Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Iman; Akil ve Kalb (1 Kullanıcı)

El-Endulusi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
376
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
13
Selamun Aleykum,

Islam tarihini boyunca bazi dusunurler, bazi sofiler veya alimler bu iman ile ilgi 2 varlik konusunda ihtilafa dusmus yada birini kabul edip digerini red etmistir. Bu konuda en orta yol Ehli Sunnet Vel Cemaatin gorusudur.

Ehli Sunnete gore; Iman icin bir insanda ilk olmasi gereken akildir. Zira din akil sahiplerine gelmistir. Akli olmayanin ve akil yurutemeyen veya akil sagligi yerinde olmayanlar Ehli Sunnete gore dini hukumlerden sorumlu degildir. Akil ile ilgili Kurani Kerimde onlarca ayet vardir. Buraya hepsini yazma geregi duymadik.

Ne dedik? Din akil sahiplerine geldi. Ehli Sunnete gore; Bir kisi ilk once Peygamber a.s tarafindan bildirilen (gunumuze gore Hz.Rasulullah s.a.v tarafindan bildirilmis) ilahi hukumleri akil yoluyla idrak yoluna gider. Bu imanin ilk basamagidir. Yani kisi aklini kullanarak ilahi hukumleri anlama yolundadir. Ehli Sunnet alimlerinin akil ile verdigi degerli bilgiler vardir.

Imam Maturidi Rahimehullah Kitabut Tevhid isimli eserinde Islami hukumlerin anlasilmasinda 2 yol vardir bu nakil ve akildir demistir.

Dedigimiz gibi imanin ilk basamagi akil ile idrak dedik buna Ehli Sunnet Taklidi Iman der. Yani Ana, babadan, hocadan, cevreden yada internet ve yayin organlari kitaplardan duyduğu ve öğrendiği şekilde, mes'ele üzerinde hiçbir akıl yürütmeden (yani tastik etmeden) îman esaslarına bağlanmak demektir Taklidî îman, inanç esaslarına, şuuruna ve teferruatına vâkıf olarak bir inanma olmadığı için, bilhâssa bu zamanda bâzı şüphe ve vesveselere mâruz kalabilir ve sarsılıp yıkılma tehlikesi geçirebilir. Yani imanin ilk basamaginda olan musluman din ile ilgili cevresindeki olusan olaylardan, soylenen sozlerden cabucak etkilenir ve supheye duser.

Bu kisi dini akil ile anlamaya calisitigi icin aklina ters gelen bir mevzuda bu onu supheye dusurur. Akil bir kisi icin seriati anlamak icin vardir. Yoksa Seriat akil icin yoktur.(yani manasi tastik olmaksizin)

Belirtildigi uzere Din akil sahiplerine gelmis ve ilk basamak olarak kisi akil ile idark etmistir. Simdi Imanda ikinci basamaga gecilir bu kamil bir musluman profildir. Dini hukmun akil ile idrak edip kalb ile tastigi safhasidir. Bu imanin ikinci basamigidir. Ehli Sunnete gore buna Tahkikî îman denir.

Yani İmâna âit bütün mes'eleleri delilleriyle, tafsilâtlı ve teferruatlı bir surette bilmek, kalb ile tasdik etmek, tereddütsüz inanmaktır Böyle bir îman şüphe ve vesveseler karşısında sarsılıp yıkılmaktan kendini koruyabilir. Zira kisi akil ile idrak ettigine artik kalb ile tastik etmis ve artik kamil bir musluman olmustur. Bu kisi cevresinden gelicek her turlu vesveseye karsi Kalbiyle tastik ettigi imani sayesinde deger vermez.

Fetih Suresinde Rab bimiz "İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O'dur Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır" buyurmustur 4.ayet.

Bilinmelidir ki Kalb'den tastik olmayan bir iman, iman degildir. Zira Asri Saadet devrinde munafiklar dilleri ile muslumaniz dedikleri halde kalblerinde kufur tasiyordu. Bir musluman sadece imanin ilk mertebesine sahipolup diliyle muslumanim derse bu gizli munafik alametidir. Zira tastik merci ile Kalb, imani tastik etmemistir.

Cesitli sapik firkalar sadece dil ile ikrarin yeterli oldugunu savunmustur fakat Ehli Sunnete gore iman; dil ile (akil ile idrak) ikrar kalb ile tastiktir. Kalb ile tastiksiz bir iman, munafiklarin imanina benzer. Mutlaka Kalb ile temiz niyetle tastik etmek zorundadir.

ikinci basamak olan tahkiki iman ise kendi arasinda 3 kisimdan olusur. Bu ilmen yakin, aynel yakin ve hakkal yakin mertebeleridir.

İlme'l-yakîn mertebesi: İmânî mes'eleleri ilmen, tam teferruat ve tafsilâtıyla, delilleriyle bilmek ve inanmaktır..Bu bildigine inanmak mertebesidir. Yani basit anlatim ile cesitli kitaplardan okuduklarini bilip inanmaktir.

Tahkiki Imanin ikinci mertebesi; Ayne'l-yakîn mertebesidir. Yani, İmanî meseleleri gözle görmüş, doğruluklarını bizzat müşahede etmiş gibi bilmis ve inanmistir. Gözle görmekle ilmen bilmek (yani ilk basamak) , insana kanaat vermesi bakımından çok farklıdır İnsan bir şeyi tereddütsüz, kesin olarak bilebilir, ama bir insan bunu gözleriyle görünce kanâatı kat kat artar. Amerika'nın varlığını ilmen bilmekle, bizzat görmek gibi. İşte îmanın ayne'l-yakîn mertebesi de, îman esaslarına gözle görmüş katiyetinde inanma hâlidir.

Tahkiki Imanin ucuncu mertebesi Hakkal yakîn mertebesidir. İmanî mes'eleleri görmekten ayrı, bizzat yaşayarak, içine girerek kabûl ve idrâk etmek demektir. İmanın bu üç mertebesini îzah bakımından şöyle bir misal verilmektedir; Bir yerden duman yükseldiğini uzaktan görmekle insan bilir ki, o yerde ateş yanmaktadır Dumanı görmek suretiyle ateşin varlığını bilmek, ilme'l-yakîn inanmaktır. Sonra, duman çıkan yere gidip ateşi gözümüzle gördüğümüzü farzetsek, bu da ateşin varlığına ayne'l-yakîn inanmaktır. Bir de ateşin bizzat yakınına gidip sıcaklığını hissetmek, elimizi aleve doğru tutup yakıcılığını duymak suretiyle ateşin varlığını bilmek vardır ki, buna da hakka'l-yakîn inanma denilir.

Bu mertebeler akaid ilminde (Tevhid basamaklarinda) ileri derecede makam sahipleri icindir.

imam Buhari'nin Rahimehullah Ilim bahsinde Ebu Hureyre r.a. su sozu manidardir.

"Ben, Rasulullah EFendimizden (s.a.v) iki kap ilim aldim. Bunlardan birini size dagittim.(Seriat yani seri ilimler) Digerine gelince onu size acacak olsam su bogazim kesilir."

Diger ilim dedigi Tevhid makamlari, haller olsa gerektir (batini ilimler). Tabi bu ilimleri ogrenmek bize farz degildir. Ehli olan zaten ogrenmis yada ogreniyordur. Bir musluman icin gerekli olan seriati tasik edip yasamaktir.

Bir musluman icin olmazsa olmaz olan sey Islam Dinini akil ile idrak edip Kalb ile tastik etmektir. Bu Ehli Sunnet gorusudur. Buda diger sapik firka ve goruslere gore Ehli Sunnetin hakliligini oratay koyar zira Ehli Sunnet orta bir yol (hak olan) cizer.

Hicbir Ehli Sunnet Seriatdan akil yada kalbi cikaramaz. Seriat akil ile idrak kalb ile tastiktir..

Eyvallah,
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
Seriat akil ile idrak kalb ile tastiktir..

Amenna hiç kuşkusuz aklı olmayana sözümüz yok zaten. Aklı olupta imana gelmeyen???
Bu akıl konusunu epey zamandır düşünür anlamaya çalışırım çözdüm desem yalan olur.
Ben kalbimle herşeyi bulurum iddasına giriştim , baktım ki akıl buluyor, kalp iman süzgecinden geciriyor, imana uygunsa alıyor ,yoksa red ediyor... Birde akıl iman ederse , imanlı akıl , hep delilleri bulur oldu.. nasıl anlatayım ???
Akılı red etmiyorum ama kalp de önemli diyorum. Aldığım ilhamları red ediyor akıllı kişi , sen delirdin diyor
Ya daha gördüklerimi sakladım, onları duysa??? akıllılara göre deliyim ama tasavuf ehline göre normalim
Nefsinle ugraşmak tam delilik, akıla göre olmaz şeyler
Neyse akıl muhteşem bir eser, Rabbim doğrusunu bilir , ben kalbime sorarım belki de akılda eşlik eder, bana şüphelileri verme diyorum yeter!
 

El-Endulusi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
376
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
13
Aklin onemi Rasulullah s.a.v efendimizin getirdigi seriati anlamak icindir. Akil cok onemlidir. Din akil sahiplerine gonderilmistir. Insanin akli olmadan imani olamaz. Zira akli olmayan hangi seri delilleri (ayetleri) anlayacaktir. Fakat kalb olmadan da iman olmaz, zira akil seriati anlarken kalb de bunu tastik eder. Zaten sen inanmiyorsan kalbden (yani tastik yoksa) sen munafiksindir. Goruldugu uzere, ne akli nede kalbi birbirinden ayiramayiz.

Allah c.c. ne guzel bildirmis bize Ibrahim suresi 52.ayet de

"Bu Kur'ân, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir tebliğdir."

Burda ogut alsinlar kismini bircok alim gonlu isleyenler diyede tefsir etmistir. Tabi bide su var gunumuzde bircok kisi Seriati akla uydurmaya calisiyor. Hayir efendim seriat akla uymaz, akil seriata uyar. Burda da kalb devreye giriyor.

Eger ki seriati akla uydurmaya kalkisirsak 6 milyar insanin hangi birinin aklina gore uydurulacak. Velhasil olurda aklina uymayan bir taraf ayet bulursan (gunumuzde bazilarinin dedigi gibi bazi ayetler gunumuze hic uymuyor demeleri gibi) red mi ediceksin, yada elestirecekmisin? Iki turlu de dinden cikiyorsun.

Isde burda da kalb devereye giriyor. Insanin kalbini temizleyip nefs den (Nefsi Emmare) arindiracak ki nefsi aklini yonetmiycek. Ne olucak o insani kalbi aklini yoneticek. Kamil bir musluman kalbini temizlek ve nefsini terbiye etmek zorundadir. Eger gercek manada iman etmek istiyorsa..Birda su var dediginiz gibi hal ve ilhamlarda akil devereye giremez. Zira bizim %8 ini kullandigimiz akil bircok seye yanit vermekden acizdir. Burda kalb hal ve ilhamlarla muhataptir. Siz bunu materyalist bir insana anlatamazsiniz, bunu ancak o hali yasayan yada o ilmi almis olanlar cevap verebilir yada sizi anlayabilir. Bircok halinde avama karsi gizli tutulmasi ogutlenmistir.

Eyvallah,
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
Allah razı olsun. Anladım inşallah..

Arkadaşı ile tartışmıştı. İnsanlara gelen ilhamın şeytani olduğunu, eğer Allah'tan ise neden insanları kurtaracak, bir ilham almıyorlardı.
-Ne dese boş, "kimseye birşey inandırmak zorunda değilim"
diye düşündü.
İnsanlara yararlı bir icat, ne olabilirdi?

Gece oldu, garip bir mektup aldı. " bu saatte mektup gelmez, kimden ?"
diye eline aldı.
Sevgili kuluma,
Sana sorulanlara üzülme, ağlama , her imtihan, her suale takılma!
Söyle sufilere inanmayan kuluma: "istesem insanları kurtaracak
hidayeti veremezmiyim?
Veren onlar mı? Ben mi?
İstesem herkesi bir iyilikte toplayamazmıyım?
İyilik Benden mi? Onlardan mı?
İnsanlığın iyiliğini düşünen onlar mı? Ben mi?
Kuluma verdiğim ilham, kendinde olanlardır. Ne bir adım ileri, ne bir adım geri atmaya kimsenin gücü yetmez.
Öyle ise, üzülme, sana verdiğim, şeytani diye vesveseye girme!
Bundan sonra, her dikeni gül diye görme!

Selam, her sevene...

"Olamaz böyle birşey "diye düşünürken
-Hey daha uyuyormusun sen? diye sesler duydu.
Tam da cevapları bulmuşken,
-İşte soruların cevabı derken.. sustu...
Mektup, sus, sus, o rüyaydı...
Namaz da gelen ilhami rüya diye yazdım okudum, adam kahhalarla güldü sadece, ne yapalım akıllılar böyle..
Ben akılla bulurum dedi ve herşeyi inkar etti, ben kalp ile dedim Kur-an'a zikire sarıldım
Rabbim yardımcımız olsun, kalbimize güzellikler versin..
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Ruh, sonradan yaratılmıştır, ama ebedidir. Birdir, bölünmez, parçalara ayrılmaz. İcraatıyla ve tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekanı yoktur. Bedenin içinde olmadığı gibi, dışında da değildir. Bütün işleri aynı anda idare eder, bir iş diğerine engel olmaz. O, tabiattaki kanunlara benzer. Mesela, bir yerçekimi kanunu hayat ve şuur sahibi olsaydı ruh özelliği kazanırdı.

Ruh, şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle plânlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür...

Akıl, kalp, vicdan ve hissiyatın ruhla ilgileri, organların bedenle ilgileri gibi değildir. Beden, organların bir araya gelmesiyle teşekkül eder, ama ruh bu sayılanların birleşmesinden meydana gelmiş değildir. Ruh bir tek şeydir; ama yaptığı görevler muhteliftir. Bu görevlere göre farklı isimler alır.

Ancak “hisler kalbe aittir, şu duygular akla aittir, şunlar istidat manasındadır” gibi kesin sınırlar çizmek zordur. Meselâ, sevgi bir histir. Bu yönüyle vicdanla ilgisi vardır, ama sevmenin, korkmanın, inanmanın kalple ilgili fonksiyonlar olduğu düşünüldüğünde bunları kalpten ayrı düşünemeyiz.

İnsan, kendi his dünyasını vicdanen, yaşayarak bilmektedir. Öte yandan insan, bunların varlıklarını aklı ile idrak eder. Bu ikinci yönü itibariyle hisler akıl defterine kayıtlıdır. Birinci yönlerinde, yani mahiyetlerinin bilinmesinde ise vicdana iş düşer.

İnsanın istidadında var olan, ilim, kudret, irade gibi sıfatlardan, inanmaya, anlamaya, sevmeye kadar insan ruhunun bütün fonksiyonlarını akıl ve kalpten ayrı düşünemeyiz.

Kalp, akıl, ruh, vicdan hep aynı şeydir, ancak yapılan işlere göre farklı isim alırlar. Bir insanın dört ayrı mesleği olsa, her birisi için ayrı bir isimle anılır, ama o yine bir tek kişidir. Ruha verilen bu farklı isimler de bunun gibidir.

Şu var ki, ruh “bu âlemi göz penceresinden seyrettiği” gibi, düşünme fiilinde de beyni kullanmaktadır. Nasıl, gözümüze bir arıza geldiğinde görmemizde aksama oluyorsa, beyindeki bir merkezde rahatsızlık olduğunda da o merkezle ilgili fonksiyonda aksaklık olur. Ama bu hal, düşünenin beyin olduğu manasına gelmez.

Kalbin kendisi bir latife-i Rabbaniye olduğu halde, kalbin cüzdanında da nice latifeler vardır. Latife (çoğulu letâif) “cismanî olmayan, ruha ait” gibi manalara gelir. Buna göre kalb, ruh, vicdan, akıl, hafıza, hayal, beş duyu, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye de birer latifedirler.

Nasıl, “organ” kelimesi “el, ayak, mide, ciğer” gibi bütün maddî cihazlarımızın ortak ismi ise, latife (letâif) de öyledir. O da bütün manevî cihazlarımızın ortak ismidir.

Aklın vazifesi tefekkür etmek, istidlalde bulunmak, eserden müessire, nakıştan manaya, nimetten in’ama intikal etmek ve Allah’ın varlığına ve birliğine hem insan bedeninde hem de kâinatta serdedilen delilleri güzelce değerlendirmek, iman ve marifet sahasında mertebeler kat etmektir. Bu aslî görevi yanında aklın bir diğer görevi de bu kâinat kitabını fenlerin gözüyle inceleyip insanlık için faydalı bilgiler elde etmek, güzel şeyler bulup çıkarmaktır.

“Ruh, kalp ve akıl”, bedenin organları gibi müstakil varlıklar değildirler. Hisler bazen vicdana bağlanır, bazen kalbe, bazen de akla abğlanır. Bunlarda bir tezat söz konusu olmaz.

Çünkü ruh, terkip olmadığı için “havassı” yani hisleri akla da, vicdana da, kalbe de verebiliriz. Akıl, bu hisleri tanır ve en güzel şekilde kullanmaya çalışır. Vicdan bu hislerin varlığını bizzat yaşayarak bilir. Kalp bu hislerle sever, korkar, endişe eder.

İnsanın havassının yani his dünyasının pek çok vazifesi vardır. Bunların yerinde kullanılması insan için büyük bir terakki ve tekâmül vesilesidir.

Sevgi, korku, şefkat, endişe, merak gibi hisler eğer yaratılış gayeleri istikametinde kullanılırsa insanı hem bu dünyada hem de öte âlemde mesut ederler.

Bu binlerce hissiyattan sadece bir örnek verelim: İnsanda bir “endişe” hissi vardır. İnsan bu hissini sadece istikbal endişesinde kullanırsa, “yarın ne kazanıp ne kaybedeceğine” sarf ederse, bu kıymetli hissi sadece dünya menfaatlerinde kullanmış olur. Halbuki, asıl endişe edilecek şey insanın bu fani dünyadan ebediyet ülkesine imanla göçüp göçmeyeceğidir. Ruhu bu endişe ile dolu olan bir mümin, elinden geldiğince güzel ameller işler ve yine büyük bir hassasiyetle günahlardan isyanlardan uzak durur.

Bu hissin bir başka kullanma sahası, kendi aile fertlerinden top yekûn insanlara kadar, bu zamanın sefahat tehlikesini dert edinmek, bu büyük felakete düşülmemesi için neler yapmak gerektiğine kafa yormaktır. Böyle bir endişe, sahibini manen terakki ettirir, bir şeyler yapabildiği taktirde de onun sevabını ayrıca kazanır.

Önemli olan, bize verilen maddi ve manevi her şeyimizi, doğru yerde kullanmaktır.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Duyular, akıl ve sezgi (vahiy ve ilham) başlıca bilgi kaynaklarımızdır. İnsan, bunlarla gerçeğe ulaşmaya çalışır. Duyular bizi dış aleme muhatap eder. Meselâ, gözümüzle renkler alemine, kulağımızla sesler alemine açılırız. Aklımız, duyularla bize gelen intibaları değerlendirir, bunlardan hareketle bazı sonuçlara ulaşmaya çalışır. Sözgelimi, gözümüz su içindeki kaşığı kırık olarak algılar. Akıl ise, bunun bir algı yanılması olduğunu söyler. Duyuları sınırlı olan insanın aklı da sınırlıdır. Gerçeğe ulaşmada akıl çok şeydir, ama herşey değildir. Aklın uzanamadığı alanda sezgi devreye girer. Bu sezgi, bilim adamlarında kevnî sırları bulmak, Allah'ın veli kullarında ilham, peygamberlerde ise vahye mazhariyet şeklinde kendini gösterir. Şimdi, bu bilgi kaynaklarımızı daha yakından görmeye çalışalım.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Nuranî bir cevher olan akıl, insanın en kıymettar cihazıdır.
Bu akıl, İlahî, kudsi defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır.Yani, insan bu akılla Allah'a muhatap olur, O'nun isim ve sıfatlarını tanır. Keza, yine bu akılla insan kâinatın sırlarını keşfeder, ondaki kanunların farkına varır, istifadeye çalışır. Ayrıca akıl, insanı ebedi saadete hazırlayan Rabbanî bir mürşittir.

Yeri geldiğinde akıl, dinin nasslarında bir hakem olur. Şöyle ki: Ayet veya hadisle bildirilen bir şey, zahirde aklın ulaştığı gerçekle çatışabilir. Böyle bir durumda nakille bize bildirilen şeyi nasıl anladığımızı yeniden gözden geçirmek gerekir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "Akıl ve nakil tearuz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil te'vil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir."

"Dünya öküz ve balık üzerindedir" rivayeti buna bir misal olabilir. Bazıları, bu rivayetin zahirinden hareketle, dünyanın altında cismani bir öküz ve balık var zannetmişlerdir. Halbuki, bu ifadenin bir mecaz olduğunu nazara almakla mesele halledilmektedir. Yani, dünyada başlıca iki kısım vardır: Karalar ve denizler. İnsan hayatı, tarımın esası olan öküzle ve denizden çıkan balıkla devam etmektedir.

Sezgi (vahiy ve ilham)

Vahiy ve ilham, insan kalbinin iki mazhariyetidir. Allah'a muhatap olarak yaratılan insanın kalbi, O'ndan gelen mesajlara hassas bir alıcıdır. Bu kalb, eğer bir peygamber kalbiyse gelen mesajın adı vahiy, eğer bir veli kalbiyse ilhamdır. Bu iki kavramı daha iyi anlayabilmek için insan kalbinin mahiyetine biraz daha yakından bakmakta yarar olacaktır.
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
İlham deyince Can kardeşim kesin çizgi olmaz öyle VEli diye...
İlham her insana gelir, şaire , yazara, mucide veliye direk Hak diliyle...
Hatta inkar eden dahi ugraşır, kendi düşüncem der , oysa Rabbim ilham eder, inanan kişi bilir ki herşey Rabbinden , o yüzden ilham diyorum ama veli değilim...
Örnek, televizyon tamircisi , nasıl tamir edicem diye düşünür durur, rüyasında bulur, bu ilhamdır, haktandır ama bilmez
Mucit hatta diyelim inancsızdır ama düşünür uğraşır, günler , aylar yoğunlaşır o da icadına ulaşır, icat eden kimdir?
İlham kimdendir? İnanan herşeyi Allah'tan bilir. Hayrı da şerride sahi niye üzülelim?
Teşekkürler, behiye epey yazı bulmuşsun , bende araştırıyorum da daha şöyle kalbime uygun bulamadım
Allah razı olsun, Rabbim ilminden versin ama ben açgözlüyüm, ilmi kaynagından istiyorum, nasıl olacak? bilmiyorum???
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Duygular, bir defa istemenin gücünü, bir milyon kez istemek kadar büyütebilir. Sesi çığlığa dönüştüren duygudur. Kimyasal bomba ile atom bombası arasındaki güç farkı, bombaların büyüklüğünden kaynaklanmaz; yoğunluğundan, içeriğinden ve tekniğinden kaynaklanır.
Zübeyir Gündüzalp’in "insan ne düşünüyorsa odur" sözü doğru; ama, çoğu kişi "ben düşündüğümü başaramıyorum" diyerek itiraz ediyor. Düşündüğünüzü başaramamanızın asıl nedeni, düşüncelerinizi duygu üretecek kadar yoğunlaştırmamanızdır.
Başkasında etki yapan her şey, başkasına verdiğinizden kaynaklanır. Başkasına bir şey vermiyorsanız, onda hiçbir etki oluşturamazsınız. Malınızdan bir parça vererek etkilersiniz. Peki sevdiğinizde verdiğiniz nedir? Seven, malından değil, ruhundan bir parça veren insandır. Mal verildikçe azalır, ruh verildikçe kopyalanır.
İslâm Peygamberi(asm) der ki: "Kalbiniz incelip duygulandığında dua etmeyi ganimet bilin." Kuran’da denir ki: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Muhakkak ki O (Allah) haddi aşanları sevmez ." Neden kalbiniz inceldiğinde, neden yalvara yakara? Çünkü duygusal incelik daha fazla ruhsaldır; çünkü daha fazla duygusaldır.
Kişisel gelişim ve değişim stratejilerinin eninde sonunda başvurmak zorunda kalacağı bir dizi Peygamber sözüne dikkatinizi çekiyorum: "Şu üç dua vardır ki, hiç şüphe yok kabul edilir: Mazlumun duası, misafirin duası, babanın çocuklarına duası. Kafir de olsa mazlumun bedduasından sakının. Çünkü onun Allah’a ulaşmasına engel olacak hiç bir perde yoktur. Çok günahkâr da olsa, zulme uğrayan kimsenin duası kabul edilir. "
Tüm bu sözlerdeki ortak temaya dikkat edin: Acı ve çile çeken insanlar, hastalar, mazlum ve
opr02TNQ.jpg
masumlar, yetimler, kimsesizler, anne babalar... Derin ve samimi duygularla kuşatılmış insanlardır bunlar. Söz ve anlam bu insanların ağızlarından değil, kalplerinden çıkar. Bu insanların güçleri ellerinde veya dillerinde değil, ruhlarındadır. Kendinizi derin duygu ve isteklerle kuşatmanız için, hasta ve yetim olmak zorunda değilsiniz. Hastaların ve yetimlerin yardımına koşun, en azından onlara güler yüzünüzle ve şefkat ellerinizle destek olun yeter.

Yoğun duygularla istediğinizde, ruhunuzdan bir özellik veya güç, çevreye yayılır. Bir gül çiçeği saldığı kokusuyla sevimli simaları nasıl kendine çekerse, insan da ruhundan çevreye yayılan duygulu isteklerle sevgiyi ve dostluğu öyle kendine çeker.
Her duygu, tüm evreni kapsayacak kadar genişleme potansiyeline sahiptir. Kalbinizdeki sevgi, her şeyi kuşatabilecek kadar büyüyebilir. Öfke katliama dönüşebilir. Şefkat tüm yavrulara dağılabilecek kadar gelişebilir. Paranızı birkaç kişiye, tebessümünüzü birkaç bin kişiye; ama sevginizi milyarlarca kişiye dağıtabilirsiniz. Para paylaşıldıkça azalır; ama, olumlu duygu paylaşıldıkça artar.
Paranızla dünyayı satın alamazsınız; ama sevginizle tüm evren gönül rızasıyla size ait olur. Beni seven, "sen BENİM kardeşimsin" derse, doğru söyler. Sevdiğim çiçeğe baktığımda, "ben sana aitim" dediğini hissediyorum. Yaratıcının cömertliğine hayran kalıyorum: Yer yüzünün en fakir insanına, tüm evreni kendisine mal edecek enginlikte bir sevgi çekirdeği bağışlamıştır. Ay onundur, Güneş ve dağlar onundur. Yağmurla bir sevgili gibi sevişmekte hürdür.
Milyonlarca insan doğuştan getirdiği bu zenginliği kullanmadan ölmüştür. Çünkü nefret etmekte hür bırakılan ve ne yazık ki nefret etmeyi tercih eden tek yaratık, insan nesli arasından çıkmıştır. Ya nefret etmiş; ya da sevgisine karşılık, yani menfaat beklemiştir; yani gerçekten sevmemiştir. Çıkarcı sevgi, sevgi midir?
Düşünceler dış dünyaya, duygular iç dünyamıza, ruhsal alana yakındır. Duyularımız ve sezgilerimiz ise her iki alandan da kaynaklanan veriler alır. Düşüncenin hayata etkisi Batı düşünürlerinin ve gelişim uzmanlarının iddia ettiği gibi mutlak ve doğrudan değildir, ruhsal boyut vasıtasıyladır. Duygu üretemeyen ve bu yüzden ruhsal enerjiyi maddî enerjiye dönüştüremeyen düşüncelerle, fizik dışı alana erişemezsiniz. Duygusuz düşünce boşlukta kürek çekmeye benzer. Suya daldırdığınız kürek denizden nasıl güç alırsa, duyguya bulaştırdığınız düşünce de ruhunuzun sahibinden öyle güç alır.
Duygu, gücün yansıdığı alandan, ruhtan gelir. Daha derin duygu, daha etkileyici güçtür. En yenilmez insan, karşınızda en keskin ve kesin duygularla direnen insandır. Heyecan bulaşıcıdır. Kendi duygularına hâkim olan başkalarının duygularına da hâkim olabilir. Başkasını sevindiren, ancak sevinebilendir; ağlamayan ağlatamaz.
İnsan, akıl kadar küçük bir vücudun, kalp kadar büyük bir ruhla buluşturulmasının ürünüdür. Sevgi dolu bir bebeğin gözlerine bakınca, büyük bir ruhla dünyaya gönderildiğimizi görüyorum. Ama bazılarımız kalplerinden kopup salt akıllarına dayanarak küçülmeyi tercih ediyorlar.
Bazı geceler, düşünüyorum: Büyükleri bizden farklı kılan nedir? Hayatlarını irdelerken, hep
opr02UD5.jpg
aynı farkla, belki de bir tek temel farkla karşılaşıyorum: Öylesine güçlü duyguları var ki, gerekirse sabahlara kadar uyumadan çalışabilirler; gerektiğinde, günlerce aç kalmaya hazırlar; ihtiyaç varsa, hayatlarını feda etmekten zerre kadar tereddüt etmezler. Çünkü, insanı yırtınırcasına çalıştıran tek enerji kaynağı duygudur.

Oysa ben, bazen duygusuz, üşengeçliğinden, çayını içmekten aciz zavallı. Beni gecenin karanlığında ansızın çarpacak bir deprem mi uyandırmalı? Bir kalp krizine yakalanınca; "eyvah, tüm emeklerim boşa gidiyor" feryatlarıyla mı kendime gelmeliyim? Yaratıcımızın şanına layık zirvelere yükselmek istiyorsak, her gece uyumadan önce kendimizi sorgulamalıyız.
Bence bu söz aklımızdan çıkmasın: "Kalbiniz incelip duygulandığında dua etmeyi ganimet bilin." Ağlamak da bir duygulanmadır; sevinmek de. Şiddetli acımızı olduğu kadar, şiddetli sevincimizi de Yaratıcımızla paylaşalım. O zaman zenginliğin kapısının kalbimizden geçtiğini keşfedeceğiz

m. bozdağ
 

El-Endulusi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
376
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
13
Kardes Allah c.c. razi olsun yalniz biraz buyuk yazabilir misin? Okuyana kadar neler cektim.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Bâtın-ı kalp, âyine-i Samed’dir.” Sözler

Günlük hayatımızda, yer yer, “falanın kalbi bozuk” yahut,“filânca kalp ameliyatı geçirmiş” gibi sözler ederiz. Bu konuşmalarımızda, kalbi, iki ayrı mânâsıyla kullanırız. Bunlardan biri maddî, diğeri ise mânevîdir. Bir başka ifadeyle, biri zâhirî, diğeri bâtınî...

Her ikisinin de aynı isimle yâd edilmesine değişik açıklamalar getirilmiş. Bunlardan birisine göre, insan ruhunun bedenle ilk alâkası kalpte başlıyor. Bir diğerine göre, kalbe bu ismin verilmesi mecazdır: “Maddî kalbin bedendeki rolü ne kadar önemli ise, mânevî kalbin de insanın ruhî hayatında öyle büyük bir vazifesi vardır.” Bazı zâtlar da, kalbi, ruh mânâsında anlamışlardır.

Maddî kalp, bedenin her yanına kan ulaştıran ve dakikada ortalama beş kilo kadar kan pompalayan harika bir cihaz. Bu kalp bütün bir kâinata muhtaç. O, kan üretecek ki kalp de o kanı pompalasın. Kâinattan insanı süzen ve insan fabrikasında gıdaları ete, kemiğe, kana, iliğe çeviren bir kudret, o kalbi çalıştırmakta ve kanı bedenin her köşesine sevk etmekte.

Evet, kalbin zâhiri bütün kâinata muhtaç. Ve kalp bu hâliyle Allah’ın Samed ismine âyine. Maddî kalbin kâinata ve içindeki eşyaya olan ihtiyacını, ancak her muhtacın ihtiyacını gören ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yerine getiriyor, Samed isminin tecellisiyle... Kalp bu yönüyle bir ağaçtan, bir çiçekten pek fazla ileri değil. Onlar da kâinatın herşeyine muhtaç. Onlar da bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine âyine oluyorlar.



 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Kalbin bâtınına gelince, Samediyete asıl âyine o...

“Bâtın-ı kalp âyine-i Samed’dir.”

Bu hakikatı: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur” âyet-i kerimesi ders verir. Bedendeki her organın kendine göre bir çeşit tatmini söz konusu. Göz görmekle, kulak işitmekle tatmin oluyor. Dilin tatmini tat ile, mideninki gıda ile. Kalbin ise en büyük ihtiyacı, iman.

Ben kimin mahlûkuyum? Şu âlem kimin mülkü? Bu dünyada kimin misafiriyim? Daha sonra nereye gideceğim? Beni misafir eden zât, benden ne istiyor? İşte kalbin bâtını, bu gibi soruların cevaplarıyla tatmin oluyor. Onun talebi mârifetullah olunca, elbette, Samediyete en büyük âyine o olacaktır. Diğer mahlûklar bu kâinatın maddesine muhtaç. O ise, bu âlemin sahibini tanımaya, bilmeye, O’na iman ve itaat etmeye.

Bunu anlamayan ve kalplerinin gıdasını ihmal eden insanlarda, bu ihmâlin peşin cezası olarak, hemen huzursuzluk, sıkıntı, tatminsizlik, korku, endişe gibi hastalıklar kalbi sarar.
 

El-Endulusi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
376
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
13


Kardes senin duzelttigin mesajda biraz reklama girmis gibi :)
 

El-Endulusi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Nis 2012
Mesajlar
376
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
13
Gene Hikem-i Ataiyye den bir parca aktarayim

Sâliklerin işliyecekleri işlerin değişik olması ahvalin vâridatındaki değişiklikten ileri gelmektedir.

Ahvalin vâridatı: Rabbanî maârifin ve ruhanî esrarın gönüllerde (kalblerde) tecellî etmesidir. Bu tecelilerden övülmeye değer güzel sıfatlar belirmektedir.

Bunlardan kimi üns'i, kimi heybet'i, kimi kabz'i ve kimi bast'i ve böylece muhtelif hâlleri ve güzel sıfatları getirmektedir. Bu vâridat türlü türlü olunca bunların iktiza eyledikleri güzel sıfatlar dahi o nisbette türlü türlü olur. Zâhîri ameller Daima gönüllerin (Kalblerin) bâtın hâllerine bağlıdır.”
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Küfrün ürperticiliğini ve imanın vadettiği huzuru, itminanı haykıran bir mü’mine gelince: “İmansız olan paslı yürek sînede yüktür.” ( M.A.) der ve kestirir atar. Bu paslı yüreklerin pasını çözmeye karar vermiş bir gönül eri ise: “Hakikî zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç yalnız imanda ve iman hakikatleri dairesindedir;” öyle ise, “hayatın zevk ve lezzetini isteyenler, onu imanla hayatlandırmalı, farzları yerine getirmekle bezemeli ve günahlardan uzak durmakla korumalıdırlar;” zira, “bir kimse bâkî hayata tam yönelebildiği takdirde, dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı da olsa; o, bu dünyayı Cennet’in bir bekleme salonu mahiyetinde gördüğünden her şeyi hoş karşılar, her şeye katlanır ve şükreder.” (Az bir tasarrufla Bediüzzaman’dan) der; reçete mahiyetindeki sözleriyle ufkumuzu aydınlatır ve imanın büyüsünü gönüllerimize duyurur.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt