HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
İLK ÖNCE YAPILMASI GEREKEN
Meselenin, insanların düşünmeyle meşgul olmaları ve düşünmeye kutsal bir nitelik vermelerinden ibaret olduğu doğrudur. Fakat meselelerin, çözüme kavuşturulması için artılarını, eksilerini ortaya koymak gerekir. Bilindiği gibi insanların düşünmeyle uğraşmaları, güzel bir eylemdir. Düşünmeyi terk etmek ise, hayatta başarılı olmanın temelinden uzak kalmak anlamına gelir. Düşünmeyle meşgul olmak, güzel olmasının ötesinde, gerekli bir faktördür. Düşünme, değerlerin en yücesi olup topluma ve ümmete zarar veren değerlerin üstesinden gelmek için gerekli koşuldur. Böyle bir durumda, düşünmenin kutsallaştırılması kaçınılmaz olur. İnsanların düşünmeyle meşgul olmalarını engellemek için düşünmenin yanında, gerekli olan diğer unsurları da vermek gerekir. Sözgelimi kişinin düşünmeyle meşgul olmasına ilaveten kendisine, mekanik unsurları düşünmesini engelleyecek biçimde, düşünmenin gerçekliğini de vermemiz gerekir. Kişinin nesneleri, görsel ve işitsel olarak tanıması yeterlidir. Örneğin; "macera", "tepsi" ve "sandalye" gibi mekanik nesneler hakkında zihnin, meşgul olmaması gerekir. Bunu sağladığımız takdirde düşünceyi, kendi seyrine bırakmış oluruz. Böylece hem insanları mekanik unsurları düşünmekten alı koyar hem de düşünmeyle meşgul olmalarını ve onu, kutsallaştırmalarını engellememiş oluruz. Düşünmeyi, üzerinde düşünülen nesneye göre ayarlamak esastır. Eğer bu sür’at gerektiren bir meseleyse, "çaba" aracılığıyla sür’atli düşüneceğiz. Siyaset veya düşünmenin göstergeleriyle ilgili meseleler gibi ince eleyip sık dokumayı gerektiren konularda ise, daha yavaş ve daha detaylı düşüneceğiz. Zira bu gibi meseleler hakkında yavaş düşünmek, hızlı düşünmekten daha faydalıdır. Kısaca, kendi isteğimize göre değil, üzerinde düşünülen nesnenin durumuna göre düşüncemizi ayarlayacağız. Bu ayarlama, nerede hızlı, nerede yavaş düşüneceğimizi bize öğretecektir. Kıvrak zekâ kazanmak için sür’at, şart olduğu halde sür’atin, hayatta her şey demek olmadığı da bilinmelidir. Bu hızı, hayat sınavında başarılı olmayı sağlayacak kadar ayarlamak gerekir. Söz ve olaylarda sür’atin, her şeye baskın gelmesine meydan verilmemelidir. Burada söylemek istediğimiz; bu sür’atin, nefislere, iç benliğe işlenmesidir. Yani nefislerin, düşünceyle meşgul olmaması, düşünceyi kutsamaması; ancak aynı zamanda onu, göz ardı edip kutsal niteliğini de yok etmemesidir.
Her şeyden önce, insan ve insan hayatındaki duygu merkezine eğilmek gerekir. Öncelikle insanlara, duygunun merkezi kavratılmalıdır. Nefisler, duygunun merkezine ve insan üzerindeki etkisine vakıf olmadıkça, duyguyu göz ardı etmiş olur. Bunun sonucu; sadece ve sadece düşünmeye eğilmek ve düşünmenin duyguya ve her şeye baskın çıkmasına neden olmaktır. Hem düşünmeye hem de kıvrak düşünmeye çözüm getirmek isteniyorsa, duygu, duygunun merkezi, kişi üzerindeki etkileri ve varlığının zorunluluğu üzerinde yoğunlaşmak kaçınılmaz olur. İnsan, akıl ve duygunun bileşiminden meydana gelmektedir. İslâm da hem akla hem de duyguya hitap etmektedir. Duygu da tıpkı akıl gibi insanın, ayrılmaz bir parçasıdır. Sevgi, nefret, tembellik, aktif olma, hüzün, sevinç gibi duygular, tıpkı akıl gibi her insanda mevcuttur. Fakat insanın sırf duyguya yönelmesi; yaşamını gelişigüzel, düzensiz bir şekilde sürdürmesine neden olur. Aynı şekilde kendini sırf akla ve düşünmeye vermek de insanın, hayata karşı mukavemet gösterme gücünü yok eder. Zira duygu, hareket ettiricidir. Akıl ise yönelici ve rehberlik edicidir. Bu nedenle rehbersiz yapılan bir hareket, yıkıcı olabilir. Hareket kabiliyeti olmayan bir rehberlik ise, kendisine ivme kazandıran güçten yoksun olduğu için, yön tayin etmekten öteye geçmez ve tabiî bir sonuç da vermez. İslâm ümmetinin, İslâm'ın hâkim olduğu dönemde olduğu gibi sağlıklı bir seyir alması için, akıl ile duygunun bir arada olması şarttır.
Tarihsel süreç içerisinde İslâm ümmetinin duyguyu harekete geçirme kabiliyeti, zamanla minimum düzeyde seyretmiş ve "duyguyu harekete geçirme" kabiliyeti yerini, körü körüne "duyguya yönelme"ye bırakmıştır. Sonunda duygu, ümmetin hayatına egemen olmuştur. Ümmetle düşmanları, yani İslâm ve Müslümanlarla, küfür ve kâfirler arasındaki çekişme; böyle bir dönemde büyüdü. Bu durumda Müslümanlar, "yöneltici faktör"ü, yani düşünme yetisini kaybettiler ve çalışmaları, herhangi bir sonuç vermedi. Dolayısıyla düşmanları, onlara galip geldi. Düşmanlarının kendilerini, akılla, fikirle (akıl ve fikir silahıyla) yendiğini; kendilerinin de duyguyla meşgul oldukları için yenildiklerini düşündüler. Böyle düşündükleri için de, düşünmeye yönelip duygudan yüz çevirdiler. Böylece düşünmeyi doğuran her şeyi yitirdiler. Düşünmeyi kutsadıkları için mekanik nesneler hakkında kafa yorup durdular ve nihayet, yavaş düşünme sürecine girdiler. Duygularını yitirdikleri için, kıvrak zekâlarını da yitirdiler.
İşte bu nedenle her şeyden önce yapılması gereken ilk iş duyguyu, tekrar lâyık olduğu yere koymaktır. Böylece düşünme, kendi eksenine konacak; mekanik nesneler hakkında kafa yorulmayacak; hızlı düşünme yetisi kazanılmış olacaktır. Burada düşünme değil, duygu ve onun bulunması gereken yer söz konusudur. Bu nedenle önce, zaten insanda fıtrat olarak var olan duyguyu, tekrar harekete geçirmek gerekir. Sorun, insanların düşünmede yoğunlaşmaları veya onu kutsallaştırmaları değil; asıl sorun duygunun, kendi merkezine tekrar yerleştirilmesidir. İşte bütün mesele budur.
Duygunun da tıpkı akıl gibi, hâlâ insanda mevcut olduğu ve insandan koparılmasının imkânsız olduğu doğrudur. Fakat mesele kişinin, duygu ve düşünmeyle meşgul oluşudur. Duygu, insanda zaten mevcuttur. Önemli olan onu, harekete geçirmektir. Fakat duyguyu harekete geçirme kabiliyeti yitirilmiş; onun yerine, düşünme harekete geçirilmiştir. Böylece kâfirler insanları, duygudan uzaklaştırmayı başarmışlardır. Bu da insanları, hızlı düşünememe ve kıvrak zekâyı kullanamama gibi bir problemle karşı karşıya bırakmıştır. İnsanlar, düşünme ile o kadar içli dışlı olmuşlardır ki ondan, istifade edemez ve kıvrak zekâlarını kullanamaz hale gelmişlerdir. Bunun temelinde, duyguyu harekete geçirme kabiliyetinin yitirilmesi ve yalnızca, düşünmeyle uğraşılması yatmaktadır. İnsan, hem duygu hem de akıldan müteşekkil olduğuna göre bunlardan birinin ihmal edilmesi, diğerinin de göz ardı edilmesi anlamına gelir ki, bu da verimsizliğe neden olur. Zira duygu mevcut olmadığı sürece aklın, yani düşünmenin verimli olması mümkün değildir. Duygunun, sadece mevcut olması da yetmez. Onun harekete geçirilmesi gerekir. O halde düşünme duyguyla birlikte, aynı anda harekete geçirilirse verimlilik kazanır. Düşünmenin verilmesi için ilk önce yapılması gereken; aynı anda düşünmeyle birlikte, duygunun da harekete geçirilmesidir.
Meselenin, insanların düşünmeyle meşgul olmaları ve düşünmeye kutsal bir nitelik vermelerinden ibaret olduğu doğrudur. Fakat meselelerin, çözüme kavuşturulması için artılarını, eksilerini ortaya koymak gerekir. Bilindiği gibi insanların düşünmeyle uğraşmaları, güzel bir eylemdir. Düşünmeyi terk etmek ise, hayatta başarılı olmanın temelinden uzak kalmak anlamına gelir. Düşünmeyle meşgul olmak, güzel olmasının ötesinde, gerekli bir faktördür. Düşünme, değerlerin en yücesi olup topluma ve ümmete zarar veren değerlerin üstesinden gelmek için gerekli koşuldur. Böyle bir durumda, düşünmenin kutsallaştırılması kaçınılmaz olur. İnsanların düşünmeyle meşgul olmalarını engellemek için düşünmenin yanında, gerekli olan diğer unsurları da vermek gerekir. Sözgelimi kişinin düşünmeyle meşgul olmasına ilaveten kendisine, mekanik unsurları düşünmesini engelleyecek biçimde, düşünmenin gerçekliğini de vermemiz gerekir. Kişinin nesneleri, görsel ve işitsel olarak tanıması yeterlidir. Örneğin; "macera", "tepsi" ve "sandalye" gibi mekanik nesneler hakkında zihnin, meşgul olmaması gerekir. Bunu sağladığımız takdirde düşünceyi, kendi seyrine bırakmış oluruz. Böylece hem insanları mekanik unsurları düşünmekten alı koyar hem de düşünmeyle meşgul olmalarını ve onu, kutsallaştırmalarını engellememiş oluruz. Düşünmeyi, üzerinde düşünülen nesneye göre ayarlamak esastır. Eğer bu sür’at gerektiren bir meseleyse, "çaba" aracılığıyla sür’atli düşüneceğiz. Siyaset veya düşünmenin göstergeleriyle ilgili meseleler gibi ince eleyip sık dokumayı gerektiren konularda ise, daha yavaş ve daha detaylı düşüneceğiz. Zira bu gibi meseleler hakkında yavaş düşünmek, hızlı düşünmekten daha faydalıdır. Kısaca, kendi isteğimize göre değil, üzerinde düşünülen nesnenin durumuna göre düşüncemizi ayarlayacağız. Bu ayarlama, nerede hızlı, nerede yavaş düşüneceğimizi bize öğretecektir. Kıvrak zekâ kazanmak için sür’at, şart olduğu halde sür’atin, hayatta her şey demek olmadığı da bilinmelidir. Bu hızı, hayat sınavında başarılı olmayı sağlayacak kadar ayarlamak gerekir. Söz ve olaylarda sür’atin, her şeye baskın gelmesine meydan verilmemelidir. Burada söylemek istediğimiz; bu sür’atin, nefislere, iç benliğe işlenmesidir. Yani nefislerin, düşünceyle meşgul olmaması, düşünceyi kutsamaması; ancak aynı zamanda onu, göz ardı edip kutsal niteliğini de yok etmemesidir.
Her şeyden önce, insan ve insan hayatındaki duygu merkezine eğilmek gerekir. Öncelikle insanlara, duygunun merkezi kavratılmalıdır. Nefisler, duygunun merkezine ve insan üzerindeki etkisine vakıf olmadıkça, duyguyu göz ardı etmiş olur. Bunun sonucu; sadece ve sadece düşünmeye eğilmek ve düşünmenin duyguya ve her şeye baskın çıkmasına neden olmaktır. Hem düşünmeye hem de kıvrak düşünmeye çözüm getirmek isteniyorsa, duygu, duygunun merkezi, kişi üzerindeki etkileri ve varlığının zorunluluğu üzerinde yoğunlaşmak kaçınılmaz olur. İnsan, akıl ve duygunun bileşiminden meydana gelmektedir. İslâm da hem akla hem de duyguya hitap etmektedir. Duygu da tıpkı akıl gibi insanın, ayrılmaz bir parçasıdır. Sevgi, nefret, tembellik, aktif olma, hüzün, sevinç gibi duygular, tıpkı akıl gibi her insanda mevcuttur. Fakat insanın sırf duyguya yönelmesi; yaşamını gelişigüzel, düzensiz bir şekilde sürdürmesine neden olur. Aynı şekilde kendini sırf akla ve düşünmeye vermek de insanın, hayata karşı mukavemet gösterme gücünü yok eder. Zira duygu, hareket ettiricidir. Akıl ise yönelici ve rehberlik edicidir. Bu nedenle rehbersiz yapılan bir hareket, yıkıcı olabilir. Hareket kabiliyeti olmayan bir rehberlik ise, kendisine ivme kazandıran güçten yoksun olduğu için, yön tayin etmekten öteye geçmez ve tabiî bir sonuç da vermez. İslâm ümmetinin, İslâm'ın hâkim olduğu dönemde olduğu gibi sağlıklı bir seyir alması için, akıl ile duygunun bir arada olması şarttır.
Tarihsel süreç içerisinde İslâm ümmetinin duyguyu harekete geçirme kabiliyeti, zamanla minimum düzeyde seyretmiş ve "duyguyu harekete geçirme" kabiliyeti yerini, körü körüne "duyguya yönelme"ye bırakmıştır. Sonunda duygu, ümmetin hayatına egemen olmuştur. Ümmetle düşmanları, yani İslâm ve Müslümanlarla, küfür ve kâfirler arasındaki çekişme; böyle bir dönemde büyüdü. Bu durumda Müslümanlar, "yöneltici faktör"ü, yani düşünme yetisini kaybettiler ve çalışmaları, herhangi bir sonuç vermedi. Dolayısıyla düşmanları, onlara galip geldi. Düşmanlarının kendilerini, akılla, fikirle (akıl ve fikir silahıyla) yendiğini; kendilerinin de duyguyla meşgul oldukları için yenildiklerini düşündüler. Böyle düşündükleri için de, düşünmeye yönelip duygudan yüz çevirdiler. Böylece düşünmeyi doğuran her şeyi yitirdiler. Düşünmeyi kutsadıkları için mekanik nesneler hakkında kafa yorup durdular ve nihayet, yavaş düşünme sürecine girdiler. Duygularını yitirdikleri için, kıvrak zekâlarını da yitirdiler.
İşte bu nedenle her şeyden önce yapılması gereken ilk iş duyguyu, tekrar lâyık olduğu yere koymaktır. Böylece düşünme, kendi eksenine konacak; mekanik nesneler hakkında kafa yorulmayacak; hızlı düşünme yetisi kazanılmış olacaktır. Burada düşünme değil, duygu ve onun bulunması gereken yer söz konusudur. Bu nedenle önce, zaten insanda fıtrat olarak var olan duyguyu, tekrar harekete geçirmek gerekir. Sorun, insanların düşünmede yoğunlaşmaları veya onu kutsallaştırmaları değil; asıl sorun duygunun, kendi merkezine tekrar yerleştirilmesidir. İşte bütün mesele budur.
Duygunun da tıpkı akıl gibi, hâlâ insanda mevcut olduğu ve insandan koparılmasının imkânsız olduğu doğrudur. Fakat mesele kişinin, duygu ve düşünmeyle meşgul oluşudur. Duygu, insanda zaten mevcuttur. Önemli olan onu, harekete geçirmektir. Fakat duyguyu harekete geçirme kabiliyeti yitirilmiş; onun yerine, düşünme harekete geçirilmiştir. Böylece kâfirler insanları, duygudan uzaklaştırmayı başarmışlardır. Bu da insanları, hızlı düşünememe ve kıvrak zekâyı kullanamama gibi bir problemle karşı karşıya bırakmıştır. İnsanlar, düşünme ile o kadar içli dışlı olmuşlardır ki ondan, istifade edemez ve kıvrak zekâlarını kullanamaz hale gelmişlerdir. Bunun temelinde, duyguyu harekete geçirme kabiliyetinin yitirilmesi ve yalnızca, düşünmeyle uğraşılması yatmaktadır. İnsan, hem duygu hem de akıldan müteşekkil olduğuna göre bunlardan birinin ihmal edilmesi, diğerinin de göz ardı edilmesi anlamına gelir ki, bu da verimsizliğe neden olur. Zira duygu mevcut olmadığı sürece aklın, yani düşünmenin verimli olması mümkün değildir. Duygunun, sadece mevcut olması da yetmez. Onun harekete geçirilmesi gerekir. O halde düşünme duyguyla birlikte, aynı anda harekete geçirilirse verimlilik kazanır. Düşünmenin verilmesi için ilk önce yapılması gereken; aynı anda düşünmeyle birlikte, duygunun da harekete geçirilmesidir.