Dinî hayatımızı inşa ederken neyi esas alıp neye göre hareket edeceğimiz, ne yazık ki artık bir tartışma ve polemik konusu. Görüş ve öneri çok
Semerkand Dergisi / Ebubekir Sifil / Ekim 2011 - 154.sayı
Dinî hayatımızı inşa ederken neyi esas alıp neye göre hareket edeceğimiz, ne yazık ki artık bir tartışma ve polemik konusu. Görüş ve öneri çok.
Bunlardan en sık duyduğumuz yaklaşım, doğrudan doğruya Kur'an ve Sünnet'e başvurmamız gerektiğini, mevcut dinî hükümlerin eskidiğini, çağa uymadığını, yeni hayata yeni hükümler gerektiğini telkin ediyor bize.
Peki, müçtehit alimlerimizin içtihatlarını gözardı ederek müslümanca bir hayat kurabilir miyiz? Fıkha neden muhtacız? Bugün içtihat kapısı açık mı kapalı mı? Müçtehidin özellikleri nelerdir, kimler içtihat edebilir?
İslâm dairesine giriş itikad ile, orada kalış ise fıkıh ile mümkündür. Kelime-i şehadeti dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmek suretiyle 'kurtuluş gemisi'ne ilk adımı atan kişi, o andan itibaren hayatını ilahî emir ve hükümlere riayet ederek yaşama konusunda Yüce Yaratıcı'ya söz vermiş oluyor. Hayatı O'nun muradı doğrultusunda yaşamak, ancak O'nun emir ve yasaklarını hakkıyla kavramak ve detaylarıyla hayata intikal ettirmek suretiyle mümkün olur. İşte bunu sağlayacak olan, ancak ve yalnız fıkıhtır.
Fıkha duyulan ihtiyaç
Yüce Kitabımız'da şöyle buyurulur: "(Bununla beraber) bütün müminlerin topyekün savaşa çıkması uygun değildir. Onların her bir fırkasından bir grup dinde fıkıh sahibi olmak için çalışmalı ve kavimleri (savaştan) dönüp geldiğinde onları inzar etmelidir. Umulur ki (bu suretle müminler Allah'ın rızasına aykırı hareket etmekten) sakınırlar." (Tevbe, 122)
Müfessirler, buradaki "dinde fıkıh sahibi olma"yı, "dinin hükümlerini delilleriyle öğrenmek" olarak açıklamıştır. (el-Kurtubî, el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 8/295)
İbadetlerden muamelata (diğer insanlarla ilişkilere) kadar hayatın her alanında müslümanca yaşamak için bilinmesi gerekli olan hükümler hayli fazladır. İslâm'ın hayatın tamamını kuşatan bir din olduğu gerçeği hatırlandığında, bunun niçin böyle olduğu kolayca anlaşılır. Allah Tealâ'nın muradına uygun bir hayat inşa etmek, öncelikle varlığı ve hayatı vahiy ekseninde kavramaya bağlıdır. Bu temel varoluş alanından başlayarak bireyin, toplumun ve pratik hayatın vahiy ekseninde inşası ise ancak İslâm'ın derinlemesine kavranmasıyla mümkündür.
Varlığa ve hayata dair bu temel zeminden başlayıp, detay hükümlere kadar uzanan geniş alanda İslâm'ı bir bütün halinde kavramak ve izah etmek ancak ömrünü bu sahaya vakfetmiş insanlar için mümkün olabilir ki, onlara 'müçtehit' diyoruz. Müçtehitlerin her birinin Kur'an ve Sünnet'i anlamada ve bu iki kaynaktan hüküm çıkarmada kendine özgü bir metodu, anlama sistemi vardır. Usul-i Fıkıh (Anlama Metodolojisi) denen bu sistem olmadan Kur'an'ı ve Sünnet'i Allah Tealâ'nın ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in muradına uygun biçimde anlama imkanından söz edemeyiz.
Bu anlamda 'sistem kurucu' olmak her insanın altından kalkabileceği bir mesele değildir. Biraz aşağıda ifade etmeye çalışacağımız özelliklere sahip olmayan kimselerin (yani müçtehit olmayanların) dinlerini nasıl yaşayacaklarını müçtehitlerden öğrenmesi eşyanın tabiatındandır. Herkesin doktor, mühendis, avukat olması beklenemeyeceği gibi, herkesin müçtehit olmasını beklemek de doğru ve sağlıklı değildir.
'Kur'an yeter' iddiası
"Muhakkak ki Zikr'i biz indirdik; onu koruyacak olan da biziz." (Hicr, 9) ayetinin, korunmuş tek din kaynağının Kur'an olduğunu anlattığını söyleyerek, başta Sünnet olmak üzere diğer şer'î delilleri yok sayan bir zihniyetin, modern zamanlarda İslâm Dünyası'nın muhtelif yerlerinde boy gösterdiğini görüyoruz.
Sadece Kur'an'ın 6 bin küsür ayetiyle sınırlı bir din anlayışının insanları nerelere getirdiğinin çarpıcı örnekleri, kendilerini Kur'âniyyûn/Kur'ancılar veya ülkemizdeki adıyla "Mealciler" tarafından ortaya konulmuştur.
En temel ibadet olan namaz konusunda bile Kur'aniyyûn arasında amansız tartışmalar yaşanmış, dudak uçuklatan namaz şekilleri ortaya çıkmıştır. Söz gelimi İnâyetullah Vezirâbâdî, namazın (sabah, güneş battıktan sonra ve yatsı olmak üzere) üç vakit olduğunu söylemiştir. Ona göre namazın kılınış şekli de şöyledir: Namaza giren kişi alçak bir sesle bir miktar Kur'an okur, sonra secde eder ve başını secdeden kaldırdığında namaz bitmiş olur.
Bir diğer Kur'aniyyûn mensubu Muhammed Ramazan, bu namaz tarifine şöyle bir tarifle itiraz eder: Üç vakit namaz vardır. Her namaz iki rekâttır. "İnnellâhe kâne aliyyen kebîrâ" diyerek tekbir aldıktan ve bir miktar Kur'an okuduktan sonra rükûya gidilir. Rükûdan kalkmadan secdeye varılır. Her rekâtta tek secde yapılır. Secde bittiğinde namaz da bitmiş olur.
Bir başkası (Ahmeduddîn) günde iki vakit namaz kılınacağını ve namazda kıbleye yönelme şartının bulunmadığını söylemiştir. (Bu zikrettiklerimiz ve daha fazla örnek için bkz. Hâdim Hüseyin İlâhibahş, el-Kur'âniyyûn, 366 vd.)
Ülkemizde de "Kur'an'dan başka din kaynağı yoktur!" diyenlerin horozdan kurban olacağı, 50 yaşından sonra oruç tutmayıp fidye verilebileceği, haccın senenin aylarına yayılarak yapılabileceği, kabir azabı, sırat, mizan, şefaat, miracın ve oruç kefaretinin olmadığı... gibi iddialar ileri sürdüklerini biliyoruz.
Sadece namaz değil, diğer temel ibadetleri de Sünnet'in rehberliği olmadan yerine getirme imkanından mahrum bulunduğumuz aşikârdır. Zekâtın hangi mallardan ne zaman, ne kadar ve kimlere verileceği, haccın nasıl yapılacağı, orucun vakti, orucu bozan ve bozmayan şeyler... gibi temel hususların hiçbirisini Kur'an'da bulamadığımız halde "Kur'an bize yeter" sloganını bayraklaştırmanın Ümmet-i Muhammed'i aidiyetlerinden uzaklaştırmaktan başka bir anlamı olabilir mi?
Aynı şekilde fıkhî içtihatları göz ardı ederek hadis-i şerifle amel etme iddiası da son derece yanlış bir tutumdur. Yukarıda Efendimiz s.a.v.'den gelen hadislerden nasıl hüküm çıkarılacağı konusunda belli bir birikim ve ihtisas sahibi olmak gerektiğini izaha gayret ettik.
Bugün ülkemizde 'sadece ayet ve hadisle amel' iddiasında bulunanların akla ziyan iddia ve uygulamalarını sayıp dökmek mümkün. Biz oraya girmek yerine, dinî hayatımızı oluşturan fıkhî hükümlerin mahiyetini, yani içtihadı ve buna bağlı diğer bazı kavram ve konuları açıklayalım.
İçtihat nedir, müçtehit kimdir?
İçtihat: Sözlük anlamı itirabiyle "kişinin, zor ve meşakkatli bir işi yerine getirmek için bütün gücünü sarfetmesi" demektir. Fıkhî bir terim olarak ise bu kelime "fakihin, şer'î bir hükmün mahiyetini ortaya koymak için bütün gücünü sarf etmesi"ni ifade eder.
İçtihat için öngörülen şartları şu şekilde toparlayabiliriz:
Şer'î hükümleri bilme yollarını, bu hükümlerin kısımlarını, isbat yollarını, delalet şekillerini, şartlarını, mertebelerini, tearuz/çatışma durumunda tearuzun/çatışmanın nasıl giderileceğini, ahkâma ilişkin ayet ve hadislerin delalet ve sübut bakımından durumlarını, nâsih ve mensuh olanları ve üzerinde icma ve ihtilaf edilmiş olan konuları ve Arap dilini ve kıyası bilmek; insanların ve yaşadığı toplumun ahvaline vakıf olmak ve nihayet kişisel, toplumsal ya da siyasal herhangi bir yönlendirme/baskı altında bulunmamak, halktan, sermaye sahiplerinden ve siyasî yönetimlerden müstağni olmak... (M. Ebu Zehra, Usûlu'l-Fıkh, 381 vd., Vehbe ez-Zuhaylî, Usûlu'l-Fıkhi'l-İslâmî, 2/1037.)
Bu sayılan şartları hakkıyla yerine getirmek, takdir edileceği üzere gerçekten son derece zor bir iştir. Kur'an, Sünnet ve hatta genel olarak din konusunda farklı telakkilerin, niyetlerin ve girişimlerin söz konusu olduğu, buna mukabil ilmî seviyenin genel olarak düşük limitlerde seyrettiği günümüzde, şahsında bu vasıfları toplamış bir kişinin bulunması aklen olmasa da adeten imkansızdır.
Şunu da ekleyelim ki, her mezhep içinde, mezhep imamından başlayarak aşağıya doğru sıralanan muhtelif seviyeler/tabakalar vardır. Mezhep imamının koyduğu ölçüler içinde içtihat eden 'mezhepte müçtehitler', yine aynı ölçüler içinde bazı meselelerde içtihada güç yetirebilenler 'meselede müçtehit' olarak isimlendirilir.
Bunların altında mukallit, yani mevcut içtihada uyan ulema gelir. Bunlar içtihat seviyesine ulaşamamakla birlikte, mezhep içi tercihlerde bulunabilecek durumdadırlar. Bunlara da 'tercih ehli', 'temyiz ehli', 'tahriç ehli' gibi ünvanlar verilir. Tabakâtu'l-Fukahâ tarzındaki eserlerde bütün bu mertebeler açıklanmıştır.
Taklit nedir, mukallit kimdir?
Fıkıh terimi olarak taklit "başkasının görüşüyle deliline bakmaksızın amel etmek"tir. Buradaki 'görüş' kelimesi, müçtehidin içtihadını anlatır.
Bu tariften de anlaşılacağı gibi mukallit, içtihat seviyesine ulaşamamış kimsedir. Böyle kimseler (ki her dönemde toplumun ezici çoğunluğunu oluştururlar) kaçınılmaz olarak bir müçtehidi taklit etmek durumundadırlar. Zira hiç kimsenin Allah'ın dininde kendi heva ve hevesleriyle amel etmek gibi bir özgürlüğü yoktur!
Yüce Kitabımız'da, "Bilmiyorsanız zikir ehline sorun." (Nahl, 43) buyurulmuştur. Sahabe döneminden itibaren bu ümmetin çok büyük çoğunluğu, bilmediği konularda bilenlere (alimlere) sormak suretiyle amel edegelmiş, hiç kimse müçtehit alimlerin içtihatlarıyla amel ettiği, yani onları taklit ettiği için kınanmamıştır.
Son devirlerde 'Kur'an'la amel', 'hadisle amel' gibi sloganlarla ortaya çıkan bazı grupların, taklidi sakınılması gereken bir durum olarak gördüğü, hatta bazılarının işi daha da ileriye götürerek taklidi 'şirk' saydığı biliniyor. Gerekçe: Allah'ın dininde kulların görüşleriyle amel etmek! Oysa ayakları yere basan bir değerlendirme yapılacak olursa görülecektir ki, Kur'an ayetlerinin ve hadislerin tamamının olmasa da önemli bir kısmının içtihada açık bir yapısı vardır. Bu sahada içtihad etmiş olan mezhep imamları da, kendi şahsî/sübjektif görüşleriyle değil, Kur'an ve Sünnet'i anlama tarzlarıyla mezhep dediğimiz yapıya vücut vermişlerdir. Dolayısıyla bir kimse içtihat gerektiren konularda içtihat seviyesine ulaşmışsa kendisi içtihat edecek, ulaşmamışsa içtihat eden bir alimin delilli-dayanaklı görüşüyle amel edecektir. Bunun "şirk"le ne ilgisi olabilir?!
Meselenin şöyle bir boyutu daha var: İslâm tarihi boyunca mezhep kurmuş müçtehit alimlerin ortaya koyduğu ilmî birikim, mutlak içtihat seviyesine ulaşmamış da olsa mezhep alimleri tarafından sürekli bir faaliyetle geliştirilmiş, öncekilerin ilmî mirası katlanarak sonraki asırlara devredilmiştir.
Bunun en çarpıcı misalini Kur'an tefsirleriyle hadis ve fıkıh eserlerinin şerhleri oluşturur. Bir bütün olarak tefsir ve şerhler, devralınan mirası birkaç katına çıkararak sonraki kuşaklara aktaran eserlerdir. Söz gelimi İmam Mâlik rh.a.'in el-Muvatta isimli eseri tek ciltlik bir hacme sahiptir. Malikî mezhebi alimleri bu esere onlarca cilde ulaşan hacimlerde şerhler yazmışlardır. Sadece İbn Abdilberr, el-Muvatta üzerine üç ayrı çalışma yapmıştır ki, bunlardan et-Temhîd isimli şerh, 37 cilt halinde neşredilmiştir. Hanefî mezhebi ulemasından İmam Serahsî rh.a., toplamı birkaç cildi geçmeyecek olan Zâhiru'r-Rivâye kitaplarını (Hanefî mezhebinin, üçüncü imamı İmam Muhammed tarafından derlenen temel metinlerini) büyük boy 30 cüz halinde şerh etmiştir. Aynı durum hiç şüphesiz diğer mezhepler için de geçerlidir. Yazıyı fazla uzatmış olmamak için daha fazla örnek zikretmeyi gereksiz görüyoruz.
Dolayısıyla "mezheplerin kuruluş aşamasından sonra içtihat mekanizmasının çalıştırılmaz olması daha sonraki asırlarda müslümanların geri kalmasına sebep olmuştur" tarzında sloganvari değerlendirmelerin herhangi bir esasa dayanmadığını ayrıca belirtmeye gerek yoktur.
Taklitle ilgili bazı hususlar
Taklit seviyesinden yukarı çıkamamış olan (mukallit) kimsenin, bir meselede bir tek görüşü taklit etmesi gerekir; bir tek meselede farklı içtihatlar ile amel etmeye kalkarsa ortaya hiçbir alimin onaylamadığı karışık bir hüküm çıkar ki, buna ?teknik tabiriyle? 'telfik' (karma hüküm) denir.
Mesela mukallit olan kimse, abdestin hangi durumlarda bozulmuş sayılacağı noktasında bir tek mezhebin görüşüyle amel etmelidir. Mezhepler arasında abdesti bozan hususların bir kısmı ihtilaflı olduğu için bir durumda birini, diğer durumda öbürünü taklit etmesi doğru değildir. Ancak iki farklı meselede iki farklı mezhebin görüşleri ile amel edebilir.
Sık verilen örneği tekrarlayacak olursak: Hanefî mezhebinde vücuttan çıkıp dağılan kan abdesti bozar. Bir kimse abdestliyken vücudunun bir yerinden kan çıkıp dağılacak/akacak olursa, Hanefî mezhebine göre abdesti bozulmuş olur. Bu kimse bu dururumda "Ben Şafiî mezhebini taklit ediyorum. Şafiî mezhebinde vücuttan çıkan kan abdesti bozmaz" diyebilir. Bu kimse Şafiî mezhebine göre abdestlidir. Ancak aynı abdestle evlenmesi haram olmayan bir kadına (şehvetsiz olarak olsa bile) dokunduğu zaman Şafiî mezhebine göre abdesti bozulur. Bu kimse bu defa "Hanefî mezhebine göre kadına dokunmak abdesti bozmaz; dolayısıyla benim abdestim devam ediyor" diyemez. Çünkü bir önceki olayda Şafiî mezhebine göre abdestli idi ve ikinci olayda Şafiî mezhebi üzere devam eden abdesti, yine bu mezhebin hükümlerine göre bozulmuş oldu.
Ancak bu meselenin bir sakıncasına dikkat çekmemiz gerekiyor: Mezheplerin görüş ve içtihatlarını detaylı olarak bilmek herkes için ve her zaman mümkün olmaz. Zira bu, gerçekten zor bir meseledir. Bu bakımdan başka bir mezhebin içtihadıyla amel ediyorum derken yanlışlık yapmak her zaman için söz konusu olabilecektir. Fıkhî meselelerin, herkesin farkına varamayabileceği incelikleri vardır ki, onları ancak konunun erbabı bilir.
Dolayısıyla en sağlam ve tavsiyeye şayan olan, mezheplerin hükümlerini detaylı olarak öğrenmeye durumu müsait olmayan kimselerin bütün hükümlerde belli bir mezhebi esas almak ve onun içtihatlarıyla amel etmektir.
Sahabe'de içtihat ve taklit
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, Veda Hutbesi'ni irat buyurduğunda 100 binden fazla kişiye hitap etmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/3). O esnada hacca gidememiş olanları de hesaba katarsak, Sahabe-i kiramın sayısının 100 binden çok daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Meşhur Hadis alimi Ebu Zür'a bu rakamı 114 bin olarak vermiştir. (el-Ca'berî, Rüsûmu't-Tahdîs fî Ulûmi'l-Hadîs, 145.)
Acaba 'Sahabe'den ne kadarı müçtehit seviyesine ulaşmış ve içtihat etmiştir?" diye bir soru sorsak cevap ne olurdu?
Her şeyden önce şunu söyleyelim ki, sayılarının 100 binden fazla olduğu ifade edilmiş olan Sahabe neslinin ancak 10'da 1'inin, hatta daha azının isimleri kayıtlara geçmiş ve bize kadar intikal etmiştir. Sahabe kuşağını anlatan eserlerin en hacimlisi, İbn Hacer'in yukarıda adını zikrettiğimiz el-İsâbe'sidir. Bu eserde zikredilen sahabi sayısı 10 bini bulmamaktadır.
Acaba 10 bin civarındaki bu isimlerden kaçı mutlak içtihat seviyesine ulaşmış ve içtihatları bize kadar intikal etmiştir? İbnu'l-Kayyım'ın bu konuda söyledikleri son derece dikkat çekicidir:
İbnu'l-Kayyım, fetva ehli sahabilerin adedinin 130 küsur olduğunu söyler. Bunlardan 7'si 'müksirûn'dur, yani fetvaları birer kitap tutacak kadar çoktur: Hz. Aişe, Hz. Ömer, Hz. Ali, Zeyd b. Sâbit, İbn Mes'ud, İbn Ömer, İbn Abbas (Allah hepsinden razı olsun).
Fetvaları birer risale hacmini tutacak kadar olan 'mütevassıt'lar 20 kişidir: Hz. Ebu Bekr, Hz. Osman, Ümm-ü Seleme, Mu'az b. Cebel, Ebu Musa el-Eş'arî, Eba Said el-Hudrî, Ebu Hureyre, Enes b. Malik bunlardandır (Allah hepsinden razı olsun).
Geriye kalan 100 küsur sahabiden ise birer ikişer fetva nakledilmiştir ki, hepsi toplansa küçük bir risale eder. (İbnu'l-Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkı'în, 1/12-13.)
Hanefî mezhebinin muhakkık alimlerinden Kemâluddîn İbnu'l-Hümâm rh.a. ise Sahabe'nin müçtehitlerinin sayısının 20 civarında olduğunu söylemiştir. (Fethu'l-Kadîr, 3/330)
Farklı alimlerin tesbit ettiği müçtehit sahabi sayılarının birbirinden çok farklı olmadığı görülür. Her halükârda önümüzde şöyle bir hakikat var: Sahabe'nin tamamı müçtehit değildi; onların büyük çoğunluğu, az sayıdaki sahabinin içtihat ve fetvalarıyla amel ediyor, yani onları 'taklit ediyor'du!
İçtihat kapısı
Öteden beri tartışma konusudur: İçtihat kapısı açık mı, kapalı mı? Açıksa oradan kimler girebilir, kapalıysa kim tarafından, niçin kapatılmıştır?
Hemen söyleyelim ki içtihat kapısı Kur'an ve Sünnet tarafından açılmıştır ve onu kapatmak hiç kimsenin yetkisinde değildir. Ancak ilk devirlerdeki ilmî seviye ve kapasite, aradan zaman geçtikçe azaldığı ve artık müçtehit yetişmez olduğu için fiilî durum içtihat kapısının kapalı olduğu gibi bir sonuç doğurmuştur. Bir başka şekilde söylersek; içtihat kapısı açıktır, ancak oradan geçecek kabiliyet, kudret, ehliyet ve kapasitede alim (müçtehit) yoktur. Dolayısıyla "içtihat kapısı kapanmıştır" sözü, "oradan geçecek kimse kalmamıştır" tarzında anlaşılmalıdır. Bu söylediğimizin en kesin delili, 1000 yıldan fazla bir zamandır İslâm Dünyası'nda yerleşik 4 mezhebin dışında kendine mahsus bir Usul-i Fıkıh sistemi oluşturabilmiş bir alimin çıkmamış olmasıdır. Usul-i Fıkıh demek, Kur'an ve Sünnet'i mevcut anlama metodolojilerinden farklı olarak 'kendine mahsus' bir sistemle anlama mekanizması demektir. Böyle bir metodoloji olmadan içtihat yapılamaz.
Günümüzde bir takım ayet ve hadisler üzerinde son derece nahif ve tutarsız bir şekilde "ben böyle anlıyorum" kabilinden yapılan yorumların 'içtihat' olarak anlaşılması mümkün değildir. Zira bu türlü spekülasyonların içtihat ciddiyetiyle bağdaştırılmasının imkanı yoktur.
Sonuç olarak
Madde planında bir kısım Batı dünyasının gerisinde kalmış olmak, bunu aşağılık kompleksine dönüştüren bazı müslümanları 'din anlayışını sorgulamak' gibi bir garabetin içine sürüklemiştir. Genellikle varılan sonuç şu olmuştur:
İslâm'ın ilk asırlarında içtihat faaliyeti serbestçe yapılabildiği için müslümanlar ileri gitmişlerdi. Ancak hicrî 4. (miladî 10.) asırdan sonra içtihat kapısının kapatılmasıyla müslümanlar gerilemeye başladı. Şimdi içinde bulunduğumuz durumdan kurtuluşun tek yolu içtihat kapısını tekrar açmak ve serbest içtihat faaliyetini tekrar devreye sokmaktır.
Burada gözden kaçırılan önemli bir gerçek var: Geçmiş asırlarda içtihat ehli imamlardan hiç birisi 'toplumu ileri götürmek' gibi bir gerekçeyle içtihat etmemiştir. Onların biricik amacı Allah Tealâ'nın bizden nasıl bir hayat yaşamamızı istediği sorusunun cevabını bulmaktı. Onlar hayatlarını 'Allah rızasını tahsile' vakfettiler. Modern zamanların aydınları ise Batılı standartları yakalamak için içtihat edilmesi gerektiğini söylüyor! Tabii ki bu amaç esas alındığında gerekirse ?sadece fıkhî hükümler değil? iman esasları dahi gözden geçirilebilecektir! Nitekim kadın-erkek eşitliği, çok eşlilik, miras taksimatı, bir takım cezalar gibi hususların tartışma gündeminden hiç düşmemesi bu noktayı açık biçimde göstermektedir.
Elbette amaç farklı olunca varılan sonuç da farklı olacaktır. Birtakım Kur'an ayetlerinin ve hadis-i şeriflerin tarih boyunca hiçbir İslâm aliminin aklının ucundan geçmeyen şekilde yorumlanması, özellikle de Batılı telakkiye uygun yorumların bir takım medyada ve akademik çevrelerde belirgin bir desteğe sahip kılınması hep aynı yaklaşımın yansımalarıdır.
Buradan da kolayca anlaşılacağı gibi problem sadece dönemini doldurmuş içtihatların yerine yeni içtihatların yapılması gibi 'masum' bir gerekçeye dayandırılabilecek türden değildir. Zira bu anlayış için problem teşkil eden sadece bir kısım içtihatlar değil, bütünüyle Kur'an, Sünnet, delil, hüküm, kulluk, din anlayışıdır!
Bugünkü moda zihniyetin bütün bu temel kavramlarla problemi vardır. Ve bu zihniyet, Batılılaşma önünde engel olarak gördüğü bu ve benzeri temel kavramları Ümmet-i Muhammed'in hayatından çıkarabilmek için "yeni içtihat isterük" demektedir.
Bir Şüphe ve Cevabı
İslâm'ı anlamak ve yaşamak için müçtehit alimlere muhtaç olduğumuz ileri sürülüyor. Oysa Kur'an kendisini 'apaçık', 'ayetleri detaylı olarak açıklanmış', 'kolaylaştırılmış' bir kitap olarak tanıtmıştır. Aynı şekilde Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz de Kur'an-ı Mübin'i sözleri ve fiilî yaşantısıyla açıklamış, tefsir etmiştir. Hal böyleyken müçtehit alimlere niçin ihtiyaç duyalım?
Bu itiraz ilk bakışta yerinde gibi görünüyor. Ancak meseleye biraz yakından baktığımızda durumun pek de öyle olmadığı anlaşılacaktır.
Şurası kesin ki, Kur'an ayetleri ve Efendimiz s.a.v.'in hadisleri/sünnetleri kemiyet olarak sınırlıdır. 6 bin küsür ayet ve (Efendimiz'e aidiyeti kesin, tekrarlar dışında) en fazla 10 bin civarında hadis mevcut iken, hükme bağlanması gereken olayların hesaba sayıya gelmeyecek kadar fazla olduğu açık. Dolayısıyla, sınırlı sayıda ayet hadisten hareketle, sınırsız diyebileceğimiz meseleyi hükme bağlamak elbette bir uzmanlık ve ehliyet işidir.
Öte yandan açıklık-kapalılık bakımından Kur'an ayetlerinin tamamının aynı seviyede olduğu söylenemez. Zira bizzat Kur'an, ihtiva ettiği ayetlerin bir kısmının "muhkem" (açık, ne anlattığı belli), bir kısmının ise "müteşabih" (manası kapalı, izaha muhtaç) olduğunu haber vermektedir (Âl-i İmran, 7). Öyleyse Kur'an ayetlerinin tamamının "apaçık" olduğunu söylemek doğru değildir.
Aynı durum hadisler için de geçerlidir. Efendimiz s.a.v., "Bana cevamiu'l-kelim verildi" buyurmuştur. (Buharî, Müslim) Bu, az sözle çok mana ifade etme kabiliyet ve kudretidir. Dolayısıyla böyle hadislerin anlaşılması ayrı bir ihtisas ister.
Diğer taraftan hadisler arasında birbiriyle zahiren çatışma arz edenler, birden fazla şekilde anlaşılmaya müsait olanlar vardır. Bunların aralarının bulunması, birinin diğerine tercih edilmesi ve doğru anlama tarzının ortaya konulması da hiç şüphesiz ciddi bir birikim ve yetenek işidir.
Bütün bunlar, 'doğrudan Kur'an ve Sünnet'le amel' söyleminin ciddiye alınabilmesi için müçtehit seviyesinde birikime sahip olmak gerektiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu sebeple (aşağıda kısmen örneklendireceğimiz gibi) tarih boyunca fıkıh, hadis, tefsir... sahalarında otorite olmuş alimler hep bir müçtehit imamın mezhebine tabi olmuşlar, dünyaları ve ahiretleri için bunun en sağlam yol olduğunda karar kılmışlardır.
Ebu Zehra'nın Çarpıcı Tespitleri
Son devrin yetiştirdiği büyük Fıkıh alimlerinden Muhammed Ebu Zehra'ya kulak verelim:
"İçtihat kapısının kapatılması dinî maslahatlar cümlesinden midir?
Sesimin en gür tonuyla diyorum ki: İçtihat kapısı, bu dini korumak için Allah Tealâ'dan gelen bir ilhamla kapatılmıştır. Herhangi bir fakih, fıkıh talebesi veya bir başkası bu söylediğimi garip karşılayabilir.
Evet, içtihat kapısının kapatılması maslahatlar cümlesindendir!
İçtihat kapısı hicrî 4. asırda kapatılmıştır. Bunun ardından, 5. ve 6. asırlarda Moğol istilası vuku bulmuş, bunu Haçlı seferleri izlemiştir. Bu süreçten sonra da fasit ve müfsit yöneticiler devri gelmiştir.
Bütün bu dönemler içinde içtihat kapısı açık olsaydı ne olurdu dersiniz? Fasit ve müfsit her yönetici, hükmünü yürütecek bir kadı bulacak, herkes amacına ulaşmak için bir çözüm elde edecekti! Bunun sonucunda şu veya bu dinî grup, din adına 'katli helal görülerek' katledilebilecekti!
İçtihat kapısının kapanması Allah Tealâ'nın bu Ümmet'e bir nimetidir. Bu sayede fasit ve müfsit yöneticilerin razı olduğu, kendileri için her şeyin bir kolayını bulan tiplerin türemesi mümkün olmamıştır.
Eğer müçtehit konumunda olanlar Ebu Hanife gibi olsaydı, içtihat kapısının kapatılmasının İslâm dini aleyhinde işlenmiş büyük bir cürüm olduğunu söylerdik. O Ebu Hanife ki: 'Bana karşı ayaklanmaları halinde kanlarının mübah olacağı konusunda kendilerinden söz aldığım Musul halkı hakkında ne dersin?' diye soran Ebu Cafer el-Mansur'a şöyle karşılık vermişti: 'Bir kimse bir başkasına bir şey verdiğinde kendisinin öldürülmesini şart koşsa, o kimsenin bunu öldürmeye hakkı olur mu? Bu, Musul halkının koşma hakkına sahip olmadığı bir şarttır! Çünkü onların canı Allah Tealâ'nın elindedir ve bir müslümanın kanı ancak şu üç durumda helal olur:
Evli olduğu halde zina etmişse. Dinden çıkıp müslüman cemaatinden ayrılmışsa. Bir cana kıymışsa... Şu halde Musul halkının kanını hangi hakla mübah görüyorsun?'
İslâm Fıkhı'nda pek çok kıymetli görüş ve içtihat vardır; hatta bunlar arasında 'geri' ve 'donuk' olanlar da mevcuttur. Ne var ki bu 'donukluk' İslâm'ı fesada uğramaktan muhafaza etmiştir!..." (Ebu Bekr Abdürrâzık, Kımem İslâmiyye Ebû Zehra, 137)
Kaynak: Serhaber