HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
İSLAM DEVLETİ
DAVETİN DİRENİŞİ
Resulullah (sas), İslâm'la gönderildiğinde, insanlara İslâm'dan ve Davetinden haber vermeye, anlatmaya başladı. Kureyş'in çok azı buna ilgi gösteriyordu. Çünkü onlar, ilk önceleri önem verip onunla meşgul olmadılar. Zannediyorlardı ki, onun (Muhammed'in) haberi ruhbanların, filozofların ve kâhinlerin haberlerinden üstün olmayacak ve insanlar babalarının, ecdadlarının dininde kalacaklar. Onun için ne ondan ürktüler ne de onu ayıplayıp nehyettiler. Onlar meclislerinde; "Bu Abdulmuttalib'in oğlu, gökyüzünden bahsediyor" diye konuşarak bir müddet böyle devam edip geçti. Ne zaman ki Resulullah'ın davetinden kısa bir müddet geçtikten sonra; onlar bu davetin önemini, ciddiyetini hissetmeye başladılar. Resulullah'a karşı olmak, ona düşmanlık yapmak ve onunla çarpışmak üzere birleştiler.
Nitekim onu aşağılamak, nübüvvetini yalanlamakla ona karşı muharebe etme fikrinde karar kıldılar. Daha sonra ona yaklaşıp, risaletini ispatlayıcı mucizelerinden sormaya başladılar. Ve diyorlardı ki: "Muhammed'e ne oldu ki, Safâ ve Merve'yi altın kılmıyor. Onun kendisinden haber vermiş olduğu Kitab, gökten yazılmış olarak ona inmiyor? Muhammed'in bahsettiği haberi ona sunan Cibrîl, size niçin aşikâr görünmüyor? O, ölüyü niçin diriltmiyor? O, niçin şu dağları yürütmüyor ki Mekke aralarında hapis kalmasın?! O, beldesinden halkının suya ihtiyacı olduğunu bildiği halde,niçin zemzemden sular fışkırtan menbaalar açmıyor? Onun Rabbi niçin ona bizim müstakbelde kazançlar sağlayacağımız değerli ticaret eşyaları, hazineleri indirmiyor?..."
İşte böyle Resul (sas)'e ve davetine incitici ve alay edici uslübla hücuma başladılar. Onlar, düşmanlıkta inadla devam edip durdular. Fakat bu durum, Resulullah (sas)'i davetinden vaz geçirmedi. Bilâkis o, insanları Allah'ın dinine davet etmeye ve putları ayıplamaya ve kötülemeye, inkâr etmeye, o putlara kulluk edenlerin akıllarını hafiflikle, putları takdis edenlerin/mukaddes sayanların akıl ve idraklarını düşüklükle/sefiflikle vasıflandırmaya devam etti. Bu durum, müşrikler üzerine zor ve büyük gelmeye başladı. Resulullah'ı davetinden vazgeçirmek için bütün vesileleri kullandılar. Fakat başaramadılar. Onların bu davete karşı koymak için benimsedikleri vesilelerin en önemlilerinden üçü şunlardır:
1-) İşkence ve azab etmek,
2-) Dahili ve harici karşı propaganda,
3-) Boykot ve ambargo.
İşkence ve azaba gelince; Nebî (sas)ve tüm müslümanlar kendi kavimlerinin himayelerinde olmalarına rağmen işkencelere maruz kalıyorlardı. Nitekim müşrikler, işkence çeşitlerini kullanmakta uzmanlaşmışlardı. İşkencenin her çeşidini kullandılar. Nitekim dinlerini terketmeleri için Yâsir ailesinin hepsine çok çeşitli azab ve işkence yaptılar. Fakat bu, onların sebat ve imanlarını artırmaktan başka bir şey yapmadı. Nitekim bir keresinde Resul (sas), onlarla karşılaştı. Onlara azab, işkence ediliyordu. Resulullah (sas) onlara dedi ki:
"Sabredin Yâsir ailesi! Muhakkak ki size Cennet vaad edilmiştir. Muhakkak ki ben, sizin için Allah'tan bir şeye malik değilim." Resulullah (sas) onlara, "Muhakkak ki size Cennet vaad edilmiştir" deyince, Yâsir'in hanımı Sümeyye demiştir ki: "Muhakkak ki ben onu açıkca görüyorum ya Resulullah."
Kureyş, Nebî (sas)'e ve ashabına azab ve işkenceyi işte böyle devam ettirdi.
Ne zaman ki Kureyş, bunun kendilerine bir fayda sağlamadığını görünce hemen başka bir silaha sarıldılar. Bu silah, İslâm'a ve müslümanlara karşı her yerde; dahili olarak Mekke'de, harici olarak Habeşistan'da propaganda silahıydı. Mücadele, münakaşa, yalanlamak, dedikodu ve şayialarla hakikatı karalamak gibi şeyleri kapsayan her türlü propaganda çeşitlerini kullandılar. İslâm akidesinin kendisine ve akidenin sahiplerine karşı propaganda yaptılar. İslâm akidesi ve onun sahiplerine ithamda bulundular. Resulullah (sas)'i yalanlamaya başladılar. Mekke'nin içinde ve dışında Muhammed'e karşı propaganda yapmakta söz birliği ile karar verdiler. Özellikle, hacc mevsiminde ona karşı söz birliği içinde propaganda yapmaya karar verdiler.
Nitekim Kureyş, Resulullah (sas)'e karşı propagandaya çok önem verdi. Kureyş'ten bir topluluk; hacc mevsiminde Mekke'ye gelen Arap topluluklarına Muhammed'in durumu hakkında ne diyebileceklerini görüşmek için Velid b. Mugire'nin etrafında toplandılar. Onlardan bazıları düşünmeden Resulullah hakkında hemen dediler ki: "O bir kâhindir, diyelim." Velid, Muhammed'in söylediği şeylerin kâhinin ne bir haykırışı ne mırıltısı ne de kâfiyeli nesir sözü (sec'i) olmadığını söyleyerek bu görüşü red etti. Başka bir kısım da düşünmeden hemen Muhammed'in mecnun (deli) olduğuna inandıklarını söylediler. Velid; "Onda delirdiğini ispatlayacak her hangi bir alâmet açığa çıkmamıştır" diyerek bu görüşü de red etti. Diğerleri de Muhammed'i, sihirle töhmet altına almalarını söylediler. Velid, Muhammed'in sihir işlerini yapmadığını, düğümlere üfürmediğini söyleyerek bu görüşü de red etti.
Münakaşa ve cedelleşmelerden sonra onlar, Muhammed'i sihirli söz söylemekle itham etmeye ittifak ettiler ve dağıldılar. Sonra Arabın hacc heyetleri arasına gittiler. Onları Muhammed'i dinlemekten sakındırıyorlardı. Diyorlardı ki: "O,sihirli söz söyleyendir. Onun söylediği şeyler; kişi ile babasının, annesinin, kardeşinin, aşiretinin arasını açan bir sihirdir. Onu dinleyen kimse kendisini sihirleyip kendisi ile ehli arasını ayırmasından çok korkar."
Fakat bu propaganda fayda vermedi. İslâm Daveti ile insanların arasını açamadı. Kureyşliler, Nadr b. el-Haris'e gittiler. Onu Resulullah'a karşı propagandaya götürdüler. Resulullah, ne zaman ki bir mecliste oturup Allah'ın dinine davette bulunursa, arkasından hemen bu Nadr geliyordu. Ve Fars krallarının haberlerinden, dinlerinden hikayeler anlatmaya başlıyor ve diyordu ki: "Neden Muhammed benden daha güzel haber verici olsun. Onun okuduğu, benim okuduğum gibi eskilerin masallarından değil midir?" Kureyş, bu hikayeleri alıyor ve insanların arasında yayıyorlardı. "Muhammed'in söylediklerini ona ismi Cabir olan bir Hristiyan köle öğretiyor. Onun söyledikleri, Allah'tan değil" sözünü yaydıkları gibi. Bu şayia çok yayıldı. Hatta Allahu Teâlâ, onlara cevab verdi. Dedi ki:
"Gerçekten biliyoruz ki, kâfirler; Kur'an'ı muhakkak surette bir insan öğretiyor, diyorlar. Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur'an ise açık Arapçadır." (Nahl 103)
İşte böyle Kureyş'in propagandası, Arap yarımadasında devam etti. Kureyş, bununla yetinmedi. Bilâkis müslümanların Habeşistan'a hicret ettiklerini işitince, müslümanları ülkesinden çıkarması için Necaşi'nin yanında müslümanlara karşı propagandada bulunması için iki elçi gönderdiler. O iki elçi, Amr b. el-Ass ve Abdullah b. Rabia idi.. O ikisi, Habeşistan'a vardılar ve müslümanların Mekke'ye geri gönderilmesinde onlara yardımcı olmaları maksadı ile Necaşi'nin patriklerine hediyeler sundular. Daha sonra Necaşi'nin yanına gittiler ve ona dediler ki:
"Ey melik, sizin beldenize bizden sefih (ayaktakımı) gençler sığınmışlardır. Onlar, kavimlerinin dininden ayrılmışlar ve senin dinine de girmemişlerdir. İcad ettikleri bir dine girmişler ki, onu ne biz tanıyoruz ne de sen. Babaları, amcaları, aşiret ve kavimlerinin eşrafı/ileri gelenleri bizi sana gönderdiler ki onları geri veresin. Onlar onları daha iyi tanıyorlar ve ayıplarını daha iyi biliyorlar."
Bunun üzerine Necaşi, bu konuda müslümanların ne dediklerini kendilerinden dinlemek istedi ve onları çağırttı. Onlar geldikleri zaman onlara sordu ki: "Kendisinden dolayı kavminizden ayrılmış olduğunuz ve benim dinime ve şu milletlerden birisinin dinine girmediğiniz o din nedir?" Cafer b. Ebî Talib, ona cevab verdi. Cahiliyye günlerindeki hallerini, o günlerdeki sıfatlarını açıkladı. Daha sonra İslâm'ın getirdiği doğru yolu ve İslâm'dan sonraki hallerindeki değişikliği açıkladı. Daha sonra kureyş'in kendilerine yapmış olduğu azab ve işkenceleri açıkladı. Ve dedi ki: "Ne zaman ki, kavmimiz bize zulüm, baskı, işkence ettiler, bizi dinimizden saptırmak istediler; bizimle dinimizin arasına girdiler. İşte o zaman senin memleketine çıktık. Seni tercih ettik. Senin komşuluğunu istedik ve senin yanında zulme uğramıyacağımızı umduk." Bunun üzerine Necaşi, Cafer'e dedi ki: "Sende Peygamberinizin Allah'tan getirdiği şeylerden bir şey var mıdır? Onu bana okur musun?" Cafer, "Evet" dedi ve ona Meryem Suresinin başından, Allahu Teâlâ'nın şu sözüne kadar okudu:
"Bunun üzerine Meryem (kendilerine cevab vermek için) çocuğa işaret etti. Onlar; Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz? dediler. (Allah'ın bir mucisesi olarak İsa) dedi ki; Ben gerçekten Allah'ın kuluyum. Allah bana Kitab verdi ve beni bir Peygamber yaptı. Beni her nerede olsam mübarek kıldı ve hayatta bulunduğum sürece, bana namazı ve zekatı emretti. Beni, anneme ihsankâr kıldı. Ve beni, azgın bir zorba yapmadı. Hem doğduğum gün, hem öleceğim gün, hem diri olarak kaldırılacağım gün selâmet benim üzerimedir." (Meryem 29-33)
Patrikler, bu sözü işitince dediler ki: "Bu sözler, Efendimiz İsa Mesih'in sözlerinin çıktığı kaynaktan çıkmıştır." Necaşi de; "Muhakkak ki bu ve İsa'ya gelen şey elbette bir tek kaynaktandır" dedi ve sonra Kureyş'in elçilerine yönelip onlara dedi ki: "Gidiniz; Allah'a yemin olsun ki, onları size teslim etmiyorum."
Fakat o iki elçi, başka bir yol düşünmeye başlıyarak Necaşi'nin meclisinden ayrıldılar. İkinci gün geldiğinde; Amr b. el-Ass Necaşi'ye geri döndü ve ona dedi ki: "Ey melik, müslümanlar İsa b. Meryem hakkında büyük sözler söylüyorlar. Onlara adam gönder ve onlara İsa hakkında söylediklerini sor." Necaşi, onlara adam gönderdi ki sorsun. Müslümanlara sorulduğunda Cafer dedi ki: "Onun hakkında Peygamberimize geleni diyoruz. O diyor ki : İsa, Allah'ın kuludur ve Resulü'dür. Onun ruhudur ve al-Azra'ül-Betûl Meryem'e ilka etmiş olduğu bir kelimesidir."
Bunun üzerine Necaşi bir ağaç aldı ve onu yere vurdu ve Cafer'e dedi ki: "Muhakkak ki sizin dininizle bizim dinimiz arasında bu hattan fazla bir şey yoktur." Ve Kureyşli o iki elçiyi geri çevirdi. Bunun üzerine o iki elçi mahrum, mahzun ve kovulmuş olarak geri döndüler.
İşte böyle propaganda uslüpleri sönüp gitti. Resulullah (sas)'in kendisine davet ettiği Hakk'ın kuvveti. Resulullah'ın lisanınında açığa çıkarak, vazıh surette bütün propagandaların üstüne çıkmıştır. Ve İslâm'ın nuru doğunca bütün şayiaları ve propagandaları dağıtmıştır.
Bunun üzerine Kureyş üçüncü silaha sarılmışlardır. Bu silah, boykot-amborga silahıdır. Resulullah ve yakınlarına amborga yapmaya ittifak ettiler. Bir yazı yazıp onda; Benî Haşim ve Benî Abdulmuttalib'e tamamen bir boykot-amborga yapmak üzere birbirleriyle antlaştılar. Antlaştılar ki; Benî Abdul Muttalib'e kız verilmeyecek ve onlardan kız alınmayacak, onlara bir şey satılmayacak ve onlardan bir şey satın alınmayacak. İşte bunun için toplandıklarında o antlaşmayı bir sahifeye yazdılar. Sonra and içerek imzaladılar. Sonra sahifeyi, manevî bir müeyyide olarak Kâ'be'ye astılar. İnanıyorlardı ki, bu boykot siyaseti azab ve propaganda bakımından çok tesirli bir rol oynayacaktır.
Bu muhasara/boykot üzerinde iki veya üç sene devam ettiler. Bekliyorlardı ki; Benî Haşim ve Benî Abdulmuttalib, Muhammed'i terkederler. Müslümanlar da İslâm'ı terkederler. Böylece Muhammed, yalnız kalır veya davetinden vaz geçer ya da davetinde durmaz yani Kureyş ve Kureyş'in dini üzerindeki tehlike son bulur.
Fakat bu durum Resul (sas) için Allah'ın ipine yapışmaktan, Allah'ın dinine sarılmaktan, Allah'a davet yolunda cesaret ve mücadele etmekten başka bir şeyi değiştirmedi. Onunla beraber inanmış olanların da kuvvet ve şiddetlerini artırdı. İslâm davetinin Mekke'de ve Mekke'nin dışında yayılmasının önüne geçemediler. Kureyş'in, Muhammed'i muhasara altına almış olması haberi Mekke'nin dışındaki Arablara ulaştı. Böylece Davetin durumu kabileler arasında yayıldı. İslâm'ın zikri (şöhreti) Arab Yarımadası'nda yayıldı. Zira kabileler İslâm'dan bahsediyorlardı.
Fakat şiddetli açlığın olduğu ve Kureyş'in boykot üzerine antlaşma yaptıkları yazıyı ihtiva eden sahife etkili olarak asılı kaldığı sürece boykot devam etti. Resulullah (sas) ve ehli, Mekke'nin dışındaki vadiye sığındılar. Onlar açlığın, fakirliğin ve yoksulluğun her çeşidinin vermiş olduğu elemlere maruz kaldılar. Çoğu vakitler, boğazlarından geçecek bir lokma yiyecek bulamıyorlardı. Öyle ki, onlara, halkın arasına karışmalarına ve halkla konuşmalarına (hacc mevsiminde) haram ayları dışında fırsat verilmiyordu.
Bu aylarda Resul (sas), Kâ'be'ye iniyor ve Arapları Allah'ın Dinine davet ediyor, onları Allah'ın sevabı, mükâfatı ile müjdeliyor, azabı cezası ile korkutuyor, daha sonra da o vadiye geri dönüyordu. Bu durum, onlar üzerinde Arabın sempatisini artırdı. Onlardan Resulullah'ın davetini kabul edenler oldu. Onlara gizlice yiyecek ve içecek gönderenler oldu.
Nitekim Hişam b. Amr, yiyecek ve buğday yüklenmiş olduğu halde bir genç deve ile gidiyordu. Onunla gece sonunda Şi'be (Resulullah ve ehlinin kaldığı Mekke dışındaki sahaya) varasıya kadar seyr ediyordu. Oraya varınca devenin yularını çıkarıp yanına vuruyordu. Deve, yüküyle birlikte Şi'be gidiyordu. Müslümanlar onu alıyor, onun getirdiği ile ölmeyecek kadar gıdalanıyor, deveyi kesip etini yiyorlardı.
Bu sıkıntılı hal, kesintisiz üç sene devam etti. Ta ki Allah, bu sıkıntıyı dağıtıp kuşatmayı parçalasıya kadar dünya onlara dar geldi.
Kureyş'ten beş genç olan Zuheyr b. Ebî Ümeyye, Hişam b. Amr, Mut'im b. Adiyy, Ebu'l-Bahterî b. Hişam, Zem'e b. el-Esved toplanıp sahife (boykot kararı) hakkında görüştüler. Onu kınadılar, eleştirdiler, bazıları onun hakkında öfke ve gazablarını açığa çıkardı. Ve içlerinde söz birliği edip sahife (boykot kararı) hakkında onu bozuncaya ve yırtıp parçalayıncaya kadar kıyam üzerine antlaştılar. Ertesi gün Kâ'be'ye gittiler. Züher geldi, Beyt'i yedi defa tavaf etti. Sonra insanlara dönerek şöyle dedi: "Ey Mekke halkı; Benî Haşim, kendilerine bir şey satılmaz ve onlardan bir şey satın alınmaz vaziyette helâka yüz tutmuş oldukları haldeyken biz yemek yiyip elbiseler giyebilir miyiz? And olsun ki, işte akrabaları birbirinden ayıran bu zalim sahife yırtılıncaya kadar oturmayacağım." O sırada mescidin bir yanında onu dinlemekte olan Ebu Cehil, ona şöyle bağırdı: "Yalan söyledin. Allah'a yemin ederim ki o yırtılmayacak, bozulmayacak."
Mescidin bir kenarında Zem'e, Bahterî, Mut'im, Hişam hepsi de bağırarak Ebu Cehil'i yalanladılar. Ve Züher'i doğruladılar. Ebu Cehil anladı ki; onların muhalefetleri, şiddetli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Nefsinde bir korku hissetti ve geri çekildi. Sonra Mut'im onu yırtmak için sahifeye doğru gitti, bir de gördü ki; "Ey Allah'ım senin isminle" sözünden başka her tarafını güveler yemişti.
Bu hadiseden sonra artık Resulullah ve ashabı Şi'b'den (o vadiden) Mekke'ye geri dönebilme imkânını eldi ettiler. Onlar hakkındaki muhasara/boykot kaldırıldı. Geri döndüler ve davet üzerine daha rahat bir ortam oldu. Hatta müslümanların sayısı arttı.
İşte böylece Kureyş'in işkence, karşı propaganda ve boykot vesileleri başarısızlığa uğradı. Onlar, her engeli, zorluğu ortaya koymalarına rağmen müslümanları dinlerinden caydırmaya ve Resulullah'ı davetinden vaz geçirmeye muvaffak olamadılar. Ta ki Allah onu, tüm zorluk ve sıkıntılara rağmen üstün kılıncaya kadar sebat ettiler.
DAVETİN DİRENİŞİ
Resulullah (sas), İslâm'la gönderildiğinde, insanlara İslâm'dan ve Davetinden haber vermeye, anlatmaya başladı. Kureyş'in çok azı buna ilgi gösteriyordu. Çünkü onlar, ilk önceleri önem verip onunla meşgul olmadılar. Zannediyorlardı ki, onun (Muhammed'in) haberi ruhbanların, filozofların ve kâhinlerin haberlerinden üstün olmayacak ve insanlar babalarının, ecdadlarının dininde kalacaklar. Onun için ne ondan ürktüler ne de onu ayıplayıp nehyettiler. Onlar meclislerinde; "Bu Abdulmuttalib'in oğlu, gökyüzünden bahsediyor" diye konuşarak bir müddet böyle devam edip geçti. Ne zaman ki Resulullah'ın davetinden kısa bir müddet geçtikten sonra; onlar bu davetin önemini, ciddiyetini hissetmeye başladılar. Resulullah'a karşı olmak, ona düşmanlık yapmak ve onunla çarpışmak üzere birleştiler.
Nitekim onu aşağılamak, nübüvvetini yalanlamakla ona karşı muharebe etme fikrinde karar kıldılar. Daha sonra ona yaklaşıp, risaletini ispatlayıcı mucizelerinden sormaya başladılar. Ve diyorlardı ki: "Muhammed'e ne oldu ki, Safâ ve Merve'yi altın kılmıyor. Onun kendisinden haber vermiş olduğu Kitab, gökten yazılmış olarak ona inmiyor? Muhammed'in bahsettiği haberi ona sunan Cibrîl, size niçin aşikâr görünmüyor? O, ölüyü niçin diriltmiyor? O, niçin şu dağları yürütmüyor ki Mekke aralarında hapis kalmasın?! O, beldesinden halkının suya ihtiyacı olduğunu bildiği halde,niçin zemzemden sular fışkırtan menbaalar açmıyor? Onun Rabbi niçin ona bizim müstakbelde kazançlar sağlayacağımız değerli ticaret eşyaları, hazineleri indirmiyor?..."
İşte böyle Resul (sas)'e ve davetine incitici ve alay edici uslübla hücuma başladılar. Onlar, düşmanlıkta inadla devam edip durdular. Fakat bu durum, Resulullah (sas)'i davetinden vaz geçirmedi. Bilâkis o, insanları Allah'ın dinine davet etmeye ve putları ayıplamaya ve kötülemeye, inkâr etmeye, o putlara kulluk edenlerin akıllarını hafiflikle, putları takdis edenlerin/mukaddes sayanların akıl ve idraklarını düşüklükle/sefiflikle vasıflandırmaya devam etti. Bu durum, müşrikler üzerine zor ve büyük gelmeye başladı. Resulullah'ı davetinden vazgeçirmek için bütün vesileleri kullandılar. Fakat başaramadılar. Onların bu davete karşı koymak için benimsedikleri vesilelerin en önemlilerinden üçü şunlardır:
1-) İşkence ve azab etmek,
2-) Dahili ve harici karşı propaganda,
3-) Boykot ve ambargo.
İşkence ve azaba gelince; Nebî (sas)ve tüm müslümanlar kendi kavimlerinin himayelerinde olmalarına rağmen işkencelere maruz kalıyorlardı. Nitekim müşrikler, işkence çeşitlerini kullanmakta uzmanlaşmışlardı. İşkencenin her çeşidini kullandılar. Nitekim dinlerini terketmeleri için Yâsir ailesinin hepsine çok çeşitli azab ve işkence yaptılar. Fakat bu, onların sebat ve imanlarını artırmaktan başka bir şey yapmadı. Nitekim bir keresinde Resul (sas), onlarla karşılaştı. Onlara azab, işkence ediliyordu. Resulullah (sas) onlara dedi ki:
"Sabredin Yâsir ailesi! Muhakkak ki size Cennet vaad edilmiştir. Muhakkak ki ben, sizin için Allah'tan bir şeye malik değilim." Resulullah (sas) onlara, "Muhakkak ki size Cennet vaad edilmiştir" deyince, Yâsir'in hanımı Sümeyye demiştir ki: "Muhakkak ki ben onu açıkca görüyorum ya Resulullah."
Kureyş, Nebî (sas)'e ve ashabına azab ve işkenceyi işte böyle devam ettirdi.
Ne zaman ki Kureyş, bunun kendilerine bir fayda sağlamadığını görünce hemen başka bir silaha sarıldılar. Bu silah, İslâm'a ve müslümanlara karşı her yerde; dahili olarak Mekke'de, harici olarak Habeşistan'da propaganda silahıydı. Mücadele, münakaşa, yalanlamak, dedikodu ve şayialarla hakikatı karalamak gibi şeyleri kapsayan her türlü propaganda çeşitlerini kullandılar. İslâm akidesinin kendisine ve akidenin sahiplerine karşı propaganda yaptılar. İslâm akidesi ve onun sahiplerine ithamda bulundular. Resulullah (sas)'i yalanlamaya başladılar. Mekke'nin içinde ve dışında Muhammed'e karşı propaganda yapmakta söz birliği ile karar verdiler. Özellikle, hacc mevsiminde ona karşı söz birliği içinde propaganda yapmaya karar verdiler.
Nitekim Kureyş, Resulullah (sas)'e karşı propagandaya çok önem verdi. Kureyş'ten bir topluluk; hacc mevsiminde Mekke'ye gelen Arap topluluklarına Muhammed'in durumu hakkında ne diyebileceklerini görüşmek için Velid b. Mugire'nin etrafında toplandılar. Onlardan bazıları düşünmeden Resulullah hakkında hemen dediler ki: "O bir kâhindir, diyelim." Velid, Muhammed'in söylediği şeylerin kâhinin ne bir haykırışı ne mırıltısı ne de kâfiyeli nesir sözü (sec'i) olmadığını söyleyerek bu görüşü red etti. Başka bir kısım da düşünmeden hemen Muhammed'in mecnun (deli) olduğuna inandıklarını söylediler. Velid; "Onda delirdiğini ispatlayacak her hangi bir alâmet açığa çıkmamıştır" diyerek bu görüşü de red etti. Diğerleri de Muhammed'i, sihirle töhmet altına almalarını söylediler. Velid, Muhammed'in sihir işlerini yapmadığını, düğümlere üfürmediğini söyleyerek bu görüşü de red etti.
Münakaşa ve cedelleşmelerden sonra onlar, Muhammed'i sihirli söz söylemekle itham etmeye ittifak ettiler ve dağıldılar. Sonra Arabın hacc heyetleri arasına gittiler. Onları Muhammed'i dinlemekten sakındırıyorlardı. Diyorlardı ki: "O,sihirli söz söyleyendir. Onun söylediği şeyler; kişi ile babasının, annesinin, kardeşinin, aşiretinin arasını açan bir sihirdir. Onu dinleyen kimse kendisini sihirleyip kendisi ile ehli arasını ayırmasından çok korkar."
Fakat bu propaganda fayda vermedi. İslâm Daveti ile insanların arasını açamadı. Kureyşliler, Nadr b. el-Haris'e gittiler. Onu Resulullah'a karşı propagandaya götürdüler. Resulullah, ne zaman ki bir mecliste oturup Allah'ın dinine davette bulunursa, arkasından hemen bu Nadr geliyordu. Ve Fars krallarının haberlerinden, dinlerinden hikayeler anlatmaya başlıyor ve diyordu ki: "Neden Muhammed benden daha güzel haber verici olsun. Onun okuduğu, benim okuduğum gibi eskilerin masallarından değil midir?" Kureyş, bu hikayeleri alıyor ve insanların arasında yayıyorlardı. "Muhammed'in söylediklerini ona ismi Cabir olan bir Hristiyan köle öğretiyor. Onun söyledikleri, Allah'tan değil" sözünü yaydıkları gibi. Bu şayia çok yayıldı. Hatta Allahu Teâlâ, onlara cevab verdi. Dedi ki:
"Gerçekten biliyoruz ki, kâfirler; Kur'an'ı muhakkak surette bir insan öğretiyor, diyorlar. Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur'an ise açık Arapçadır." (Nahl 103)
İşte böyle Kureyş'in propagandası, Arap yarımadasında devam etti. Kureyş, bununla yetinmedi. Bilâkis müslümanların Habeşistan'a hicret ettiklerini işitince, müslümanları ülkesinden çıkarması için Necaşi'nin yanında müslümanlara karşı propagandada bulunması için iki elçi gönderdiler. O iki elçi, Amr b. el-Ass ve Abdullah b. Rabia idi.. O ikisi, Habeşistan'a vardılar ve müslümanların Mekke'ye geri gönderilmesinde onlara yardımcı olmaları maksadı ile Necaşi'nin patriklerine hediyeler sundular. Daha sonra Necaşi'nin yanına gittiler ve ona dediler ki:
"Ey melik, sizin beldenize bizden sefih (ayaktakımı) gençler sığınmışlardır. Onlar, kavimlerinin dininden ayrılmışlar ve senin dinine de girmemişlerdir. İcad ettikleri bir dine girmişler ki, onu ne biz tanıyoruz ne de sen. Babaları, amcaları, aşiret ve kavimlerinin eşrafı/ileri gelenleri bizi sana gönderdiler ki onları geri veresin. Onlar onları daha iyi tanıyorlar ve ayıplarını daha iyi biliyorlar."
Bunun üzerine Necaşi, bu konuda müslümanların ne dediklerini kendilerinden dinlemek istedi ve onları çağırttı. Onlar geldikleri zaman onlara sordu ki: "Kendisinden dolayı kavminizden ayrılmış olduğunuz ve benim dinime ve şu milletlerden birisinin dinine girmediğiniz o din nedir?" Cafer b. Ebî Talib, ona cevab verdi. Cahiliyye günlerindeki hallerini, o günlerdeki sıfatlarını açıkladı. Daha sonra İslâm'ın getirdiği doğru yolu ve İslâm'dan sonraki hallerindeki değişikliği açıkladı. Daha sonra kureyş'in kendilerine yapmış olduğu azab ve işkenceleri açıkladı. Ve dedi ki: "Ne zaman ki, kavmimiz bize zulüm, baskı, işkence ettiler, bizi dinimizden saptırmak istediler; bizimle dinimizin arasına girdiler. İşte o zaman senin memleketine çıktık. Seni tercih ettik. Senin komşuluğunu istedik ve senin yanında zulme uğramıyacağımızı umduk." Bunun üzerine Necaşi, Cafer'e dedi ki: "Sende Peygamberinizin Allah'tan getirdiği şeylerden bir şey var mıdır? Onu bana okur musun?" Cafer, "Evet" dedi ve ona Meryem Suresinin başından, Allahu Teâlâ'nın şu sözüne kadar okudu:
"Bunun üzerine Meryem (kendilerine cevab vermek için) çocuğa işaret etti. Onlar; Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz? dediler. (Allah'ın bir mucisesi olarak İsa) dedi ki; Ben gerçekten Allah'ın kuluyum. Allah bana Kitab verdi ve beni bir Peygamber yaptı. Beni her nerede olsam mübarek kıldı ve hayatta bulunduğum sürece, bana namazı ve zekatı emretti. Beni, anneme ihsankâr kıldı. Ve beni, azgın bir zorba yapmadı. Hem doğduğum gün, hem öleceğim gün, hem diri olarak kaldırılacağım gün selâmet benim üzerimedir." (Meryem 29-33)
Patrikler, bu sözü işitince dediler ki: "Bu sözler, Efendimiz İsa Mesih'in sözlerinin çıktığı kaynaktan çıkmıştır." Necaşi de; "Muhakkak ki bu ve İsa'ya gelen şey elbette bir tek kaynaktandır" dedi ve sonra Kureyş'in elçilerine yönelip onlara dedi ki: "Gidiniz; Allah'a yemin olsun ki, onları size teslim etmiyorum."
Fakat o iki elçi, başka bir yol düşünmeye başlıyarak Necaşi'nin meclisinden ayrıldılar. İkinci gün geldiğinde; Amr b. el-Ass Necaşi'ye geri döndü ve ona dedi ki: "Ey melik, müslümanlar İsa b. Meryem hakkında büyük sözler söylüyorlar. Onlara adam gönder ve onlara İsa hakkında söylediklerini sor." Necaşi, onlara adam gönderdi ki sorsun. Müslümanlara sorulduğunda Cafer dedi ki: "Onun hakkında Peygamberimize geleni diyoruz. O diyor ki : İsa, Allah'ın kuludur ve Resulü'dür. Onun ruhudur ve al-Azra'ül-Betûl Meryem'e ilka etmiş olduğu bir kelimesidir."
Bunun üzerine Necaşi bir ağaç aldı ve onu yere vurdu ve Cafer'e dedi ki: "Muhakkak ki sizin dininizle bizim dinimiz arasında bu hattan fazla bir şey yoktur." Ve Kureyşli o iki elçiyi geri çevirdi. Bunun üzerine o iki elçi mahrum, mahzun ve kovulmuş olarak geri döndüler.
İşte böyle propaganda uslüpleri sönüp gitti. Resulullah (sas)'in kendisine davet ettiği Hakk'ın kuvveti. Resulullah'ın lisanınında açığa çıkarak, vazıh surette bütün propagandaların üstüne çıkmıştır. Ve İslâm'ın nuru doğunca bütün şayiaları ve propagandaları dağıtmıştır.
Bunun üzerine Kureyş üçüncü silaha sarılmışlardır. Bu silah, boykot-amborga silahıdır. Resulullah ve yakınlarına amborga yapmaya ittifak ettiler. Bir yazı yazıp onda; Benî Haşim ve Benî Abdulmuttalib'e tamamen bir boykot-amborga yapmak üzere birbirleriyle antlaştılar. Antlaştılar ki; Benî Abdul Muttalib'e kız verilmeyecek ve onlardan kız alınmayacak, onlara bir şey satılmayacak ve onlardan bir şey satın alınmayacak. İşte bunun için toplandıklarında o antlaşmayı bir sahifeye yazdılar. Sonra and içerek imzaladılar. Sonra sahifeyi, manevî bir müeyyide olarak Kâ'be'ye astılar. İnanıyorlardı ki, bu boykot siyaseti azab ve propaganda bakımından çok tesirli bir rol oynayacaktır.
Bu muhasara/boykot üzerinde iki veya üç sene devam ettiler. Bekliyorlardı ki; Benî Haşim ve Benî Abdulmuttalib, Muhammed'i terkederler. Müslümanlar da İslâm'ı terkederler. Böylece Muhammed, yalnız kalır veya davetinden vaz geçer ya da davetinde durmaz yani Kureyş ve Kureyş'in dini üzerindeki tehlike son bulur.
Fakat bu durum Resul (sas) için Allah'ın ipine yapışmaktan, Allah'ın dinine sarılmaktan, Allah'a davet yolunda cesaret ve mücadele etmekten başka bir şeyi değiştirmedi. Onunla beraber inanmış olanların da kuvvet ve şiddetlerini artırdı. İslâm davetinin Mekke'de ve Mekke'nin dışında yayılmasının önüne geçemediler. Kureyş'in, Muhammed'i muhasara altına almış olması haberi Mekke'nin dışındaki Arablara ulaştı. Böylece Davetin durumu kabileler arasında yayıldı. İslâm'ın zikri (şöhreti) Arab Yarımadası'nda yayıldı. Zira kabileler İslâm'dan bahsediyorlardı.
Fakat şiddetli açlığın olduğu ve Kureyş'in boykot üzerine antlaşma yaptıkları yazıyı ihtiva eden sahife etkili olarak asılı kaldığı sürece boykot devam etti. Resulullah (sas) ve ehli, Mekke'nin dışındaki vadiye sığındılar. Onlar açlığın, fakirliğin ve yoksulluğun her çeşidinin vermiş olduğu elemlere maruz kaldılar. Çoğu vakitler, boğazlarından geçecek bir lokma yiyecek bulamıyorlardı. Öyle ki, onlara, halkın arasına karışmalarına ve halkla konuşmalarına (hacc mevsiminde) haram ayları dışında fırsat verilmiyordu.
Bu aylarda Resul (sas), Kâ'be'ye iniyor ve Arapları Allah'ın Dinine davet ediyor, onları Allah'ın sevabı, mükâfatı ile müjdeliyor, azabı cezası ile korkutuyor, daha sonra da o vadiye geri dönüyordu. Bu durum, onlar üzerinde Arabın sempatisini artırdı. Onlardan Resulullah'ın davetini kabul edenler oldu. Onlara gizlice yiyecek ve içecek gönderenler oldu.
Nitekim Hişam b. Amr, yiyecek ve buğday yüklenmiş olduğu halde bir genç deve ile gidiyordu. Onunla gece sonunda Şi'be (Resulullah ve ehlinin kaldığı Mekke dışındaki sahaya) varasıya kadar seyr ediyordu. Oraya varınca devenin yularını çıkarıp yanına vuruyordu. Deve, yüküyle birlikte Şi'be gidiyordu. Müslümanlar onu alıyor, onun getirdiği ile ölmeyecek kadar gıdalanıyor, deveyi kesip etini yiyorlardı.
Bu sıkıntılı hal, kesintisiz üç sene devam etti. Ta ki Allah, bu sıkıntıyı dağıtıp kuşatmayı parçalasıya kadar dünya onlara dar geldi.
Kureyş'ten beş genç olan Zuheyr b. Ebî Ümeyye, Hişam b. Amr, Mut'im b. Adiyy, Ebu'l-Bahterî b. Hişam, Zem'e b. el-Esved toplanıp sahife (boykot kararı) hakkında görüştüler. Onu kınadılar, eleştirdiler, bazıları onun hakkında öfke ve gazablarını açığa çıkardı. Ve içlerinde söz birliği edip sahife (boykot kararı) hakkında onu bozuncaya ve yırtıp parçalayıncaya kadar kıyam üzerine antlaştılar. Ertesi gün Kâ'be'ye gittiler. Züher geldi, Beyt'i yedi defa tavaf etti. Sonra insanlara dönerek şöyle dedi: "Ey Mekke halkı; Benî Haşim, kendilerine bir şey satılmaz ve onlardan bir şey satın alınmaz vaziyette helâka yüz tutmuş oldukları haldeyken biz yemek yiyip elbiseler giyebilir miyiz? And olsun ki, işte akrabaları birbirinden ayıran bu zalim sahife yırtılıncaya kadar oturmayacağım." O sırada mescidin bir yanında onu dinlemekte olan Ebu Cehil, ona şöyle bağırdı: "Yalan söyledin. Allah'a yemin ederim ki o yırtılmayacak, bozulmayacak."
Mescidin bir kenarında Zem'e, Bahterî, Mut'im, Hişam hepsi de bağırarak Ebu Cehil'i yalanladılar. Ve Züher'i doğruladılar. Ebu Cehil anladı ki; onların muhalefetleri, şiddetli bir şekilde ortaya çıkmıştır. Nefsinde bir korku hissetti ve geri çekildi. Sonra Mut'im onu yırtmak için sahifeye doğru gitti, bir de gördü ki; "Ey Allah'ım senin isminle" sözünden başka her tarafını güveler yemişti.
Bu hadiseden sonra artık Resulullah ve ashabı Şi'b'den (o vadiden) Mekke'ye geri dönebilme imkânını eldi ettiler. Onlar hakkındaki muhasara/boykot kaldırıldı. Geri döndüler ve davet üzerine daha rahat bir ortam oldu. Hatta müslümanların sayısı arttı.
İşte böylece Kureyş'in işkence, karşı propaganda ve boykot vesileleri başarısızlığa uğradı. Onlar, her engeli, zorluğu ortaya koymalarına rağmen müslümanları dinlerinden caydırmaya ve Resulullah'ı davetinden vaz geçirmeye muvaffak olamadılar. Ta ki Allah onu, tüm zorluk ve sıkıntılara rağmen üstün kılıncaya kadar sebat ettiler.