Muhtazaf
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 30 Mar 2008
- Mesajlar
- 9,591
- Tepki puanı
- 957
- Puanları
- 113
- Yaş
- 66
- Web Sitesi
- www.aydin-aydin.com
İçinizde ne taşıyorsanız, dışınızda onu bulursunuz
Yaşadığımız bu dünyada attığımız her adımı, her lokmayı, her nefesi bilerek almak için ‘dikkatsizliğimiz’ üzerine biraz dikkat çekelim mi, ne dersiniz?
Dikkat; ömür bitiyor, sayılı nefesler tükeniyor.
Dikkatli olmak deyince; baktığın yerin tamamını görmek, bütün seslerini duymak, o ânı hissederek derinden yaşamaktır. Yani gözünün, kulağının, kalbinin, ruhunun açık olması demektir. Bu lâtifeler bu cihazlar özenle, harika bir san′atla bize ince ince nakşedilmiş. Allah Kerim-i Pürneval (Her türlü nîmeti bolca ikrâm eden Allah) ikramda bulunmuş. Peki biz bu ikramı neden en azamî şekilde kullanmıyoruz? “Dikkat”le ilgiyle anlatılacak o kadar çok konu var ki, ne tarafa baksanız uçsuz bucaksız bir deniz. Dikkat; bir ağaç gibi sayısız dalları, milyonlarca yaprakları, envai çeşit çiçekleri, sonucunda meyveleri olan bir tefekkürdür. İşte tefekkür, dikkatle başlar. İçimize sessizce süzülür, boş bakan gözleri doldurur. Duymayan kulakları, işittirir. Usulca akıldan geçip, kalp sarayına ulaşıncaya dek uğraşır. Hiç yorulmadan, yılmadan devam eder yoluna. Yeter ki dikkat et. Bir Yaratıcın var, binler yaratılan canlar var. İşte bu san′atı görebilmek için de san′atçı olmak gerek. San′atçı gözüyle temaşa etmek gerek.
Allah bize Kendini tanıttırmak, bildirmek ve farkına vardırmak için ‘dikkat’ gibi bir lâtife ihsan etmiş. Bunun ölçüsü de her insana göre farklı alanlarda, farklı derecelerde verilmiş. Bildiğimiz ya da bilmediğimiz bir şehirde her gün yüzlerce yoldan geçeriz. Bazen gözü kapalı ayaklarımız götürür bizi o bildiğimiz yolları adeta kör gibi geçeriz de, eski ahşap bahçeli evlerin yılların birikimi acı-tatlı geçmiş anılarının yıkılıp da yerine kocaman yükselen, soğukluk taşıyan, birbirini hiç tanımayan komşuların oturduğu resmiyet saçan lüks binaları bile fark etmeyiz. O kadar üstün körü yaşarız ki ömrümüzü. Ölümün bile geldiğini anlayamayız. Peki, biz bakarken göremeyecek, içinden geçerken güzellikleri yaşayamayacaksak, bunca san′at bunca hazineler neden donatıldı etrafımıza? Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Hiçbir yaratılan da başıboş bırakılmamıştır. Yaratılmış olan her şey, Yaratan’ın varlığına, birliğine ve gücüne işaret eder. Ancak Allah’a inanmayanlar bu gerçeği idrak edemezler. Çünkü varlık âlemindeki bu inceliği kavrayacak bir “görme” yeteneğine sahip değildirler. Kur’ân’ın ifadesiyle “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar gafillerin ta kendileridir.” (Araf Sûresi: 7/179) Mealinde ise: “Ve işte onlar o gafillerin ta kendileridir. Tam anlamıyla gafil diye işte bunlara denilir. Zira beyinleri ve kalpleri var, fakat şuurları yoktur. Nefislerine karşı şahit olmuşlardır da kendi özlerinden haberleri olmaz, fıtratlarındaki misak (sözleşmeyi) ve taahhüdü duymazlar, aldırmazlar. Kendi iç gözlemleriyle, fıkh-ı nefsî denilen kendi iç dikkatleriyle duymadıkları gibi, dışarıdan gözlerine sokulan âyetlerin, kitabın ve kulaklarına okunan hak kelâmının verdiği haberlerin şahitliğiyle de duymazlar”. Baktığında gözle görülmeyen kâinatın üzerindeki ince perdeyi kaldırıp, arkasındaki büyük gerçeği fark edebilecek bir akla ve idrake sahip değildirler.
Asıl gerçeği görenler ise, kâinatın Allah (cc) tarafından bir hikmet için yaratıldığını kabul ederler. Bu kabulle birlikte görmeyen gözlerden ayrılırlar. Ancak bu kabul, imanın ilk aşamasıdır. İmanla birlikte akıl gelişmeye başlar. Kabul ettiğimiz bu büyük gerçek karşısında önümüze çıkan her ayrıntıda daha bir müdakkik, daha bir dikkatli oluruz. İmanımızı ilme’l-yakînden, ayne’l-yakîne ve hakka’l-yakîne ulaştırmak için devamlı terakki içinde oluruz.
Başka bir yönden bakacak olursak da; insanlığa örnek olmuş, her konuda rehber, önder olan, en güzel ahlâk timsâli Peygamber Efendimiz (asm) bize hayatın her alanında nasıl davranmamız gerektiğini sünnetleri ve hadis-i şerifleriyle en güzel şekilde aktarmıştır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (asm), ibadetlerde az da olsa devamlılığa dikkat çekiyor. Sadece ibadet zamanlarımızda değil, hayatımızın her anında Allah ile sürekli irtibat hâlinde olmamızı öğütler. Allah (cc) kulunu her an sınarmış. Her kalp atışında bir melek gelir, o kul acaba Allah’ı zikrediyor mu diye bakarmış. Eğer dil ve kalp Allah diyorsa, sevinerek gider müjde verirmiş. Belki bir hikâye, ama gözümüzü açmamız gereken bir gerçek. “Allah” deyip seni seveni anmak bir kul için çok zor olmasa gerek. Her gün yaptığımız her şeyi bilerek, farkına vararak yapmamız gerekir. Yemek yerken, elbise giyerken, çıkarırken, yatarken, uykudan uyandığımızda, konuşurken, tebessüm ederken, alış veriş yaparken okurken, kısacası her işimizde Allah’ı (cc) düşünüp dikkatle hareket etmemiz gerekir.
Dikkatin en önemli noktasından biri de alâkadır. Faydalı şeylere alâka göstermeli ve dikkat etmeliyiz. İnsanlar o kadar malayani (faydasız, boş) işlerle uğraşıyor ki, asıl alâka göstermesi gereken konulara zamanı kalmıyor. Bir İslâm büyüğümüzün dediği gibi ”Akıl su gibidir; eğer akması için bir yol kazılmaz, kendisine bir yön tayin edilmezse, dağılır, istenmeyen yönlere gider”.
Alâka bir şeyi sevmek, ona özel ve dikkatli bakmayı gerektirir. Hangi sevgili yanındaki kişinin aklı ve gözü başka yerde olmasını ister ki. İster bu dünyalık sevgi olsun, ister ahiret için olsun. Günde beş vakit namaza dururuz. Dururuz da bütün dünyayı bir tarafa bırakıp sevdiğimizin huzuruna şöyle tertemiz bir kalple her şeyden kısa bir süre içinde olsa arınıp, çıkabiliyoruz mu? ”Allahu Ekber” deyip, elimizin tersiyle bütün dünyayı geriye atıp “Allah’ım Senin huzuruna geldim. Ne kadar güzel, Sen beni huzuruna çağırdın, beni kabul ettin. Ben de dâvetine icabet ettim.” diyebiliyor muyuz? Dikkatimizi sevdiğimize verebiliyor muyuz? Öyle bir namaz kılalım ki, en güzel kıyafetlerimizi giyip, seccademizi serelim. Alnımızı koyup secde ederken sevdiğimizin huzuruna çıktığımızda öyle bir âleme girelim ki, bizi alıp semaya ulaştırsın. O huşudan ayaklarımızın yerden kesilip, ruhumuzla birlikte bedenimiz Mevlâ’ya kanatlansın, gözyaşlarımız mutluluktan pınar gibi çağlasın. Sevgiliye ulaşmaktan deli ırmaklar gibi coşsun, onunla beraber olabilmek için uzun uzun duâlarımızla konuşalım, dertleşelim. Sevdiğinden gelen mektubu okur gibi her sûreyi kelime kelime içimize sindire sindire, bazen gözyaşları içinde, bazen kalbi yerinden çıkacakmış gibi sevinçli okuyalım. Bitmesini istemediğimiz mektubu okur gibi her rekâtta daha bir coşkuyla tekrar okuyalım ezberlenen Kur’ân-ı Mü’bin sayfalarını. Her yaptığımızı özenle, dikkatle yapalım; hakkını verelim ki, değer bulsun. Aklımızı, kalbimizle birlikte kullanalım ki dikkatin en güzel mahsulü tefekküre ulaşalım: “Dikkatli olun; göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır. O, üzerinde bulunduğunuz şeyi elbette bilir. Ve O’na döndürülecekleri gün, yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah, her şeyi bilendir.” (Nur Sûresi, 64. âyet)
“İçinizde ne taşıyorsanız, dışınızda onu bulursunuz.”
(Zübeyir Gündüzalp)
Yaşadığımız bu dünyada attığımız her adımı, her lokmayı, her nefesi bilerek almak için ‘dikkatsizliğimiz’ üzerine biraz dikkat çekelim mi, ne dersiniz?
Dikkat; ömür bitiyor, sayılı nefesler tükeniyor.
Dikkatli olmak deyince; baktığın yerin tamamını görmek, bütün seslerini duymak, o ânı hissederek derinden yaşamaktır. Yani gözünün, kulağının, kalbinin, ruhunun açık olması demektir. Bu lâtifeler bu cihazlar özenle, harika bir san′atla bize ince ince nakşedilmiş. Allah Kerim-i Pürneval (Her türlü nîmeti bolca ikrâm eden Allah) ikramda bulunmuş. Peki biz bu ikramı neden en azamî şekilde kullanmıyoruz? “Dikkat”le ilgiyle anlatılacak o kadar çok konu var ki, ne tarafa baksanız uçsuz bucaksız bir deniz. Dikkat; bir ağaç gibi sayısız dalları, milyonlarca yaprakları, envai çeşit çiçekleri, sonucunda meyveleri olan bir tefekkürdür. İşte tefekkür, dikkatle başlar. İçimize sessizce süzülür, boş bakan gözleri doldurur. Duymayan kulakları, işittirir. Usulca akıldan geçip, kalp sarayına ulaşıncaya dek uğraşır. Hiç yorulmadan, yılmadan devam eder yoluna. Yeter ki dikkat et. Bir Yaratıcın var, binler yaratılan canlar var. İşte bu san′atı görebilmek için de san′atçı olmak gerek. San′atçı gözüyle temaşa etmek gerek.
Allah bize Kendini tanıttırmak, bildirmek ve farkına vardırmak için ‘dikkat’ gibi bir lâtife ihsan etmiş. Bunun ölçüsü de her insana göre farklı alanlarda, farklı derecelerde verilmiş. Bildiğimiz ya da bilmediğimiz bir şehirde her gün yüzlerce yoldan geçeriz. Bazen gözü kapalı ayaklarımız götürür bizi o bildiğimiz yolları adeta kör gibi geçeriz de, eski ahşap bahçeli evlerin yılların birikimi acı-tatlı geçmiş anılarının yıkılıp da yerine kocaman yükselen, soğukluk taşıyan, birbirini hiç tanımayan komşuların oturduğu resmiyet saçan lüks binaları bile fark etmeyiz. O kadar üstün körü yaşarız ki ömrümüzü. Ölümün bile geldiğini anlayamayız. Peki, biz bakarken göremeyecek, içinden geçerken güzellikleri yaşayamayacaksak, bunca san′at bunca hazineler neden donatıldı etrafımıza? Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Hiçbir yaratılan da başıboş bırakılmamıştır. Yaratılmış olan her şey, Yaratan’ın varlığına, birliğine ve gücüne işaret eder. Ancak Allah’a inanmayanlar bu gerçeği idrak edemezler. Çünkü varlık âlemindeki bu inceliği kavrayacak bir “görme” yeteneğine sahip değildirler. Kur’ân’ın ifadesiyle “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar gafillerin ta kendileridir.” (Araf Sûresi: 7/179) Mealinde ise: “Ve işte onlar o gafillerin ta kendileridir. Tam anlamıyla gafil diye işte bunlara denilir. Zira beyinleri ve kalpleri var, fakat şuurları yoktur. Nefislerine karşı şahit olmuşlardır da kendi özlerinden haberleri olmaz, fıtratlarındaki misak (sözleşmeyi) ve taahhüdü duymazlar, aldırmazlar. Kendi iç gözlemleriyle, fıkh-ı nefsî denilen kendi iç dikkatleriyle duymadıkları gibi, dışarıdan gözlerine sokulan âyetlerin, kitabın ve kulaklarına okunan hak kelâmının verdiği haberlerin şahitliğiyle de duymazlar”. Baktığında gözle görülmeyen kâinatın üzerindeki ince perdeyi kaldırıp, arkasındaki büyük gerçeği fark edebilecek bir akla ve idrake sahip değildirler.
Asıl gerçeği görenler ise, kâinatın Allah (cc) tarafından bir hikmet için yaratıldığını kabul ederler. Bu kabulle birlikte görmeyen gözlerden ayrılırlar. Ancak bu kabul, imanın ilk aşamasıdır. İmanla birlikte akıl gelişmeye başlar. Kabul ettiğimiz bu büyük gerçek karşısında önümüze çıkan her ayrıntıda daha bir müdakkik, daha bir dikkatli oluruz. İmanımızı ilme’l-yakînden, ayne’l-yakîne ve hakka’l-yakîne ulaştırmak için devamlı terakki içinde oluruz.
Başka bir yönden bakacak olursak da; insanlığa örnek olmuş, her konuda rehber, önder olan, en güzel ahlâk timsâli Peygamber Efendimiz (asm) bize hayatın her alanında nasıl davranmamız gerektiğini sünnetleri ve hadis-i şerifleriyle en güzel şekilde aktarmıştır. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (asm), ibadetlerde az da olsa devamlılığa dikkat çekiyor. Sadece ibadet zamanlarımızda değil, hayatımızın her anında Allah ile sürekli irtibat hâlinde olmamızı öğütler. Allah (cc) kulunu her an sınarmış. Her kalp atışında bir melek gelir, o kul acaba Allah’ı zikrediyor mu diye bakarmış. Eğer dil ve kalp Allah diyorsa, sevinerek gider müjde verirmiş. Belki bir hikâye, ama gözümüzü açmamız gereken bir gerçek. “Allah” deyip seni seveni anmak bir kul için çok zor olmasa gerek. Her gün yaptığımız her şeyi bilerek, farkına vararak yapmamız gerekir. Yemek yerken, elbise giyerken, çıkarırken, yatarken, uykudan uyandığımızda, konuşurken, tebessüm ederken, alış veriş yaparken okurken, kısacası her işimizde Allah’ı (cc) düşünüp dikkatle hareket etmemiz gerekir.
Dikkatin en önemli noktasından biri de alâkadır. Faydalı şeylere alâka göstermeli ve dikkat etmeliyiz. İnsanlar o kadar malayani (faydasız, boş) işlerle uğraşıyor ki, asıl alâka göstermesi gereken konulara zamanı kalmıyor. Bir İslâm büyüğümüzün dediği gibi ”Akıl su gibidir; eğer akması için bir yol kazılmaz, kendisine bir yön tayin edilmezse, dağılır, istenmeyen yönlere gider”.
Alâka bir şeyi sevmek, ona özel ve dikkatli bakmayı gerektirir. Hangi sevgili yanındaki kişinin aklı ve gözü başka yerde olmasını ister ki. İster bu dünyalık sevgi olsun, ister ahiret için olsun. Günde beş vakit namaza dururuz. Dururuz da bütün dünyayı bir tarafa bırakıp sevdiğimizin huzuruna şöyle tertemiz bir kalple her şeyden kısa bir süre içinde olsa arınıp, çıkabiliyoruz mu? ”Allahu Ekber” deyip, elimizin tersiyle bütün dünyayı geriye atıp “Allah’ım Senin huzuruna geldim. Ne kadar güzel, Sen beni huzuruna çağırdın, beni kabul ettin. Ben de dâvetine icabet ettim.” diyebiliyor muyuz? Dikkatimizi sevdiğimize verebiliyor muyuz? Öyle bir namaz kılalım ki, en güzel kıyafetlerimizi giyip, seccademizi serelim. Alnımızı koyup secde ederken sevdiğimizin huzuruna çıktığımızda öyle bir âleme girelim ki, bizi alıp semaya ulaştırsın. O huşudan ayaklarımızın yerden kesilip, ruhumuzla birlikte bedenimiz Mevlâ’ya kanatlansın, gözyaşlarımız mutluluktan pınar gibi çağlasın. Sevgiliye ulaşmaktan deli ırmaklar gibi coşsun, onunla beraber olabilmek için uzun uzun duâlarımızla konuşalım, dertleşelim. Sevdiğinden gelen mektubu okur gibi her sûreyi kelime kelime içimize sindire sindire, bazen gözyaşları içinde, bazen kalbi yerinden çıkacakmış gibi sevinçli okuyalım. Bitmesini istemediğimiz mektubu okur gibi her rekâtta daha bir coşkuyla tekrar okuyalım ezberlenen Kur’ân-ı Mü’bin sayfalarını. Her yaptığımızı özenle, dikkatle yapalım; hakkını verelim ki, değer bulsun. Aklımızı, kalbimizle birlikte kullanalım ki dikkatin en güzel mahsulü tefekküre ulaşalım: “Dikkatli olun; göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır. O, üzerinde bulunduğunuz şeyi elbette bilir. Ve O’na döndürülecekleri gün, yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah, her şeyi bilendir.” (Nur Sûresi, 64. âyet)
“İçinizde ne taşıyorsanız, dışınızda onu bulursunuz.”
(Zübeyir Gündüzalp)