Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Imân ve tefekkür (1 Kullanıcı)

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
es52.jpg

İMÂN VE TEFEKKÜR
"İmân ve İki Âlem"
SALİH MİRZABEYOĞLU


Takdim
Her türlü insan faaliyeti, neticede ruhî çabaya dayanır; onun ne ifâde ettiği ve neye dayandığı ayrı mesele, imân, onun kesiksiz ve umumî sürecinde mevzuuna mahsus görünen hükümler gibi, bu sürecin merkezindedir... İmân’ı, Allah ve genel olarak Tanrı inancı niyetiyle kullandığımız için, zıddına inkâr diyoruz. Oysa, inkâr da bir imândır, -yaratıcının olmadığına imân- ve böylece imânı, imân ve inkâr kutublarıyla beraber, birinden diğerine geçiş her ân mümkün, ruhî idrak olarak görüyoruz.
*
Aslına veya asıl bildiğine yöneltilmek üzere, herşeyde doğrudan veya dolaylı görünen ve herşeyi kendinde toplayan mihrak duygu; muradı ve kıymeti Allah niyetine, mücerret mânâda inanmanın kıymeti, “inan da, istersen bir odun parçasına inan!” diye belirtilmiştir... Abdülhakîm Arvasî Hazretleri böyle buyuruyor.
*
inanma, Allah’a inanmak için var; ve insan ruhunun aktığı herşeyin müntehasında, varlığı hiçbir varlığa muhtaç olmayan O var... Yakîn getirdiğimiz bir hakikat: “Kâinat’ta maddî ve mânevî tek hâdise ve fiil tanıyorum ki, Allah’tan haber veren telgraf şebekesine bağlı olmasın. Bütün istikametler Allah’ın; nereye sapsan ona dönmüş olursun!”... Üstadım böyle buyuruyor.
*
İmân, akıl işi değildir, akılsızlık işi de değildir; ona, göründüğü yerde, aklın “ruh” anlamı bâki, “imân aklı” da diyebiliriz. O doğrudan biliştir; ve kendi nasibi içinde, dinî veya dinî olmayana bakar... “Dinî”den kasıt, asıl; yâni İslâm. Saf ve pür bedahet hâlinde bir bilişle imân yanında, düşüncede kendini aşma kabiliyeti vardır; insan, KUŞATAN’ı kavram yoluyla değil, varoluşan KARAR ve İMÂN’la tanır. Herşey bir nasib ve vesile meselesi.
*
Aslı İslâm’da olan imânı, zıddımızda da hasrederek kullanmamız, İslâm’ın izzeti ve kuvvetindendir. Tekrar: “İnsan ruhunun aktığı herşeyin müntehasında, Allah var”... O’na imânın hakikati de, Sevgilisi’nin bildirdiği yoldan... Mü’min için imânın hakikati, hiçbir imânı görmezden gelmeyecek ve hakikatini ona gösterecek şekilde şudur: “Küfün kaynağını bilmeyen, gerçek imânda olamaz!”... Bu bir YAŞANAN’DIR, konuşulan tarafı ayrı. Birincide olanlara NİSBET’le konuşanız!
*
Üstadım’ın imân ve itikad bahsinde söylediklerini, şuna buna bağlamadan mücerret mânâsıyla görelim... “Dinin itikadlar manzumesi” olmasını da, yukarıda anlattıklarımıza nisbetle, “ne soydan olursa” diye:
—“İtikad, mücerret inanma keyfiyeti... İnsanoğlunun, perdelerini açmak üzere geldiği kâinatta ulvî mânâlar ve üstün gerçekler manzumesini doğrulama ve benimseme şuuru... İmân ise, bu manzumenin merkezî mânâ noktasına bağlanma duygusu... İtikadın dairesi din, imânın da yaratıcı kudret... Böylece dinin tarifi de ortaya çıkıyor: Din, topyekûn varlığı icad eden yaratıcı müessire bağlı itikatlar manzumesidir.”
İtikadlar manzumesi, maddeci ve ruhçu nitelemesi içinde ne soydan olursa olsun.
*
Kelime ve kavramların, kullanıldığı yere göre mânâ verip aldığını yeri geldikçe vurguluyoruz... Bu cümleden olarak “şuur”: Muhakkak olan birşey varsa, o da her türlü doğrudan doğruya tesir dışında “geist-ruh-kader” ile “ben” şahsiyet alanı “şuur”un asla birbirine irca edilemeyeceğidir. Şuur onun özü değildir; ancak ve yalnız, değişen veya gelişen istikrarsız bir keyfiyettif. Bütün kalbler, beyne yansıyan ışık, aynı ânda Allah’ın iki parmağı arasında... İslâm büyüğünün, “insanın istidadına değil, hâline şuuru vardır!” dediği dava. İtikad manzumesi İslâm içinde bir imân, neticede bir nasib meselesi.
*
Ehadiyyet: Allah’ın her şeyde kendine âit birlik tecellisi... Melekut: Allah’ın mutlak müessirliği. Hereyin kendi mertebesinde, o mertebeye münasib ruhu, canı, hakikati. Bir şeyin içyüzü. Ruhlar âlemi. Hükümdaarlık. Saltanat.
*
İki kelime; ehadiyyet ve melekut... Eserin ismini ve muhtevasını gösteriyor... Bu çerçevede, zıtlarımızı da içine alıcı bir genişlikte bakarsak: Karşımızda, yüzyüze olduğumuz bir insan düşünelim. Bizim sağ tarafımızın karşısında, onun sol tarafı, sol tarafımzıın karşısında ise onun sağ tarafı var. Eğer kendimizi bir ayna karşısında düşünürsek, sağ taraf sağımıza, sol tarafımız solumuza bir görüntü çıkar. Bu görüntüye, çevremizdeki eşyadan ve hattâ kendi bedenimizden kopmuşçasına dalıp gittiğimizi düşünelim... Bir taraftan hafızamızdaki mânâları canlandırıyorum, bir taraftan da sözkonusu dalgınlık içinde onlar üzerinde tasarrufta bulunup tahayyül ediyorum; hayâl ve hayâl kurmak-hayâl ve tahayyül meselesi... Bu misâldeki gibi, etrafımızı çeviren kâinatta gördüğümüz unsurlardan mürekkeb yanımız konuşurken-konuşturulurken, sanki kendim onun aksiymiş-yansımasıymışım gibi bir mânâ doğuyor. O zaman cesedimizle birlikte, ruhu, mânâyı, şuuru ve düşünceyi, onun ürünü ve yansımasıymış gibi görmek kolaylaşıyor. Aynadaki görüntü, ben değil benden; her ne kadar aradaki farkı bedahat olarak biliyor ve hissediyorsak da, ister netice, isterse o dalgınlığın aklî formaları içinde anlatılışı olrak, –aynadan kasıt kâinat ya! –, böyle bir vehim olabiliyor... Bunun tersi: Gözü kapalı bir dalgınlık ve kendinden geçme şeklinde, sadece kendimizi hissettiğimizi düşünelim. Benim şuurumu-farkındalığım veya benim şuurumun dahil olduğu şuur –nitelemeleri çeşitli!- içinde, kâinat onun yansıması... Her iki durumda da ortak olan yan, şöyle veya böyle bizim şuurumuzun dahil olduğu bir şuurun bulunduğu messelesidir. Hâliyle, her ikisine âit söylenenler birbirinini aynı ve birbirini andırır oluyor; halbuki muradlar ve kasıtlar birbirine aykırı olduğu gibi, nüanslar arasındaki tezatlar, karşıtlar araında olduğundan daha fazladır... İmâm-ı Rabbanî Hazretlerinin bir beyitle bildirdiği gibi:
—“Dostum, az ayrılığın azlığı yoktur; — Göze gelen kıl, yarım dahi olsa çoktur!”
Devam... Ben –şuurlu kişiliğimiz- varım, kâinat var; her ikimizin de kuşatıldığı veya eşyanın yahut benim içimde-bağrımda olan, bütünlüğümüzü eşyaya veya bana hamledilerek gösteren bir hakikat var. Buna, nitelemelere göre, ister bana nisbetle kâinatın kuşatan olması, ister kâinat ve benim kuşatılan olma durumumuz, ister khainat yahut benim bağrımda –ben’den içeri ben- kuşatan diyelim. İkimizinde bu birlikte birliği veya birlik yanı, benim onun bir parçası olmam veya onun benim –müteal, aşkın ben’in- bir parçası olması demektir. Kâinat şuuru açısından bakıldığında, ben kâinat içinim; tersi açısından bakıldığında, kâinat benim için... Bu türlü gidiş gelişler içinde, sayısız maddeci, maddeci mistik, eşya veya insanı ön plânda tutan mistik ve ruhçu YAŞAMA sistemleri ve görüşleri vardır, kurulabilir. Oysa mesele, adına izafeten konuştuğumuz “mutlak olması gereken”in kendi ne diyor? Cevabı beklemek değil de, pekiştirme adına soralım: “Mutlak” diye birşeyi kabul ediyor muyuz, etmiyor muyuz? “Varlık” şeklinde olmasa ve “hiçlik” de olsa... Kendinde olmayanı verme şeklinde, hiç’ten varlık ve şuur-şuur ve varlık çıktığı kabul edilirse, tekâmül anlayışıyla bakarsak, böyle bir durumda “hiç” mutlak değildir; “hiç” şeklinde bir şuur varsa, o zaman o “hiç” değildir. Kâinatı kendi kendine yeten bir mutlaklık olarak görürsek, hiç’i mevcudun karşıtı hâlinde varlıktan çıkma, aynı temelde canlılığı-ruhu ve şuuru buna bağlama, “bilgi edinme” faaliyetimiz açısından bakıldığında, neticede şuurun lüzumsuzluğu, giderek yaşamanın lüzumsuzluğudur. Bilgi edinmek için ve bunu mânâsız olduğu yerde şuura-şuurlu olmaya ne lüzum var?
*
İşin diğer yönü: Mutlak bilgiyi, öyleyse bilgiyi, “mutlak” verir. “Hiç”i de dahil etmek için, “mutlak varlık” demedik. .. Bilgiyi, ister “hiç”, ister “ruh”, ister “eşya” diyelim, onlar vermiyor; konuşmuyor. Onun adına biz konuşuyoruz. Aslında olmazsa olmaz “dilin doğuşu” gibi meselelere girmeyelim, şuurlu bir varlık olark bize onların ilhâm ettiği veya tecrübemiz yoluyla konuşabiliriz ama, hem “konuşan” biziz, hem “mutlak” değiliz. “Mutlak” hakkında konuşmak başka şey, “mutlak” olmak başka şey; demek ki konuşulan, şöyle veya bnöyle, “bendeki mutlak” oluyor; müteal-aşkın olan... Mutlak? Şuurlu-bn varlığımın, emr olan yönünün irâdesi-Zâtı; Mutlak Müessir. Bu, bizim bağlı olduğumuz imân mihrakının nitelemesi; İslâm’ın. Ona nisbetle, mutlak varlık şartı ve onun mutlak kelâmı bahsini işaretlersek, zıtlarımızın bütün insanlık tarihi boyunca karşılığını göstermedikleri hussun, niçin gösterilemediği de ortaya çıkar: Mutlak Kitab, Allah’ın kendisini Resûlü ile ve O’nu da bildirdiği... İmân, bir nasib meselesi; Allah’ın kendisini ve Resûlü’nün ve getirdiğinin hak olduğunu kuluna vermesi. Mahlûk olma duygusu, insanda ilk bedahet; sözkonusu imân da, ne’ye ve nasıl’a böyle muhatab. Mutlak Varlık’a inanıp da kelâmına inanmamak, o niyetle –Allah niyetiyle- ama yanlış bir inanıştır. İşin en can alıcı yönü, belki şudur: İmân tarafını söyledik ama, o kitabın “Mutlak Varlık”ın kitabı olduğu hakkında başka ne söylenebilir? Mutlak Varlık hakkında elde ettiğimiz bilgi –imân- yolundan, o kitabın da mutlak olupo olmayacağını bilebileceğimiz: Küll’ün kendi “hisse” anlamıyla, “parça bütünün habercisidir!”... Biz onu, hareket içinde hareketle zenginleşen bir varlık oalrak “Küll-bütün”üyle bilemeyiz ama, sözkonusu hakikat içinde onun Mutlak Varlık’ın “Mutlak Kitab”ı, bildirdiği olduğunu bilebiliriz. Her mü’min hisse sahibi olmak üzere, işin hakikatini YAŞAYANLAR için bu böyle.
*
İtikatlar manzumesi din; ve şer’i hükümlerin heyet-i mecuası Şeriat... Alâkalı olduğu ve alâkalı olmadığı işler çerçevelendikten sonra; tıpkı güneş ve doğrudan ona dair olanla, sudan toprağa, havadan bitki ve hayvana-canlılığa kadar herşeyde, alâkası içinde ona dair olanın görünmesi, görülmesi gereği... İmânın doğrudan alâkalı olmadığı işlerden kasıt bu.
Eserimizin alt başlığını da bildirmiş olduk!
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
İçindekiler
TAKDİM
I. LEVHA İMÂN VE İSLÂM
İtikad ve İmân
İmân
Din Bir – Şeriatler Ayrı
İmân Etrafında
İmân ve Usûl
İmânın Mahiyeti – (İmâm-ı Azâm’dan)
İbadet
İmân – İrfan – İkrar
Ruh ve Beden
Beden
Nefs
Kalb
Beyin – Dimağ: Zihin
Görme
Hafıza
İrca’
Hatâ
Kendinden Zuhur
Bilgi ve Varlık
İlim ve Marifet
İlim ve Tefekkür
II. LEVHA ŞAHSİYET VE MÜTEÂL (AŞKIN) OLARAK ŞUUR
Saf Şuur
Husserl’in Fenomenolojisinin Kritiği
Kalbin Yolu
Bedahet İdrakı – Acz İdrakı
Herkesin Bilebileceği
Allah Kelâmı – İnsan Kelâmı
Berzah
İki Âlem ve İlâhî Âlem
Allah’ı Bilmek
İmân’ın Hakikati
İmân Kategorileştirilemez
Müteal Varlık
Fenomenolojik Metodun Aslı – Esası
Halk – İnsan – Hak
Saf Şuur – Ben Nerede?
Hakikî Marifet
Saf Şuur – Halihazır Şuur
Boşalmak
Allah’ı Bilmek
Allah’ı Bilmek
Hakkelyakîn Bilmek
Nakşından Nakkaşa
İmân
Tefekkür
Kendini Bilen – Bilinen
Aşk – Suret
İmân Mânâ Âlemi’nden
Mekânsızlık
Eşya – Nesne
İslâm Tasavvufu ve Dünya İrfan Yemişi
Saf Şuur – Basiret
Sebeb ve Müsebbib (Vücuda Getiren)
Halk Âlemi
Tecrübeyle Sabit
Emr ve Varlık
Hakikat Birdir
İnsan
İki Varlık Tarzı
Fenomenolojik Bilgi Teorisinin Kısa Bir Tasviri
His ve İdrak
“Düşünceye Dalma”
Bütün – Parça – Hisse
Şuurun Yeri Neresidir?
Şuur Nedir?
Hayâlî Keşif – Misâl Âlemi
Hasse – Mümeyyiz Kuvvet – Akıl
III. LEVHA İRADE DAVASI
Allah’ın Dilemesi
İrâde
İrâde Davası I
İrâde Davası II
İnsanda İrâde
Hür İrâde – Kader
Hür İrâde – “Kötü Kader”
IV. LEVHA DÜŞÜNCE (SIR VE PROBLEM)
Felsefenin Akibeti
Çeşitli Bilgilerdeki Metafizik Problemler
Varlık ve Varoluş
Akıl ve Akıl
Form Olarak Varlığın Düzeni
Bilgi – Obje – Süje
Hakikat ve Doğruluk I
Anlamak
Hakikat ve Doğruluk II
Paradoks ve Hakikat
Mahiyet
İzâfi – Nisbî – Taallûk
Düşünce Zâhir Olmadır
İyi – Güzel – Doğru
Fenomen – Nomen
Gerçeklik Nedir?
V. LEVHA HALK ÂLEMİ MİSTİĞİ
Fred Alan Wolf’la
Gordian Düğümünü Kesmemek
Şuur ve Madde
Nisbî
Şuur ve İdrak
Ayniyet
Mekanik Dünya ve Şuur
Parçalanmamış Bütünlük
Fizik Tabiat
Müdahil İnsan
Eratostenes
Yeni Bir Gerçeklik Görüşü – (Graham Dunstan Martin)
Şuur – Madde – Ruh
“Madde” Hipotezi
Işık – Madde – Enerji
Doğru ve Yanlış (Matematikî Metodun Krtiği)Fragmanlar
Hiçbir şey, izâhla olmuyor; izâhsız da yapamıyoruz. İzâh, bir şeyin etrafında dolanmak demek; anlaşılacağı üzere, kendisi hakkında da. Duyularımızla-ihsaslarımızla algıladığımız Halk âlemine-tabiat âlemine âit tecrübelerde bile, tümevarım usûlünde bile, netice olarak hükmün köklerinin akılda olması, tahlilin “bir şeyin-nesnenin izâhı” olduğunu gösteriyor; tahlil, yerine ve mevzuuna göre, terkibin mahiyetini bozmamak ve aleyhine olmamak üzere, gerekli veya faydalı… İmân, âlemi ve alanı olarak tahlil edilemez; bunun yanında, dolaylı olarak ve dolaylı mevzuları içinde, konuşulur ve tahlil edilir. Tahkik, tahlile âit yönü varsa da, tahlilin kendi demek değildir… Tahlil de, “unsurlara ayırmak” aslî mânâsı varsa da, bir meseleyi halletmek, açıklamak-açmak anlamı, onun sadece parçalayıp bölme işi olmadığını gösterir. (s.27)
“Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır!”… Buna, mücerret bir bilme ve varoluşan tarzda yaşama bakımından da bakabiliriz: İmân dairesi dışında örneklerden olarak Bernard Shaw ve Goethe gibi isimler, İslâm'ın gerçek ve en büyük din olduğunu ifâde ederlerken, müslüman olmamışlar ve imân teslimiyeti içine girmemişlerdir. Bu türlü garib tecelliler, imânın bir nasib işi olduğunu en çarpıcı biçimde gösteriyor.
Bilgi edinmenin çabası ve “bilgi” içinde de olsa, “marifet”, onun ruh-anlayış ve amelî tarafını gösteriyor; Allah'ın bilme bahsinde bu, imânın aslını yaşama olarak bir “marifet rejimi” meselesidir. (s.59-60)
www.ibdayayinlari.com
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt