İLK VAHİY
Kayıtlı Kullanıcı
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sonsuz bir terakki, uruc, saflaşma ve nurlanma dini getirmiştir. Mânevi hayatın en yüksek seviyede kemâle ermesi için gereken tüm kapılar açılmıştır. Bu kemâl de sadece mükellefiyetleri yerine getirmekle mümkün değildir; kuşun ikinci kanadı aşk kanadıdır. Din saf aşktır! Bütün bilgiler sıkılıp süzülüp aşk olmak için vardırlar; bütün kitaplar bir tane kitabı anlamak için okunur; önce sahifelerden müteşekkil Kur’ân, ondan sonra da en büyük kitap ve âlem olan insan okunur. Kur’ân’ı kendine ayna yapıp onu Efendimizin aşkı nuruyla okuyan o aynadan kendini müşahede eder ki nefsaniyetten ârî olan bir kişiden de Hakk’tan başka bir şey zuhur etmez. En büyük keramet kul olabilmektir. İnsanın değerinin âşık olabilme kapasitesiyle ölçüldüğünü öğretiyor Hz. Mevlânâ. İnsanın bu doğrultuda kendisine hakikati duymayı, görmeyi ve hissetmeyi öğretmesi gerekmektedir. Bu değer aynı zamanda kişinin taşıyabildiği mânevi yük ile ölçülür. İşte bu noktada insanlığın mânevi kapasitesinin neredeyse tamamen âtıl yollarda çürütüldüğünü görüyoruz. Hz. Mevlânâ buyuruyor ki, “Pencereleri olmayan bir ev cehennem gibidir. Dinin temeli, ey Allah’ın kulu, evde pencere açmaktır!” Burada kasıt buyrulan ev kalptir; pencere de kalp gözü!
Günümüzün insanı sadece kendisiyle ve zahiren kazandıklarıyla meşgul. Kendi kalbinin nefisten arınmış bir şekilde konuştuklarının letafetinden habersiz hale geldi. Sessizliği unuttu. Ağzının sustuğu zamanlarda ise içinde şeytan ve nefis konuşuyor.
Hz. Mevlânâ’nın batıdaki ünü insanlar çoğunlukla tefrik edemeseler bile insanın fıtrat damarını yakalamış olmasındandır. Bunu anlayamayanlar bile demek ki o letâfetten bazı kokular duyuyorlar ve okuyorlar; bu da her insanın fıtrat-ı İslâmiyye üzerine yaratıldığına bir delildir. Günümüzün dünyasında kurumuş, ölmek üzere olan gönül evlerimizi Hz. Mevlânâ gibi velilerin nuru ile aydınlatabilmeliyiz.
Gerçek güzellik ebedidir. Böyle bir güzellik kusursuzdur ve zerre çirkinliğe müsaade etmez. Hakk’ın Cemâlinin öyle sınırsız bir kudreti vardır ki maddeyi nûra kâlbeder. Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi, “Bu kişi yemek yer ve pislik üretir. Diğeri de aynısından yer ama onun yedikleri tamamen Nur-u İlâhiye dönüşür.”
“Bu, yer ve yediği nefret ve kıskançlığa dönüşür; diğeri de yer, fakat onun yedikleri O’nun aşkına dönüşür.”
Zayıf ve bozuk bir firâsetle bakan göz, sadece kısacık bir ömre mahkûm olan bu geçici dünyanın alıntı ve ikinci el olan zâhiri güzelliklerini görebilir. Fiziksel boyutta zâhir olan güzellik Erham-ür-Râhîmîn olan Rabbimizin Cemâl-i ebedisinin nurunu örten perdedir.
Maalesef insanların çoğu, Müslümanlar dâhil, şekle, kasalarına, keselerine, masalarına, rütbelerine vs… tapıyorlar. Tapmaktan maksat elbette ki önünde yüksek bir yere koyarak karşısında secde etmek değil; Müslüman dahî olsa ibadet şeklen bittikten sonra Müslümanlık seccade üstüne, Cami duvarları arasına ve zamanlardan Ramazan ayına sıkıştırılmaya çalışılıyor; sığmaz. Kendi makamına, mevkiine, ailesine, parasına, şöhretine, ilmine vs… Allah’ın emir ve yasaklarından; O’na yaklaşmaktan daha fazla değer vermek ve hep akılda ve gönülde Allah’ı değil de dünyayı tutmak bunlara tapmak değil de nedir??