Kelimelerimizle oynadılar önce... Konuştuğumuzda, yazdığımızda muhatap aldığımız kişi ve/veya kişilerle aynı noktayı yakalayabilmek için kendi ifadelerimize gösterdiğimiz özeni, bir de anlaşılır olup olamayacağının, anlaşılacak ise ne kadar anlaşabileceğimizin, anlaşamayacak isek anlaşamama nedenlerimizin neler olabileceğinin ön kontrolünü yapmak suretiyle de göstermek mecburiyetinde kaldık. Maksat anlaşabilmek yolunda bir çaba harcamaksa eğer varsın mecbur olalım da denebilir tabii. Konuşalım, yazalım, tekrar edelim, yine söyleyelim, olmazsa bir daha, bir daha, bir daha...sonra bir daha... Nereye kadar? Sonu yok.
Biz insanlar arasındaki ilişkilerin, kelimelerimizle oynanmak suretiyle böylesi sığ sahillere kumda oynaşır hale getirilmesi, sonu gelmez konuşmaların farkında olmadan bir kişilik parçalanmasına, konuşmaya gayret ettiğimiz konuların dejenerasyonuna, belki de bir nevi dezenformasyona sebebiyet teşkil etmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu varılan noktaların sonrasında insanın yolculuğunun insanlıktan çıkmaya kadar gidebilme ihtimali de cabası. öyle ya insan; düşünebilen, hissedebilen, bunlardan yola çıkarak kendini ifade edebilen, ifade ettiklerine karşılık arayan, bu çerçevede de yön tayin etme yeteneği kendisine takdim edilmiş olan bir varlık olarak, kendisi gibi ikinci bir varlıkla iletişim kurmakta bu kadar zorlanacaksa eğer, bundan sonra niye konuşsun ki, niye toplumsala dair bir kişilik olsun ki ve dahası niye dinlesin ki...
Evet insanın bir diğer insanla ilişkisinde ortaya çıkan durum bu şekilde. Peki ya insanın, kendisini yaratan/yaratmaya devam eden, yaşatan, yöneten, sığınabileceği yegane varlık olan Rabbi ile ilişkisinde nasıl sonuçlarla karşılaşırız. Biraz evvel bahsettiğim olumsuzlukların asıl şekillenişinin bu safhada başladığını düşündüğümden biraz dolaylı da olsa yazıyı bu noktaya getirebildiğim için mutluyum.
Allah bizimle kendi yarattığı kavramları dahilinde konuşur. Ve bizim, Alak suresi ile başlayan ve Nasr suresiyle nihayetlenen bir dizin içerinde sunduğu bu kavramlarla hayatımızı tesis etmemizi bekler. Biz teslim olmuşlar olarak bu kavramların ne anlama geldiğini, bu kavramların içeriğini kendilerince doldurmuş kişilerin, sistemlerin, izmlerin bakış açılarına mahkum olarak anlamlandırmaya çalıştığımızdan aslında hiçbir zaman maksada hasıl olamayız. öyle ya; biz, Allah' ın, açık ve de seçik olarak başörtüsü diye adlandırdığını Kur' an dan uzaklaştıma amacına yönelik olarak yerine ikame edilerek sunulan, hazır, zorlama bir kavram türban ile değiştirerek mevcut durumumuzu karmaşık bir duruma kendi ellerimizle sokmadık mı? Bu Allah' ın bir emridir, taviz veremeyiz, O' nun emrini çiğneyemeyiz çünkü bizim kadınlarımız hür ve namusludurlar demek yerine neden insan hakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, simge değil o, okuma hakkımızı elimizden almayın n'olur, bak şöyle bağlarız olur mu ne dersiniz?, kamusal alandı, değildi... pozisyonlarına düştük. İnşaallah demenin Allah' ın yaşadığımız hayatın (tarihin) seyrine müdahalesinin bir ön kabulü değil de, verdiğimiz sözü yerine getirmeye cesaret edemediğimizde bir kurtuluş sbebi kılmak için kullandık. Ya da nasıl olsa biz bu hayatın sahibi isek diyerek bu kelimeyi kullanmaktan ısrarla kaçındık. Allah' ın müdahalesini hazmedemeyişimizi kendi kendimize izah edebiliyor muyuz? Birileri müslüman kavramını terörist kavramıyla dünya gündemine getirirken biz ne adına hareket ettiğimizin bile şuuruna varamadan müslümanların terörist olamayacağı, İslam da terörün yerinin olamayacağı gibi anlamsız cümlelerle kendimizi savunma çabası içerisine girdik. Neden müslümanlığımızdan bile emin değiliz. Peygamberi cinlenmiş, deli, şair(!) v.s. etiketlerle kendi zeminlerine çekerek vahyi boğma girişiminde bulunanlara Allah nasıl bir tavır aldı? Peygamber bu girişimler karşısında güreşe kendi minderinde devam etmedi mi?
Neden Allah ile aynı dili konuşmuyoruz? Neden bizi içine çekmeye çalıştıkları tezgaha hem de gönüllü olarak düşüyoruz ya da iyi niyetli olalım bu tezgahın kıyısında dolaşıyoruz.
Allah' ın kelimeleri ile sergilemiş olduğumuz bu paradoksal durumu bertaraf edememişken,başkaları ile, ortak payda arayışları, dialog, "yok aslında birbirimizden farkımız" gibi suni gerekçelerle vaziyeti realize ederek hem de onların lugatlarınca irtibatlaşmaya çalışmak başlı başına bir muamma olarak duruyor karşımızda.
Biz inanan ve salih işler yapmaya söz vermişler, müslüman olmayı ve müslümanlardanım demeyi seçmişler, Ondan geldiğimizin ve gidişimizin O' na olduğunun bilincini her daim diri tutmaya çalışanlar isek eğer; kendi kavramlarımıza sahip çıkmak ve onları yaşatmak zorundayız. Peygamberin ömrü Allah' ın kavramlarını ayakta tutmak ve onların yaşanabilirliğini ispat etmekle geçmiştir. Asla başkalarının kavramları üzerine bir yaşam felsefesi kurmamıştır. çünkü bu din bir tezdir, antitez değil. Dolayısı ile senteze de ihtiyacı yoktur.
Biz kendi kelimelerimizle konuştuğumuz müddetçe kendimizi ifade edebiliriz. Bundan gayrısı biz değilizdir zaten.
Vesselam...