-Esmani-
Kayıtlı Kullanıcı
İMAM-I A'ZAM EBÛ HANÎFE
Küfe 80/Bağdad 150
İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretleri, Emevi halîfelerinden Abdülmelik bin Mervan
zamanında. Kûfe'de Hicri 80 senesinde (M. 699) dünyaya geldi. Yani sahâbeye yetişti.
Nitekim Hazret-i İmam'ın babası Sâbit, bir bayram günü, sahâbenin ilklerinden olan
İmam-ı Ali'ye (r.a.) fâlüzec yemeği ikram etmiş; bu vesile ile de İmam-ı Ali'nin (r.a.)
duasına mazhar olmuştur. Hazreti Sâbit bunu anlatırken: "Ben, Hazret-i İmam'ın duası
sayesinde nimetlere mazhar oldum..." der.
En büyük imam, mânasına gelen "İmam-ı A'zam" tabiri, her ne kadar isim yerine
kullanılmakta ise de, aslında Hazret-i İmam'ın ismi "Numan", baba ismi de Sâbit'tir.
Numan, kan ve ruh manâlarına da geldiğinden Hazreti İmam'a fıkhın ruhu ve canı da
denilmektedir. Ebû Hanife künyesine gelince, bu tabir çeşitli mânaları
hatırlatmaktadır. Hanif, hakka taraftar ve talip olan demektir. Ayrıca, divit ve kalem
mânalarına da gelmektedir. Buna göre, Ebû Hanife; hakka talip ve âşık olan. bu hakkı
kalemle tesbite çalışan zat demektir...
Hazret-i İmam, bir Arap memleketi olan Kûfe'de doğmuş olmasına rağmen, babası
Sâbit'in Fars asıllı oluşu sebebiyle aslen ve neseben Farslı sayılmıştır. Buhârî ve
Müslim'deki bir hadis de bunu te'yid etmektedir: İmam-ı Süyûti, İmam-ı A'zam'ın
geleceğini müj'deleyen şu hadisi delil olarak zikreder:
"İlim Süreyya'da asılı bulunsaydı bile, Fars neslinden bir adam mutlaka ona ulaşıp
sahip olurdu..."
Bu hadis, Ebû Hanife hazretlerinin büyük bir ilim aşkına ve öğrenme merakına sahip
olduğunu göstermekte ve yüksek bir ilmi pâyeye ulaşacağına işaret etmektedir. Nitekim
birinci asrın sonlarında İmam-ı A'zam'a yaklaşabilecek bir başka Farslı âlim
görülmemiştir. Demek ki Resûlüllah'ın işaret buyurduğu Farslı âlim, Ebû Hanife
hazretlerinin kendisidir.
Ebû Hanîfe'nin hayatını yazan Seyyid Afifi der ki:
"Hazreti Numan; şer'i ilimlerde, edebiyat ve hikmette geçilmesi mümkün olmayan bir
iman ve aşılması kabil olmayan bir denizdir...." Ebû Hanife'nin vefat ettiği sene
içinde dünyaya gelen İmamı Şâfiî de, bu sözü şöyle teyitte bulunur:
"Bütün insanlar fıkıhta Ebû Hanîfe'nin talebesidirler."
Bu mevzuda meşhur baş kadı Ebû Yusuf’un sözü de şöyledir:
"Hadîs ilminin izahını Ebû Hanîfe'den daha güzel yapan birini görmedim..."
Sâbit oğlu Numan'ı böylesine eşsiz bir âlim haline getiren bir rüya hâdisesi vardır.
Onu dilerseniz kendisinden dinleyelim:
"Ben gece-gündüz mescidde ilme çalışıyor, arkadaşlarımla ilmi müzakerelerde
bulunuyordum. Bir gece kendimi Resûlüllah'ın kabrini açıp, mübarek, kemiklerinin
parçalarını bir araya getirir şekilde gördüm. Bundan ürktüm ve okumaya ara verdim.
Ancak, bu rüyanın mânâsını da meşhur rüya müfessiri İbn-i Sîrîn'den sormadan edemedim.
İşte bu sualden sonradır ki daha büyük bir şevk ve aşkla okumaya başladım."
Bunu dinleyen Yahya bin Nasr der ki:
"Yâ İmam, İbn-i Sîrîn o rüyanızı nasıl tefsir etmişti?"
"Geçmişe ait bir mes'ele. Onu şimdi sormayın, artık..."
Yahya Bin Nasr ısrar eder:
"Rüyanızın nasıl tefsir edildiğini mutlaka öğrenmek istiyorum."
İmam kısaca şöyle cevap verir:
"Resûlüllah'ın kabrini açmak, üzeri örtülü kalan ilmi açmak, kemiklerini bir araya
getirmek de, sünnetini bir araya getirmektir, dedi. Benim ilmi faaliyetim buna
işaretmiş... İşte bunun için Hazret-i İmam'a derler ki: "Üzeri kapalı ilmi açan,
dağınık sünnetleri bir araya getirip insanlara toplu halde sunan ilk âlimdir."
İmam-ı A'zam hazretleri, üzeri kapalı ilmi belli bahis ve fasıllara ayırıp herkesin
anlayacağı şekilde tasnif eden ilk müctehiddir. Bu yeniliği ve eşsizliğidir ki,
kendisini anlamayanlarca çekilememiş, dedikodu konusu yapılmıştır. Hz. İmam'ın bu
dedikoduculara karşı dikkati çeken bir susma ve onlarla meşgul olmama hali vardır:
Kendisine gelen her dedikoduya tekrarladığı sözü şöyleydi:
"Allah, arkamdan kötü konuşanları affetsin, iyi konuşanları da rahmetine mazhar
kılsın!.."
O yine dersine döner; söylentilerle uğraşmayı, fuzuli iş sayardı. Zaten Hazret-i
İmam'ın susması çoktu, tefekkürü dâimi idi. Faydalı bir bahis varsa konuşur. yoksa
düşünmeyi tercih ederdi. Meşguliyeti sadece ilim değildi. İlmine eş derecede ibadeti,
buna eş derecede de takvâsı vardı. Mescidde namazla sabahladığını görenlere, "Bu Ebû
Hanife'nin Rabbı'na ilticasıdır, sakın medih konusu yapmayın" diye tembihte bulunurdu.
Takvası had safhadaydı. Bir defasında hırsızların Küfe'de bir koyun çaldıklarını
işitmiş, sonra koyunun ne kadar yaşayacağını sormuş, o müddet içinde Kûfe'de kasaptan
et alıp da yememiştir. Çalınan koyunun etine rastlarım, diye... Bütün hayatı, bu takva
üzere devam etmiştir. Diğer imamların sahip olamadıkları bazı özellikleri de vardı:
1- Her şeyden önce. sahâbeden bir cemaate erişmişti. Muhaddisler O'nun dört büyük
sahâbi: Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebi Evfâ, Sehl bin Said ile Ebû't-Tufeyl'e
eriştiğinde müttefiktirler. Sonraki imamların bunları görme imkânı olmamıştır.
2-Hadiste, zamanların en hayırlısı, Resûlüllah'a en yakın zaman olduğu
bildirildiğinden. Resûlüllah'a diğerlerinden daha yakın bir zamanda içtihat etmiştir.
3-Zamanında Tâbiîn'in şeyhleri çoktu. Bir kayıtta "dört bin" Tâbiîn şeyhinden ilim
aldığı bildirilmiştir ki, kendisinden sonra gelenlerin hiçbiri bu kadar çok Tâbiîn'e
erişememiştir.
4-Ayrıca, kendisi ilmi vasıta-i maişet yapmadığı gibi bu duruma hiç girmek zorunda
da kalmamıştır. Bilâkis, sahip olduğu maddi imkanlarını ilmin yayılmasına sarf etmiş,
mahrumiyetten okuma imkanı bulamayan talebelere destek olmuş, muhtaç olan ulemâya
yardım etmiştir. Tarihlerin kaydına göre, teşriki mesâi ettiği ilim ehline, evine
aldığı gıda maddesinin aynını almazsa rahat edemezdi. Evine götürdüğünün aynını
medresesine de götürür, talebelerine de aynını yedirir, ancak böyle rahat ederdi. Bu
imkânı da ticaretten elde ederdi.
5-Meselelere akıl gözüyle iyi bakar, mantığa uyacak izahları birinciliği kazanırdı.
Mümin feraseti, onda bütünüyle tecelli etmişti. Bir gün Küfe'de mescid önünden geçen
bir adam gördü. Meçhul adamı şöyle tarif etti:
"Bu adam yabancı biridir. Çantasında da yağlı bir azık vardır. Büyük ihtimalle
kendisi de çocuk öğretmenidir..."
Merak edenler adamı çevirip sordular. Aynı çıkınca, imama gelip nereden bildiğini
sual ettiler. Şöyle anlattı:
"Azık çantasına sinekler üşüşüyordu. Ondan şüphelendim, Yolda hem yürüyor, hem de
çevresine tecessüsle bakıyordu. Yabancı olduğunu bundan anladım. Çocuğa rastlayınca
gözü takılıyor, tebessüm ediyordu. Kendisinde çocukla meşguliyet yerleşmişti."
Ebû Hanife'nin bu aklî dirayetini büyük âlimler şöyle teyitte bulunurlar.
İmamı Şâfii: "Kadınlar. Ebû Hanife'den daha akıllısını doğuramazlar."
Halife Hârun Reşid: "Ebû Hanife, baş gözüyle göremediğini, akıl gözüyle görüyordu."
İbn-i Mübârek: "Ebû Hanife'den daha akıllısını görmedim."
Ebû Yûsuf: "Rastladığım insanların içinde, Ebû Hanîfe'den daha akıllı ve cömert biri
var, diyen kimse görmedim."
O'nun bu derece aklî feraset ve mantıki dirayetindendir ki, bazıları zaman zaman
şaşırtıcı sualler sorarlar. vereceği cevabı beklerlerdi. Bir gün bir adam, Hazret-i
İmam'ın meclisinde şöyle muammâlı bir sual sormuştu:
"Cenneti istemeyen, Cehennemden korkmayan, ölü eti yiyen, rûkûsuz, secdesiz namaz
kılan, görmediği yere şahitlik eden, fitneyi seven, hakkı istemeyen adama ne dersiniz?
Bu adam Müslüman mı, kâfir mi?"
İmam susmuş, çevresindekilerin cevabını beklemişti. Dinleyenler: Bunlar, kâfirin
sıfatı... dediler. Tebessüm eden İmam: Hayır, bu kimse, müminin ta kendisidir, dedikten
sonra, şöyle izah yaptı: Adam, Cenneti istemez, çünkü Cennetin sahibinin rızasını
kazanmak ister. Cehennemden korkmaz, çünkü Cehennemin sahibinden korkar. Ölü eti yer,
çünkü balık eti yemektedir. Rükûsuz, secdesiz namaz kılar. Çünkü cenaze namazı
kılmaktadır. Görmediğine şahitlik eder. Çünkü Yaradanını görmemiştir. Fitneyi sever,
zira âyette, "Malınız ve evlâdınız fitnedir" buyurulmaktadır. O da malını, evlâdını
sever. Hakkı istemez, çünkü ölüm haktır, ama istenmez.
Bu tevilleri dinleyenler, tebessüm ettiler ve: Bizim kâfir dediğimiz aslında kâmil
Müslüman çıktı. Ebû Hanife'ye hiçbir yerde lâf yoktur, demek zorunda kaldılar.
Ebû Hanife hazretleri, ilmi tedvin ediyor, aynı mevzuya ait delilleri bir araya
toplayarak bahisler, fasıllar tertip edip, mes'eleleri kayıt ve zabt altına alıyordu.
Böyle bir çalışma yeniydi. Olmayan şeyi ihdas etmek gibi bir görünüş arz ediyordu. Bu
yüzden aleyhinde konuşanlar çıkıyor, hattâ bazıları O'nu zındıklıkla bile itham
ediyorlardı.
Ebû Hanife'de ise şaşılacak derecede bir sabır ve mukavemet hissi görülüyordu.
Heyecanlanmaz, telâşâ hiç kapılmazdı. Bir gün bir adam dilini fazlaca uzattı. Geriden
geriye:
- Ey zındık, ey zındık, diye lâf atmaya devam etti.
Ebû Hanife sadece:
- Allah bu adamı affetsin, alâkam olmayan şeyle itham ediyor beni, demekle iktifa
etti.
Bunu işiten adam şaşırdı. İnsafa gelip özür diledi:
- Beni helâl et, ben hatâ ettim, dedi. İmam'ın cevabı şöyle oldu:
- Cahillerin hepsini de helâl ediyorum. Ama âlimlerinki öyle değil...
Kendisine dediler ki:
- Sizin hakkınızda çok şeyler konuşuyorlar. Siz onlar hakkında hiçbir şey
konuşmuyorsunuz?
- Böyle diyenlere şu âyeti okuyarak cevap verdi: "Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu
dilediğine verir."
Ebû Hanife'nin ilmî hizmetlerini yanlış anlayanlar yahut da siyasi temayülünü ters
yorumlayanlar, aleyhinde kampanya sürdürüyordu. Bu aleyhtarlıklardan' ibretli misâller
görüyoruz, tarih sayfalarında. Birini, İsâm bin Yûsuf şöyle anlatıyor:
"Mescidin bir köşesinde ayağa kalkan bir adam, Ebû Hanife'nin aleyhinde söylenmeye
başladı. Fakat Ebû Hanîfe hiç onunla meşgul olmadı, çıkıp evine doğru yürüdü. Adam da
onu takip etti. Ne adam söylenmesini bıraktı, ne de Ebû Hanife geriye dönüp de ona
cevap verdi. Böylece kapıya kadar gittiler. Burada Ebû Hanife, adama döndü ve şöyle
dedi:
- Burası benim evim, eğer daha söyleyecek şeyin varsa bekleyeyim, söyle. içinde seni
rahatsız eden bir şey kalmasın. Şayet söyleyecek birşeyin kalmamışsa müsaade buyur da
evime gireyim artık...
Bunun üzerine adamın dili tutuldu. Söyleyecek bir söz bulamadı, sû-i zandan da
vazgeçti.
Ebû Hanife ticaretle meşgul olurdu. Maddi ihtiyaçlarını din ilmi ile değil, ayrı bir
meslek olan alışverişle temin ederdi. hattâ dini, maddi menfaatından o kadar uzak
tutardı ki, satış esnasında dini bir meselenin ticarete âlet edildiğini hissederse o
satışı hemen iptal eder. Dini ticaretine âlet etmekten Allah'a sığınırdı. Bir defasında
bir kadın Hazret-i İmam'ın dükkânından pamuklu kumaş istemiş, tezgâhtar da kumaşı
indirirken kadının duyacağı şekilde "Allahümme salli alâ Muhammedin" demişti. Bunu
duyan İmam tezgâhtarın işine son vermiş ve: "Kumaş satarken Resûlüllah'ın mukaddes
ismini söyleyip ticaretine âlet eder duruma düşmekten Allah'a sığınırım" demişti.
Vefatından sonra hayatta kalan tek oğlu Hammad, çocukken gittiği Kur'an hocasından
ilk sûreyi ezberlediğinde, bunun sevincini gönlünün ta derinliğinde duyan Hazret-i
İmam. oğluna "beşyüz dirhem" vererek hocasına vermesini tembihlemiştir. Hocasının: "Ben
ne hizmet yaptım ki, bu kadar çok para yollamış? diyerek parayı geri çevirmesi üzerine
Hazreti İmanı, şöyle cevap göndermiştir:
"Muhterem hocanız bunu alsın. Bu kadarla iktifa edişim, daha çoğuna sahip
olamayışımdandır. Eğer daha fazla bulunsaydı onu da verirdim. Kur'an'ın şânına lâyık
olan bu değil daha fazlasıdır. Bu parayı çok bulmak. öğretilen sûreyi bundan küçük
görmektir..."
Yolda giderken karşıdan gelen bir adamın öteki tarafa geçtiğini görünce sordu:
- Neden o tarafa geçtin, beni görünce?
Adam utanarak cevap verdi:
- Size olan borcumu hâlâ ödeyemedim de. karşı karşıya gelmekten utandığım için bu
tarafa geçtim.
Ebû Hanife üzüldü ve şöyle karşılık verdi:
- Ben o borcunu şu andan itibaren vermiş kabul ettim. Beni görünce üzülme. Beni her
gördüğünde seni rahatsız ettiğim için de, beni helâl et...
Bir müddet fetva vermekten menedilen İmam'a, oğlu Hammad bir sual sormuş, cevap
alamayınca da. "Sanki halife bize mi bakıyor?" demiş, İmam buna karşı, "Oğlum, ben söz
verdim, yalan söyleyemem" diye cevap vermiştir.
Küfe 80/Bağdad 150
İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretleri, Emevi halîfelerinden Abdülmelik bin Mervan
zamanında. Kûfe'de Hicri 80 senesinde (M. 699) dünyaya geldi. Yani sahâbeye yetişti.
Nitekim Hazret-i İmam'ın babası Sâbit, bir bayram günü, sahâbenin ilklerinden olan
İmam-ı Ali'ye (r.a.) fâlüzec yemeği ikram etmiş; bu vesile ile de İmam-ı Ali'nin (r.a.)
duasına mazhar olmuştur. Hazreti Sâbit bunu anlatırken: "Ben, Hazret-i İmam'ın duası
sayesinde nimetlere mazhar oldum..." der.
En büyük imam, mânasına gelen "İmam-ı A'zam" tabiri, her ne kadar isim yerine
kullanılmakta ise de, aslında Hazret-i İmam'ın ismi "Numan", baba ismi de Sâbit'tir.
Numan, kan ve ruh manâlarına da geldiğinden Hazreti İmam'a fıkhın ruhu ve canı da
denilmektedir. Ebû Hanife künyesine gelince, bu tabir çeşitli mânaları
hatırlatmaktadır. Hanif, hakka taraftar ve talip olan demektir. Ayrıca, divit ve kalem
mânalarına da gelmektedir. Buna göre, Ebû Hanife; hakka talip ve âşık olan. bu hakkı
kalemle tesbite çalışan zat demektir...
Hazret-i İmam, bir Arap memleketi olan Kûfe'de doğmuş olmasına rağmen, babası
Sâbit'in Fars asıllı oluşu sebebiyle aslen ve neseben Farslı sayılmıştır. Buhârî ve
Müslim'deki bir hadis de bunu te'yid etmektedir: İmam-ı Süyûti, İmam-ı A'zam'ın
geleceğini müj'deleyen şu hadisi delil olarak zikreder:
"İlim Süreyya'da asılı bulunsaydı bile, Fars neslinden bir adam mutlaka ona ulaşıp
sahip olurdu..."
Bu hadis, Ebû Hanife hazretlerinin büyük bir ilim aşkına ve öğrenme merakına sahip
olduğunu göstermekte ve yüksek bir ilmi pâyeye ulaşacağına işaret etmektedir. Nitekim
birinci asrın sonlarında İmam-ı A'zam'a yaklaşabilecek bir başka Farslı âlim
görülmemiştir. Demek ki Resûlüllah'ın işaret buyurduğu Farslı âlim, Ebû Hanife
hazretlerinin kendisidir.
Ebû Hanîfe'nin hayatını yazan Seyyid Afifi der ki:
"Hazreti Numan; şer'i ilimlerde, edebiyat ve hikmette geçilmesi mümkün olmayan bir
iman ve aşılması kabil olmayan bir denizdir...." Ebû Hanife'nin vefat ettiği sene
içinde dünyaya gelen İmamı Şâfiî de, bu sözü şöyle teyitte bulunur:
"Bütün insanlar fıkıhta Ebû Hanîfe'nin talebesidirler."
Bu mevzuda meşhur baş kadı Ebû Yusuf’un sözü de şöyledir:
"Hadîs ilminin izahını Ebû Hanîfe'den daha güzel yapan birini görmedim..."
Sâbit oğlu Numan'ı böylesine eşsiz bir âlim haline getiren bir rüya hâdisesi vardır.
Onu dilerseniz kendisinden dinleyelim:
"Ben gece-gündüz mescidde ilme çalışıyor, arkadaşlarımla ilmi müzakerelerde
bulunuyordum. Bir gece kendimi Resûlüllah'ın kabrini açıp, mübarek, kemiklerinin
parçalarını bir araya getirir şekilde gördüm. Bundan ürktüm ve okumaya ara verdim.
Ancak, bu rüyanın mânâsını da meşhur rüya müfessiri İbn-i Sîrîn'den sormadan edemedim.
İşte bu sualden sonradır ki daha büyük bir şevk ve aşkla okumaya başladım."
Bunu dinleyen Yahya bin Nasr der ki:
"Yâ İmam, İbn-i Sîrîn o rüyanızı nasıl tefsir etmişti?"
"Geçmişe ait bir mes'ele. Onu şimdi sormayın, artık..."
Yahya Bin Nasr ısrar eder:
"Rüyanızın nasıl tefsir edildiğini mutlaka öğrenmek istiyorum."
İmam kısaca şöyle cevap verir:
"Resûlüllah'ın kabrini açmak, üzeri örtülü kalan ilmi açmak, kemiklerini bir araya
getirmek de, sünnetini bir araya getirmektir, dedi. Benim ilmi faaliyetim buna
işaretmiş... İşte bunun için Hazret-i İmam'a derler ki: "Üzeri kapalı ilmi açan,
dağınık sünnetleri bir araya getirip insanlara toplu halde sunan ilk âlimdir."
İmam-ı A'zam hazretleri, üzeri kapalı ilmi belli bahis ve fasıllara ayırıp herkesin
anlayacağı şekilde tasnif eden ilk müctehiddir. Bu yeniliği ve eşsizliğidir ki,
kendisini anlamayanlarca çekilememiş, dedikodu konusu yapılmıştır. Hz. İmam'ın bu
dedikoduculara karşı dikkati çeken bir susma ve onlarla meşgul olmama hali vardır:
Kendisine gelen her dedikoduya tekrarladığı sözü şöyleydi:
"Allah, arkamdan kötü konuşanları affetsin, iyi konuşanları da rahmetine mazhar
kılsın!.."
O yine dersine döner; söylentilerle uğraşmayı, fuzuli iş sayardı. Zaten Hazret-i
İmam'ın susması çoktu, tefekkürü dâimi idi. Faydalı bir bahis varsa konuşur. yoksa
düşünmeyi tercih ederdi. Meşguliyeti sadece ilim değildi. İlmine eş derecede ibadeti,
buna eş derecede de takvâsı vardı. Mescidde namazla sabahladığını görenlere, "Bu Ebû
Hanife'nin Rabbı'na ilticasıdır, sakın medih konusu yapmayın" diye tembihte bulunurdu.
Takvası had safhadaydı. Bir defasında hırsızların Küfe'de bir koyun çaldıklarını
işitmiş, sonra koyunun ne kadar yaşayacağını sormuş, o müddet içinde Kûfe'de kasaptan
et alıp da yememiştir. Çalınan koyunun etine rastlarım, diye... Bütün hayatı, bu takva
üzere devam etmiştir. Diğer imamların sahip olamadıkları bazı özellikleri de vardı:
1- Her şeyden önce. sahâbeden bir cemaate erişmişti. Muhaddisler O'nun dört büyük
sahâbi: Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebi Evfâ, Sehl bin Said ile Ebû't-Tufeyl'e
eriştiğinde müttefiktirler. Sonraki imamların bunları görme imkânı olmamıştır.
2-Hadiste, zamanların en hayırlısı, Resûlüllah'a en yakın zaman olduğu
bildirildiğinden. Resûlüllah'a diğerlerinden daha yakın bir zamanda içtihat etmiştir.
3-Zamanında Tâbiîn'in şeyhleri çoktu. Bir kayıtta "dört bin" Tâbiîn şeyhinden ilim
aldığı bildirilmiştir ki, kendisinden sonra gelenlerin hiçbiri bu kadar çok Tâbiîn'e
erişememiştir.
4-Ayrıca, kendisi ilmi vasıta-i maişet yapmadığı gibi bu duruma hiç girmek zorunda
da kalmamıştır. Bilâkis, sahip olduğu maddi imkanlarını ilmin yayılmasına sarf etmiş,
mahrumiyetten okuma imkanı bulamayan talebelere destek olmuş, muhtaç olan ulemâya
yardım etmiştir. Tarihlerin kaydına göre, teşriki mesâi ettiği ilim ehline, evine
aldığı gıda maddesinin aynını almazsa rahat edemezdi. Evine götürdüğünün aynını
medresesine de götürür, talebelerine de aynını yedirir, ancak böyle rahat ederdi. Bu
imkânı da ticaretten elde ederdi.
5-Meselelere akıl gözüyle iyi bakar, mantığa uyacak izahları birinciliği kazanırdı.
Mümin feraseti, onda bütünüyle tecelli etmişti. Bir gün Küfe'de mescid önünden geçen
bir adam gördü. Meçhul adamı şöyle tarif etti:
"Bu adam yabancı biridir. Çantasında da yağlı bir azık vardır. Büyük ihtimalle
kendisi de çocuk öğretmenidir..."
Merak edenler adamı çevirip sordular. Aynı çıkınca, imama gelip nereden bildiğini
sual ettiler. Şöyle anlattı:
"Azık çantasına sinekler üşüşüyordu. Ondan şüphelendim, Yolda hem yürüyor, hem de
çevresine tecessüsle bakıyordu. Yabancı olduğunu bundan anladım. Çocuğa rastlayınca
gözü takılıyor, tebessüm ediyordu. Kendisinde çocukla meşguliyet yerleşmişti."
Ebû Hanife'nin bu aklî dirayetini büyük âlimler şöyle teyitte bulunurlar.
İmamı Şâfii: "Kadınlar. Ebû Hanife'den daha akıllısını doğuramazlar."
Halife Hârun Reşid: "Ebû Hanife, baş gözüyle göremediğini, akıl gözüyle görüyordu."
İbn-i Mübârek: "Ebû Hanife'den daha akıllısını görmedim."
Ebû Yûsuf: "Rastladığım insanların içinde, Ebû Hanîfe'den daha akıllı ve cömert biri
var, diyen kimse görmedim."
O'nun bu derece aklî feraset ve mantıki dirayetindendir ki, bazıları zaman zaman
şaşırtıcı sualler sorarlar. vereceği cevabı beklerlerdi. Bir gün bir adam, Hazret-i
İmam'ın meclisinde şöyle muammâlı bir sual sormuştu:
"Cenneti istemeyen, Cehennemden korkmayan, ölü eti yiyen, rûkûsuz, secdesiz namaz
kılan, görmediği yere şahitlik eden, fitneyi seven, hakkı istemeyen adama ne dersiniz?
Bu adam Müslüman mı, kâfir mi?"
İmam susmuş, çevresindekilerin cevabını beklemişti. Dinleyenler: Bunlar, kâfirin
sıfatı... dediler. Tebessüm eden İmam: Hayır, bu kimse, müminin ta kendisidir, dedikten
sonra, şöyle izah yaptı: Adam, Cenneti istemez, çünkü Cennetin sahibinin rızasını
kazanmak ister. Cehennemden korkmaz, çünkü Cehennemin sahibinden korkar. Ölü eti yer,
çünkü balık eti yemektedir. Rükûsuz, secdesiz namaz kılar. Çünkü cenaze namazı
kılmaktadır. Görmediğine şahitlik eder. Çünkü Yaradanını görmemiştir. Fitneyi sever,
zira âyette, "Malınız ve evlâdınız fitnedir" buyurulmaktadır. O da malını, evlâdını
sever. Hakkı istemez, çünkü ölüm haktır, ama istenmez.
Bu tevilleri dinleyenler, tebessüm ettiler ve: Bizim kâfir dediğimiz aslında kâmil
Müslüman çıktı. Ebû Hanife'ye hiçbir yerde lâf yoktur, demek zorunda kaldılar.
Ebû Hanife hazretleri, ilmi tedvin ediyor, aynı mevzuya ait delilleri bir araya
toplayarak bahisler, fasıllar tertip edip, mes'eleleri kayıt ve zabt altına alıyordu.
Böyle bir çalışma yeniydi. Olmayan şeyi ihdas etmek gibi bir görünüş arz ediyordu. Bu
yüzden aleyhinde konuşanlar çıkıyor, hattâ bazıları O'nu zındıklıkla bile itham
ediyorlardı.
Ebû Hanife'de ise şaşılacak derecede bir sabır ve mukavemet hissi görülüyordu.
Heyecanlanmaz, telâşâ hiç kapılmazdı. Bir gün bir adam dilini fazlaca uzattı. Geriden
geriye:
- Ey zındık, ey zındık, diye lâf atmaya devam etti.
Ebû Hanife sadece:
- Allah bu adamı affetsin, alâkam olmayan şeyle itham ediyor beni, demekle iktifa
etti.
Bunu işiten adam şaşırdı. İnsafa gelip özür diledi:
- Beni helâl et, ben hatâ ettim, dedi. İmam'ın cevabı şöyle oldu:
- Cahillerin hepsini de helâl ediyorum. Ama âlimlerinki öyle değil...
Kendisine dediler ki:
- Sizin hakkınızda çok şeyler konuşuyorlar. Siz onlar hakkında hiçbir şey
konuşmuyorsunuz?
- Böyle diyenlere şu âyeti okuyarak cevap verdi: "Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu
dilediğine verir."
Ebû Hanife'nin ilmî hizmetlerini yanlış anlayanlar yahut da siyasi temayülünü ters
yorumlayanlar, aleyhinde kampanya sürdürüyordu. Bu aleyhtarlıklardan' ibretli misâller
görüyoruz, tarih sayfalarında. Birini, İsâm bin Yûsuf şöyle anlatıyor:
"Mescidin bir köşesinde ayağa kalkan bir adam, Ebû Hanife'nin aleyhinde söylenmeye
başladı. Fakat Ebû Hanîfe hiç onunla meşgul olmadı, çıkıp evine doğru yürüdü. Adam da
onu takip etti. Ne adam söylenmesini bıraktı, ne de Ebû Hanife geriye dönüp de ona
cevap verdi. Böylece kapıya kadar gittiler. Burada Ebû Hanife, adama döndü ve şöyle
dedi:
- Burası benim evim, eğer daha söyleyecek şeyin varsa bekleyeyim, söyle. içinde seni
rahatsız eden bir şey kalmasın. Şayet söyleyecek birşeyin kalmamışsa müsaade buyur da
evime gireyim artık...
Bunun üzerine adamın dili tutuldu. Söyleyecek bir söz bulamadı, sû-i zandan da
vazgeçti.
Ebû Hanife ticaretle meşgul olurdu. Maddi ihtiyaçlarını din ilmi ile değil, ayrı bir
meslek olan alışverişle temin ederdi. hattâ dini, maddi menfaatından o kadar uzak
tutardı ki, satış esnasında dini bir meselenin ticarete âlet edildiğini hissederse o
satışı hemen iptal eder. Dini ticaretine âlet etmekten Allah'a sığınırdı. Bir defasında
bir kadın Hazret-i İmam'ın dükkânından pamuklu kumaş istemiş, tezgâhtar da kumaşı
indirirken kadının duyacağı şekilde "Allahümme salli alâ Muhammedin" demişti. Bunu
duyan İmam tezgâhtarın işine son vermiş ve: "Kumaş satarken Resûlüllah'ın mukaddes
ismini söyleyip ticaretine âlet eder duruma düşmekten Allah'a sığınırım" demişti.
Vefatından sonra hayatta kalan tek oğlu Hammad, çocukken gittiği Kur'an hocasından
ilk sûreyi ezberlediğinde, bunun sevincini gönlünün ta derinliğinde duyan Hazret-i
İmam. oğluna "beşyüz dirhem" vererek hocasına vermesini tembihlemiştir. Hocasının: "Ben
ne hizmet yaptım ki, bu kadar çok para yollamış? diyerek parayı geri çevirmesi üzerine
Hazreti İmanı, şöyle cevap göndermiştir:
"Muhterem hocanız bunu alsın. Bu kadarla iktifa edişim, daha çoğuna sahip
olamayışımdandır. Eğer daha fazla bulunsaydı onu da verirdim. Kur'an'ın şânına lâyık
olan bu değil daha fazlasıdır. Bu parayı çok bulmak. öğretilen sûreyi bundan küçük
görmektir..."
Yolda giderken karşıdan gelen bir adamın öteki tarafa geçtiğini görünce sordu:
- Neden o tarafa geçtin, beni görünce?
Adam utanarak cevap verdi:
- Size olan borcumu hâlâ ödeyemedim de. karşı karşıya gelmekten utandığım için bu
tarafa geçtim.
Ebû Hanife üzüldü ve şöyle karşılık verdi:
- Ben o borcunu şu andan itibaren vermiş kabul ettim. Beni görünce üzülme. Beni her
gördüğünde seni rahatsız ettiğim için de, beni helâl et...
Bir müddet fetva vermekten menedilen İmam'a, oğlu Hammad bir sual sormuş, cevap
alamayınca da. "Sanki halife bize mi bakıyor?" demiş, İmam buna karşı, "Oğlum, ben söz
verdim, yalan söyleyemem" diye cevap vermiştir.