HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
İslâm Devleti Teokratik Bir Devlet Değildir
İslâm Devleti Hilâfettir. Çünkü Hilâfet, yönetim yetkisi, otorite ve Şer’î hükümlerden benimseme yolu ile kanun haline getirme yetkilerini elinde bulunduran kişinin bulunduğu makamdır. Hilâfet; İslâm’ın getirmiş olduğu fikirler ve koymuş olduğu hükümlerle İslâm Şer’iatının hükümlerini uygulamak, insanlara İslâm’ı öğretmek, onları İslâm’a davet etmek ile ve Allah Subhenehû ve Teala yolunda cihadla İslâm davetini dünyaya taşımak için yeryüzündeki tüm Müslümanların genel başkanlığıdır. Bu makama; "imamet" ve "müminlerin emirliği" adları da verilir.
Hilâfet/Halifelik, beşeri bir makamdır, ilahi bir makam değildir. Varlık sebebi, İslâm dinini insanlara uygulamak ve insanlar arasında yaymaktır. Hilafet, nübüvvetten kesinlikle ayrı ve farklıdır. Çünkü nübüvvet ve risalet, nebiler veya Rasulülerin, Allah'ın Şer’iatını insanlara tebliğ etmek üzere vahiy yoluyla aldığı makamın adıdır. Bu konuda nebinin vahiy yoluyla aldığı Şer’iatı uygulamasına bakılmaksızın tebliği öne çıkmaktadır.
Nitekim yüce Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyurmaktadır:
وما على الرسول إلا البلاغ المبين"Rasule düşen ancak apaçık tebliğdir."[1]
فإنما عليك البلاغ "Sana düşen ancak tebliğdir."[2] ما على الرسول إلا البلاغ "Rasule düşen, tebliğden başkası değildir."[3]
Nübüvvet, Hilâfetten farklı bir şeydir. Hilâfet, yüce Allah'ın Şer’iatını insanlara uygulamaktır. Nebinin ve Rasul’ün, Rasul olabilmesi için Allah'ın kendisine bildirdiği vahiyleri uygulaması şart değildir. Nebi ve rasul olması için Allah'ın kendisine Şer’iat vahyetmiş olması ve bu Şer’iatı tebliğ etmekle emrolunması şarttır. Buna göre Musa, İsa, İbrahim (hepsine selam olsun) efendilerimiz nebi ve Rasul idiler. Fakat bizzat kendileri, getirdikleri Şer’iatı uygulama alanına geçiremediler ve bunlar yönetici değillerdi.
Buna göre nübüvvet ve risalet makamı Hilâfet makamından farklıdır. Nübüvvet ilahi bir makamdır. Allah Subhenehû ve Teala bu makamı dilediğine verir. Hilâfet ise beşeri bir makamdır. Müslümanlar bu makama getirmek için diledikleri kimselere biat ederler. Müslümanlar aralarında diledikleri kimseleri başlarına halife yaparlar. Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi Vesellem getirmiş olduğu Şer’iatı uygulayan bir hâkim/yönetici idi. Hem nübüvvet ve risalet ile görevliydi hem de İslâm hükümlerini uygulamak hususunda Müslümanların başkanlık makamını yürütüyordu. Allah ona risaleti emrettiği gibi yönetimi de emretmişti.
Yüce Allah ona şöyle buyurmaktadır:
وأن احكم بينهم بما أنزل الله "Ve onlar arasında Allah'ın indirdikleri ile hükmet."[4] إنا أنزلنا إليك الكتاب بالحق لتحكم بين الناس بما أراك الله "Şüphesiz biz sana kitabı insanlar arasında Allah'ın sana gösterdikleri ile hükmedesin diye hak ile indirdik."[5]
Böyle buyurduğu gibi şöyle de buyurmaktadır:
يا أيها الرسول بلغ ما أنزل إليك من ربك "Ey rasul Rabbinden sana indirileni tebliğ et."[6] وأوحي إلي هذا القرآن لأنذركم به ومن بلغ "Bu Kur'an bana, onunla sizleri ve kendilerine ulaştığı kimseleri uyarayım diye vahyolundu."[7]
يا أيها المدثر (1) قم فأنذر "Ey bürünüp sarınan kalk ve uyar."[8]
Ancak Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem risaleti; Yüce Allah'ın şu; وأحل الله البيع وحرم الربا "Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır."[9] Ayetinde olduğu gibi sözlü olarak tebliğ etti. Aynı şekilde Hudeybiye antlaşmasında olduğu gibi ameli olarak da tebliğ etti. Tebliğe kesin olarak bağlı kalıyor, bu işin yerine getirilmesi için kesin ve tartışılmaz emirler veriyor, herhangi bir şekilde danışma yoluna gitmiyordu. Aksine vahyin dışında ortaya atılan görüşleri reddediyordu. Hakkında henüz vahyin nazil olmadığı bir hüküm hakkında kendisine soru sorulduğunda ise vahiy nazil oluncaya kadar susup cevap vermiyordu. Fakat iş yapmakla karşı karşıya kaldığında insanlarla istişarelerde bulunur, kendi görüşüne ters düşse bile bazen uzmanların bazen çoğunluğun görüşüne göre hareket ederdi. İnsanlar arasında yargılama yaptığında, verdiği hükmün olaya tıpatıp uygun olduğunu kesin olarak söylemez, aksine verdiği hükmün konu ile ilgili delillere uygun olduğunu söylerdi.
- Tevbe suresi nazil olunca; Ebu Bekir RadıyAllah’u Anh yetişmek üzere Ali b. Ebi Talib RadıyAllah’u Anh’u arkasından gönderdi. Hac mevsiminde bütün insanlara tebliğ etmek üzere Tevbe Suresini herkesin önünde açıkça ilan etmesini emir buyurdu. Ali de onlara Arafe'de bu sureyi okudu ve onu tebliğ etmek amacıyla onları ayrı ayrı dolaştı.
- Hudeybiye Anlaşmasını yaptığında da ashab-ı kiramın tümünün görüşlerini reddetti ve uygun gördüğünü kabul etmeye onları zorladı. Çünkü bu Allah'tan gelmiş bir vahiydi.
- Cabir; “Malımı ne yapayım?” diye sorunca vahiy nazil oluncaya kadar ona cevap vermedi. Buhari'nin Muhammed b.el-Münkedir'den rivayetine göre o şöyle demiştir: "Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinledim: Hastalandım, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem ile Ebu Bekir yürüyerek beni ziyarete geldiler. Yanıma geldiklerinde baygın düşmüştüm. Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem abdest aldı. Sonra abdest suyundan üzerime döktü, kendime geldim. Ey Allah'ın Rasulü! Malım hakkında nasıl bir hükme varayım, malım hakkında ne yapayım? dedim. Miras ayeti ininceye kadar bana cevap vermedi.”[10]
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem risalet ve insanlara tebliğ yükümlülüklerini yerine getirirken böyle davranırdı.
Yönetim görevlerini omuzlarken ise başka bir yol izliyordu. Nitekim Uhud savaşından önce Müslümanları mescitte topladı ve Medine'de mi savaşalım, yoksa dışarıya mı çıkalım diye onlarla danıştı. Çoğunluk Medine dışına çıkma görüşünü belirtiyordu. Kendisi ise çıkmama görüşündeydi. Fakat çoğunluğun görüşüyle amel ederek Medine'nin dışına çıktı ve Medine dışında savaştı.
Aynı şekilde insanlar arasında yargı hükmü verirken başkalarının haklarına tecavüz etmemeleri hususunda onları uyarırdı.
Buhari'nin Ümmü Seleme'den rivayetine göre Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem odasının kapısında, hasımların davalaştığını işitti. Yanlarına çıkıp şöyle dedi: إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ وَإِنَّهُ يَأْتِينِي الْخَصْمُ فَلَعَلَّ بَعْضَكُمْ أَنْ يَكُونَ أَبْلَغَ مِنْ بَعْضٍ فَأَحْسِبُ أَنَّهُ صَادِقٌ فَأَقْضِي لَهُ بِذَلِكَ فَمَنْ قَضَيْتُ لَهُ بِحَقِّ مُسْلِمٍ فَإِنَّمَا هِيَ قِطْعَةٌ مِنَ النَّارِ فَلْيَأْخُذْهَا أَوْ لِيَتْرُكْهَا "Ben ancak bir beşerim. Hasım bana gelir ve olur ki sizden biriniz diğerinden daha beliğ konuşabilir. Ben de onun doğru sözlü olduğunu sanırım da buna göre onun lehine hüküm veririm. Her kime bir Müslüman’ın hakkını verecek olursam aldığı şey ancak ateşten bir parçadır. Bunu ister alsın isterse bıraksın.” [11]
Yine, Enes’den rivayet edildiğine göre Rasül SallAllah’u Aleyhi Vesellem ashabına şöyle buyurmuştur: وَإِنِّي لأرْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ "Şüphesiz ben, kanı veya malı hususlarında herhangi bir kimseye yaptığım bir zulümden dolayı hakkını benden istemeksizin Aziz ve Celil olan Allah'ın huzuruna çıkacağımı ümit ederim.” [12]
İşte bütün bunlar, Rasul’ün iki makamı şahsında birleştirdiğini göstermektedir. Nübüvvet ve risalet makamı ile Allah'ın kendisine vahiy yoluyla bildirmiş olduğu Şer’iatını uygulamak için dünyada Müslümanların başkanlığı makamıdır. O, her iki makamın yükümlülüklerini, o makamın gerektirdiği şekilde kullanıyor ve tasarrufta bulunuyordu. Her bir makama uygun olarak yaptığı tasarrufu ötekinden farklıydı.
İnsanlardan yönetim hususunda biat aldığı gibi bu biatı kadınlardan da erkeklerden de almıştı. Fakat henüz ergenlik yaşına ulaşmamış küçüklerden böyle bir biat almamıştı. İşte, bu husus onun aldığı biatın nübüvvet üzere bir biat değil de yönetim kastıyla alınan biat olduğunu pekiştirmektedir. Bundan dolayıdır ki, yüce Allah Subhenehû ve Teala'nın risaleti tebliğ ve yükümlülüklerini ifa hususunda herhangi bir sebep dolayısıyla ona sitem etmediğini görüyoruz. Aksine çağrısına, insanların icabet etmemeleri dolayısıyla rahatsız olmamasını istediğini görüyoruz. Çünkü risaletin görevlerini yerine getirmek yalnızca tebliğden ibarettir. Sana düşen tebliğden başkası değildir anlamında yüce Allah ona şöyle hitap ediyordu:
فلا تذهب نفسك عليهم حسرات "O halde nefsin onlar hakkında birtakım üzüntülere dalmasın."[13] ولا تحزن عليهم ولا تكن في ضيق مما يمكرون "Onlar için üzülme ve kurmuş oldukları tuzaklardan dolayı kendini sıkıntıya koyma."[14] إن عليك إلا البلاغ "Sana düşen ancak tebliğdir."[15]
Fakat daha önce indirilmiş ve tebliğ etmiş bulunduğu hükümleri uygulamak kastıyla, yönetimin sorumluluklarını yerine getirirken yapmış olduğu bir takım fiillerden dolayı yüce Allah ona sitemde bulunmuştur. Daha önceden inmiş bulunan hükümleri uygularken evla olanın tersine hareket ettiği için Rasul’üne sitem etmiş ve şöyle demiştir:
ما كان لنبي أن يكون له أسرى حتى يثخن في الأرض "Hiçbir nebiye yeryüzünde ağır basıp zaferler elde edinceye (düşmanı iyice ezinceye) kadar esirler alması olacak bir şey değildir."[16] عفا الله عنك لم أذنت لهم "Allah seni affetti. Onlara niçin izin verdin?"[17]
İşte, bütün bunlardan yönetim hususundaki başkanlık makamının nübüvvet makamından farklı olduğu, halifelik makamının ilahî bir makam olmayıp beşeri bir makam olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine bu açıklamaların tümü, halifeliğin dünyada bütün Müslümanların genel başkanlığı olan beşeri bir makam olduğunu göstermektedir. İlahi bir makam değildir. Çünkü bu makam Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem'in de üstlenmiş olduğu yönetim makamıdır. Bu makamı vefatı ile bırakmış ve bu hususta kendisine Müslümanlardan birisinin halef olmasını farz kılmıştır. O halde halifelik, yönetim hususunda Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem'e halife olmak üzere onun yerine geçmektir. Hilâfet, nübüvvet hususunda Rasul’ün yerine geçmek değildir. Hilâfet, Allah'tan vahiy ve Şer’iat almak hususunda değil, İslâm hükümlerini uygulamak, İslâm davetini taşımak için Müslümanların başkanlığı alanında Allah Rasulü’nün yerine geçmektir.
Rasulullah'ın masumiyetine gelince:
Onun masumiyeti nebî oluşu bakımından söz konusudur. Yönetici olması açısından masum değildir. Çünkü masumiyet, kendi şer’iatlarıyla insanları yönetip yönetmediklerine, şer’iatlarını uygulayıp uygulamadıklarına bakılmaksızın tüm nebilerin ve Rasulülerin taşıması gereken sıfatlardandır. Musa, İsa ve İbrahim (hepsine selam olsun) masum Rasulülerdir. Aynı şekilde Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi Vesellem'de masumdur. Bu masumiyet yönetici olması dolayısıyla değil, nübüvveti ve risaleti dolayısıyladır.
Ancak Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem'in yönetim yükümlülüklerini yerine getirirken haram bir fiil işlememesi ve farz bir fiili yerine getirmeyi terk etmemesine gelince: Bu, onun nübüvvet ve risalet bakımından masum oluşundan dolayıdır. Yönetici oluşundan kaynaklanan bir sonuç değildir. Buna göre yönetim işlerini yapması, ismet sıfatına sahip olmasını gerektirmez. Fakat Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem fiili konum olarak, nebi ve Rasul oluşundan dolayı masumdu. İşte bu sebepten dolayı beşer sıfatıyla yönetim işlerini üstleniyor ve beşer olarak hüküm veriyordu. Kur'an-ı Kerim onun bir beşer olduğuna dair açık ifadeler içermektedir.
Yüce Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyurmaktadır:
قل إنما أنا بشر مثلكم "De ki; ben, ancak sizin gibi bir beşerim."[18]
Daha sonra yüce Allah'ın şu buyruğu onun diğer beşerden farklı oluş yönünü şöylece açıklamaktadır:
يوحى إلي "Bana vahyediliyor."[19]
Onun ayırt edici özeliği kendisine vahiy gelmesidir. Yani Rasul oluşudur. Bunun dışında ise o, diğer insanlar gibi bir beşerdir. O halde yönetim hususunda da diğer insanlar gibidir, beşerdir. Buna göre ona halife olacak olanın da elbette diğer insanlar gibi beşer olacağından şüphe yoktur. Çünkü halife, nübüvvet ve risalette değil ancak yönetim hususunda onun halifesidir. Bundan dolayı halifelikte ismet sıfatı şart değildir. Zira yönetimin gerektirdiği bir nitelik değildir. Bu nitelik ancak nübüvvetin gereklerindendir. Halife ise yöneticiden başka bir şey değildir. O halde halifelik görevine gelecek olanlara ismeti şart koşmanın gereği de yoktur. Hatta bu göreve gelecek olanlarda ismet şartının aranması caiz bile değildir. Çünkü ismet, nebîlere, Rasullere hastır. Nebîlerden başkası hakkında ismetin söz konusu olması caiz olmaz. Zira nebide ve Rasulde bu sıfatın varlığını tebliğ gerekli kılmaktadır. Bu da tebliğ ettiklerinde masum olmaları demektir. Haramları işlememe hususunda masum olması ise, tebliğde ismete bağlı bir konudur. Çünkü tebliğde ismet, haramları işlemekten yana korunmuşluk olmadıkça tamam olmaz. O halde ismeti gerekli kılan risaletin tebliğ edilmesidir. İnsanların tasdik etmeleri veya etmeyişleri değildir. Bu sıfatı gerektiren amellerde hata etmek ya da etmemek de değildir. Bu sıfat, risaleti tebliğ etmek için gereklidir. Zira Rasul, Allah tarafından korunmuş (masum/ismet sıfatına sahip) olmasaydı, risaleti gizlemesi yahut ona bir şeyler ilave etmesi ya da ondan bir şeyler eksiltmesi ya da Allah'a karşı söylemediği bir şeyi yalan söyleyip uydurması veya tebliğ etmekle emredildiğinden başkasını tebliğ ederek hata etmesi mümkün olurdu.
Bütün bunlar, Allah tarafından nebî olarak gönderilmeye aykırıdır; onun tasdik edilmesi farz olan nebî oluşuna uymamaktadır. O bakımdan nebînin risaletinin tebliğ hususunda masum olmak sıfatına sahip olması kaçınılmazdır. Buna bağlı olarak onun haramları işlemekten yana masum olması da söz konusudur. İşte, bundan dolayı ilim adamları haramları işlemekten yana nebîlerin korunmuşluğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi nebîler yalnızca büyük günahları işlemekten yana korunmuşlardır, küçük günahları işlemesi caizdir derken kimisi de nebîler, büyük-küçük her türlü günahı işlemekten yana korunmuştur derler. Onlar bu görüşleri, ‘fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru mudur değil midir’ açısından ele alarak söylemişlerdir. Eğer fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru ise tebliğde ismet bunları da kapsar ve nebî bunlardan yana da korunmuş olur. Zira tebliğ bu fiillerden korunmuş olmadıkça tamam olamaz. Eğer fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru değil ise tebliğde ismet bunları kapsamaz. Çünkü bunlar olmadan da tebliğ tamamlanabilmektedir. Bundan dolayı, evla olana aykırı fiilleri işlemekten yana nebîlerin masum olmadıkları hususunda bütün Müslümanlar arasında ihtilaf yoktur. Çünkü tebliğin tamam olması bunlara bağlı değildir. Buna göre, ismet tebliğe hastır. O bakımdan, ismet ancak Nebiler ve Rasuller hakkında söz konusudur. Onların dışında mutlak olarak herhangi bir kimse hakkında varlığı caiz değildir.
Allah’u Teâlâ’nın şu sözüne gelince:
إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا “Ey Ehli Beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temizlemek ister.”[20]
İslâm Devleti Hilâfettir. Çünkü Hilâfet, yönetim yetkisi, otorite ve Şer’î hükümlerden benimseme yolu ile kanun haline getirme yetkilerini elinde bulunduran kişinin bulunduğu makamdır. Hilâfet; İslâm’ın getirmiş olduğu fikirler ve koymuş olduğu hükümlerle İslâm Şer’iatının hükümlerini uygulamak, insanlara İslâm’ı öğretmek, onları İslâm’a davet etmek ile ve Allah Subhenehû ve Teala yolunda cihadla İslâm davetini dünyaya taşımak için yeryüzündeki tüm Müslümanların genel başkanlığıdır. Bu makama; "imamet" ve "müminlerin emirliği" adları da verilir.
Hilâfet/Halifelik, beşeri bir makamdır, ilahi bir makam değildir. Varlık sebebi, İslâm dinini insanlara uygulamak ve insanlar arasında yaymaktır. Hilafet, nübüvvetten kesinlikle ayrı ve farklıdır. Çünkü nübüvvet ve risalet, nebiler veya Rasulülerin, Allah'ın Şer’iatını insanlara tebliğ etmek üzere vahiy yoluyla aldığı makamın adıdır. Bu konuda nebinin vahiy yoluyla aldığı Şer’iatı uygulamasına bakılmaksızın tebliği öne çıkmaktadır.
Nitekim yüce Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyurmaktadır:
وما على الرسول إلا البلاغ المبين"Rasule düşen ancak apaçık tebliğdir."[1]
فإنما عليك البلاغ "Sana düşen ancak tebliğdir."[2] ما على الرسول إلا البلاغ "Rasule düşen, tebliğden başkası değildir."[3]
Nübüvvet, Hilâfetten farklı bir şeydir. Hilâfet, yüce Allah'ın Şer’iatını insanlara uygulamaktır. Nebinin ve Rasul’ün, Rasul olabilmesi için Allah'ın kendisine bildirdiği vahiyleri uygulaması şart değildir. Nebi ve rasul olması için Allah'ın kendisine Şer’iat vahyetmiş olması ve bu Şer’iatı tebliğ etmekle emrolunması şarttır. Buna göre Musa, İsa, İbrahim (hepsine selam olsun) efendilerimiz nebi ve Rasul idiler. Fakat bizzat kendileri, getirdikleri Şer’iatı uygulama alanına geçiremediler ve bunlar yönetici değillerdi.
Buna göre nübüvvet ve risalet makamı Hilâfet makamından farklıdır. Nübüvvet ilahi bir makamdır. Allah Subhenehû ve Teala bu makamı dilediğine verir. Hilâfet ise beşeri bir makamdır. Müslümanlar bu makama getirmek için diledikleri kimselere biat ederler. Müslümanlar aralarında diledikleri kimseleri başlarına halife yaparlar. Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi Vesellem getirmiş olduğu Şer’iatı uygulayan bir hâkim/yönetici idi. Hem nübüvvet ve risalet ile görevliydi hem de İslâm hükümlerini uygulamak hususunda Müslümanların başkanlık makamını yürütüyordu. Allah ona risaleti emrettiği gibi yönetimi de emretmişti.
Yüce Allah ona şöyle buyurmaktadır:
وأن احكم بينهم بما أنزل الله "Ve onlar arasında Allah'ın indirdikleri ile hükmet."[4] إنا أنزلنا إليك الكتاب بالحق لتحكم بين الناس بما أراك الله "Şüphesiz biz sana kitabı insanlar arasında Allah'ın sana gösterdikleri ile hükmedesin diye hak ile indirdik."[5]
Böyle buyurduğu gibi şöyle de buyurmaktadır:
يا أيها الرسول بلغ ما أنزل إليك من ربك "Ey rasul Rabbinden sana indirileni tebliğ et."[6] وأوحي إلي هذا القرآن لأنذركم به ومن بلغ "Bu Kur'an bana, onunla sizleri ve kendilerine ulaştığı kimseleri uyarayım diye vahyolundu."[7]
يا أيها المدثر (1) قم فأنذر "Ey bürünüp sarınan kalk ve uyar."[8]
Ancak Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem risaleti; Yüce Allah'ın şu; وأحل الله البيع وحرم الربا "Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır."[9] Ayetinde olduğu gibi sözlü olarak tebliğ etti. Aynı şekilde Hudeybiye antlaşmasında olduğu gibi ameli olarak da tebliğ etti. Tebliğe kesin olarak bağlı kalıyor, bu işin yerine getirilmesi için kesin ve tartışılmaz emirler veriyor, herhangi bir şekilde danışma yoluna gitmiyordu. Aksine vahyin dışında ortaya atılan görüşleri reddediyordu. Hakkında henüz vahyin nazil olmadığı bir hüküm hakkında kendisine soru sorulduğunda ise vahiy nazil oluncaya kadar susup cevap vermiyordu. Fakat iş yapmakla karşı karşıya kaldığında insanlarla istişarelerde bulunur, kendi görüşüne ters düşse bile bazen uzmanların bazen çoğunluğun görüşüne göre hareket ederdi. İnsanlar arasında yargılama yaptığında, verdiği hükmün olaya tıpatıp uygun olduğunu kesin olarak söylemez, aksine verdiği hükmün konu ile ilgili delillere uygun olduğunu söylerdi.
- Tevbe suresi nazil olunca; Ebu Bekir RadıyAllah’u Anh yetişmek üzere Ali b. Ebi Talib RadıyAllah’u Anh’u arkasından gönderdi. Hac mevsiminde bütün insanlara tebliğ etmek üzere Tevbe Suresini herkesin önünde açıkça ilan etmesini emir buyurdu. Ali de onlara Arafe'de bu sureyi okudu ve onu tebliğ etmek amacıyla onları ayrı ayrı dolaştı.
- Hudeybiye Anlaşmasını yaptığında da ashab-ı kiramın tümünün görüşlerini reddetti ve uygun gördüğünü kabul etmeye onları zorladı. Çünkü bu Allah'tan gelmiş bir vahiydi.
- Cabir; “Malımı ne yapayım?” diye sorunca vahiy nazil oluncaya kadar ona cevap vermedi. Buhari'nin Muhammed b.el-Münkedir'den rivayetine göre o şöyle demiştir: "Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinledim: Hastalandım, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem ile Ebu Bekir yürüyerek beni ziyarete geldiler. Yanıma geldiklerinde baygın düşmüştüm. Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem abdest aldı. Sonra abdest suyundan üzerime döktü, kendime geldim. Ey Allah'ın Rasulü! Malım hakkında nasıl bir hükme varayım, malım hakkında ne yapayım? dedim. Miras ayeti ininceye kadar bana cevap vermedi.”[10]
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem risalet ve insanlara tebliğ yükümlülüklerini yerine getirirken böyle davranırdı.
Yönetim görevlerini omuzlarken ise başka bir yol izliyordu. Nitekim Uhud savaşından önce Müslümanları mescitte topladı ve Medine'de mi savaşalım, yoksa dışarıya mı çıkalım diye onlarla danıştı. Çoğunluk Medine dışına çıkma görüşünü belirtiyordu. Kendisi ise çıkmama görüşündeydi. Fakat çoğunluğun görüşüyle amel ederek Medine'nin dışına çıktı ve Medine dışında savaştı.
Aynı şekilde insanlar arasında yargı hükmü verirken başkalarının haklarına tecavüz etmemeleri hususunda onları uyarırdı.
Buhari'nin Ümmü Seleme'den rivayetine göre Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem odasının kapısında, hasımların davalaştığını işitti. Yanlarına çıkıp şöyle dedi: إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ وَإِنَّهُ يَأْتِينِي الْخَصْمُ فَلَعَلَّ بَعْضَكُمْ أَنْ يَكُونَ أَبْلَغَ مِنْ بَعْضٍ فَأَحْسِبُ أَنَّهُ صَادِقٌ فَأَقْضِي لَهُ بِذَلِكَ فَمَنْ قَضَيْتُ لَهُ بِحَقِّ مُسْلِمٍ فَإِنَّمَا هِيَ قِطْعَةٌ مِنَ النَّارِ فَلْيَأْخُذْهَا أَوْ لِيَتْرُكْهَا "Ben ancak bir beşerim. Hasım bana gelir ve olur ki sizden biriniz diğerinden daha beliğ konuşabilir. Ben de onun doğru sözlü olduğunu sanırım da buna göre onun lehine hüküm veririm. Her kime bir Müslüman’ın hakkını verecek olursam aldığı şey ancak ateşten bir parçadır. Bunu ister alsın isterse bıraksın.” [11]
Yine, Enes’den rivayet edildiğine göre Rasül SallAllah’u Aleyhi Vesellem ashabına şöyle buyurmuştur: وَإِنِّي لأرْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ "Şüphesiz ben, kanı veya malı hususlarında herhangi bir kimseye yaptığım bir zulümden dolayı hakkını benden istemeksizin Aziz ve Celil olan Allah'ın huzuruna çıkacağımı ümit ederim.” [12]
İşte bütün bunlar, Rasul’ün iki makamı şahsında birleştirdiğini göstermektedir. Nübüvvet ve risalet makamı ile Allah'ın kendisine vahiy yoluyla bildirmiş olduğu Şer’iatını uygulamak için dünyada Müslümanların başkanlığı makamıdır. O, her iki makamın yükümlülüklerini, o makamın gerektirdiği şekilde kullanıyor ve tasarrufta bulunuyordu. Her bir makama uygun olarak yaptığı tasarrufu ötekinden farklıydı.
İnsanlardan yönetim hususunda biat aldığı gibi bu biatı kadınlardan da erkeklerden de almıştı. Fakat henüz ergenlik yaşına ulaşmamış küçüklerden böyle bir biat almamıştı. İşte, bu husus onun aldığı biatın nübüvvet üzere bir biat değil de yönetim kastıyla alınan biat olduğunu pekiştirmektedir. Bundan dolayıdır ki, yüce Allah Subhenehû ve Teala'nın risaleti tebliğ ve yükümlülüklerini ifa hususunda herhangi bir sebep dolayısıyla ona sitem etmediğini görüyoruz. Aksine çağrısına, insanların icabet etmemeleri dolayısıyla rahatsız olmamasını istediğini görüyoruz. Çünkü risaletin görevlerini yerine getirmek yalnızca tebliğden ibarettir. Sana düşen tebliğden başkası değildir anlamında yüce Allah ona şöyle hitap ediyordu:
فلا تذهب نفسك عليهم حسرات "O halde nefsin onlar hakkında birtakım üzüntülere dalmasın."[13] ولا تحزن عليهم ولا تكن في ضيق مما يمكرون "Onlar için üzülme ve kurmuş oldukları tuzaklardan dolayı kendini sıkıntıya koyma."[14] إن عليك إلا البلاغ "Sana düşen ancak tebliğdir."[15]
Fakat daha önce indirilmiş ve tebliğ etmiş bulunduğu hükümleri uygulamak kastıyla, yönetimin sorumluluklarını yerine getirirken yapmış olduğu bir takım fiillerden dolayı yüce Allah ona sitemde bulunmuştur. Daha önceden inmiş bulunan hükümleri uygularken evla olanın tersine hareket ettiği için Rasul’üne sitem etmiş ve şöyle demiştir:
ما كان لنبي أن يكون له أسرى حتى يثخن في الأرض "Hiçbir nebiye yeryüzünde ağır basıp zaferler elde edinceye (düşmanı iyice ezinceye) kadar esirler alması olacak bir şey değildir."[16] عفا الله عنك لم أذنت لهم "Allah seni affetti. Onlara niçin izin verdin?"[17]
İşte, bütün bunlardan yönetim hususundaki başkanlık makamının nübüvvet makamından farklı olduğu, halifelik makamının ilahî bir makam olmayıp beşeri bir makam olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine bu açıklamaların tümü, halifeliğin dünyada bütün Müslümanların genel başkanlığı olan beşeri bir makam olduğunu göstermektedir. İlahi bir makam değildir. Çünkü bu makam Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem'in de üstlenmiş olduğu yönetim makamıdır. Bu makamı vefatı ile bırakmış ve bu hususta kendisine Müslümanlardan birisinin halef olmasını farz kılmıştır. O halde halifelik, yönetim hususunda Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem'e halife olmak üzere onun yerine geçmektir. Hilâfet, nübüvvet hususunda Rasul’ün yerine geçmek değildir. Hilâfet, Allah'tan vahiy ve Şer’iat almak hususunda değil, İslâm hükümlerini uygulamak, İslâm davetini taşımak için Müslümanların başkanlığı alanında Allah Rasulü’nün yerine geçmektir.
Rasulullah'ın masumiyetine gelince:
Onun masumiyeti nebî oluşu bakımından söz konusudur. Yönetici olması açısından masum değildir. Çünkü masumiyet, kendi şer’iatlarıyla insanları yönetip yönetmediklerine, şer’iatlarını uygulayıp uygulamadıklarına bakılmaksızın tüm nebilerin ve Rasulülerin taşıması gereken sıfatlardandır. Musa, İsa ve İbrahim (hepsine selam olsun) masum Rasulülerdir. Aynı şekilde Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi Vesellem'de masumdur. Bu masumiyet yönetici olması dolayısıyla değil, nübüvveti ve risaleti dolayısıyladır.
Ancak Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem'in yönetim yükümlülüklerini yerine getirirken haram bir fiil işlememesi ve farz bir fiili yerine getirmeyi terk etmemesine gelince: Bu, onun nübüvvet ve risalet bakımından masum oluşundan dolayıdır. Yönetici oluşundan kaynaklanan bir sonuç değildir. Buna göre yönetim işlerini yapması, ismet sıfatına sahip olmasını gerektirmez. Fakat Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem fiili konum olarak, nebi ve Rasul oluşundan dolayı masumdu. İşte bu sebepten dolayı beşer sıfatıyla yönetim işlerini üstleniyor ve beşer olarak hüküm veriyordu. Kur'an-ı Kerim onun bir beşer olduğuna dair açık ifadeler içermektedir.
Yüce Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyurmaktadır:
قل إنما أنا بشر مثلكم "De ki; ben, ancak sizin gibi bir beşerim."[18]
Daha sonra yüce Allah'ın şu buyruğu onun diğer beşerden farklı oluş yönünü şöylece açıklamaktadır:
يوحى إلي "Bana vahyediliyor."[19]
Onun ayırt edici özeliği kendisine vahiy gelmesidir. Yani Rasul oluşudur. Bunun dışında ise o, diğer insanlar gibi bir beşerdir. O halde yönetim hususunda da diğer insanlar gibidir, beşerdir. Buna göre ona halife olacak olanın da elbette diğer insanlar gibi beşer olacağından şüphe yoktur. Çünkü halife, nübüvvet ve risalette değil ancak yönetim hususunda onun halifesidir. Bundan dolayı halifelikte ismet sıfatı şart değildir. Zira yönetimin gerektirdiği bir nitelik değildir. Bu nitelik ancak nübüvvetin gereklerindendir. Halife ise yöneticiden başka bir şey değildir. O halde halifelik görevine gelecek olanlara ismeti şart koşmanın gereği de yoktur. Hatta bu göreve gelecek olanlarda ismet şartının aranması caiz bile değildir. Çünkü ismet, nebîlere, Rasullere hastır. Nebîlerden başkası hakkında ismetin söz konusu olması caiz olmaz. Zira nebide ve Rasulde bu sıfatın varlığını tebliğ gerekli kılmaktadır. Bu da tebliğ ettiklerinde masum olmaları demektir. Haramları işlememe hususunda masum olması ise, tebliğde ismete bağlı bir konudur. Çünkü tebliğde ismet, haramları işlemekten yana korunmuşluk olmadıkça tamam olmaz. O halde ismeti gerekli kılan risaletin tebliğ edilmesidir. İnsanların tasdik etmeleri veya etmeyişleri değildir. Bu sıfatı gerektiren amellerde hata etmek ya da etmemek de değildir. Bu sıfat, risaleti tebliğ etmek için gereklidir. Zira Rasul, Allah tarafından korunmuş (masum/ismet sıfatına sahip) olmasaydı, risaleti gizlemesi yahut ona bir şeyler ilave etmesi ya da ondan bir şeyler eksiltmesi ya da Allah'a karşı söylemediği bir şeyi yalan söyleyip uydurması veya tebliğ etmekle emredildiğinden başkasını tebliğ ederek hata etmesi mümkün olurdu.
Bütün bunlar, Allah tarafından nebî olarak gönderilmeye aykırıdır; onun tasdik edilmesi farz olan nebî oluşuna uymamaktadır. O bakımdan nebînin risaletinin tebliğ hususunda masum olmak sıfatına sahip olması kaçınılmazdır. Buna bağlı olarak onun haramları işlemekten yana masum olması da söz konusudur. İşte, bundan dolayı ilim adamları haramları işlemekten yana nebîlerin korunmuşluğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi nebîler yalnızca büyük günahları işlemekten yana korunmuşlardır, küçük günahları işlemesi caizdir derken kimisi de nebîler, büyük-küçük her türlü günahı işlemekten yana korunmuştur derler. Onlar bu görüşleri, ‘fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru mudur değil midir’ açısından ele alarak söylemişlerdir. Eğer fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru ise tebliğde ismet bunları da kapsar ve nebî bunlardan yana da korunmuş olur. Zira tebliğ bu fiillerden korunmuş olmadıkça tamam olamaz. Eğer fiiller tebliğin tamamlayıcı unsuru değil ise tebliğde ismet bunları kapsamaz. Çünkü bunlar olmadan da tebliğ tamamlanabilmektedir. Bundan dolayı, evla olana aykırı fiilleri işlemekten yana nebîlerin masum olmadıkları hususunda bütün Müslümanlar arasında ihtilaf yoktur. Çünkü tebliğin tamam olması bunlara bağlı değildir. Buna göre, ismet tebliğe hastır. O bakımdan, ismet ancak Nebiler ve Rasuller hakkında söz konusudur. Onların dışında mutlak olarak herhangi bir kimse hakkında varlığı caiz değildir.
Allah’u Teâlâ’nın şu sözüne gelince:
إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمْ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا “Ey Ehli Beyt, Allah sizden ancak kiri giderip tam anlamıyla sizi temizlemek ister.”[20]