nakşibendi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 12 Mar 2006
- Mesajlar
- 1,946
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Bu bahiste nice nükteler vardır. Bu Allah yolu, ulvîdir. Âhirete yükseliş yoludur. Bu yol, yer yolu, dünya geçidi gibi beden kuvveti veya hayvan gücü ile kat edilmez - geçilmez. Bunda uzak mesafe, uzun zamani gibi şeyler de düşünülemez. Bu, ma'nevî ruhi bir yoldur. İnsan kalbi onu, doğru ikrar, ince ve derin düşünmez; temiz iman ve basiretle (kalb gözü ile) görür ve geçer. Bu yolun aslı ,semavî (göğe ait) bir nur, ilahî bir nazar (bakış) dır. Sâliklerin kalbinde doğan bu nurla bazan meleküt âlemini bilirler, Bazan öyle olur ki bir bakışla bütün Ceberutî hallere ve Meleküt âleminin sırlarına (gizliliklerine) vâkıf olurlar; Kâinatın bütün zerrelerini görürler. Âlemin yaratıcısı Cenab-ı Hakkın isimlerine mazhar olur, varlıkların hakikatlerini ibret gözü ile seyrederler. Allah'ın büyüklüğünü, kudretinin kemâlini, yerde ve gökte her ne varsa hepsinin onun kudret elinde ve iradesinde olduğunu, ondan başka hiç bir kimsenin bu âlemde tasarruf yetkisine sahip olmadığını görür ve O zaman tek yaratıcının ve insanın tek dayanağının Allah olduğunu bilir ve kesin bir imana varırlar. Her ne yaparlarsa onun için yaparlar. Her ne ümid. ederlerse ondan umarlar. Onun yanında canlıların yaradılışı ile yok edilişlerinin bir olduğunu bilirler.
Fakat bu yola sülük eden, bu ilahî nuru bulup o mertebeye varmak isteyen bazı kimseler var ki himmetlerinde kısır, içtihadlarında, gayretlerinde eksik; davranışlarında câhil ve hatalı hareket ettikleri için yetmiş yıl çalışır bu denizden bir damla, bu manevî âlemden bir zerre almak onlara nasip olmuyor. Bazı kimseler de var ki elli yıl cehdeder, çalışır sonunda bu nurdan ışıklanır karanlık perdeleri kaldırırlar. Bazı kişiler, bir yıl içinde bu mertebeyi bulurlar. Bazıları bir saatte, bazıları bir anda bu dileklerine erişirler (Allah'ın lütuf ve inayetiyle). Gerçi hidayet, lütuf ve ihsan Allah'tandır. Fakat âbidlerinde ibadetlerine devam etmeleri ve bu yolda gayret göstermeleri şarttır. Ötesini Cenab-ı Hakkın takdirine bırakmak lâzımdır. Çünkü mülkünde dilediğini yapan odur. Ne isterse onu yapar.
Görülüyor ki bu yol çetin ve zor, tehlikesi büyük, elemi kuvvetlidir. Çalışmaya, içtihade güven yok. Kul zayıf, düşmanları da çok. Üstelik Cenab-ı Hakkın inayeti yardımı olmazsa gayeye varılamaz.
O halde bu şartlar içinde çalışmak, bunca zorluklara katlanıp bu amelleri yapmaktan ne elde edilebilir sorusuna cevabımız şu olur;
Hakikaten bu yolun tehlikesi, çekinilecek tarafları haddi aşkındır. Dileneni elde etmek zor. insan yapmak ister. Fakat takdir ve tedbir Allah'tandır. Hüküm ve tedbir Allah'tandır. Hüküm ve irade onundur. Bununla beraber gerçek imanlılar bu yolda çalışmak ve gayret sarfetmeğe memurdurlar. İşin gerisini Cenab-ı Hakka havale ederler. O bilir ve ne dilerse o olur.
Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor: "Allah dilediğini yapar ve istediği şekilde hükmeder"
Yine buyuruyor: "Biz insanı, andolsun, meşakkat içinde yarattık"
ve yine buyuruyor: "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettikte onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Bundan endişeye düştüler, insan (a gelince, tuttu) bunu sırtına yükledi. Çünkü o çok zulümkâr, çok cahildir"
Bu âyet-i Kerimenin açıklanması şu;
Yâni Cenab-ı Hak buyuruyor ki "Biz göklere, yere, yüksek dağlara ve büyük cisimlere farzları teklif ve şeriat hükümlerini arzettik ve onlara dedik ki: Her kim kabul edip hukukunu, gereğini yerine getirirse ona büyük sevap veririz yapamazsa ona elim azab veririz" Bunlar kabul etmediler.
Sofi;başımız üstüne itaat eder ve hükmüne razı oluruz.Fakat bu emaneti götürmeğe ve hukukunu yerine getirmeğe takatimiz gücümüz yetmez. Bize ne sevâb ne de azab ver.
Ondan sonra Âdemi yarattım. Bu emaneti ona vermeği teklif ettim. Sevabına tama' (tutkulu istek) etti. Emaneti kabul etti. Sonunu düşünmedi. Nefsine zahmet vermeği arzu ettiği için cahillik yaptı. Hukukuna riayet etmediği için zulümkâr oldu.
Hz. Peygamber (S.A.V.) buyuruyor: Eğer benim bildiklerimi siz bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz.
Derler ki: Gökte bir melek hep şöyle sesleniyor: Ne olaydı bu insanlar yaratılmasaydı. Ne olurdu niçin yaratıldıklarını bilseler ve ona göre amel etselerdi.
Hz. Ebu Bekir (R.A.) der ki: Bir yeşil ot olaydım ne olurdu. Hayvanlar beni yeseydi de azap korkusunu çekmiyeydim.
Bir gün Hz. Ömer (R.A.) in yanında "Gerçekten İnsan üzerine devirden öyle bir zaman gelip geçti ki, o vakit insan anılır. İnsanlıkta tanınır bir şey değildir" âyet-i okununca ne olurdu tamam olaydım buyurmuş.
Bu âyet-i Kerimenin manası: Gerçekten denirde ; bir zaman vardır ki insan, beşeriyetle mezkûr ve meşhur değildi. Belki o zaman bir unsur ve nutfe idi.
Ebu Ubeyde (R.A.) der ki: Ne olurdu bir koyun olsa idim. İnsanlar beni kesip yiyeydi de insan olarak dünyaya gelmeseydim.
Veheb bin Menûye der ki: Bu insanlar ahmaktır. Eğer ahmak olmasalardı korkularından, yedikleri yemekleri sindiremezlerdi.
Fadıl der ki: Ben, Allah'a yakın meleklere, Peygamberlere ve sâlih kişilere imrenmem, gıpta etmem. Çünkü onlar kıyamet gününü göreceklerdir. Fakat ben, yaratık olmayanlara imrenirim. Çünkü onlar kıyamet gününün korkusunu çekmezler.
Ata Seîmi der ki: Eğer bir ateş yakıp "Bu ateşe kendini atan kimseden hiç bir şey sorulmaz ve Kıyamet gününün dehşetini görmez" deseler hemen kendimi o ateşe atar ve acele ederdim kibirden ateşe düşeyimde hemen öleyim ve o mertebeden mahrum olayım.
İşte bu hallerin zahmeti ve bu korkuların şiddeti o derecedir ki Peygamberler, veliler, takva sahipleri, erenler bu manayı tasavvur ettikleri ve bu hali düşündükleri zaman hayrette kalır, kalbleri, nefesleri darlaşır; acı duyar. Çünkü bu; öyle bir iş, öyle bir emirdir ki Cenab-ı Hakkın ebedî ve sonsuz ilminin, kuvvetli tedbirlerinin sonucudur.
Bu belâyı savmanın ve kazayı defetmenin çaresi şudur;
Aciz ve biçare olan kul, Rabbına bol bol ibadet edecek, tâat ve hizmetinde bulunacak, onun kuvvetli ipine tutunacak (Kur'an-ı Kerime sarılacak) içten gelen bir duygu sâf ve temiz bir kalble Rabbına yalvarıp yakaracak ki ancak bu suretle onun rahmet ve mağfiretine, inayet ve keremine mazhar olur.
Fakat hatıra gelen şu gaflet dolü sözü ki açıklamış ve anlatmıştık; Cenab-ı Hakkın inayeti olmazsa, ilim öğrenmek ve ibadet etmekten ne elde edilebilir?
İşte böyle manasız bir şey'i düşünmek, büyük bir gaflet ve bayağı bir ahmaklıktan ileri gelir. Bu durumda insana yakışan ve kulların edeplerine yaraşan budur, bunu düşünmeli ve yapmalısın. Her bakımdan zayıf olan kulun az ibadeti ve değersiz hizmeti, bunca dileklerinin yerine getirilmesine nasıl vesile olabilir ki kulun Rabbından dilediği şeylerin en azı, en küçüğü iki türlüdür.
Biri iki Cihanın (dünya ve âhiretin bütün bela ve âfetlerinden salim olmak. Diğeri dünya ve âhirette saltanat tacını giymek ve keramet payesini bulmaktır.
1 - Dünya selameti, esasında büyük bir mertebedir. Çünkü bu zâlim dünya, öyle aldatıcıdır ki Allah’a yakın melekler bile onun aldatışlarından emin değillerdir.
Rivayet ederler ki ölen bir kişinin ruhu, göğe çıkarken semadaki melekler şaşırıp şöyle derler: Bu şer dolu dünyadan, bu ruh nasıl selâmetle kurtuldu.
Ahiret selâmeti, Allah'ın büyük bir mevhibesi bir vergisidir ki dünyanın selâmeti onun yanında bir hardal tanesinden daha aşağıdır. Çünkü âhiretin şiddetleri ve kıyametin korkulan o derecedir ki Peygamberler veliler, sâlih zatlar o hesap görme meydanının heybetini, dehşetini gördüklerinde her biri "nefsim nefsim. Bugün nefsimden başka hiç kimseyi düşünemem diye söyler"
Hz. Peygamber (S.A.V.) buyurur ki: Kişinin, yetmiş Peygamberin ibadeti kadar ibadeti olsa Kıyamet gününde salim çıkacağına ve kurtulacağına inanamaz.
Şimdi bir kişinin, biraz ibadeti kolay ve önemsiz hizmetiyle dünyanın felâketlerinden, belâlarından nefsini selâmetle kurtarması şaşılacak bir iş ve garip bir hal değil midir?
İşte akıbetin (sonucun) bu büyük zorunluluğunu görenler derler ki: Cenab-ı Hakkın inayeti olmadıktan sonra şartları yerine getirmekten ve amelleri tamamlamaktan ne elde edilebilir?
Lâkin kulun, iki âlemde de saltanat ve keramet isteyişinin sebebi velayet mertebesine sahip olmak dileğidir. Çünkü bu dünyada Allah’ın velileri birer padişahtır. Cenab-ı Hakkın kaza ve kaderine razı ve hikmetine teslim olan velilere kara, ve denizlerin bütün mesafesi bir adımdır. Yakınlık ve uzaklık bunlar için birdir. Ağaçlar, taşlar bunların yanında altınla beraberdir, (eşittir). Cinler insanlar; hayvanlar (evcil veya yabancı olsun) kuşlar bunların emrindedir. Hatır ve hayallerine ne gelirse, neyi dilerlerse derhal önlerine gelir. Çünkü bunlara Cenab-ı Hakkın dilediği yetiştiği için elbette her diledikleri derhal yerine gelmektedir. Bu veliler, Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar. Fakat, cenab-ı Hak bunlara bir mehâbbet (saygılı korku) vermiştir ki bütün halk onlardan korkuyor. Onlar, yalnız Allah'tan korkar ve yalnız ona hizmet ederler. Dünya padişahları sıkışıp, dara düşünce bu velilerden yardım isterler. Fakat kendileri; Cenab-ı Haktan başka hiç kimseden yardım istemezler. Dünya padişahları hiçbir zaman bu mertebeye erişemezler. Çünkü padişahlar yardımcılara muhtaçtır. Dünya malına istekli ve yer hazinesine heveslidirler. Kendilerinden kuvvetli düşmanlardan korkarlar. Şirretli ve kötü insanları okşayarak, bahşişler 'vererek idare ederler. Etrafındakileri beslemezlerse saltanatlarında yaşayamazlar.
Rivayet ederler ki İbrahim bin Ethem saltanatını terk edip gittikten sonra onun vezirleri, beyleri toplandılar ve kendisini aramaya gittiler. Nihayet onu bir denizin kenarında buldular. Hırkasını dikmekle meşguldü. Tahtına dönmesi için ona çok yalvardılar. İbrahim, elindeki iğneyi denize attı. Vezir ve beylerine dedi ki: İğneyi denizden çıkarıp elime vermek şartıyla teklifinizi kabul edeceğim. Onlar da, buna gücümüz yetmez deyince İbrahim; o anda balıklara seslendi. Bütün balıkların reisi bir sürü balıkla hemen deniz kıyısına geldi ve buyurunuz Şeyh ne emrederseniz yapalım dedi ve iğneyi alıp kıyıya attı. İbrahim, vezir ve beylere döndü da'vet ettiğiniz (çağırdığınız) saltanat mı yoksa bu saltanat mı daha iyi? Vezir ve beyler, bu kerameti görünce İbrahim'in ayağına kapandılar, duasını dilediler ve hepsi ağlayıp sızlayarak yerlerine döndüler.
Bundan da anlıyoruz ki dünyanın gerçek padişahları velilerdir. Ahirette de saltanat sürdükleri delili şu;
Cenab-ı Hak buyuruyor;"Orada her hangi bir yeri gördüğün zaman (büyük) bir ni'met bol bir (ihtişam ve) saltanat görürsün."
Cenab-ı Hak Ahiret mülküne büyük demekle dünya mülkünü hakir, aşağı görüyor. İşte buna göre bu iki mülk arasındaki farkı sen düşün. Demek ki bütün dünya mülkü esasen çok azdır. Bu çok azdan insana nasip olan azın azıdır. Dünya kişilerinden biri bu azın azı olan şey'i elde etmek için öyle zaman olur ki malını, mülkünü verir. Bütün gücünü, kıymetli ömrünü harcar. Bu azından kendisine bir şey verilsin diye. Verildiği zaman da etrafındakiler onu çok görür. Bu uğur da verdiği bunca mal ve mülkünü, harcadığı aziz ömrünü düşünmezler. Ancak verilen şey'i çok görürler.İnsanların bir kısmı gıpta eder , Bir kısmı da kıskanırlar.
Şimdi bu ufak ise, bu küçük kazanca bu kadar emek ve zahmetle kavuşan o kimse, Âhirette büyük mülk ve yüksek makam ebedi saltanat elde etmek için iki rek'at namaz kılsa, bir kaç kuruş sadaka verse, iki üç gün oruç tutsa veya iki üç gece uykusunu feda edip teheccüt namazı eda etse çok mudur?
Haşa!
Şöyle ki bir kişinin bin kerre nefsi olsa ve her nefiste bin kerre ruhu bulunsa ve her ruhun bin kerre ömrü olsa ve hepsini bu hayırlı, şerefli ve mutlu isteğin yerine gelmesi uğruna feda etse ve bunu elde etmek için türlü zahmet ve belâlara katlansa ondan sonra muradına (dileğine) nail olsa (erse) bu büyük ni'mete ve bu yüksek mertebeye oranla esasında küçük bir iş ve gayet az bir emektir.
Çünkü din âlimleri der ki: Cenab-ı Hakka ihlasla hizmet ve takva ile itaat eden kalbleri Allah, kırk kerametle mükerrem kılar. Bu kerametlerin yirmisini dünyada, yirmisini Âhirette verir. Ayrıca bu kerametlerin altında nice gizli şeyler vardır.