HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
İSLÂM AKİDESİ
İslâm akidesi, Allah Subhenehû ve Teala’ya, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe, Kaza ve Kader in hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine iman etmektir.
İman ise; vakıaya uygun delile dayalı kesin tasdik demektir. Zira tasdik, delilsiz olursa iman olmaz. Delilden kaynaklanmadıkça kesin tasdik gerçekleşmez. Eğer delil olmazsa kesinlik de olmaz. Böyle bir durumda ise sadece bir haber doğrulanmış olur ki bu, iman sayılmaz. Buna göre tasdiğin kesinlik kazanabilmesi yani iman haline gelebilmesi için elbette bir delile dayanması gerekir. Bu nedenle iman edilmesi istenen her şeyin tasdikinin iman haline gelebilmesi için delilin varlığı zorunludur. Dolayısıyla doğru olup olmadığına bakılmaksızın imanın oluşumunda temel şart delilin varlığıdır.
Delil ise ya akli olur, ya da nakli olur. Delilin akli veya nakli olup olmadığını, kendisine iman edilmesi için hakkında kendisi ile delil getirilen konunun vakıası belirlemektedir. Eğer konu, duyu organları ile idrak edilerek hissedilen bir vakıa ise onun delili kesinlikle nakli değil, aklidir. Duyu organları ile idrak edilemeyen bir konunun delili ise naklidir. Nakli delilin bizzat kendisini duyu organları hissediyorsa, yani delil özelliğini kazanmasını hissin algılama alanında bulunmasından alıyorsa, varlığı akli delile dayalı ve iman etmeye elverişli nakli bir delil sayılması gerekir.
İslâm akidesinin iman edilmesini istediği şeyleri inceleyen kimse görür ki;
- Allah Subhenehû ve Teala’ya imanın delili aklidir. Çünkü Allah Subhenehû ve Teala’ya iman konusu duyularla algılanır. Zira duyular, varlıkların hepsini yaratanın var olduğunu hisleriyle idrak eder.
- Oysa meleklere imanın delili naklidir. Çünkü meleklerin varlığını duyular idrak edemez. Zira melek, gerek zatıyla gerekse de ona dalalet edecek bir şeyle idrak alanının dışındadır.
- Kitaplara iman etmeye gelince; iman edilmesi istenen kitap, Kur’an ise onun delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyularla algılanabilmektedir. Mucizeliği de asırlar boyu duyularla idrak edile gelmiştir.
- Fakat iman edilmesi istenen kitaplar, Kur’an’ın dışındaki Tevrat, İncil ve Zebur gibi, nakli delile dayanan kitaplar ise durum farklıdır. Çünkü bu kitapların Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiği her asırda idrak edilmemiştir. Sadece o kitapları getiren resullerin döneminde Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiği, resullere verilen mucizelerle idrak edilebilmiştir. Nitekim bu mucizeler kendilerine gelen resullerin vakitlerinin bitmesiyle sona ermiştir. Dolayısıyla resullerle birlikte yaşayanlardan sonra gelenler tarafından idrak edilemeyen, bu kitapların Allah Subhenehû ve Teala tarafından gönderildiği, resullere indirildiğine dair haberlerin nakli ile bilinmektedir. Bu kitapların her asırda Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğunu aklen idrak etmemize imkân verecek mucizeleri hissen idrak edemediğimizden dolayı delil akli değil naklidir.
- Bütün resullere iman için de aynı şey söz konusudur. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in bir şey ile geldiğini yani Kur’an ile geldiğini idrak edebileceğimiz için Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in Allah Subhenehû ve Teala’nın resulü olduğunun delili aklidir. Her asırda ve her nesilde bu böyledir.
- Fakat diğer resullerin, resullüğüne imanın delili naklidir. Çünkü resullerin resul olduğunun delili Allah Subhenehû ve Teala tarafından onlara verilen mucizelerdir. Bu mucizeleri ise zamanlarının dışındakiler idrak edememektedirler. Onlardan sonra şu ana kadar gelenler ve kıyamete kadar gelecek olanlar da diğer resullerin mucizelerini hissedemezler. Onların resullükleri hissedilen bir delille sabit değildir. Dolayısıyla resul olduklarının delili akli değil naklidir. Fakat Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in resullüğünün mucizesi halen daha hissedilebilen Kur’an’dır. Dolayısıyla resullüğünün delili aklidir.
- Ahiret gününe imanın delili ise naklidir. Çünkü kıyamet günü hissedilememektedir. Onun varlığına delalet eden hissedilebilecek bir şey de yoktur. Akli bir delil bulunmadığı için de Ahiret gününün delili naklidir.
- Kaza ve Kaderin delili ise aklidir. Çünkü kaza şu iki hususla alakalıdır:
Birincisi; varlık nizamının gerektirdiği husustur ki bunun delili aklidir. Çünkü o, Yaratıcı ile alakalıdır.
İkinci husus ise; insanın kendisinden kaynaklanan veya cebren insan üzerinde gerçekleşen insanın fiilidir. Bu ise hislerle idrak edilebilen hissedilebilen bir şey olup delili de aklidir.
Kader ise; insanın ortaya çıkardığı, ateşin yakması, bıçağın kesmesi gibi eşyada bulunan özelliklerdir. Bu özellikler ise duyuların idrak edebildiği hissedilebilir şeylerdir. Öyleyse kaderin delili de aklidir.
Bu açıklamalar İslâm akidesine ait delillerin çeşidi açısından yapılan açıklamalardır. Bunların her birinin delillerini açıklamaya gelince:
Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığının delili her şeyde vardır. Hissedilebilen şeylerin varlığı kesindir. Aynı zamanda bunların bir başka şeye muhtaç olması da kesindir. Eşyanın bir yaratıcı tarafından yaratılmış olması da kesindir. Çünkü bunların muhtaç olması, onların yaratılmış olduğu anlamına gelir. Zira onların muhtaç oluşları, ezeli olmadıklarına yani bir başlangıçlarının olduğuna delalet eder. Burada şöyle bir tez ileri sürülemez:
“Şey, bir başka şeye muhtaçtır, şeyin dışındakilere muhtaç değildir. Şeyler birbirini tamamlamaktadır dolayısıyla da şeylerin tamamı muhtaç değildir"
Böyle söylenemez. Çünkü delil; kalem, ibrik, kâğıt gibi belirli şeyler hakkındadır. Dolayısıyla delil, bu kalem, ibrik veya kâğıt gibi şeylerin bir yaratıcı tarafından yaratılmış olduklarına dair olmaktadır. Buradan da açığa çıkmaktadır ki kendisine muhtaç olana bakılmaksızın bu şey bizzat kendi varlığı itibari ile başkasına muhtaçtır. Şeyin muhtaç olduğu bu başka varlığın, şeyin dışında bir varlık olduğu his/duyu yoluyla kesinlikle gözlemlenmektedir. Bir şeyin kendisinin dışında başka bir şeye muhtaç olması, onun ezeli olmadığını yani başlangıcının bulunduğunu dolayısıyla da yaratılmış olduğunu gösterir. Yine burada şöyle bir tez de ileri sürülmez:
“Şey, maddedir. Sonuçta da maddenin dışında bir şeye değil, maddeye muhtaçtır. Kendi kendine muhtaç olmasından dolayı muhtaç değildir.”
Böyle söylenemez, çünkü bir şeyin madde oluşu ve bir başka maddeye muhtaç olduğu kabul edilse bile bu madde de kendisine değil, başka maddeye muhtaçtır. Zira madde, kendiliğinden bir başka maddenin ihtiyacını karşılamaya güç yetiremez. Bir başka maddenin ihtiyacını karşılayabilmesi için maddenin dışında bir şeyin varlığı şarttır. Madde kendisine değil, kendi dışında bir şeye muhtaçtır. Mesela su, buhara dönüşebilmek için sıcaklığa muhtaçtır. Sıcaklığın da su gibi madde olduğunu kabul etsek dahi, sıcaklığın bulunması suyun dönüşüme uğraması için yeterli değildir. Suyun buhar haline gelebilmesi için sıcaklığın belirli bir seviyede olması gerekir. İşte madde olan suyun muhtaç olduğu şey ısının belirli bir oranıdır. Bu oran ise suyun ve ısının dışında yani maddenin dışında bir şey tarafından tespit edilmektedir. Madde bu orana boyun eğmeye zorlanmıştır. Bundan dolayı madde, maddenin dışında belirli bir ısı derecesini tayin edene, yani maddenin dışındakine muhtaçtır. Dolayısıyla da maddenin madde dışında bir varlığa yani maddeyi yaratan bir yaratıcıya muhtaç oluşu kesindir, şüphesizdir. Böylece hissedilen ve idrak edilen bütün şeylerin yaratıcı tarafından yaratıldığı ortaya çıkmaktadır.
Yaratıcının ezeli olması yani başlangıcının olmaması gerekir. Ezeli olmazsa yaratıcı olmaz yaratılmış olur. Yaratıcı olması ise kesinlikle ezeli olmasını gerektirir. Yaratıcı kesinlikle ezelidir. Başlangıcı yoktur. Yaratıcı olabileceği zannedilen şeyler ortaya konulduğunda ya maddenin, ya tabiatın, ya da Allahu Teâla’nın yaratıcı olduğu ortaya çıkacaktır. Maddenin yaratıcı olması yukarıda sunduğumuz sebeplerden dolayı batıldır, mümkün değildir. Maddenin, bir halden bir başka hale dönüşebilmesi için, maddeye belirli bir oranı tayin edene ihtiyacı vardır ve dolayısıyla madde ezeli değildir. Ezeli olmayan ise yaratıcı olamaz. Tabiatın yaratıcı olması da batıldır. Çünkü doğa, şeyler ile bunları düzenleyen nizamın toplamıdır ve kâinatta bulunan her şeyde bu nizama uygun olarak yürür.
Bu düzenleme ise otomatik olarak yalnızca düzenin kendisinden gelmez. Çünkü düzenleyici olmadan düzen de olmaz. Düzenleme, şeylerden de gelmemiştir. Çünkü şeylerin varlığı, otomatik veya zorunlu olarak nizamı oluşturmaz. Şeyleri düzenleyecek bir düzenleyici bulunmaksızın kendi kendilerine de düzen kuramazlar. Düzen, şeylerle nizamların toplamından da meydana gelmez. Çünkü düzenleme, nizam ve şeylerin kendisine boyun eğeceği özel bir durum bulunduğunda ortaya çıkar. Şeylerle beraber nizama ait bu özel durum düzenlemeyi meydana getirir. Özel durum, şeyler ve nizam üzerinde egemen bir durumdur. Düzenleme ancak bu özel duruma göre gerçekleşir. Şeylerin ve nizamın dışında zorla uygulanan bu özel durum ise, ne nizamdan, ne şeylerden ne de bunların toplamından meydana gelmez. Öyleyse düzenleme bunların dışındadır. Tabiatın kendiliğinden hareket edemeyip kendisi dışından zorla konulan özel durumlara göre hareket edebilmesi, tabiatın başkasına muhtaç olduğunu ve başlangıcının bulunduğunu ifade eder. Ezeli olmaması yani başlangıcının bulunması ise tabiatın yaratıcı olmadığını gösterir. Öyleyse yaratıcı kesinlikle ezeli olmalı "başlangıcı olmama" sıfatıyla nitelenmelidir ki bu da Allah Sübhanehu ve Teâla’dır.
Öyleyse Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığı duyu yoluyla idrak edilebilen bir iştir. Çünkü hislerle idrak edilen şeylerin muhtaç oluşları ezeli bir varlığın, yaratıcının gerekliliğine delalet eder. İnsan, bakışlarını Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattıklarına çevirdiğinde, kâinata baktığında, zaman ve mekânı tam anlamıyla kavramaya çalıştığında, hareket halindeki bu âlemlere oranla kendisinin gerçekten zerre kadar küçük kaldığını görür. Yine insan, çok sayıdaki bu âlemlerin hepsinin belirli yörüngelere ve sabit kurallara göre hareket ettiğini görür. İşte böyle bir idrakle yaratıcının varlığını, vahdaniyetini tamamen kavrar. O’nun gücünü, büyüklüğünü, azametini açıkça görür. Gece ve gündüzün birbirini takip edişini, rüzgârların esmesini, denizlerin, nehirlerin ve gezegenlerin, yıldızların varlığını görerek idrak eden insan için bunlar ancak Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına, birliğine ve kudretine delalet eden apaçık akli delillerdir. Allahu Teâla Kur’an da bu durumu ayetlerle şöyle ifade etmektedir:
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأرْضِ وَاخْتِلافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنْ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالأرْضِ لايَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları döndürmesinde elbette akleden bir toplum için ayetler (pek çok deliller) vardır.”[1]
أَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمْ الْخَالِقُونَ (35) أَمْ خَلَقُوا السَّمَاوَاتِ وَالأرْضَ بَل لا يُوقِنُونَ “Onlar hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa kendileri midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar iyi bilmiyorlar.”[2]
Allah Subhenehû veTeala’nın varlığını idrak eden akıldır ve iman da akıl yoluyla olur. Onun için İslâm, iman konusunda aklı kullanmayı farz kıldı ve onu Allah Sübhanehu ve Teâla’nın varlığına imanda hakem kıldı. Bu nedenle Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına delil, akli delildir.
Dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi oluğunu yani başlangıcının ve sonunun bulunmadığını iddia edenler şöyle diyorlar:
“Evren başkasına muhtaç değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir. Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir.”
İslâm akidesi, Allah Subhenehû ve Teala’ya, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe, Kaza ve Kader in hayrının ve şerrinin Allah’tan geldiğine iman etmektir.
İman ise; vakıaya uygun delile dayalı kesin tasdik demektir. Zira tasdik, delilsiz olursa iman olmaz. Delilden kaynaklanmadıkça kesin tasdik gerçekleşmez. Eğer delil olmazsa kesinlik de olmaz. Böyle bir durumda ise sadece bir haber doğrulanmış olur ki bu, iman sayılmaz. Buna göre tasdiğin kesinlik kazanabilmesi yani iman haline gelebilmesi için elbette bir delile dayanması gerekir. Bu nedenle iman edilmesi istenen her şeyin tasdikinin iman haline gelebilmesi için delilin varlığı zorunludur. Dolayısıyla doğru olup olmadığına bakılmaksızın imanın oluşumunda temel şart delilin varlığıdır.
Delil ise ya akli olur, ya da nakli olur. Delilin akli veya nakli olup olmadığını, kendisine iman edilmesi için hakkında kendisi ile delil getirilen konunun vakıası belirlemektedir. Eğer konu, duyu organları ile idrak edilerek hissedilen bir vakıa ise onun delili kesinlikle nakli değil, aklidir. Duyu organları ile idrak edilemeyen bir konunun delili ise naklidir. Nakli delilin bizzat kendisini duyu organları hissediyorsa, yani delil özelliğini kazanmasını hissin algılama alanında bulunmasından alıyorsa, varlığı akli delile dayalı ve iman etmeye elverişli nakli bir delil sayılması gerekir.
İslâm akidesinin iman edilmesini istediği şeyleri inceleyen kimse görür ki;
- Allah Subhenehû ve Teala’ya imanın delili aklidir. Çünkü Allah Subhenehû ve Teala’ya iman konusu duyularla algılanır. Zira duyular, varlıkların hepsini yaratanın var olduğunu hisleriyle idrak eder.
- Oysa meleklere imanın delili naklidir. Çünkü meleklerin varlığını duyular idrak edemez. Zira melek, gerek zatıyla gerekse de ona dalalet edecek bir şeyle idrak alanının dışındadır.
- Kitaplara iman etmeye gelince; iman edilmesi istenen kitap, Kur’an ise onun delili aklidir. Çünkü Kur’an, duyularla algılanabilmektedir. Mucizeliği de asırlar boyu duyularla idrak edile gelmiştir.
- Fakat iman edilmesi istenen kitaplar, Kur’an’ın dışındaki Tevrat, İncil ve Zebur gibi, nakli delile dayanan kitaplar ise durum farklıdır. Çünkü bu kitapların Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiği her asırda idrak edilmemiştir. Sadece o kitapları getiren resullerin döneminde Allah Subhenehû ve Teala’dan geldiği, resullere verilen mucizelerle idrak edilebilmiştir. Nitekim bu mucizeler kendilerine gelen resullerin vakitlerinin bitmesiyle sona ermiştir. Dolayısıyla resullerle birlikte yaşayanlardan sonra gelenler tarafından idrak edilemeyen, bu kitapların Allah Subhenehû ve Teala tarafından gönderildiği, resullere indirildiğine dair haberlerin nakli ile bilinmektedir. Bu kitapların her asırda Allah Subhenehû ve Teala’nın kelamı olduğunu aklen idrak etmemize imkân verecek mucizeleri hissen idrak edemediğimizden dolayı delil akli değil naklidir.
- Bütün resullere iman için de aynı şey söz konusudur. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in bir şey ile geldiğini yani Kur’an ile geldiğini idrak edebileceğimiz için Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in Allah Subhenehû ve Teala’nın resulü olduğunun delili aklidir. Her asırda ve her nesilde bu böyledir.
- Fakat diğer resullerin, resullüğüne imanın delili naklidir. Çünkü resullerin resul olduğunun delili Allah Subhenehû ve Teala tarafından onlara verilen mucizelerdir. Bu mucizeleri ise zamanlarının dışındakiler idrak edememektedirler. Onlardan sonra şu ana kadar gelenler ve kıyamete kadar gelecek olanlar da diğer resullerin mucizelerini hissedemezler. Onların resullükleri hissedilen bir delille sabit değildir. Dolayısıyla resul olduklarının delili akli değil naklidir. Fakat Efendimiz Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in resullüğünün mucizesi halen daha hissedilebilen Kur’an’dır. Dolayısıyla resullüğünün delili aklidir.
- Ahiret gününe imanın delili ise naklidir. Çünkü kıyamet günü hissedilememektedir. Onun varlığına delalet eden hissedilebilecek bir şey de yoktur. Akli bir delil bulunmadığı için de Ahiret gününün delili naklidir.
- Kaza ve Kaderin delili ise aklidir. Çünkü kaza şu iki hususla alakalıdır:
Birincisi; varlık nizamının gerektirdiği husustur ki bunun delili aklidir. Çünkü o, Yaratıcı ile alakalıdır.
İkinci husus ise; insanın kendisinden kaynaklanan veya cebren insan üzerinde gerçekleşen insanın fiilidir. Bu ise hislerle idrak edilebilen hissedilebilen bir şey olup delili de aklidir.
Kader ise; insanın ortaya çıkardığı, ateşin yakması, bıçağın kesmesi gibi eşyada bulunan özelliklerdir. Bu özellikler ise duyuların idrak edebildiği hissedilebilir şeylerdir. Öyleyse kaderin delili de aklidir.
Bu açıklamalar İslâm akidesine ait delillerin çeşidi açısından yapılan açıklamalardır. Bunların her birinin delillerini açıklamaya gelince:
Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığının delili her şeyde vardır. Hissedilebilen şeylerin varlığı kesindir. Aynı zamanda bunların bir başka şeye muhtaç olması da kesindir. Eşyanın bir yaratıcı tarafından yaratılmış olması da kesindir. Çünkü bunların muhtaç olması, onların yaratılmış olduğu anlamına gelir. Zira onların muhtaç oluşları, ezeli olmadıklarına yani bir başlangıçlarının olduğuna delalet eder. Burada şöyle bir tez ileri sürülemez:
“Şey, bir başka şeye muhtaçtır, şeyin dışındakilere muhtaç değildir. Şeyler birbirini tamamlamaktadır dolayısıyla da şeylerin tamamı muhtaç değildir"
Böyle söylenemez. Çünkü delil; kalem, ibrik, kâğıt gibi belirli şeyler hakkındadır. Dolayısıyla delil, bu kalem, ibrik veya kâğıt gibi şeylerin bir yaratıcı tarafından yaratılmış olduklarına dair olmaktadır. Buradan da açığa çıkmaktadır ki kendisine muhtaç olana bakılmaksızın bu şey bizzat kendi varlığı itibari ile başkasına muhtaçtır. Şeyin muhtaç olduğu bu başka varlığın, şeyin dışında bir varlık olduğu his/duyu yoluyla kesinlikle gözlemlenmektedir. Bir şeyin kendisinin dışında başka bir şeye muhtaç olması, onun ezeli olmadığını yani başlangıcının bulunduğunu dolayısıyla da yaratılmış olduğunu gösterir. Yine burada şöyle bir tez de ileri sürülmez:
“Şey, maddedir. Sonuçta da maddenin dışında bir şeye değil, maddeye muhtaçtır. Kendi kendine muhtaç olmasından dolayı muhtaç değildir.”
Böyle söylenemez, çünkü bir şeyin madde oluşu ve bir başka maddeye muhtaç olduğu kabul edilse bile bu madde de kendisine değil, başka maddeye muhtaçtır. Zira madde, kendiliğinden bir başka maddenin ihtiyacını karşılamaya güç yetiremez. Bir başka maddenin ihtiyacını karşılayabilmesi için maddenin dışında bir şeyin varlığı şarttır. Madde kendisine değil, kendi dışında bir şeye muhtaçtır. Mesela su, buhara dönüşebilmek için sıcaklığa muhtaçtır. Sıcaklığın da su gibi madde olduğunu kabul etsek dahi, sıcaklığın bulunması suyun dönüşüme uğraması için yeterli değildir. Suyun buhar haline gelebilmesi için sıcaklığın belirli bir seviyede olması gerekir. İşte madde olan suyun muhtaç olduğu şey ısının belirli bir oranıdır. Bu oran ise suyun ve ısının dışında yani maddenin dışında bir şey tarafından tespit edilmektedir. Madde bu orana boyun eğmeye zorlanmıştır. Bundan dolayı madde, maddenin dışında belirli bir ısı derecesini tayin edene, yani maddenin dışındakine muhtaçtır. Dolayısıyla da maddenin madde dışında bir varlığa yani maddeyi yaratan bir yaratıcıya muhtaç oluşu kesindir, şüphesizdir. Böylece hissedilen ve idrak edilen bütün şeylerin yaratıcı tarafından yaratıldığı ortaya çıkmaktadır.
Yaratıcının ezeli olması yani başlangıcının olmaması gerekir. Ezeli olmazsa yaratıcı olmaz yaratılmış olur. Yaratıcı olması ise kesinlikle ezeli olmasını gerektirir. Yaratıcı kesinlikle ezelidir. Başlangıcı yoktur. Yaratıcı olabileceği zannedilen şeyler ortaya konulduğunda ya maddenin, ya tabiatın, ya da Allahu Teâla’nın yaratıcı olduğu ortaya çıkacaktır. Maddenin yaratıcı olması yukarıda sunduğumuz sebeplerden dolayı batıldır, mümkün değildir. Maddenin, bir halden bir başka hale dönüşebilmesi için, maddeye belirli bir oranı tayin edene ihtiyacı vardır ve dolayısıyla madde ezeli değildir. Ezeli olmayan ise yaratıcı olamaz. Tabiatın yaratıcı olması da batıldır. Çünkü doğa, şeyler ile bunları düzenleyen nizamın toplamıdır ve kâinatta bulunan her şeyde bu nizama uygun olarak yürür.
Bu düzenleme ise otomatik olarak yalnızca düzenin kendisinden gelmez. Çünkü düzenleyici olmadan düzen de olmaz. Düzenleme, şeylerden de gelmemiştir. Çünkü şeylerin varlığı, otomatik veya zorunlu olarak nizamı oluşturmaz. Şeyleri düzenleyecek bir düzenleyici bulunmaksızın kendi kendilerine de düzen kuramazlar. Düzen, şeylerle nizamların toplamından da meydana gelmez. Çünkü düzenleme, nizam ve şeylerin kendisine boyun eğeceği özel bir durum bulunduğunda ortaya çıkar. Şeylerle beraber nizama ait bu özel durum düzenlemeyi meydana getirir. Özel durum, şeyler ve nizam üzerinde egemen bir durumdur. Düzenleme ancak bu özel duruma göre gerçekleşir. Şeylerin ve nizamın dışında zorla uygulanan bu özel durum ise, ne nizamdan, ne şeylerden ne de bunların toplamından meydana gelmez. Öyleyse düzenleme bunların dışındadır. Tabiatın kendiliğinden hareket edemeyip kendisi dışından zorla konulan özel durumlara göre hareket edebilmesi, tabiatın başkasına muhtaç olduğunu ve başlangıcının bulunduğunu ifade eder. Ezeli olmaması yani başlangıcının bulunması ise tabiatın yaratıcı olmadığını gösterir. Öyleyse yaratıcı kesinlikle ezeli olmalı "başlangıcı olmama" sıfatıyla nitelenmelidir ki bu da Allah Sübhanehu ve Teâla’dır.
Öyleyse Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığı duyu yoluyla idrak edilebilen bir iştir. Çünkü hislerle idrak edilen şeylerin muhtaç oluşları ezeli bir varlığın, yaratıcının gerekliliğine delalet eder. İnsan, bakışlarını Allah Subhenehû ve Teala’nın yarattıklarına çevirdiğinde, kâinata baktığında, zaman ve mekânı tam anlamıyla kavramaya çalıştığında, hareket halindeki bu âlemlere oranla kendisinin gerçekten zerre kadar küçük kaldığını görür. Yine insan, çok sayıdaki bu âlemlerin hepsinin belirli yörüngelere ve sabit kurallara göre hareket ettiğini görür. İşte böyle bir idrakle yaratıcının varlığını, vahdaniyetini tamamen kavrar. O’nun gücünü, büyüklüğünü, azametini açıkça görür. Gece ve gündüzün birbirini takip edişini, rüzgârların esmesini, denizlerin, nehirlerin ve gezegenlerin, yıldızların varlığını görerek idrak eden insan için bunlar ancak Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına, birliğine ve kudretine delalet eden apaçık akli delillerdir. Allahu Teâla Kur’an da bu durumu ayetlerle şöyle ifade etmektedir:
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالأرْضِ وَاخْتِلافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِنْ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الأرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالأرْضِ لايَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları döndürmesinde elbette akleden bir toplum için ayetler (pek çok deliller) vardır.”[1]
أَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمْ الْخَالِقُونَ (35) أَمْ خَلَقُوا السَّمَاوَاتِ وَالأرْضَ بَل لا يُوقِنُونَ “Onlar hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa kendileri midir yaratanları? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar iyi bilmiyorlar.”[2]
Allah Subhenehû veTeala’nın varlığını idrak eden akıldır ve iman da akıl yoluyla olur. Onun için İslâm, iman konusunda aklı kullanmayı farz kıldı ve onu Allah Sübhanehu ve Teâla’nın varlığına imanda hakem kıldı. Bu nedenle Allah Subhenehû ve Teala’nın varlığına delil, akli delildir.
Dünyanın ve maddenin ezeli ve ebedi oluğunu yani başlangıcının ve sonunun bulunmadığını iddia edenler şöyle diyorlar:
“Evren başkasına muhtaç değildir, bilakis evren, kendi kendine yeter. Çünkü dünyada var olan şeyler maddenin sayısız şekillerinden ibarettir. Dolayısıyla bunların hepsi maddedir. Birbirine muhtaç olması ise maddenin muhtaç olduğu anlamına gelmez. Çünkü bir şeyin kendisine muhtaç olması, onun muhtaç olduğunu göstermez. Zira madde kendi kendine yeterli olduğu için başkasına muhtaç değildir. Bu nedenle de madde ezelidir, onun başlangıcı yoktur. Çünkü madde, yani evren kendi kendine yeterli olmasından dolayı ezelidir, sonsuzdur ve başkasına da muhtaç değildir.”