HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
İDEOLOJİK VE VAKIAYA TESLİMİYETÇİLİK DAVETLERİ ARASINDA DEĞİŞİM DAVETÇİLERİ
Çökmüş bir toplumda ideolojik davetin aynı zamanda siyasi bir hareket olduğu bilinen bir olgudur. Böylesi bir davetin söz konusu toplumu kalkındırmaya yönelik, aksiyonu zorunlu kılan bir misyonu vardır kuşkusuz. Toplumun, içinde bulunan yaygın ve egemen değer yargılarının ve toplumda uygulanır durumdaki sistemin düşüklüğü/düzeysizliği ile toplumun çöküşü arasında nasıl bir paralellik varsa yine, toplumun içindeki egemen yaygın değerler silsilesinin ve toplumda uygulanır durumdaki sistemlerin ileriliği/düzeyliği ile toplumun kalkınması arasında aynı paralellik vardır. O halde ideolojik bir davetin misyonu, toplumu; sistemlerinin ve üzerinde egemen olan yaygın anlayışlarının değişimi ile değiştirilmesi noktasında olacaktır. Yani söz konusu ideoloji ile tastaban çelişir durumdaki değer yargıların, sistemlerin, duygu ve düşüncelerin; doğru ve düzeyli değer yargıları, sistemler, duygu ve düşünceler ile yer değiştirmesi için, egemen olan yaygın anlayışlar ve sistemler ile bir anlamda çekişme yolu ile değişim.
Bu, ideolojik davetin; ortaya çıktığı ilk günden bozuk/yozlaşmış yapı ile çatışması anlamına geliyor. Çünkü o, insanların içinde yaşadıkları yapıya/statükoya tamamen yabancı yepyeni bir şey getiriyor. Sahip olduğu geleneksel anlayışları ve yaygın kanaatlerine sımsıkı sarılışı ve bunlardan kendisini kolay kolay soyutlamaması toplumların tabiatındandır. Belki de bu durum insanların söz konusu anlayışları ve düşünce tarzlarından soyutlanıp, duygularının bu yeni çerçeve ile çizilmesi sürecinin aşılması için, sabır ve kararlılıkla, sıkı bir çekişme, kesintisiz bir çatışma ve uzun yıllara varan yoğun bir aksiyonu zorunlu kılacaktır. Bundan dolayı toplumun değişimi ve bu değişim paralelinde kalkınması isteminde olan tüm siyasi yapılanmaların ilk günden beri insanların tepkisi ve kayıtsızlıkları ile karşılaşmaları sürpriz bir gelişme değildir. Çünkü davetçiler bu durumda insanların mizaçlarına/karakterlerine yabancı veya ters bir fenomeni seslendiriyor, onların adet ve geleneklerine/ statükoya karşı çıkıyorlardır. İşte bu da, toplumun, tüm bu çabaları, genel anlayışlarına yönelik bir tehdit ve kutsala benzer bir yapı arzeden geleneklerin dışına çıkışı zorlayan bir olgu olarak yorumlamasından kaynaklanmaktadır.
Tarihsel hadiselere bir baktığımızda her yeni davetin, kayıtsızlık, varolan statükoyu koruma ve şiddet reaksiyonu ile karşılaştığını görüyoruz. Özellikle de çöküntüye uğramış toplumlarda. En çok da Rasullerin davetlerinde bu fonemen ile karşılaşılmaktadır. Genelde çökmüşlüğün zifiri karanlıklarında boğulan toplumlara gönderilen peygamberler, insanları akli akide temelli bir dine inanmalarına davet ediyorlardı. Bir anlamda onların fikri açıdan kalkınmaları noktasında fonksiyonlarını icra ediyorlardı. Ama hep de alaylanma, şiddet, eziyet ve ağır yaftalarla karşı karşıya bırakılmışlardır. Yüce Allah'ın şu sözünü bir düşünelim:
"Yazıklar olsun o kullara ki, ne zaman kendilerine bir peygamber gelse hemen onunla alay ediyorlardı." *
"Bunun gibi, bunlardan öncekilere de hiç bir peygamber gelmemişti ki, bir sihirbaz yahut bir deli demesinler." *
Şimdi de kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlayan kavim ve toplumları sıralayan şu ayetlere bir göz gezdirelim:
"Onlardan (Kureyş’ten) önce Nuh'un kavmi de yalanladı. Kulumuzu (Nuh’u) yalanladılar da: deli dediler ve onu tebliğden men ettiler. Nihayet o da Rabbine dua ederek; ben mağlubum bana yardım et, dedi." *
"Semud kavmi uyarıları tekzib etti. İçimizden bir insana mı uyacağız? O takdirde biz apaçık şaşkınlık ve delilik içinde oluruz. O kitap, aramızdan ona mı verildi? Hayır o, yalancı bir şımarıktır, dediler. Yarın bilecekler yalancı şımarık kimmiş!" *
Buradan hareketle diyoruz ki, ilk çıkışı ile toplumun etrafında öbeklenmesi, söz konusu siyasi hareketin başarılı olduğu anlamına gelmez. Aksine bu durum, söz konusu davetin bir gün söneceği ve biteceğinin göstergesidir. Niçin?
Çünkü toplumların, kendi hedeflerini, yaygın anlayışlarını ve düşüncelerini temsil edenin etrafında çevrelenmesi, onun genel niteliğindendir. Eğer çökmüş bir toplumda daha ilk günden bir siyasi hareket etrafında çevreleniliyorsa bu, o hareketin söz konusu toplumun formasyonlarını taşıyor olduğunu gösterir. O hareket, toplumun sahip olduğu düşünceleri, genel kanıları ve anlayışları taşıyordur. Yani bu, o hareketin yapılanmasının toplumun niteliğinden farksız olduğu anlamına gelir.
Çökmüş durumdaki bir toplumda siyasi hareketlerin misyonu eğer o toplumu kalkındırmak ise, söz konusu hareketlerin sahip olduğu düşüncelerin, toplumun genel şartlarına zıt, duygularının da toplumdaki egemen duygularla çelişir olması kadar doğal bir şey olamaz. Yani o, toplumun sahip olmadığı ve onunla o toplumu değiştirebilecek bir düşünceye sahiptir. Yoksa onun var oluşunun bir anlamı olmaz. Belki de -böylesi yapılanmaların- hiç olmaması daha iyidir. Çünkü belirli bir formasyon paralelinde insanları belirli bir düzeye getirmek isteyenin öncelikle kendisinin o düzeyde olması gerekir. Zira, belirli bir şeyi kaybetmiş olanın da bir başkasına hiç mi hiç sunamayacağı bir gerçektir. İşte ideolojiye bağımlı ideolojik daveti, statuko düzleminde yürüyen statükoya/vakıaya teslimiyeti davetten ayıran temel nitelik budur.
Vakıaya teslimiyetçi davetler; ümmetin yaşamış olduğu vakıanın/durumun bozukluğunu ve bir değişimin zorunluluğunu hisseden, fakat toplumun içinde bulunduğu problematiği, ne toplumun kalkındırılmak istendiği düşünce yapısı ne de bu çizgide belirlenen hedefe ulaşma noktasında izleyeceği metodojilik süreç üzerinde bir düşünce yorgusuna önceliği tanımadan, basit hissin/salt algının hemen aktivitasyon sürecine dönüştürüldüğü davetlerdir. Böylesi bir hareket elbette hiç analizi yapılmamış salt refleksli bir takım ama çoğu da hedefsiz/gayesiz çabalar serdedecektir.
Reel açıdan bakıldığında onun tüm çabalarının referansını, içinde yaşadığı bozuk/yozlaşmış yapının oluşturduğu kolayca görülecektir. Yani o, içinde yaşadığı vakıayı/statukoyu çözümün konusu olarak görme yerine -tüm bozukluğuna rağmen- çözümün refere edildiği kaynak olarak görmektedir. İşte böylesi bir durum, onun tüm aktivetisini yozlaşmış olan statuko ile beraber şekillendirmesi ve söz konusu toplumun temel dinamikleri ile özdeşim kurma gibi bir poradoksu sonuçlandıracaktır.
Son tahlilde böylesi davetler, o çökmüş olan topluma egemen genel kanıları, değer yargıları, duygu ve düşünceleri ifade eder olmaktan öteye geçmeyecektir. Toplumların, kendi geleneksel değerlerini, eğilimlerini dile getirene daha çok adapte olduğu gibi temel niteliği göz önünde bulundurulduğunda, insanların böylesi davetler etrafında ilk günden halkalanacaklarını söylemek kolay olacaktır. Böylesi davetler, aynı zamanda toplumun yaşadığı yozlaşmış yapının daha da çok kemikleşmesine/ kronikleşmesine yarayacak gerici davetlerdir. Özellikle de dejenere olmuş toplumun genel kabullerine ve düşüncelerine, fıkıh, ilim ve şer'i motifler giydirildiğinde, şer'i deliller ve fıkhi normlar ile bezendiğinde. İşte böylesi bir toplum, hedefleri ve genel kanılarını temsil eden söz konusu davetlerden ancak ve ancak ideolojik davetçilerin etkinliği ile kalkındırılabileceğinden soyutlanabilecektir.
İdeolojik davetler, o statukonun yozlaşmış yapısını hissetmiştir ve toplumdan tamamen farklı normlara sahiptir. O bu hissedilişten sonra proplematiğin ana unsuruna ulaşmak için, içinde bulunduğu konjektürü analize tabi tutacak ve onun kritiğini (derin araştırmasını) yapacaktır. Nitekim proplemi bilmeyenin çözüm üretmesi olanaksızdır. Toplum içinde bulunan genel savları, değer yargıları, duygu düşünce ve sistemleri ile yozlaşmış olan formasyanları karşısında doğru olanın bilinmesini sağlayacak; toplumun içindeki parazit, yanlış duygu ve düşüncelerin bilinmesinin yanında, ihtiyaç duyduğu duygu ve düşüncelerin doğru adresini gösterecektir. İnsanların işlerini idare eden sistemlerin gerçek içeriğini kavramasını sağlayacak düzeyde bir analize, derin bir araştırmaya yönelecektir. Daha sonra da proplemlerin doğru çözüm noktalarını araştırmak için ideolojisine -bizim için bu İslâm’dır- dönecektir. Söz konusu çözüm elbette toplumun kökten değişimini sağlayacak sistemler ve hayata bakış açılarının değişmesidir.
İdeolojik davet, toplumun değişimi için istediği çözüm arayışına koyulurken, insanların yaşadığı yozlaşmış vakıadan asla etkilenmez. Bu bağlamda üretilecek çözüm, bütünü ile toplumun soluklandığı düzeysiz vakıadan uzak olmalıdır. Ayrıca vakıaya teslimiyetçi hareket, içinde bulunduğu yozlaşmış yapının çemberini kıramaz, tüm çözüm ve önerilerini oraya dayandırır. İdeolojik hareket ise, -toplumun içinde bulunduğu durumu- iyiden iyiye anlayabilmesi ve ümmeti kalkındırmasına yönelik çizmiş olduğu stratejik aşamaya geçebilmesi için, kendisini kuşatan tüm atmosferi ve vakıayı aşacaktır. Bu analizden sonra, kalkınma ve ilerleme kulvarında beraber yol almaları için topluma dönecek ve elinden tutacaktır.
İşte ideolojik söylem, toplumdan tamamen farklı olan daveti ile toplum karşısına çıkmaya başlar. Artık eski olan ile ideolojik davetin taşıdığı yepyeni düşünce arasında; bir yandan topluma hükmeden sistemlerin siyasi formasyonları ile yeni daveti taşıyanların söz konusu çizgide ürettikleri alternatif çözümler arasında bir çatışma başlayacaktır. Belki bu durum ilk tahlilde ideolojik hareketin reel gerçeklerden uzak ve marjinal olduğu görüntüsünü verip, insanlarda kendi toplumları ile hiç bir ilişkisinin olmadığı gibi bir izlenim oluşturabilir. Ancak bu sonuç, gerçekte davetçilerin olmaları gereken çizgide oldukları müjdesini veren ve davetçiyi rahatlatması gereken bir durumdur. Çünkü onların karşılaştıkları, tarihi süreç içerisinde tüm davetçilerin çökmüş toplumların karşısında durduklarında karşılaştıkları, bir anlamda ortak kaderleridir.
Ancak ideolojik hareketlerin ilk aşamada yaşadıkları durum onları revizyona ve hayal kırıklığına uğratmaz. İdeolojik davete sahip davetçiler davetleri ile ortaya çıktıklarında, kendilerinde, kesinlikle kazanmış olarak çıkma zorunluluklarının olduğu fikri ve bir savaş içerisinde oldukları hissini taşırlar. O savaş meydanı işte geri kalmış ve çöküşün karanlıklarının girdabına kapılmış toplumdur. İnsanların gerçekleri görmelerinin önünde duran bu karanlıktır. Onun için toplum, Batılın çirkinliğini ve hakkın doğruluğunu algılayamaz. Bu karanlık içerisinde doğru ve yanlışı, uygun olanla olmayanı, -pozitif olanla negatif olanı-, doğru ve yalanı ayırabilecek yetileri yoktur. Ancak göz keskinliğine sahip olan, olayları tüm gerçekliği ile algılayabilen davetçiler, bu ortamda geçmiş, klişeleşmiş düşünce, değer yargıları ve sistem kalıntıları ile çekişmeye başlarlar. Geçmişe ait kronikleşmiş düşünce ile doğru düşüncenin, düzeyli kavramlar (yaşama ilişkin bakış açıları) ile düzeysiz kavramların çatışmasının ardından, o meydanı tamamen aydınlık atmosferine dönüştürecek ilk kıvılcım ve insanlar için artık, batılın açmazları (ayıpları) ile hak olanın doğruluğunun parıltıları tüm çıplaklığı ile ortaya çıkacaktır.
"İşte Allah hak ve batıla böyle misal verir. Köpüğe gelince o, atılır gider (batıl da böyledir). İnsanlara faydalı olan kısım ise yerde kalır." *
Böylece çatışma ve kıvılcımlar, davetçilerin taşıdığı, topluma sunduğu ideoloji noktasında genel bir duyarlılık oluşuncaya ve bu, kamuoyunun gündeminin merkezini oluşturuncaya, bir sonraki aşama olarak da toplumda pozitif/olumlu bir aktiviteye/eğilime dönüşünceye kadar bu süreç içerisinde devam edecektir. Artık ümmet/toplum ideolojik daveti benimseyecek ve onların kaygılarını, sorunlarını yüklenecek, onların çağrılarına kulak verecek, ardısıra yürüyecek ve onlara sahiplenecektir.
Allah Rasulü (sav)’in yaşadığı serüven de buydu. O, azıcık sahabe gurubu ile davetini açığa vurduğunda cahili Mekke toplumundan ağır bir şiddetle karşılaştı. Alaylanma, yalanlama, eziyet, ambargo ve tabiilerinin bazısının ölümüne varan tavırlarla. Müslümanlar, toplumun içinde sanki yabancı bir blok olarak kabullenildi. Fakat (sav)’ın taşıdığı düşüncenin güçlülüğü, ona inancının keskinliği ve o düşüncenin duyurulması pahasına tüm jakobenist tavırlara beraberindekilerle sabredişi, direnişi, tüm bunlar, İslâm noktasında genel bir gündemin oluşumunu sağlamıştır. Artık son tahlilde, atmosfer, Medine'de İslâm'ın pratik anlamda uygulanabileceği İslâm Devleti’nin kuruluşuna hazır hale getirilmiştir.
Ancak bir misyonu yüklenmiş insanlar, varolan yozlaşmış statüko ile paralel yürüme ve dolambaçlı yollara sapmayı tercih ederler, insanlara ve sapık, küfri düşüncelerin sahiplerine yağcılık ve yaltaklık yapmayı denerlerse; asla beklenen değişimi gerçekleştiremeyeceklerdir. Davetçilerin, davet atmosferine girdiklerinde ve topluma açılıma başladıklarında kendilerini vakıaya paralel eğilimlere, egemen sınıfa yardakçılığa ya da insanların beğenilerini kazanmaya çağıran, sıkıntı ve baskılar karşısında onları çizilmiş stratejileri üzerinde çizgilerinden edecek ya da davetin revizyonu anlamına gelebilecek araç ve metodları araştırmaları çağrısında bulunacak davetlerle karşılaşmaları sürpriz bir gelişme olmayacaktır. Şüphesiz Kur’an-ı Kerim Allah Rasulü (sav)’e şu şekilde hitap ederken bu gerçeğe dikkatleri çekiyordu:
"Az kalsın, sana vahyettiğimizden başkasını bize iftira edesin diye seni bile fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, sen onlara mutlaka az bir şey meylettin gittiydin. Ve o takdirde biz sana hayatın da ölümün de iki kat acısını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine hiçbir yardımcı bulamazdın." *
İdeolojik davet sahibi davetçiler, karşılaşacakları bu tür imtihanlar karşısında tam bir uyanıklık üzere olmaları gerekmektedir. İslâm ve küfür arasında bütüncül bir çatışma/zıtlaşmanın ve sonuçta batılın zail/yok olup hakkın üstün olacağı değişmez kaidesinin sürekli var olduğunun bilincinde olmaları gerekir.
"(Mekke’ye girerken) şöyle de: Hak (İslâm) geldi, batıl (küfür) yok oldu. Gerçekten batıl daima zail/yok olmaya mahkumdur." *
Bu, küfrün ve ehlinin yenilgisini hazırlayacak bir çatışmadır.
"Hayır biz hakkı batılın tepesine fırlatırız da beynini parçalar. Bir de bakarsınız o anda mahvoluvermiş. Allah’a isnad ettiğiniz vasıflardan dolayı size yazıklar olsun." *
İslam ve küfür arasındaki ayrışım; hak ve batıl arasındaki, aydınlık ve karanlık, hidayet ve sapıklık, iyilik ve kötülük, cennet ve cehennem arasındaki ayrışımdır. Yollarının birleşmesi, birbirlerini tamamlamaları ve bir çizgide olmaları olanaksızdır.
İşte Allah Rasulü (sav), davetini dışa taşımaya başladığı ilk günden beri kendine güvenle insanlara sesleniyor, küfre ve kafirlere büyük bir cesaret ve yiğitlikle cephe alıyor, bütün çehresi ile açık ve net bir şekilde davetini seslendiriyor, ifadelerini ve kullandığı terminolejileri hiç kimsenin farklı çizgiye çekemeyeceği keskinlikle dile getiriyor, hiç bir kaygı, kompleks ve korkuyu da taşımıyordu. Bu arada Kur’an, kafirlerin üpotik dünyalarını yerici ifadeleri ile iniyordu. Onları, ilahlarını ayıplayarak yeriyor, düzeysiz yaşam standartlarını ayıplıyordu. Onların geleneklerini ve adetlerini alay konusu ediyordu. Örneğin putları konu edindiğinde şöyle seslendiğini görüyoruz:
"Muhakkak ki siz (ey Mekkeliler) ve Allah’ı bırakıp taptıklarınız (putlar) hep cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz." *
"Söyleyin bana Lat ve Uzza’yı! Diğer üçüncüsü Menat’ı! Bunların ne kudreti var?! Erkek sizin de dişi O'nun öyle mi?! Öyleyse bu çok insafsızca bir taksim! O putlar sizin ve babalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar için hiç bir delil indirmemiştir. Kafirler ancak zanna ve nefislerinin arzusuna tabi oluyorlar. Halbuki Rablerinden kendilerine doğru yolu gösteren bir Rasul geldi." *
Körü körüne atalarını taklit etmelerini ve onlardan mirasyedi olarak aldıklarını kutsallaştırışlarını konu edinirken, Kur'an'ın şöyle seslendiğini görürsünüz:
"Onlara (müşriklere): Allah’ın indirdiğine tabi olun denildiği zaman; Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tabi oluruz, derler. Ya ataları bir şey anlamaz ve doğruyu seçemez idiyseler! (Yine uyacaklar mı?)" *
O -Mekke site devletinin- oligarşist idarecilerini yererken şöyle seslendiğini görürsünüz:
"Ebu Leheb’in elleri kurusun! Hem de kurudu (mahvoldu). Ne malı ne de kazancı fayda vermedi ona. O alevli bir ateşe girecek. Karısı da odun hammalı olacak. Boynunda liften bir ip beraberinde olacak." *
Velid b. Mugire’nin gizli ayıbını ortaya çıkartıyor ve onu korkunç bir azap ile uyarıyordu.
"Bir de çok da yemin edene, değersize, gıybetçiye, koğuculuk peşinde gezene, hayıra engel olana, mütecavize ve günahkâra, zorbaya, bunlarla beraber bir de soysuz olan yardakçıya... Mal sahibi olmuş oğulları var diye ilgi duyma. Ona ayetlerimiz okunduğunda: eskilerin masalları, dedi. Yakında onun burnuna nişan takacağız." *
Aralarındaki düzeysiz, çarpık ilişkileri konu edinirken, örneğin tartı meselesine değindiğini gözlemlemeniz mümkündür.
DEOLOJK VE VAKIAYA TESLMYETLK DAVETLER ARASINDA DEM DAVETLER
Çökmüş bir toplumda ideolojik davetin aynı zamanda siyasi bir hareket olduğu bilinen bir olgudur. Böylesi bir davetin söz konusu toplumu kalkındırmaya yönelik, aksiyonu zorunlu kılan bir misyonu vardır kuşkusuz. Toplumun, içinde bulunan yaygın ve egemen değer yargılarının ve toplumda uygulanır durumdaki sistemin düşüklüğü/düzeysizliği ile toplumun çöküşü arasında nasıl bir paralellik varsa yine, toplumun içindeki egemen yaygın değerler silsilesinin ve toplumda uygulanır durumdaki sistemlerin ileriliği/düzeyliği ile toplumun kalkınması arasında aynı paralellik vardır. O halde ideolojik bir davetin misyonu, toplumu; sistemlerinin ve üzerinde egemen olan yaygın anlayışlarının değişimi ile değiştirilmesi noktasında olacaktır. Yani söz konusu ideoloji ile tastaban çelişir durumdaki değer yargıların, sistemlerin, duygu ve düşüncelerin; doğru ve düzeyli değer yargıları, sistemler, duygu ve düşünceler ile yer değiştirmesi için, egemen olan yaygın anlayışlar ve sistemler ile bir anlamda çekişme yolu ile değişim.
Bu, ideolojik davetin; ortaya çıktığı ilk günden bozuk/yozlaşmış yapı ile çatışması anlamına geliyor. Çünkü o, insanların içinde yaşadıkları yapıya/statükoya tamamen yabancı yepyeni bir şey getiriyor. Sahip olduğu geleneksel anlayışları ve yaygın kanaatlerine sımsıkı sarılışı ve bunlardan kendisini kolay kolay soyutlamaması toplumların tabiatındandır. Belki de bu durum insanların söz konusu anlayışları ve düşünce tarzlarından soyutlanıp, duygularının bu yeni çerçeve ile çizilmesi sürecinin aşılması için, sabır ve kararlılıkla, sıkı bir çekişme, kesintisiz bir çatışma ve uzun yıllara varan yoğun bir aksiyonu zorunlu kılacaktır. Bundan dolayı toplumun değişimi ve bu değişim paralelinde kalkınması isteminde olan tüm siyasi yapılanmaların ilk günden beri insanların tepkisi ve kayıtsızlıkları ile karşılaşmaları sürpriz bir gelişme değildir. Çünkü davetçiler bu durumda insanların mizaçlarına/karakterlerine yabancı veya ters bir fenomeni seslendiriyor, onların adet ve geleneklerine/ statükoya karşı çıkıyorlardır. İşte bu da, toplumun, tüm bu çabaları, genel anlayışlarına yönelik bir tehdit ve kutsala benzer bir yapı arzeden geleneklerin dışına çıkışı zorlayan bir olgu olarak yorumlamasından kaynaklanmaktadır.
Tarihsel hadiselere bir baktığımızda her yeni davetin, kayıtsızlık, varolan statükoyu koruma ve şiddet reaksiyonu ile karşılaştığını görüyoruz. Özellikle de çöküntüye uğramış toplumlarda. En çok da Rasullerin davetlerinde bu fonemen ile karşılaşılmaktadır. Genelde çökmüşlüğün zifiri karanlıklarında boğulan toplumlara gönderilen peygamberler, insanları akli akide temelli bir dine inanmalarına davet ediyorlardı. Bir anlamda onların fikri açıdan kalkınmaları noktasında fonksiyonlarını icra ediyorlardı. Ama hep de alaylanma, şiddet, eziyet ve ağır yaftalarla karşı karşıya bırakılmışlardır. Yüce Allah'ın şu sözünü bir düşünelim:
"Yazıklar olsun o kullara ki, ne zaman kendilerine bir peygamber gelse hemen onunla alay ediyorlardı." *
"Bunun gibi, bunlardan öncekilere de hiç bir peygamber gelmemişti ki, bir sihirbaz yahut bir deli demesinler." *
Şimdi de kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlayan kavim ve toplumları sıralayan şu ayetlere bir göz gezdirelim:
"Onlardan (Kureyş’ten) önce Nuh'un kavmi de yalanladı. Kulumuzu (Nuh’u) yalanladılar da: deli dediler ve onu tebliğden men ettiler. Nihayet o da Rabbine dua ederek; ben mağlubum bana yardım et, dedi." *
"Semud kavmi uyarıları tekzib etti. İçimizden bir insana mı uyacağız? O takdirde biz apaçık şaşkınlık ve delilik içinde oluruz. O kitap, aramızdan ona mı verildi? Hayır o, yalancı bir şımarıktır, dediler. Yarın bilecekler yalancı şımarık kimmiş!" *
Buradan hareketle diyoruz ki, ilk çıkışı ile toplumun etrafında öbeklenmesi, söz konusu siyasi hareketin başarılı olduğu anlamına gelmez. Aksine bu durum, söz konusu davetin bir gün söneceği ve biteceğinin göstergesidir. Niçin?
Çünkü toplumların, kendi hedeflerini, yaygın anlayışlarını ve düşüncelerini temsil edenin etrafında çevrelenmesi, onun genel niteliğindendir. Eğer çökmüş bir toplumda daha ilk günden bir siyasi hareket etrafında çevreleniliyorsa bu, o hareketin söz konusu toplumun formasyonlarını taşıyor olduğunu gösterir. O hareket, toplumun sahip olduğu düşünceleri, genel kanıları ve anlayışları taşıyordur. Yani bu, o hareketin yapılanmasının toplumun niteliğinden farksız olduğu anlamına gelir.
Çökmüş durumdaki bir toplumda siyasi hareketlerin misyonu eğer o toplumu kalkındırmak ise, söz konusu hareketlerin sahip olduğu düşüncelerin, toplumun genel şartlarına zıt, duygularının da toplumdaki egemen duygularla çelişir olması kadar doğal bir şey olamaz. Yani o, toplumun sahip olmadığı ve onunla o toplumu değiştirebilecek bir düşünceye sahiptir. Yoksa onun var oluşunun bir anlamı olmaz. Belki de -böylesi yapılanmaların- hiç olmaması daha iyidir. Çünkü belirli bir formasyon paralelinde insanları belirli bir düzeye getirmek isteyenin öncelikle kendisinin o düzeyde olması gerekir. Zira, belirli bir şeyi kaybetmiş olanın da bir başkasına hiç mi hiç sunamayacağı bir gerçektir. İşte ideolojiye bağımlı ideolojik daveti, statuko düzleminde yürüyen statükoya/vakıaya teslimiyeti davetten ayıran temel nitelik budur.
Vakıaya teslimiyetçi davetler; ümmetin yaşamış olduğu vakıanın/durumun bozukluğunu ve bir değişimin zorunluluğunu hisseden, fakat toplumun içinde bulunduğu problematiği, ne toplumun kalkındırılmak istendiği düşünce yapısı ne de bu çizgide belirlenen hedefe ulaşma noktasında izleyeceği metodojilik süreç üzerinde bir düşünce yorgusuna önceliği tanımadan, basit hissin/salt algının hemen aktivitasyon sürecine dönüştürüldüğü davetlerdir. Böylesi bir hareket elbette hiç analizi yapılmamış salt refleksli bir takım ama çoğu da hedefsiz/gayesiz çabalar serdedecektir.
Reel açıdan bakıldığında onun tüm çabalarının referansını, içinde yaşadığı bozuk/yozlaşmış yapının oluşturduğu kolayca görülecektir. Yani o, içinde yaşadığı vakıayı/statukoyu çözümün konusu olarak görme yerine -tüm bozukluğuna rağmen- çözümün refere edildiği kaynak olarak görmektedir. İşte böylesi bir durum, onun tüm aktivetisini yozlaşmış olan statuko ile beraber şekillendirmesi ve söz konusu toplumun temel dinamikleri ile özdeşim kurma gibi bir poradoksu sonuçlandıracaktır.
Son tahlilde böylesi davetler, o çökmüş olan topluma egemen genel kanıları, değer yargıları, duygu ve düşünceleri ifade eder olmaktan öteye geçmeyecektir. Toplumların, kendi geleneksel değerlerini, eğilimlerini dile getirene daha çok adapte olduğu gibi temel niteliği göz önünde bulundurulduğunda, insanların böylesi davetler etrafında ilk günden halkalanacaklarını söylemek kolay olacaktır. Böylesi davetler, aynı zamanda toplumun yaşadığı yozlaşmış yapının daha da çok kemikleşmesine/ kronikleşmesine yarayacak gerici davetlerdir. Özellikle de dejenere olmuş toplumun genel kabullerine ve düşüncelerine, fıkıh, ilim ve şer'i motifler giydirildiğinde, şer'i deliller ve fıkhi normlar ile bezendiğinde. İşte böylesi bir toplum, hedefleri ve genel kanılarını temsil eden söz konusu davetlerden ancak ve ancak ideolojik davetçilerin etkinliği ile kalkındırılabileceğinden soyutlanabilecektir.
İdeolojik davetler, o statukonun yozlaşmış yapısını hissetmiştir ve toplumdan tamamen farklı normlara sahiptir. O bu hissedilişten sonra proplematiğin ana unsuruna ulaşmak için, içinde bulunduğu konjektürü analize tabi tutacak ve onun kritiğini (derin araştırmasını) yapacaktır. Nitekim proplemi bilmeyenin çözüm üretmesi olanaksızdır. Toplum içinde bulunan genel savları, değer yargıları, duygu düşünce ve sistemleri ile yozlaşmış olan formasyanları karşısında doğru olanın bilinmesini sağlayacak; toplumun içindeki parazit, yanlış duygu ve düşüncelerin bilinmesinin yanında, ihtiyaç duyduğu duygu ve düşüncelerin doğru adresini gösterecektir. İnsanların işlerini idare eden sistemlerin gerçek içeriğini kavramasını sağlayacak düzeyde bir analize, derin bir araştırmaya yönelecektir. Daha sonra da proplemlerin doğru çözüm noktalarını araştırmak için ideolojisine -bizim için bu İslâm’dır- dönecektir. Söz konusu çözüm elbette toplumun kökten değişimini sağlayacak sistemler ve hayata bakış açılarının değişmesidir.
İdeolojik davet, toplumun değişimi için istediği çözüm arayışına koyulurken, insanların yaşadığı yozlaşmış vakıadan asla etkilenmez. Bu bağlamda üretilecek çözüm, bütünü ile toplumun soluklandığı düzeysiz vakıadan uzak olmalıdır. Ayrıca vakıaya teslimiyetçi hareket, içinde bulunduğu yozlaşmış yapının çemberini kıramaz, tüm çözüm ve önerilerini oraya dayandırır. İdeolojik hareket ise, -toplumun içinde bulunduğu durumu- iyiden iyiye anlayabilmesi ve ümmeti kalkındırmasına yönelik çizmiş olduğu stratejik aşamaya geçebilmesi için, kendisini kuşatan tüm atmosferi ve vakıayı aşacaktır. Bu analizden sonra, kalkınma ve ilerleme kulvarında beraber yol almaları için topluma dönecek ve elinden tutacaktır.
İşte ideolojik söylem, toplumdan tamamen farklı olan daveti ile toplum karşısına çıkmaya başlar. Artık eski olan ile ideolojik davetin taşıdığı yepyeni düşünce arasında; bir yandan topluma hükmeden sistemlerin siyasi formasyonları ile yeni daveti taşıyanların söz konusu çizgide ürettikleri alternatif çözümler arasında bir çatışma başlayacaktır. Belki bu durum ilk tahlilde ideolojik hareketin reel gerçeklerden uzak ve marjinal olduğu görüntüsünü verip, insanlarda kendi toplumları ile hiç bir ilişkisinin olmadığı gibi bir izlenim oluşturabilir. Ancak bu sonuç, gerçekte davetçilerin olmaları gereken çizgide oldukları müjdesini veren ve davetçiyi rahatlatması gereken bir durumdur. Çünkü onların karşılaştıkları, tarihi süreç içerisinde tüm davetçilerin çökmüş toplumların karşısında durduklarında karşılaştıkları, bir anlamda ortak kaderleridir.
Ancak ideolojik hareketlerin ilk aşamada yaşadıkları durum onları revizyona ve hayal kırıklığına uğratmaz. İdeolojik davete sahip davetçiler davetleri ile ortaya çıktıklarında, kendilerinde, kesinlikle kazanmış olarak çıkma zorunluluklarının olduğu fikri ve bir savaş içerisinde oldukları hissini taşırlar. O savaş meydanı işte geri kalmış ve çöküşün karanlıklarının girdabına kapılmış toplumdur. İnsanların gerçekleri görmelerinin önünde duran bu karanlıktır. Onun için toplum, Batılın çirkinliğini ve hakkın doğruluğunu algılayamaz. Bu karanlık içerisinde doğru ve yanlışı, uygun olanla olmayanı, -pozitif olanla negatif olanı-, doğru ve yalanı ayırabilecek yetileri yoktur. Ancak göz keskinliğine sahip olan, olayları tüm gerçekliği ile algılayabilen davetçiler, bu ortamda geçmiş, klişeleşmiş düşünce, değer yargıları ve sistem kalıntıları ile çekişmeye başlarlar. Geçmişe ait kronikleşmiş düşünce ile doğru düşüncenin, düzeyli kavramlar (yaşama ilişkin bakış açıları) ile düzeysiz kavramların çatışmasının ardından, o meydanı tamamen aydınlık atmosferine dönüştürecek ilk kıvılcım ve insanlar için artık, batılın açmazları (ayıpları) ile hak olanın doğruluğunun parıltıları tüm çıplaklığı ile ortaya çıkacaktır.
"İşte Allah hak ve batıla böyle misal verir. Köpüğe gelince o, atılır gider (batıl da böyledir). İnsanlara faydalı olan kısım ise yerde kalır." *
Böylece çatışma ve kıvılcımlar, davetçilerin taşıdığı, topluma sunduğu ideoloji noktasında genel bir duyarlılık oluşuncaya ve bu, kamuoyunun gündeminin merkezini oluşturuncaya, bir sonraki aşama olarak da toplumda pozitif/olumlu bir aktiviteye/eğilime dönüşünceye kadar bu süreç içerisinde devam edecektir. Artık ümmet/toplum ideolojik daveti benimseyecek ve onların kaygılarını, sorunlarını yüklenecek, onların çağrılarına kulak verecek, ardısıra yürüyecek ve onlara sahiplenecektir.
Allah Rasulü (sav)’in yaşadığı serüven de buydu. O, azıcık sahabe gurubu ile davetini açığa vurduğunda cahili Mekke toplumundan ağır bir şiddetle karşılaştı. Alaylanma, yalanlama, eziyet, ambargo ve tabiilerinin bazısının ölümüne varan tavırlarla. Müslümanlar, toplumun içinde sanki yabancı bir blok olarak kabullenildi. Fakat (sav)’ın taşıdığı düşüncenin güçlülüğü, ona inancının keskinliği ve o düşüncenin duyurulması pahasına tüm jakobenist tavırlara beraberindekilerle sabredişi, direnişi, tüm bunlar, İslâm noktasında genel bir gündemin oluşumunu sağlamıştır. Artık son tahlilde, atmosfer, Medine'de İslâm'ın pratik anlamda uygulanabileceği İslâm Devleti’nin kuruluşuna hazır hale getirilmiştir.
Ancak bir misyonu yüklenmiş insanlar, varolan yozlaşmış statüko ile paralel yürüme ve dolambaçlı yollara sapmayı tercih ederler, insanlara ve sapık, küfri düşüncelerin sahiplerine yağcılık ve yaltaklık yapmayı denerlerse; asla beklenen değişimi gerçekleştiremeyeceklerdir. Davetçilerin, davet atmosferine girdiklerinde ve topluma açılıma başladıklarında kendilerini vakıaya paralel eğilimlere, egemen sınıfa yardakçılığa ya da insanların beğenilerini kazanmaya çağıran, sıkıntı ve baskılar karşısında onları çizilmiş stratejileri üzerinde çizgilerinden edecek ya da davetin revizyonu anlamına gelebilecek araç ve metodları araştırmaları çağrısında bulunacak davetlerle karşılaşmaları sürpriz bir gelişme olmayacaktır. Şüphesiz Kur’an-ı Kerim Allah Rasulü (sav)’e şu şekilde hitap ederken bu gerçeğe dikkatleri çekiyordu:
"Az kalsın, sana vahyettiğimizden başkasını bize iftira edesin diye seni bile fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, sen onlara mutlaka az bir şey meylettin gittiydin. Ve o takdirde biz sana hayatın da ölümün de iki kat acısını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine hiçbir yardımcı bulamazdın." *
İdeolojik davet sahibi davetçiler, karşılaşacakları bu tür imtihanlar karşısında tam bir uyanıklık üzere olmaları gerekmektedir. İslâm ve küfür arasında bütüncül bir çatışma/zıtlaşmanın ve sonuçta batılın zail/yok olup hakkın üstün olacağı değişmez kaidesinin sürekli var olduğunun bilincinde olmaları gerekir.
"(Mekke’ye girerken) şöyle de: Hak (İslâm) geldi, batıl (küfür) yok oldu. Gerçekten batıl daima zail/yok olmaya mahkumdur." *
Bu, küfrün ve ehlinin yenilgisini hazırlayacak bir çatışmadır.
"Hayır biz hakkı batılın tepesine fırlatırız da beynini parçalar. Bir de bakarsınız o anda mahvoluvermiş. Allah’a isnad ettiğiniz vasıflardan dolayı size yazıklar olsun." *
İslam ve küfür arasındaki ayrışım; hak ve batıl arasındaki, aydınlık ve karanlık, hidayet ve sapıklık, iyilik ve kötülük, cennet ve cehennem arasındaki ayrışımdır. Yollarının birleşmesi, birbirlerini tamamlamaları ve bir çizgide olmaları olanaksızdır.
İşte Allah Rasulü (sav), davetini dışa taşımaya başladığı ilk günden beri kendine güvenle insanlara sesleniyor, küfre ve kafirlere büyük bir cesaret ve yiğitlikle cephe alıyor, bütün çehresi ile açık ve net bir şekilde davetini seslendiriyor, ifadelerini ve kullandığı terminolejileri hiç kimsenin farklı çizgiye çekemeyeceği keskinlikle dile getiriyor, hiç bir kaygı, kompleks ve korkuyu da taşımıyordu. Bu arada Kur’an, kafirlerin üpotik dünyalarını yerici ifadeleri ile iniyordu. Onları, ilahlarını ayıplayarak yeriyor, düzeysiz yaşam standartlarını ayıplıyordu. Onların geleneklerini ve adetlerini alay konusu ediyordu. Örneğin putları konu edindiğinde şöyle seslendiğini görüyoruz:
"Muhakkak ki siz (ey Mekkeliler) ve Allah’ı bırakıp taptıklarınız (putlar) hep cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz." *
"Söyleyin bana Lat ve Uzza’yı! Diğer üçüncüsü Menat’ı! Bunların ne kudreti var?! Erkek sizin de dişi O'nun öyle mi?! Öyleyse bu çok insafsızca bir taksim! O putlar sizin ve babalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar için hiç bir delil indirmemiştir. Kafirler ancak zanna ve nefislerinin arzusuna tabi oluyorlar. Halbuki Rablerinden kendilerine doğru yolu gösteren bir Rasul geldi." *
Körü körüne atalarını taklit etmelerini ve onlardan mirasyedi olarak aldıklarını kutsallaştırışlarını konu edinirken, Kur'an'ın şöyle seslendiğini görürsünüz:
"Onlara (müşriklere): Allah’ın indirdiğine tabi olun denildiği zaman; Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tabi oluruz, derler. Ya ataları bir şey anlamaz ve doğruyu seçemez idiyseler! (Yine uyacaklar mı?)" *
O -Mekke site devletinin- oligarşist idarecilerini yererken şöyle seslendiğini görürsünüz:
"Ebu Leheb’in elleri kurusun! Hem de kurudu (mahvoldu). Ne malı ne de kazancı fayda vermedi ona. O alevli bir ateşe girecek. Karısı da odun hammalı olacak. Boynunda liften bir ip beraberinde olacak." *
Velid b. Mugire’nin gizli ayıbını ortaya çıkartıyor ve onu korkunç bir azap ile uyarıyordu.
"Bir de çok da yemin edene, değersize, gıybetçiye, koğuculuk peşinde gezene, hayıra engel olana, mütecavize ve günahkâra, zorbaya, bunlarla beraber bir de soysuz olan yardakçıya... Mal sahibi olmuş oğulları var diye ilgi duyma. Ona ayetlerimiz okunduğunda: eskilerin masalları, dedi. Yakında onun burnuna nişan takacağız." *
Aralarındaki düzeysiz, çarpık ilişkileri konu edinirken, örneğin tartı meselesine değindiğini gözlemlemeniz mümkündür.
DEOLOJK VE VAKIAYA TESLMYETLK DAVETLER ARASINDA DEM DAVETLER