nakşibendi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 12 Mar 2006
- Mesajlar
- 1,946
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Ey Allah'a ibadet etmek yolu ile manevî mertebelere yükselmek istiyen, Cehennem azabından kurtulup Allah'ın yanında iyiler zümresine girmeği gaye edinen kişi, bu dileğine ermen için en önemli işin ilim öğrenmektir. Çünkü ilim, bu dairenin kutbu, bu ağacın meyvesidir. Dünyada hakikî mürşid ilimdir. Gerçek yolu insanlara öğreten Odur. Bundan sonra ikinci önemli işin ibadettir. İlim ve ibadet, iki ulu gevher (pırlanta) dir ki bu gördüklerinin tümü onları kazanmak için yaradılmıştır. Cenab-ı Hakkın gönderdiği peygamberler, onlara indirdiği kitaplar, bu yer ve gökler ve bu ikisinde bulunanların hepsi, her şey bunları, bu iki değerli pırlantayı elde etmek için var olmuşlardır. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Keriminde (Talâk S. A. 12) «Allah, yedi göğü ve yerden de onların mislini yaratmış olandır. Emri ve hikmeti bütün bunların arasında durmadan iner. Allah'ın (bunları yaratması, onun) hakikaten herşey'e kaadir olduğunu ilmiyle hakiykaten herşey'i kaplamış bulunduğunu bilmemiz içindir» buyurmuştur.
Deniliyor ki bir gün Hz. Davud (A.S.) Cenab -ı Haktan,,ya Rabbi bu insanları niçin,yarattın diye sordu. Allah ta cevaben: Ben gizli bir hazine idim, bilinmemi istedim ve sevdim ve beni bilsinler diye bu halkı yarattım buyurmuştur.
İşte bu ayet-i kerime ve kudsi hadisten anlaşılan, yer ve gökleri ve içindekilerin hepsini yoktan var eden Cenab-ı Hakkın asıl dileği zat ve sıfatlariyle kendisinin bilinmesidir. Yine, bu iki şâhid bize isbat ediyor ki: ilim, bu cihanda çok aziz ve kıymetli bir pırlantadır ki onun benzeri bulunmaz ve değeri biçilmez. Bilhassa Allah'ın vahdaniyyetini (birliğini) öğreten Tevhid ilmi.
Cenabı Hak, insanların yaradılış gayesini de şu ayet-i kerimede (zâriyât S.A. 58) «Ben cinleri de, insanları da (başka bir hikmetle değil) ancak bana kulluk etsinler (ibadet etsinler) diye yarattım» diye açıklamışlardır, işte bu ayet-i kerimeden de yaradılışın tek gayesinin yaradana, Allah'a kulluk ve ibadet olduğunu ve mutlaka yapılmasının gerektiğini anlıyoruz. Fakat ibadet bilgisiz olmaz. Onun için Cenab-ı Hak, bu ayeti, beni bildikten sonra ibadet etmeniz için yarattım; başka şey için yaratmadım, manasında buyurmuştur, işte bu ayıklamadan anlaşılıyor ki ilim ve ibadet, Allah'ın yanında en aziz ve kıymetli iki pırlantadır ki değeri biçilmez ve yine anlaşılıyor ki bu dünyada faydalı ilimle, sâlih amelden hayırlı hiçbir şey yoktur. O halde her kulun vazifesi bunları gücü yeterince yapmaktır. Yalnız bu iki pırlantanın en üstünü, en faziletli ve değerlisi ilimdir. Nitekim Hz. Peygamber de bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: Alimlerin ibadet edenlerden üstünlüğü, benim, ümmetimin en değersizinden üstünlüğüm gibidir. Başka bir hadisinde de şöyle buyuruyor. İlim, adamına bir kere bakmak benim yanımda, gündüz oruç, gece namaz kılarak bir yıl ibadet yapmaktan daha sevimlidir. Yine bir gün Hz.. Peygamber sahabelerim: size, Cennet ehlinin en şereflisi kimdir söyliyeyim mi? Buyur Ya Resülallah dediklerinde ümmetimin âlimleridir buyurmuştur. Yine bir gün Hz. Peygamber, ben Miraç gecesinde cehenneme uğradım, halkına baktım ve çoğunun fakir olduğunu gördüm buyurduklarında sahabe, Ya Resulallah, maldan mı fakirdiler sorusuna, hayır, ilimden fakirlerdi; cevabını verdiler. Bu hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki ilim, ibadetten daha üstün ve daha faziletlidir. Lâkin her âlimin ilmiyle amel etmesi vaciptir. Yoksa onun ilmi boşa gider. Çünkü ilim bir ağaçsa, ibadet de onun meyvesidir. Gerçi asıl ağaçtir ve meyve verme şerefi ona aittir. Fakat faydalanma bakımından önemli olan da meyvedir. Bu sebepten her insanın, ikisinden de haz ve nasibi olması lâzımdır. Yalnız birisiyle yetinmemeli, Yani kişiler hem ilim öğrenmeli hem de ibadetini yapmalıdır. Çünkü kendisine, ancak ikisi birlikte yaptığı takdirde fayda hasıl olur. Nitekim Hasan Basri hazretleri de bu hususta şöyle buyuruyor: İlmi öyle isteki ibadete, ibadeti öyle yap ki ilme mani olmasın. Şüphe yok ki ilim esastır. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: îlim, amelin- ibadetin imamıdır, ibadet ona tabidir.
Şu iki sebeple ilim daima ibadetten üstün olduğunu gösterir.
1 — İbadetin tam ve eksiksiz olması için kul, evvelâ yaratıcısını bilecek sonra ona ibadet edebilir. Mevlası hakkında nelerin vacip nelerin muhal olduğunu bilmiyen kul onu nasıl idrak edebilir ve ne şekilde ona tapabilir. Sonra şer'an yapılması ve yapılmaması gerekenleri bilmeyince nasıl ibadet edileceğini ve nelerden sakınılacağı da bilinmez. Hatta böyle bir bilgisizlik veya yanlış bilgi, kulun, Allah'tan başkasına inanıp tapmasına yol açabilir. Böyle bir hal de onun şakave tine, sonunun üzücü ve acı olmasına ve ölümünde imansız gitmesine sebep olur. imansız gitmek iki şekilde olur:
1 — ölüm döşeğinde, tam koma halinde iken kişinin, inanması gereken şeyler için gönlüne şek ve şüphe düşer veya inkar durumuna düşer. O halde iken Azrail ruhunu alır. O şüphe ve inkâr, bu kul ile Allah arasında ebedî bir hicab (perde) olur ve bu perde sebebiyle Allah'tan daimi olarak uzak kalır yeri de ebediyyen cehennem olur.
2 — Ölüm döşeğinde, koma halinde iken, kişinin kalbini, âsi olma düşünce ve duygusu, dünya şehvetleri veya nefsin lezzetleri işgal eder, gönül bu fikir ve duygularla dolar. Bu halde imanın aslı yok olmaz. Fakat o anda zihin ve kalp, bunlarla uğraştığı için Cenab-ı Hakkı düşünmeyi tamamen unutur. Bu hal içinde iken Azrail ruhunu alır. îşte kalp ve zihni dünya şehvet ve lezzetleriyle uğraşan bu kişi ile Allah arasında yine bir perde gerilir ve bu perde gerili kaldığı müddetçe azab görür. Fakat imanla gittiği için, günahları derecesinde azâ gördükten sonra perde kalkar ve kendisi de kurtulur.
Bu açıklamadan anlaşıldı ki eğer kişi, dünyadaki amellerinin, âhiret hayatiyle olan bağlılığını bilse ve dünya yaşayışını buna göre ayarlayıp düzene koysa koma anlarında başa gelen bu felâket çukuruna düşmekten kolayca kendini kurtarır. Çünkü kişi sağlığında ne üzerinde ise hayatını nelerle geçirmiş, zihin ve kalbinde neler yerleşmişse ölümünde de onlar üzerinde ölür. Nitekim Hz. Peygamber (A.S.) bir hadis-i şerifinde:
«Yaşadığınız şey üzerinde ölürsünüz. Öldüğünüz şey üzerinde haşrolursunuz» buyurmuştur. Demek ki sağlığında ömrünü ibadet ve tâatla ve temiz bir yaşantı içinde geçirip tam bir inanç üzerinde olan kimse koma halinde de bu temiz inanç üzerinde ruhunu teslim eder.
Cenab-ı Hak, mü'min kullarına imanla, Kur'an'la dört yerde sabit kılar.
1 — Ruhunu teslim ederken.
2 — Kabirde, münkir ve nekir meleklerine cevap verirken.
3 — Sırat köprüsünden geçerken.
4 — Mahşer gününde hesap verirken. Bu dört yerde kişinin imanı, onun kurtarıcısı olur.
işte bu açıklamadan anlıyoruz ki: Her mü'min, Cenab-ı Hakkın zat ve sıfatlarıyle fiillerini bildikten sonra, şeriatın emir ve yasaklarını öğrenip ona göre hareket etmesi gerekir. Yani şeriatın emrettiklerini yapmak, yasak ettikleri şey yapmamak, her mü'minin borcudur. Bu sebepten, şeriatın emir ve yasaklarının ne olduğunu bilmek lâzımdır. Namaz, oruç, zekât ve Hac ibadetlerini, bütün şartları âdâb ve erkâniyle öğrenmek icap eder ki bunları hakkıyle yerine getirmek mümkün olsun. Aksi takdirde ibadetlerde yanlışlık ve bozukluklar olur ki böyle bir ibadette makbul olmaz. Bu sebepten, zahiri görünmiyen ibadetlerin de öğrenilmesi vaciptir. Bunlara, kalbi ibadetler de denir. Bunlar, kalbin işlemesi ve işlememesi gerekenler diye ikiye ayrılır. Birinciler şunlardır.
1 — Tevekkül (kul, her türlü tedbiri aldıktan sonra gerisini Allah'a bırakmaktır.)
2 — Tafviz (kulun, her işinde Allah'a güvenmesidir).
3 — Sabır (kulun, her türlü belâ ve felâket karşısında metin olmasıdır).
4 — Rıza (kulun kaza ve kadere rıza göstermesi, boyun eğmesidir.)
5 —- İhlas (kulun yaptığı bütün ibadetleri yalnız Allah için yapmasıdır).
6 — Tevbe .kulun, bir daha yapmamak üzere günahlarından tevbe etmesidir.)
Bunların zıddı ve yapılmaması, sakınılması gerekenler de,uzun emel riya kibir, hased, ,hırs, öfke: gibi hallerdir. Bu batını ibadetlerin farz olduğunu yani; yapılması gerekenlerin yapılmasını, yapılmaması gerekenlerden sakınılmasını emreden müteaddit ayetler vardır. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de (Maide S.A. 23) meâlen şöyle buyuruyor- «Eğer gerçek mü'nün iseniz Allah'a tevekkül ediniz». Bu ayetten tevekkül ve tafvizin farz olduğu anlaşılıyor. Başka bir ayette (Bakara S .A. 172) «Ey iman edenler size rızık olarak verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından yiyin, Allah'a şükredin, eğer ona gerçek kulluk ediyorsanız» Bu ayetten de rızanın farz olduğu anlaşılıyor. Başka bir ayette (Nahi S.A. 127) «Ey Resulüm, sabret, senin sabrın Allah’ın tevfikına istinâd) dan başka (bir şey)- değildir» şu ayette de (Hûd S.A. 115) «sabret zîra Allah sabredenlerin ve iyi hareket edenlerin mükâfatını zayi' etmez» Bu iki ayetten de sabrın farz olduğu anlaşılıyor.
Başka bir ayette de: Cenab-ı Hakka öyle bir tevbe ile tevbe ediniz ki o tevbe size, Öğüd verici ve ışık tutucu olsun. Bu ayetle de tevbenin farz olduğu bilindi. Diğer bir" ayette (Müzzemmil S.A. 8) «Rabbının adını an (ibadetinde ondan başka her şeyden kesilerek) yalnız ona yönel» (ihlas ile ibadet et). Bu ayetten de İhlasın farz olduğu bilindi. Bu farzların, hepsini yerine getirebilmek için zıdlarından da titizlikle sakınmak lâzımdır.
Bu açıklamadan anlaşıldı ki: Namaz, oruç, zekât, hac gibi zahiri (görünen) ibadetler farz olduğu gibi tevekkül, şükür, sabır, ihlas, tevbe gibi batını (kalbi» ibadetler de farzdır. Her ikisini de emreden Allah'tır, Her ikisi hakkında da indirilen kitap aynıdır. O halde namaz ve orucu farz bilip, rükûnlarına, şartlarına riayet ederek eda ediyoruz da sabrı, tevekkülü... Neden farz bilmiyelim, hüküm ve şartlarını yerine getirmiyelim onlarla amel etmiyelim ve bize sağladıkları faydaları üzerinde her zaman düşünmiyelim. Cenab-ı Hakkın emirlerini terk edipte kimin emriyle hareket edelim. Kur'an-ı Kerim'in öğdüğü nurdur, hidayettir dediği «dünya sevgisini azaltan, boşalma hevesini yok eden, Allah sevgisini kalplere doldurup sahiplerine korku ve ürperme veren» ilimleri terkedelim de şu işlerle mi uğraşalım?
Padişahlar yanında kadir ve kıymetimizi yükseltecek bir makam sahibi olmayı istiyelim ve elde ettiğimiz makam ve mertebelerde bolca haram malı kazanalım ve böylece cehennem ateşine yem olalım. Bu hale düşmek mi istiyoruz?
Bütün âlemin idaresi kudret elinde olan Cenab-ı Hakka yemin ederim ki bu yaptığımız îş büyük bir sapıklıktır. Fakat çoğumuz gafiliz. Bu fena ve sapık yolda olduğumuzu bilemiyoruz. İkinci bir şaşkınlık ta şudur:
Nafilelerle uğraşır farzları terk ederiz.Farzları terk etmenin Allah'a isyan olduğunu bile bile bırakır veya ihmal eder ve nafile ibadetle Allah'tan yüksek, derece bekleriz. Hâlbuki nafile ibadet, farzların borcunu boynumuzdan kaldırmaz. Allah'ın emrettiklerini bırakıp ta kendi bildiklerimizi yapmakla ona yaklaşamayız. Bundan daha fenası nice günahlar işleriz ki onları da ibadet sayarız. Mesela tul-i emel, şöyle yapacağım, böyle edeceğim diye uzun emel peşinde koşmak sırf günahtır, isyandır. Bilgisizliğimizden bunu hayır sayıyor ve yapıyoruz. Bazen de Allah'a yalvarış ve niyazda bulunurken ona yaklaştığımız, veya hamd-ü senada bulunduğumuzu veyahut da etrafımızdaki insanları iyiliğe yönelttiğimizi sanırız. Halbuki bu hareketlerimiz de riya ve gösteriş olduğu için isyandır. Daha bunun gibi nice masiyetler işliyor, günaha girip Allah'ın azabına müstahak oluyoruz. Halbuki biz bunları ibadet sayıp sevap kazanacağımızı umuyor ve hatta bunları yaparken gurur duyuyoruz. İşte bütün bunları, yani ibadetle masiyeti gereği kadar bilmediğimiz içindir ki Allah korusun nice günah ve hataları, farkına varmadan işliyoruz.