm iktisat sistemi en güzel bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bu noktada İslâm’ın temel unsurlarından ve toplumda büyük ölçüde dengeyi sağlamayı garanti eden bir unsuru zikretmemiz yeterli olacaktır. Kuşkusuz o zekattır. Yüce Allah (cc) Kur'an’ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:
“Onların aralarında isteyen ve mahrum için bir hak vardır.” *
Bunun dışında da çokça olan diğer sadaka ve bağışlar.. İşte bu, toplumun her bir bireyinin bütünüyle temel ihtiyaçlarını, daha sonra da lüks ihtiyaçlarını mümkün olduğu ölçüde karşılamayı garanti altına alan İslâm iktisat siyasetinden kaynaklanmaktadır. *
SLM HADARET VE BATI HADARET ARASINDA BR KARILATIRMA
--------------------------------------------------------------------------------
Medeniyet; teknik, maddi yönlerden gelişme, her ne kadar hadaretlerin devamlılığı açısından önemli bir olgu ise de söz konusu hadaretin ölçüsü değildir. Daha önce geçtiği gibi hadaret; bir toplumun yaşam biçimine şekil veren mefhumların tümü ise, o halde hadaret; toplumda meydana getirdiği yaşam biçimi ve insana sağladığı sekinet, huzur ve istikrara bakılarak değerlendirilebilir. Burda dolayısı ile bilimsel, teknolojik ve medeniyet bağlamında ulaştığı gelişmişlikle çağdaş batı hadareti arasında bir karşılaştırma yapmamız garipsenmemelidir. İki hadaret arasındaki öncelikli farklılık medeni ve teknik bakımdan gelişme v.b. değil niteliğe ait zıtlıktır.
Bu her iki hadaret arasındaki yoğun zıtlıklar karşılaştırmayı güçlü kılsa da, mümkün olduğu kadar bu farklılıklardan bazılarını zikredelim.
Siyasi düzlemde; İslâm’ın, tüm renk, dil, millet ve halkların farklılığına rağmen İslâm ümmetini tekrar toplum yapmada başarılı olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz Peygamber (sav) İslâm’ın tüm Arap Yarımadası’na girip ve bölgedeki şirk unsurlarını kazıyıp; bölge, akide ve sistem olarak tamamen İslâm ile hükmettiği bir İslâm diyarı/dar’ul-İslâm olduktan sonra vefat etmiştir. Ardından raşidi halifeler gelmiş ve fetihler devam etmiştir. Bu cümleden olarak, Arap ve İranlı zerdüş ve Hıristiyan kozmopolitiğinin yaşadığı Irak, Farisi dinini benimsemiş olan ve az bir miktar Romalı ve Yahudilerin yanında çoğunun farklı olduğu Fars/İran diyarı, kimi Arapların ve Romalıların, Yahudi, Ermeni ve Suryanilerin oturduğu Hıristiyan dinine mensup ve Roma kültürü ile kültürlenmiş Roma iklimi olan Şam, Roma’nın egemenliğinde olan ve halkların beraber oturduğu Kuzey Afrika bölgeleri fethedilmiştir. Raşidi halifelerden sonra Emeviler gelmiş ve Çin’i ve Semerkant’ı fethetmişler ve buralarını İslâm coğrafyasına katmışlardır. Daha sonra Endülüs fethedilerek İslâm coğrafyasının vilayetlerinden bir vilayet olmuştur. Birbirinden uzak olan bu kıtalar, âdet, gelenek, din, dil, kültür, kanun ve millet olarak birbirlerine zıt coğrafyalar idi. Doğal olarak farklı farklı zihniyet ve davranış biçimi mevcuttu. Bundan dolayı bütün farklılıklarına (hatta zıtlıklarına) rağmen bu halklardan din, dil, kültür ve yasalar çerçevesinde tek bir ümmet oluşturmak elbette kolay bir iş olmadığı gibi bu noktada başarılı olmak öyle normal bir durum da değildir. Evet, bunu ancak İslâm başarmış ve bu ancak İslâm Devleti’nin başarısı olmuştur. Kuşkusuz İslâm’ın sancağı altında gölgelendikten ve İslâm’a girdikten sonra bütün bu halklar tek bir ümmet halini almışlardır. *
Dourant, İslâm hadareti ile halk ve milletlerin kaynaşmasını şöyle dile getiriyor: “Gayri müslimler de süreç içerisinde Arap dilini kendileri için lisan edindiler ve Arap elbiselerini giydiler. Daha sonra onların durumu, Kur'an’ın şeriatına tabi olmaları ve İslâm’ın akidesini benimsemeleri ile sonuçlandı. Nitekim bin yıllık egemenliğin ardından kökleşmiş hellenistik kültürü bile bunun karşısında aciz kalmış ve Roma orduları vatanlarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Aynı şekilde resmi Bizans Devleti’nin mezhebi dışında Hıristiyan mezheplerin ortaya çıktığı bölgeler, hepsinde İslâmî inanış ve ibadet biçimleri yaygınlaşmıştır. Ve bölge insanları yeni dine iman edip ona samimiyetle gönül verdiler ve yeni dine usulleri ile beraber öylesine sımsıkı sarılmışlardı ki bu durum eski Tanrılarını kısa sürede unutturuverdi. İslâm dini Çin, Endonezya ve Hindistan, Arap Yarımadası, Mısır, Şam ve Endülüs’e uzanan bölgelerdeki halkların gönlüne öylesine kök saldı kı; onların hülyalarını değiştirdi, ahlaklarına egemen oldu, hayatlarının akışını etkiledi ve onlara dünya hayatının yorgunluklarını ve yükünü hafifletecek umutlar ekti. İzzeti ve şerefi kendilerine giydirdi. Hatta bugün ona inanıp onda izzet bulanların sayısı üç yüz elli milyona ulaşmış durumdadır. * işte bu din aralarındaki anlaşmazlıklar ve siyasi farklılıklara rağmen onları birleştirmiş ve kalplerini birbirlerine ısındırmıştır.” *
Tarihi süreleri içerisinde İslâm söz konusu değişik toplumları tek birleştirici bir devlet çatısı altında disipline etmiştir. Şayet tarih bazı devletler ve emirliklerin İslâm Hilâfetinin bünyesinden ayrılmasına şahit olduysa bu kesinlikle milliyet veya ırksal ya da İslâm toplumundaki çatışmadan ötürü olmamıştır. Buna; İslâm’ın kötü uygulanması, kimi yönetici ve ailelerin yönetim noktasındaki hırslı yarışları sebep olmuştur. Bunun delili; her şeye rağmen ümmetin değişik milletleri arasındaki bağın gücünü koruması ve aralarını herhangi bir siyasi sınırın ayırmamış olmasıdır.
Bugün tek bir ideoloji ve hadaret üzerine kurulu olmasına karşın Batı, henüz milliyetleri eritip batılı halkları tek bir siyasi varlık olarak bütünleştirememiştir. İşte Napolyon’un çağdaş Avrupa (Fransa milliyetçiliğinden gıdalanmış olan) tarihinin başlaması ile birlikte Avrupa’yı birleştirme çabası değişik Avrupa milliyetçiliği duvarına çarpıp geri tepmiştir. Sonra da işte en önemli sebep ve etkenlerinin Avrupa’da milliyetçilik çatışmaları olan iki yıkıcı büyük dünya savaşlarına şahit olacaktır 20. Yüzyıl. İşte Avrupa Birliği düşüncesi, söz konusu birliğin bütüncül olmamasına v.b.ini içermeyen, sadece iktisadi, dış siyaset ve askeri alanı içeren dar çerçeveli bir birlik düşüncesi olmasına rağmen Avrupa toplumlarındaki milliyetçilikten ötürü birlik düşüncesi aşılması güç zorluklarla karşılaşmaktadır.
İktisadi düzlemde ise; kuşkusuz İslâm tarihi bizlere tarihin adaletine çok nadir şahit olduğu yaşam standartlarından bahsediyor. Tarihi serüven içerisinde gerçek anlamda ciddi hiçbir iktisadi bunalımı yaşatmayacak derecede servetin dengeli dağılımını İslâm iktisat sistemi en güzel bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bu noktada İslâm’ın temel unsurlarından ve toplumda büyük ölçüde dengeyi sağlamayı garanti eden bir unsuru zikretmemiz yeterli olacaktır. Kuşkusuz o zekattır. Yüce Allah (cc) Kur'an’ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:
“Onların aralarında isteyen ve mahrum için bir hak vardır.” *
Bunun dışında da çokça olan diğer sadaka ve bağışlar.. İşte bu, toplumun her bir bireyinin bütünüyle temel ihtiyaçlarını, daha sonra da lüks ihtiyaçlarını mümkün olduğu ölçüde karşılamayı garanti altına alan İslâm iktisat siyasetinden kaynaklanmaktadır. *
SLM HADARET VE BATI HADARET ARASINDA BR KARILATIRMA