-Esmani-
Kayıtlı Kullanıcı
GÖKTEN PARA YAĞARSA
Bir varmış, bir yokmuş; âhirzaman içinde, modern çağların birinde, para hırsı
kalplere hükmediyormuş. “Bu zamanda parasız hiçbir şey olmaz” veya “Mutluluğun sırrı
paradadır” gibi sözler herkesin dilindeymiş. Arkadaşlar bir araya geldiklerinde hep
paradan konuşurlar ve şöyle derlermiş:
“Şu gömleği şu kadar paraya aldım, nasıl güzel mi?”
“Gözlüğün ne kadar güzel! Kaça aldın?”
“Geçenlerde son model bir araba gördüm. Fiyatını duysan şaşar kalırsın!”
Anneler-babalar evde aynı şeyi yaparlar, yatana kadar hep paradan ve parayla
alabilecekleri şeylerden konuşurlarmış:
“Ah! Şu kadar param olsa o lüks arabayı alırdım; inan başka bir şey istemem!”
“Hayır, benim o kadar param olsa tek yapacağım şey dün mücevhercide gördüğüm o
elmas gerdanlığı almak olurdu.”
Çocuklar para sohbetini duyarda başka türlü mü konuşurlar! Onlar da:
“Baba, bana şu kadar para versene. Arkadaşımla gördüğüm bir oyuncaktan almak
istiyorum...” derlermiş.
Zenginlerin durumu daha da kötüymüş, çünkü onlar çok daha fazla paraya
muhtaçmış. Yeni fabrikalar açmak, yeni bir uçak almak veya filan ticareti yapmak için
ne kadar paraya gerek olduğunu konuşur dururlarmış. Fakirlik ihtiyaç duyulan paranın
miktarıyla ölçülecek olsa, zenginler fakirlerden daha fakirmiş.
Kimileri, “Çok param olsa fakirlere dağıtır, açları doyurur, kimsesizlere kucak
açardım” diyormuş, ama ellerine para geçtiğinde bu sözü hep unutuyorlarmış.
Aslına bakarsanız o çağda insanların yüreğinde paradan daha güçlü bir isteği bulmak
mümkün değilmiş. Her kıtada, her ülkede, her şehirde...
Bir sonbahar sabahı, fakir-zengin, büyük-küçük, kadın-erkek herkesin yüreğinden
göğe yükselen bu dilekler kabul edilmiş. Uyanıp da pencerelerinden dışarıya bakan
insanlar hayret ve sevinç içinde kalmışlar.
Gökten para yağıyormuş çünkü! Ardı ardına süzülüp yere konuyormuş paralar.
Sokaklar, bahçeler ve damlar paralarla kaplanmış. Paralar, sadece bir beldeye veya
ülkeye değil, dünyanın her köşesine yağmur gibi yağıyormuş.
İnsanlar ilk şaşkınlıklarını üzerlerinden atınca dışarıya fırlamışlar ve yerdeki
paralara dokununca bunun rüya değil, gerçek olduğunu anlamışlar. Mutluluktan
dansetmeye, birbirlerine sarılmaya ve şarkılar söylemeye başlamışlar. Öyle ki, onları
gören, birkaç şişe içki içmiş de sarhoş olmuş zannedermiş.
Oysa, para sarhoşluğuymuş yaşadıkları. Yerden avuçladıkları gıcır gıcır paraları
havaya atıyorlar ve avazları yettiği kadar:
“Yağdır Allahım, yağdır! Daha çok yağdır!” diye bağırıyorlarmış. “Zenginiz, hepimiz
zengin olduk!”
Daha sonra da gönüllerinde ne yatıyorsa onu gerçekleştirmeye koyulmuşlar.
Yerlerden topladıkları paralarla, çocuklar marketlere ve oyuncakçı dükkanlarına;
kadınlar kuyumculara, alışveriş merkezlerine; erkekler ise araba galerilerine koşmuş.
Herkes canı ne istiyorsa onu satın almış. “Cennet bu olmalı” diyorlarmış
birbirlerine. O gün dünyanın her yanında tam bir “alışveriş” çılgınlığı yaşanmış...
İnsanlar gece evlerine dönüp de yataklarına girdiklerinde “Ya para yağmuru yarın
devam etmezse” diye endişelenmişlerse de, yersiz bir endişeymiş bu. Para yağmuru
ertesi sabah da devam etmiş. Kimi zaman sağanak, kimi zaman çisir çisir, gökten para
yağmaya devam etmiş. Sonraki gün de, daha sonraki gün de... Bir gün yağmasa ertesi
gün mutlaka yağıyormuş. Tıpkı Yağmurdan önceki gibi koyu gri bulutlar toplanıyor, kimi
zaman şimşekler çakıyor, ama yağmur yerine para yağıyormuş yere. Sonbahar yağmur
mevsimi olduğundan, insanlar para yağmurunun böyle devam edeceğine ikna olunca,
rahatlamışlar.
Bu arada, bazı problemler baş göstermiş. İşçiler fabrikaları terk etmiş, memurlar
devlet dairelerine gitmez, iş adamları da işlerine bakmaz olmuş. Kimsenin “geçim” veya
“daha fazla para” derdi kalmadığından, çalışmaya da gerek duymamışlar. Bu durum,
kısa süre içinde alışverişi ve diğer hizmetleri kötü yönde etkilemiş. Ama ülkelerin
parlamentoları devreye girip yasalar çıkartmış ve herkesin eskiden yaptığı işi belli
bir ölçüde de olsa devam ettirmesi mecburi kılınmış.
İnsanlar “Sen çalışmazsan, ben çalışmazsam, hep beraber hayattan nasıl zevk
alabiliriz ki?” diyerek haklı bulmuşlar bu yasaları ve mecburiyeti.
“Herkes çalışınca sistem yürüyecek ve eskiden hayal ettiğimiz şeylere kolayca
kavuşabileceğiz. Böylece hepimiz mutlu olacağız.”
Haftalar, aylar böyle geçmiş. Paranın düzenli olarak böyle yağdığını gören
kimileri:
“Bak gördün mü? Tabiat kanunları nasıl da değişti! Bulutlar eskiden yağmur
yağdırırdı, şimdi para yağdırıyorlar. Demek ki, bu da tabiatın yeni bir kanunu haline
geldi” demişler.
Ancak, bu sahte cennetin içine bir haber bomba gibi düşmüş. Hemen hemen aynı
günlerde, bütün ülkelerin televizyonunda şu haber yayınlanmış:
“Sayın seyirciler, bakanlık yetkililerinin verdiği bilgiye göre, ülkemizin ve bütün
dünyanın gıda stokları tükenmek üzeredir. Yetkililer, halkımızın bundan sonra temel
gıda maddelerini daha idareli tüketmelerini istemektedir.”
Aslında, yetkililer haftalar öncesinden un, şeker, yağ, kuru bakliyat vs. gibi
gıdaların gittikçe azaldığının farkındaymış. Ama, büyük karışıklıklar ve izdihamlar
çıkar korkusuyla daha önce açıklayamamışlar. Buzhanelerdeki sebze ve meyve stokları da
günler öncesinden bitmiş aslında, ama insanlar yaşadığı para sarhoşluğundan bunu fark
etmemiş ve “Meyve yoksa tatlı yeriz” diyerek geçiştirmişler. Ancak, temel gıda
maddelerinin tükenme noktasına gelmesiyle kaç haftadır ne meyve ne de sebze
yiyemediklerini fark etmişler.
Aylardır bir damla bile yağmur yağmamasıymış bunun nedeni. Çiftçiler çorak
arazilere ne buğday, arpa, şeker pancarı veya pirinç yetiştirebiliyorlar; ne de sebze
ve meyve üretebiliyorlarmış.
“Sebze olmazsa et yeriz” diyecek olanlar da hüsrana uğramış, çünkü kaç aydır
otlaklara ve yaylalara bir damla bile yağmur düşmediğinden, dahası her tarafı
hayvanların yemesi mümkün olmayan kağıt parçaları kapladığından besi hayvanların
neredeyse tamamı açlıktan çoktan ölmüş.
Öte yandan, deniz suyu sürekli buharlaştığı ve buna karşılık hiç yağmur yağmadığı
için deniz suyu öylesine tuzlu hale gelmiş ki, balıklar yaşayamaz olmuş.
En korkuncu ise, yine yağmursuzluk nedeniyle, dünya üzerindeki tatlı su kaynakları
azalmaya başlamış. Bilim adamları, nehirleri ve gölleri besleyen yer altı
kaynaklarının kurumaya yüz tuttuğunu, mevcut tatlı su kaynaklarının ise su yüzeyini
kaplayan paralarla kirlendiğini ve kullanılamadığını haber veriyormuş.
Dünya yüzünü kaplayan tonlarca kağıt paranın neden olduğu çevre kirliliği de bir
başka problemmiş...
Ve kağıt paralar yağmaya devam etmiş gökten! Kimi zaman sağanak, kimi zaman
tane tane... Ne çare ki insanlar eskisi gibi sevinememiş. Kucak kucak toplayıp
evlerine taşımışlar. Aksine kederlenmişler. Gözlerini göğe çevirip acı acı
gülümseyebilmişler sadece.
“Keşke artık yağmur yağsa para yerine!” diye geçirmişler içlerinden. Yüreklere
açlık korkusu çöreklenmiş. Marketler teker teker kapanmış. Çoğu insanın evinde ancak
birkaç gün – o da azar azar yemek şartıyla – yetecek kadar gıda kalmış.
“Ne olurdu artık şu saçma sapan kağıtlar yerine birkaç damla yağmur yağsaydı!”
diyormuş insanlar birbirlerine.
Ama gökten para yağmaya devam etmiş.
Evinde biraz daha fazla un, pirinç, şeker gibi gıdalar bulunanlara, tonlarca para
teklif edenler çıkmış! Ama onlarda farkındaymış tekliflerinin anlamsızlığının. Paranın
“satın alma gücü” tam anlamıyla sıfıra inmiş. Daha bir-iki hafta önce odalar dolusu
parasıyla övünenler, şimdi başkalarından yarım kilo un dilenir hale gelmiş.
Bir ara ümit bağlanan bilim adamları çaresizliklerini ilân etmişler:
“Bilimin bu konuda elinden gelen birşey yok. Milyonlarca, milyarlarca insanı
besleyebilecek yapay gıda üretmemiz imkânsız.”
İnsanlar ellerini göğe açıp yalvarıyorlarmış artık:
“Allahım! Para istemiyoruz, yağmur istiyoruz, yiyecek istiyoruz, rahmetini
istiyoruz. Lütfen!”
İçten içe hissettiklerini artık yüksek sesle konuşmaya başlamışlar:
“Bütün bunlara para hırsımız neden oldu. İşte, Allah istediğimizden fazla fazla
gönderdi, ama bizi yağmurundan, rahmetinden mahrum etti. Şu halimize bakın” diyen
birisine yanındaki:
“Bunu hakkettik. Bir yağmur damlası için ne kadar şükretmemiz gerekiyormuş
aslında!” diye cevap veriyormuş. “Para olmadan değil, Onun rahmeti olmadan
yaşayamazmışız meğer.”
Birkaç gün sonra, tüm dünya yüzünde insanlar açlıktan kıvranmaya başlamış. Kimsenin
elinde ne un, ne şeker, ne pirinç, ne de başka bir gıda kalmamış. Ne katlardan, ne
yatlardan, ne de son model arabalardan konuşuyorlarmış artık:
“Şöyle zeytinyağlı bir dolma, yanında bir de ayran. Vallahi başka bir şey istemem!”
“Bir tabak patates kızartmasını canım nasıl çekiyor bilemezsin.”
Ertesi günde aynı sözlerin sahipleri kuru bir dilim ekmeğe razı olacak hale
gelmişler.
Dünyanın her tarafında, çocukları ve yaşlıları önlerine alarak yüksek tepelere
çıkmış insanlar. Toplu halde, Allah’tan kendilerini, hırslarını, nankörlüklerini
affetmesini istemişler. Ellerini açıp dua etmişler. Paranın değil rahmetin gücüne
inanacaklarına, nimetlerin parayla değil Onun rahmetiyle geldiğini unutmayacaklarına
söz vermişler. Samimi gözyaşları dökmüşler.
Tam o sırada, saatlerdir devam eden para yağmuru birden kesilmiş. Herkes, yağmur
yağacağını zannederek sevinmiş. Fakat yağmur yağmamış. Başları önlerinde, mahzun
ve kederli bir halde evlerine geri dönmüşler.
Ama ertesi sabah, nicedir duymaya hasret kaldıkları bir sesle uyanmışlar. Çatılara
“pıt pıt” diye düşen yağmur taneleriymiş bu. Herkes haykırmaya başlamış:
“Yağmur! Yağmur yağıyor. Ne büyük mucize!”
Yağmur yağmış, yağmış, yağmış. Anneler, babalar ve çocuklar sevinçle, mutlulukla
birbirlerine sarılmışlar.
“Teşekkür ederiz Allahım!” diye bağırmışlar. “Bizi rahmetinden mahrum etmediğin
için teşekkür ederiz.”
Dışarıya çıktıklarında kendilerini daha büyük bir sürpriz bekliyormuş. Daha düne
kadar kuru dalları göğe uzanan meyve ağaçları yemyeşil yapraklarla bezeliymiş ve
dallarında olgun meyveler asılıymış. Doyuncaya kadar yemişler ve birbirlerine ikram
etmişler. Hata şakalaşmışlar:
“Elindeki elma ne kadar büyük ve güzel. Kaç paraya aldın onu bakayım?” Sonra da
kahkahalarla gülmüşler ve şöyle demişler:
“Dünyanın bütün paraları bir araya gelse, tek bir elmayı satın almaya güç
yetiremez.”
Bu arada, daha önce yığdıkları paraları soracak olursanız, onlar çoktan yağmur suyu
olup nehirlere karışıp gitmişler. Arkalarında sadece buruk bir ıslaklık kalmış.
Murat Çiftkaya - Ahirzaman Masalları - Zafer Yayınları
Bir varmış, bir yokmuş; âhirzaman içinde, modern çağların birinde, para hırsı
kalplere hükmediyormuş. “Bu zamanda parasız hiçbir şey olmaz” veya “Mutluluğun sırrı
paradadır” gibi sözler herkesin dilindeymiş. Arkadaşlar bir araya geldiklerinde hep
paradan konuşurlar ve şöyle derlermiş:
“Şu gömleği şu kadar paraya aldım, nasıl güzel mi?”
“Gözlüğün ne kadar güzel! Kaça aldın?”
“Geçenlerde son model bir araba gördüm. Fiyatını duysan şaşar kalırsın!”
Anneler-babalar evde aynı şeyi yaparlar, yatana kadar hep paradan ve parayla
alabilecekleri şeylerden konuşurlarmış:
“Ah! Şu kadar param olsa o lüks arabayı alırdım; inan başka bir şey istemem!”
“Hayır, benim o kadar param olsa tek yapacağım şey dün mücevhercide gördüğüm o
elmas gerdanlığı almak olurdu.”
Çocuklar para sohbetini duyarda başka türlü mü konuşurlar! Onlar da:
“Baba, bana şu kadar para versene. Arkadaşımla gördüğüm bir oyuncaktan almak
istiyorum...” derlermiş.
Zenginlerin durumu daha da kötüymüş, çünkü onlar çok daha fazla paraya
muhtaçmış. Yeni fabrikalar açmak, yeni bir uçak almak veya filan ticareti yapmak için
ne kadar paraya gerek olduğunu konuşur dururlarmış. Fakirlik ihtiyaç duyulan paranın
miktarıyla ölçülecek olsa, zenginler fakirlerden daha fakirmiş.
Kimileri, “Çok param olsa fakirlere dağıtır, açları doyurur, kimsesizlere kucak
açardım” diyormuş, ama ellerine para geçtiğinde bu sözü hep unutuyorlarmış.
Aslına bakarsanız o çağda insanların yüreğinde paradan daha güçlü bir isteği bulmak
mümkün değilmiş. Her kıtada, her ülkede, her şehirde...
Bir sonbahar sabahı, fakir-zengin, büyük-küçük, kadın-erkek herkesin yüreğinden
göğe yükselen bu dilekler kabul edilmiş. Uyanıp da pencerelerinden dışarıya bakan
insanlar hayret ve sevinç içinde kalmışlar.
Gökten para yağıyormuş çünkü! Ardı ardına süzülüp yere konuyormuş paralar.
Sokaklar, bahçeler ve damlar paralarla kaplanmış. Paralar, sadece bir beldeye veya
ülkeye değil, dünyanın her köşesine yağmur gibi yağıyormuş.
İnsanlar ilk şaşkınlıklarını üzerlerinden atınca dışarıya fırlamışlar ve yerdeki
paralara dokununca bunun rüya değil, gerçek olduğunu anlamışlar. Mutluluktan
dansetmeye, birbirlerine sarılmaya ve şarkılar söylemeye başlamışlar. Öyle ki, onları
gören, birkaç şişe içki içmiş de sarhoş olmuş zannedermiş.
Oysa, para sarhoşluğuymuş yaşadıkları. Yerden avuçladıkları gıcır gıcır paraları
havaya atıyorlar ve avazları yettiği kadar:
“Yağdır Allahım, yağdır! Daha çok yağdır!” diye bağırıyorlarmış. “Zenginiz, hepimiz
zengin olduk!”
Daha sonra da gönüllerinde ne yatıyorsa onu gerçekleştirmeye koyulmuşlar.
Yerlerden topladıkları paralarla, çocuklar marketlere ve oyuncakçı dükkanlarına;
kadınlar kuyumculara, alışveriş merkezlerine; erkekler ise araba galerilerine koşmuş.
Herkes canı ne istiyorsa onu satın almış. “Cennet bu olmalı” diyorlarmış
birbirlerine. O gün dünyanın her yanında tam bir “alışveriş” çılgınlığı yaşanmış...
İnsanlar gece evlerine dönüp de yataklarına girdiklerinde “Ya para yağmuru yarın
devam etmezse” diye endişelenmişlerse de, yersiz bir endişeymiş bu. Para yağmuru
ertesi sabah da devam etmiş. Kimi zaman sağanak, kimi zaman çisir çisir, gökten para
yağmaya devam etmiş. Sonraki gün de, daha sonraki gün de... Bir gün yağmasa ertesi
gün mutlaka yağıyormuş. Tıpkı Yağmurdan önceki gibi koyu gri bulutlar toplanıyor, kimi
zaman şimşekler çakıyor, ama yağmur yerine para yağıyormuş yere. Sonbahar yağmur
mevsimi olduğundan, insanlar para yağmurunun böyle devam edeceğine ikna olunca,
rahatlamışlar.
Bu arada, bazı problemler baş göstermiş. İşçiler fabrikaları terk etmiş, memurlar
devlet dairelerine gitmez, iş adamları da işlerine bakmaz olmuş. Kimsenin “geçim” veya
“daha fazla para” derdi kalmadığından, çalışmaya da gerek duymamışlar. Bu durum,
kısa süre içinde alışverişi ve diğer hizmetleri kötü yönde etkilemiş. Ama ülkelerin
parlamentoları devreye girip yasalar çıkartmış ve herkesin eskiden yaptığı işi belli
bir ölçüde de olsa devam ettirmesi mecburi kılınmış.
İnsanlar “Sen çalışmazsan, ben çalışmazsam, hep beraber hayattan nasıl zevk
alabiliriz ki?” diyerek haklı bulmuşlar bu yasaları ve mecburiyeti.
“Herkes çalışınca sistem yürüyecek ve eskiden hayal ettiğimiz şeylere kolayca
kavuşabileceğiz. Böylece hepimiz mutlu olacağız.”
Haftalar, aylar böyle geçmiş. Paranın düzenli olarak böyle yağdığını gören
kimileri:
“Bak gördün mü? Tabiat kanunları nasıl da değişti! Bulutlar eskiden yağmur
yağdırırdı, şimdi para yağdırıyorlar. Demek ki, bu da tabiatın yeni bir kanunu haline
geldi” demişler.
Ancak, bu sahte cennetin içine bir haber bomba gibi düşmüş. Hemen hemen aynı
günlerde, bütün ülkelerin televizyonunda şu haber yayınlanmış:
“Sayın seyirciler, bakanlık yetkililerinin verdiği bilgiye göre, ülkemizin ve bütün
dünyanın gıda stokları tükenmek üzeredir. Yetkililer, halkımızın bundan sonra temel
gıda maddelerini daha idareli tüketmelerini istemektedir.”
Aslında, yetkililer haftalar öncesinden un, şeker, yağ, kuru bakliyat vs. gibi
gıdaların gittikçe azaldığının farkındaymış. Ama, büyük karışıklıklar ve izdihamlar
çıkar korkusuyla daha önce açıklayamamışlar. Buzhanelerdeki sebze ve meyve stokları da
günler öncesinden bitmiş aslında, ama insanlar yaşadığı para sarhoşluğundan bunu fark
etmemiş ve “Meyve yoksa tatlı yeriz” diyerek geçiştirmişler. Ancak, temel gıda
maddelerinin tükenme noktasına gelmesiyle kaç haftadır ne meyve ne de sebze
yiyemediklerini fark etmişler.
Aylardır bir damla bile yağmur yağmamasıymış bunun nedeni. Çiftçiler çorak
arazilere ne buğday, arpa, şeker pancarı veya pirinç yetiştirebiliyorlar; ne de sebze
ve meyve üretebiliyorlarmış.
“Sebze olmazsa et yeriz” diyecek olanlar da hüsrana uğramış, çünkü kaç aydır
otlaklara ve yaylalara bir damla bile yağmur düşmediğinden, dahası her tarafı
hayvanların yemesi mümkün olmayan kağıt parçaları kapladığından besi hayvanların
neredeyse tamamı açlıktan çoktan ölmüş.
Öte yandan, deniz suyu sürekli buharlaştığı ve buna karşılık hiç yağmur yağmadığı
için deniz suyu öylesine tuzlu hale gelmiş ki, balıklar yaşayamaz olmuş.
En korkuncu ise, yine yağmursuzluk nedeniyle, dünya üzerindeki tatlı su kaynakları
azalmaya başlamış. Bilim adamları, nehirleri ve gölleri besleyen yer altı
kaynaklarının kurumaya yüz tuttuğunu, mevcut tatlı su kaynaklarının ise su yüzeyini
kaplayan paralarla kirlendiğini ve kullanılamadığını haber veriyormuş.
Dünya yüzünü kaplayan tonlarca kağıt paranın neden olduğu çevre kirliliği de bir
başka problemmiş...
Ve kağıt paralar yağmaya devam etmiş gökten! Kimi zaman sağanak, kimi zaman
tane tane... Ne çare ki insanlar eskisi gibi sevinememiş. Kucak kucak toplayıp
evlerine taşımışlar. Aksine kederlenmişler. Gözlerini göğe çevirip acı acı
gülümseyebilmişler sadece.
“Keşke artık yağmur yağsa para yerine!” diye geçirmişler içlerinden. Yüreklere
açlık korkusu çöreklenmiş. Marketler teker teker kapanmış. Çoğu insanın evinde ancak
birkaç gün – o da azar azar yemek şartıyla – yetecek kadar gıda kalmış.
“Ne olurdu artık şu saçma sapan kağıtlar yerine birkaç damla yağmur yağsaydı!”
diyormuş insanlar birbirlerine.
Ama gökten para yağmaya devam etmiş.
Evinde biraz daha fazla un, pirinç, şeker gibi gıdalar bulunanlara, tonlarca para
teklif edenler çıkmış! Ama onlarda farkındaymış tekliflerinin anlamsızlığının. Paranın
“satın alma gücü” tam anlamıyla sıfıra inmiş. Daha bir-iki hafta önce odalar dolusu
parasıyla övünenler, şimdi başkalarından yarım kilo un dilenir hale gelmiş.
Bir ara ümit bağlanan bilim adamları çaresizliklerini ilân etmişler:
“Bilimin bu konuda elinden gelen birşey yok. Milyonlarca, milyarlarca insanı
besleyebilecek yapay gıda üretmemiz imkânsız.”
İnsanlar ellerini göğe açıp yalvarıyorlarmış artık:
“Allahım! Para istemiyoruz, yağmur istiyoruz, yiyecek istiyoruz, rahmetini
istiyoruz. Lütfen!”
İçten içe hissettiklerini artık yüksek sesle konuşmaya başlamışlar:
“Bütün bunlara para hırsımız neden oldu. İşte, Allah istediğimizden fazla fazla
gönderdi, ama bizi yağmurundan, rahmetinden mahrum etti. Şu halimize bakın” diyen
birisine yanındaki:
“Bunu hakkettik. Bir yağmur damlası için ne kadar şükretmemiz gerekiyormuş
aslında!” diye cevap veriyormuş. “Para olmadan değil, Onun rahmeti olmadan
yaşayamazmışız meğer.”
Birkaç gün sonra, tüm dünya yüzünde insanlar açlıktan kıvranmaya başlamış. Kimsenin
elinde ne un, ne şeker, ne pirinç, ne de başka bir gıda kalmamış. Ne katlardan, ne
yatlardan, ne de son model arabalardan konuşuyorlarmış artık:
“Şöyle zeytinyağlı bir dolma, yanında bir de ayran. Vallahi başka bir şey istemem!”
“Bir tabak patates kızartmasını canım nasıl çekiyor bilemezsin.”
Ertesi günde aynı sözlerin sahipleri kuru bir dilim ekmeğe razı olacak hale
gelmişler.
Dünyanın her tarafında, çocukları ve yaşlıları önlerine alarak yüksek tepelere
çıkmış insanlar. Toplu halde, Allah’tan kendilerini, hırslarını, nankörlüklerini
affetmesini istemişler. Ellerini açıp dua etmişler. Paranın değil rahmetin gücüne
inanacaklarına, nimetlerin parayla değil Onun rahmetiyle geldiğini unutmayacaklarına
söz vermişler. Samimi gözyaşları dökmüşler.
Tam o sırada, saatlerdir devam eden para yağmuru birden kesilmiş. Herkes, yağmur
yağacağını zannederek sevinmiş. Fakat yağmur yağmamış. Başları önlerinde, mahzun
ve kederli bir halde evlerine geri dönmüşler.
Ama ertesi sabah, nicedir duymaya hasret kaldıkları bir sesle uyanmışlar. Çatılara
“pıt pıt” diye düşen yağmur taneleriymiş bu. Herkes haykırmaya başlamış:
“Yağmur! Yağmur yağıyor. Ne büyük mucize!”
Yağmur yağmış, yağmış, yağmış. Anneler, babalar ve çocuklar sevinçle, mutlulukla
birbirlerine sarılmışlar.
“Teşekkür ederiz Allahım!” diye bağırmışlar. “Bizi rahmetinden mahrum etmediğin
için teşekkür ederiz.”
Dışarıya çıktıklarında kendilerini daha büyük bir sürpriz bekliyormuş. Daha düne
kadar kuru dalları göğe uzanan meyve ağaçları yemyeşil yapraklarla bezeliymiş ve
dallarında olgun meyveler asılıymış. Doyuncaya kadar yemişler ve birbirlerine ikram
etmişler. Hata şakalaşmışlar:
“Elindeki elma ne kadar büyük ve güzel. Kaç paraya aldın onu bakayım?” Sonra da
kahkahalarla gülmüşler ve şöyle demişler:
“Dünyanın bütün paraları bir araya gelse, tek bir elmayı satın almaya güç
yetiremez.”
Bu arada, daha önce yığdıkları paraları soracak olursanız, onlar çoktan yağmur suyu
olup nehirlere karışıp gitmişler. Arkalarında sadece buruk bir ıslaklık kalmış.
Murat Çiftkaya - Ahirzaman Masalları - Zafer Yayınları