HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
İslâm Devleti Teokratik Bir Devlet Değildir
--------------------------------------------------------------------------------
İslâm Devleti Hilâfettir. Çünkü Hilâfet, yönetim yetkisi, otorite ve Şer’î hükümlerden benimseme yolu ile kanun haline getirme yetkilerini elinde bulunduran kişinin bulunduğu makamdır. Hilâfet; İslâm’ın getirmiş olduğu fikirler ve koymuş olduğu hükümlerle İslâm Şer’iatının hükümlerini uygulamak, insanlara İslâm’ı öğretmek, onları İslâm’a davet etmek ile ve Allah Subhenehû ve Teala yolunda cihadla İslâm davetini dünyaya taşımak için yeryüzündeki tüm Müslümanların genel başkanlığıdır. Bu makama; "imamet" ve "müminlerin emirliği" adları da verilir.
Hilâfet/Halifelik, beşeri bir makamdır, ilahi bir makam değildir. Varlık sebebi, İslâm dinini insanlara uygulamak ve insanlar arasında yaymaktır. Hilafet, nübüvvetten kesinlikle ayrı ve farklıdır. Çünkü nübüvvet ve risalet, nebiler veya Rasulülerin, Allah'ın Şer’iatını insanlara tebliğ etmek üzere vahiy yoluyla aldığı makamın adıdır. Bu konuda nebinin vahiy yoluyla aldığı Şer’iatı uygulamasına bakılmaksızın tebliği öne çıkmaktadır.
Nitekim yüce Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyurmaktadır:
وما على الرسول إلا البلاغ المبين"Rasule düşen ancak apaçık tebliğdir."[1]
فإنما عليك البلاغ "Sana düşen ancak tebliğdir."[2] ما على الرسول إلا البلاغ "Rasule düşen, tebliğden başkası değildir."[3]
Nübüvvet, Hilâfetten farklı bir şeydir. Hilâfet, yüce Allah'ın Şer’iatını insanlara uygulamaktır. Nebinin ve Rasul’ün, Rasul olabilmesi için Allah'ın kendisine bildirdiği vahiyleri uygulaması şart değildir. Nebi ve rasul olması için Allah'ın kendisine Şer’iat vahyetmiş olması ve bu Şer’iatı tebliğ etmekle emrolunması şarttır. Buna göre Musa, İsa, İbrahim (hepsine selam olsun) efendilerimiz nebi ve Rasul idiler. Fakat bizzat kendileri, getirdikleri Şer’iatı uygulama alanına geçiremediler ve bunlar yönetici değillerdi.
Buna göre nübüvvet ve risalet makamı Hilâfet makamından farklıdır. Nübüvvet ilahi bir makamdır. Allah Subhenehû ve Teala bu makamı dilediğine verir. Hilâfet ise beşeri bir makamdır. Müslümanlar bu makama getirmek için diledikleri kimselere biat ederler. Müslümanlar aralarında diledikleri kimseleri başlarına halife yaparlar. Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi Vesellem getirmiş olduğu Şer’iatı uygulayan bir hâkim/yönetici idi. Hem nübüvvet ve risalet ile görevliydi hem de İslâm hükümlerini uygulamak hususunda Müslümanların başkanlık makamını yürütüyordu. Allah ona risaleti emrettiği gibi yönetimi de emretmişti.
Yüce Allah ona şöyle buyurmaktadır:
وأن احكم بينهم بما أنزل الله "Ve onlar arasında Allah'ın indirdikleri ile hükmet."[4] إنا أنزلنا إليك الكتاب بالحق لتحكم بين الناس بما أراك الله "Şüphesiz biz sana kitabı insanlar arasında Allah'ın sana gösterdikleri ile hükmedesin diye hak ile indirdik."[5]
Böyle buyurduğu gibi şöyle de buyurmaktadır:
يا أيها الرسول بلغ ما أنزل إليك من ربك "Ey rasul Rabbinden sana indirileni tebliğ et."[6] وأوحي إلي هذا القرآن لأنذركم به ومن بلغ "Bu Kur'an bana, onunla sizleri ve kendilerine ulaştığı kimseleri uyarayım diye vahyolundu."[7]
يا أيها المدثر (1) قم فأنذر "Ey bürünüp sarınan kalk ve uyar."[8]
Ancak Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem risaleti; Yüce Allah'ın şu; وأحل الله البيع وحرم الربا "Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır."[9] Ayetinde olduğu gibi sözlü olarak tebliğ etti. Aynı şekilde Hudeybiye antlaşmasında olduğu gibi ameli olarak da tebliğ etti. Tebliğe kesin olarak bağlı kalıyor, bu işin yerine getirilmesi için kesin ve tartışılmaz emirler veriyor, herhangi bir şekilde danışma yoluna gitmiyordu. Aksine vahyin dışında ortaya atılan görüşleri reddediyordu. Hakkında henüz vahyin nazil olmadığı bir hüküm hakkında kendisine soru sorulduğunda ise vahiy nazil oluncaya kadar susup cevap vermiyordu. Fakat iş yapmakla karşı karşıya kaldığında insanlarla istişarelerde bulunur, kendi görüşüne ters düşse bile bazen uzmanların bazen çoğunluğun görüşüne göre hareket ederdi. İnsanlar arasında yargılama yaptığında, verdiği hükmün olaya tıpatıp uygun olduğunu kesin olarak söylemez, aksine verdiği hükmün konu ile ilgili delillere uygun olduğunu söylerdi.
- Tevbe suresi nazil olunca; Ebu Bekir RadıyAllah’u Anh yetişmek üzere Ali b. Ebi Talib RadıyAllah’u Anh’u arkasından gönderdi. Hac mevsiminde bütün insanlara tebliğ etmek üzere Tevbe Suresini herkesin önünde açıkça ilan etmesini emir buyurdu. Ali de onlara Arafe'de bu sureyi okudu ve onu tebliğ etmek amacıyla onları ayrı ayrı dolaştı.
- Hudeybiye Anlaşmasını yaptığında da ashab-ı kiramın tümünün görüşlerini reddetti ve uygun gördüğünü kabul etmeye onları zorladı. Çünkü bu Allah'tan gelmiş bir vahiydi.
- Cabir; “Malımı ne yapayım?” diye sorunca vahiy nazil oluncaya kadar ona cevap vermedi. Buhari'nin Muhammed b.el-Münkedir'den rivayetine göre o şöyle demiştir: "Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinledim: Hastalandım, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem ile Ebu Bekir yürüyerek beni ziyarete geldiler. Yanıma geldiklerinde baygın düşmüştüm. Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem abdest aldı. Sonra abdest suyundan üzerime döktü, kendime geldim. Ey Allah'ın Rasulü! Malım hakkında nasıl bir hükme varayım, malım hakkında ne yapayım? dedim. Miras ayeti ininceye kadar bana cevap vermedi.”[10]
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem risalet ve insanlara tebliğ yükümlülüklerini yerine getirirken böyle davranırdı.
Yönetim görevlerini omuzlarken ise başka bir yol izliyordu. Nitekim Uhud savaşından önce Müslümanları mescitte topladı ve Medine'de mi savaşalım, yoksa dışarıya mı çıkalım diye onlarla danıştı. Çoğunluk Medine dışına çıkma görüşünü belirtiyordu. Kendisi ise çıkmama görüşündeydi. Fakat çoğunluğun görüşüyle amel ederek Medine'nin dışına çıktı ve Medine dışında savaştı.
Aynı şekilde insanlar arasında yargı hükmü verirken başkalarının haklarına tecavüz etmemeleri hususunda onları uyarırdı.
Buhari'nin Ümmü Seleme'den rivayetine göre Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem odasının kapısında, hasımların davalaştığını işitti. Yanlarına çıkıp şöyle dedi: إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ وَإِنَّهُ يَأْتِينِي الْخَصْمُ فَلَعَلَّ بَعْضَكُمْ أَنْ يَكُونَ أَبْلَغَ مِنْ بَعْضٍ فَأَحْسِبُ أَنَّهُ صَادِقٌ فَأَقْضِي لَهُ بِذَلِكَ فَمَنْ قَضَيْتُ لَهُ بِحَقِّ مُسْلِمٍ فَإِنَّمَا هِيَ قِطْعَةٌ مِنَ النَّارِ فَلْيَأْخُذْهَا أَوْ لِيَتْرُكْهَا "Ben ancak bir beşerim. Hasım bana gelir ve olur ki sizden biriniz diğerinden daha beliğ konuşabilir. Ben de onun doğru sözlü olduğunu sanırım da buna göre onun lehine hüküm veririm. Her kime bir Müslüman’ın hakkını verecek olursam aldığı şey ancak ateşten bir parçadır. Bunu ister alsın isterse bıraksın.” [11]
Yine, Enes’den rivayet edildiğine göre Rasül SallAllah’u Aleyhi Vesellem ashabına şöyle buyurmuştur: وَإِنِّي لأرْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ "Şüphesiz ben, kanı veya malı hususlarında herhangi bir kimseye yaptığım bir zulümden dolayı hakkını benden istemeksizin Aziz ve Celil olan Allah'ın huzuruna çıkacağımı ümit ederim.” [12]
İşte bütün bunlar, Rasul’ün iki makamı şahsında birleştirdiğini göstermektedir. Nübüvvet ve risalet makamı ile Allah'ın kendisine vahiy yoluyla bildirmiş olduğu Şer’iatını uygulamak için dünyada Müslümanların başkanlığı makamıdır. O, her iki makamın yükümlülüklerini, o makamın gerektirdiği şekilde kullanıyor ve tasarrufta bulunuyordu. Her bir makama uygun olarak yaptığı tasarrufu ötekinden farklıydı.
--------------------------------------------------------------------------------
İslâm Devleti Hilâfettir. Çünkü Hilâfet, yönetim yetkisi, otorite ve Şer’î hükümlerden benimseme yolu ile kanun haline getirme yetkilerini elinde bulunduran kişinin bulunduğu makamdır. Hilâfet; İslâm’ın getirmiş olduğu fikirler ve koymuş olduğu hükümlerle İslâm Şer’iatının hükümlerini uygulamak, insanlara İslâm’ı öğretmek, onları İslâm’a davet etmek ile ve Allah Subhenehû ve Teala yolunda cihadla İslâm davetini dünyaya taşımak için yeryüzündeki tüm Müslümanların genel başkanlığıdır. Bu makama; "imamet" ve "müminlerin emirliği" adları da verilir.
Hilâfet/Halifelik, beşeri bir makamdır, ilahi bir makam değildir. Varlık sebebi, İslâm dinini insanlara uygulamak ve insanlar arasında yaymaktır. Hilafet, nübüvvetten kesinlikle ayrı ve farklıdır. Çünkü nübüvvet ve risalet, nebiler veya Rasulülerin, Allah'ın Şer’iatını insanlara tebliğ etmek üzere vahiy yoluyla aldığı makamın adıdır. Bu konuda nebinin vahiy yoluyla aldığı Şer’iatı uygulamasına bakılmaksızın tebliği öne çıkmaktadır.
Nitekim yüce Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyurmaktadır:
وما على الرسول إلا البلاغ المبين"Rasule düşen ancak apaçık tebliğdir."[1]
فإنما عليك البلاغ "Sana düşen ancak tebliğdir."[2] ما على الرسول إلا البلاغ "Rasule düşen, tebliğden başkası değildir."[3]
Nübüvvet, Hilâfetten farklı bir şeydir. Hilâfet, yüce Allah'ın Şer’iatını insanlara uygulamaktır. Nebinin ve Rasul’ün, Rasul olabilmesi için Allah'ın kendisine bildirdiği vahiyleri uygulaması şart değildir. Nebi ve rasul olması için Allah'ın kendisine Şer’iat vahyetmiş olması ve bu Şer’iatı tebliğ etmekle emrolunması şarttır. Buna göre Musa, İsa, İbrahim (hepsine selam olsun) efendilerimiz nebi ve Rasul idiler. Fakat bizzat kendileri, getirdikleri Şer’iatı uygulama alanına geçiremediler ve bunlar yönetici değillerdi.
Buna göre nübüvvet ve risalet makamı Hilâfet makamından farklıdır. Nübüvvet ilahi bir makamdır. Allah Subhenehû ve Teala bu makamı dilediğine verir. Hilâfet ise beşeri bir makamdır. Müslümanlar bu makama getirmek için diledikleri kimselere biat ederler. Müslümanlar aralarında diledikleri kimseleri başlarına halife yaparlar. Efendimiz Muhammed SallAllah’u Aleyhi Vesellem getirmiş olduğu Şer’iatı uygulayan bir hâkim/yönetici idi. Hem nübüvvet ve risalet ile görevliydi hem de İslâm hükümlerini uygulamak hususunda Müslümanların başkanlık makamını yürütüyordu. Allah ona risaleti emrettiği gibi yönetimi de emretmişti.
Yüce Allah ona şöyle buyurmaktadır:
وأن احكم بينهم بما أنزل الله "Ve onlar arasında Allah'ın indirdikleri ile hükmet."[4] إنا أنزلنا إليك الكتاب بالحق لتحكم بين الناس بما أراك الله "Şüphesiz biz sana kitabı insanlar arasında Allah'ın sana gösterdikleri ile hükmedesin diye hak ile indirdik."[5]
Böyle buyurduğu gibi şöyle de buyurmaktadır:
يا أيها الرسول بلغ ما أنزل إليك من ربك "Ey rasul Rabbinden sana indirileni tebliğ et."[6] وأوحي إلي هذا القرآن لأنذركم به ومن بلغ "Bu Kur'an bana, onunla sizleri ve kendilerine ulaştığı kimseleri uyarayım diye vahyolundu."[7]
يا أيها المدثر (1) قم فأنذر "Ey bürünüp sarınan kalk ve uyar."[8]
Ancak Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem risaleti; Yüce Allah'ın şu; وأحل الله البيع وحرم الربا "Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır."[9] Ayetinde olduğu gibi sözlü olarak tebliğ etti. Aynı şekilde Hudeybiye antlaşmasında olduğu gibi ameli olarak da tebliğ etti. Tebliğe kesin olarak bağlı kalıyor, bu işin yerine getirilmesi için kesin ve tartışılmaz emirler veriyor, herhangi bir şekilde danışma yoluna gitmiyordu. Aksine vahyin dışında ortaya atılan görüşleri reddediyordu. Hakkında henüz vahyin nazil olmadığı bir hüküm hakkında kendisine soru sorulduğunda ise vahiy nazil oluncaya kadar susup cevap vermiyordu. Fakat iş yapmakla karşı karşıya kaldığında insanlarla istişarelerde bulunur, kendi görüşüne ters düşse bile bazen uzmanların bazen çoğunluğun görüşüne göre hareket ederdi. İnsanlar arasında yargılama yaptığında, verdiği hükmün olaya tıpatıp uygun olduğunu kesin olarak söylemez, aksine verdiği hükmün konu ile ilgili delillere uygun olduğunu söylerdi.
- Tevbe suresi nazil olunca; Ebu Bekir RadıyAllah’u Anh yetişmek üzere Ali b. Ebi Talib RadıyAllah’u Anh’u arkasından gönderdi. Hac mevsiminde bütün insanlara tebliğ etmek üzere Tevbe Suresini herkesin önünde açıkça ilan etmesini emir buyurdu. Ali de onlara Arafe'de bu sureyi okudu ve onu tebliğ etmek amacıyla onları ayrı ayrı dolaştı.
- Hudeybiye Anlaşmasını yaptığında da ashab-ı kiramın tümünün görüşlerini reddetti ve uygun gördüğünü kabul etmeye onları zorladı. Çünkü bu Allah'tan gelmiş bir vahiydi.
- Cabir; “Malımı ne yapayım?” diye sorunca vahiy nazil oluncaya kadar ona cevap vermedi. Buhari'nin Muhammed b.el-Münkedir'den rivayetine göre o şöyle demiştir: "Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken dinledim: Hastalandım, Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem ile Ebu Bekir yürüyerek beni ziyarete geldiler. Yanıma geldiklerinde baygın düşmüştüm. Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem abdest aldı. Sonra abdest suyundan üzerime döktü, kendime geldim. Ey Allah'ın Rasulü! Malım hakkında nasıl bir hükme varayım, malım hakkında ne yapayım? dedim. Miras ayeti ininceye kadar bana cevap vermedi.”[10]
Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem risalet ve insanlara tebliğ yükümlülüklerini yerine getirirken böyle davranırdı.
Yönetim görevlerini omuzlarken ise başka bir yol izliyordu. Nitekim Uhud savaşından önce Müslümanları mescitte topladı ve Medine'de mi savaşalım, yoksa dışarıya mı çıkalım diye onlarla danıştı. Çoğunluk Medine dışına çıkma görüşünü belirtiyordu. Kendisi ise çıkmama görüşündeydi. Fakat çoğunluğun görüşüyle amel ederek Medine'nin dışına çıktı ve Medine dışında savaştı.
Aynı şekilde insanlar arasında yargı hükmü verirken başkalarının haklarına tecavüz etmemeleri hususunda onları uyarırdı.
Buhari'nin Ümmü Seleme'den rivayetine göre Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem odasının kapısında, hasımların davalaştığını işitti. Yanlarına çıkıp şöyle dedi: إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ وَإِنَّهُ يَأْتِينِي الْخَصْمُ فَلَعَلَّ بَعْضَكُمْ أَنْ يَكُونَ أَبْلَغَ مِنْ بَعْضٍ فَأَحْسِبُ أَنَّهُ صَادِقٌ فَأَقْضِي لَهُ بِذَلِكَ فَمَنْ قَضَيْتُ لَهُ بِحَقِّ مُسْلِمٍ فَإِنَّمَا هِيَ قِطْعَةٌ مِنَ النَّارِ فَلْيَأْخُذْهَا أَوْ لِيَتْرُكْهَا "Ben ancak bir beşerim. Hasım bana gelir ve olur ki sizden biriniz diğerinden daha beliğ konuşabilir. Ben de onun doğru sözlü olduğunu sanırım da buna göre onun lehine hüküm veririm. Her kime bir Müslüman’ın hakkını verecek olursam aldığı şey ancak ateşten bir parçadır. Bunu ister alsın isterse bıraksın.” [11]
Yine, Enes’den rivayet edildiğine göre Rasül SallAllah’u Aleyhi Vesellem ashabına şöyle buyurmuştur: وَإِنِّي لأرْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ "Şüphesiz ben, kanı veya malı hususlarında herhangi bir kimseye yaptığım bir zulümden dolayı hakkını benden istemeksizin Aziz ve Celil olan Allah'ın huzuruna çıkacağımı ümit ederim.” [12]
İşte bütün bunlar, Rasul’ün iki makamı şahsında birleştirdiğini göstermektedir. Nübüvvet ve risalet makamı ile Allah'ın kendisine vahiy yoluyla bildirmiş olduğu Şer’iatını uygulamak için dünyada Müslümanların başkanlığı makamıdır. O, her iki makamın yükümlülüklerini, o makamın gerektirdiği şekilde kullanıyor ve tasarrufta bulunuyordu. Her bir makama uygun olarak yaptığı tasarrufu ötekinden farklıydı.