Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İbadet Nedir - Niçin İbadet Ediyoruz ? (1 Kullanıcı)

selenny

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eyl 2007
Mesajlar
358
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
İbadet Nedir - Niçin İbadet Ediyoruz ?

İbadet, Yüce Rabbimiz olan Allah(cc) 'ın, vermiş olduğu nimetlere karşı kulluk vazifelerimizi kapsayan genel bir fıkıh terimidir. Yerde ve gökte bulunan herşey Allah'ı tesbih ederler, onu zikrederler, her bir mahlukun ve eşyanın zikri farklı olabilir. Sonuçta istikamet tevhid'dir. Bir ve tek olan Allah'a şükretmek, emir ve yasaklarına uymaktır.

De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. [En'am,162]

Neden yapılan ibadetler, alemlerin rabbi için ? sorusuna, bütün nimetleri veren, bizi yaratan ve tek hükümdar olan Rabbimizin aklımıza gelmesi güzel bir cevap olur.

İbadet, Allah için yapılırsa faydalı olur. Aksi halde, kişinin kendi zararına olur. Nitekim, riya olan işte hayır yoktur. (Birileri görsün, bilsin diye, gösteriş amacıyla yapılan ibadetler riya kapsamındadır)



Niçin İbadet Ediyoruz ?

Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. [Zariyat,56]

İbadet kulluktur. Mademki yaratılış amacımız Allah'ı bir ve tek bilip, ona kulluk etmektir, o zaman ne duruyoruz ?

"Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibâdet etmeyecekmişim! Halbuki, hepiniz O'na döndürüleceksiniz." [Yasin,22]

Rabbimiz, bizi yarattı, bize sayamayacağımız kadar nimet verdi, bizleri yanlız bırakmadı, en hayırlı mahluk olan insan olarak yarattı ve bizlere müslümanlığı nasip etti.

Bizi o kadar sevdi ki, imtahan üstüne imtahan verdi, kendisine güvenenleri ve rızası için yapılan hiçbir ameli karşılıksız bırakmadı. Bizden kul olmamızı, kulluk etmemizi isteyen, sadece ondan korkmamızı, ona yönelmemizi, istedi. Tanınmak istedi, zikredilmek istedi, sevmek ve sevilmek istedi. O, ol dedi ve her istediği oldu.

Artık imtahan dönemine vardık. Yaratılma amacımızı bilmemiz için peygamberler, kitaplar gönderdi. Birçok şeyi vesile kıldı. Ancak insanların çoğu, bu kadar verilen nimetin şükrü karşısında hep aciz kaldı ve hep aciz kalıyor. İbretlik çok olay oldu. Hatta birçoğunu Kur'an-ı Kerimde haber verdi. Ders alın, Şükredin, nankörlük etmeyin, itaat edin, isyan etmeyin öğütleriyle bizleri uyardı.

O, hep güzel ve hayırlı olanı murat etti. Bizim ona kul olmamızı istedi.

İsyan edenler ve karşı gelenler oldu. İtirazcılar ve nankörlükler arttı. Ancak samimi olan kulları, nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi, ne için yaratıldığımızın bilincini kavrayarak düşündüler. Ölüm sonrasına inandıkları, bu kâinatın bir düzen ile hareket ettiğini kavradıkları ve Allah emrettiği için, onun rızasını kazanmak için ibadet etme mecburiyeti hissettiler.

İbadet ile onu zikretmek, onun rızası için çalışmak ve şükretmek ile, hem dünyamızı hem ahiretimizi kazanmamız gerekir. İmtahan vaktindeyiz. Bu imtahan içerisinde, sıkıntıya düştüğümüz ve rahatlığa kavuştuğumuz zamanlar olacaktır. Dua, ile Allah'a yönelerek ondan istemek, ondan beklemek ve ona güvenmek gerektiğini bilmekte bize yardımcı olacaktır. Nitekim Dua, ibadetin ta kendisidir (Hadis-i Şerif)



Nasıl İbadet Etmeliyiz ?

Müslüman olduktan sonra il iş samimi ve Allah rızası için yapılması kaydıyla niyettir. Niyetler samimi olmadıkça, ibadetlerde gösteriş oldukça ilerleyemeyiz. Bu yüzden, ilkönce niyetimizi kontrol etmeliyiz.

İbadet etmek için fıkıh öğrenmemiz ve bilmemiz gerekir. (Fıkhı bilmeden ibadet eden, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkana benzer. [Hadis-i Şerif, Deylemi])

Bütün farzlar, vacipler, sünnetler ibadettir. Namaz, oruç, zekat, hac, rızık temin etmek, zikretmek, yardım etmek, haramdan sakınmak, helali talep etmek, dua etmek, din kardeşinin sıkıntısını gidermek, Kur'an okumak, ilim öğrenmek, ilim öğretmek gibi Allah için yapılan her şey ibadettir.

İnsanların en çok ibadet edeni, en çok Kur'an okuyandır. [Hadis-i Şerif, Deylemi]

Kıyamette kulun ilk sorguya çekileceği ibadet, namazdır. Namazı düzgün ise, diğer amelleri kabul edilir. Namazı düzgün değilse, hiçbir ameli kabul edilmez. [Hadis-i Şerif, Taberani]



İbadetlerdeki feyzi, bereketi, lezzeti almak ve yaşamak istiyorsak Fıkıh öğrenmeliyiz. Bu sitenin amaçlarından biri, fıkıh öğretmektir. Fıkıh ise, bütün dini bilgileri kapsayan en büyük İLİM'lerden biridir.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Peygamber Efendimiz (asm.) "Dünya ahiretin tarlasıdır." buyuruyor. Bu dünya tarlasında kim ne ekerse Allah ona o cinsten mahsul veriyor. İnsanlar bu dünyada imanlarıyla, salih amelleriyle, güzel ahlaklarıyla manevi çiçekler ektikleri gibi, küfürleriyle, isyanlarıyla, kötü ahlaklarıyla da yine manevi dikenler ekmiş oluyorlar. Her iki tür ekimin de mahsulleri ahirette kendini gösterecek. Bu mahsullerin kârı da, zararı da insanlar için.

Bir sohbette şöyle bir örnek verilmişti:

Bütün insanlar gözlerini açsa ve gündüz nimetinden faydalansalar güneşin ışığında bir artma olmayacağı gibi, bütün insanlar güneşe göz kapasalar onun ışığında bir azalma olmaz.

Bu örnek, "İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz." cümlelerinin açıklaması yapılırken söylenmişti.

İman, irfan, ibadet, takva, güzel ahlak da öyle değil mi? Onlara kavuşan kişiler bir şeref kazanırlar, üstün insan olurlar. Bütün insanlar bunlardan mahrum olarak yaşasalar bu manevi değerler aslî kıymetlerinden hiçbir şey kaybetmezler.

Bir ilim dalını bütün insanlar takdir etseler, yahut inkâr etseler, o ilmin aslî değerinde ne bir artma olur ne de azalma.

İnsan ilme muhtaçtır; ilmin ise insana ihtiyacı yoktur. Herkes cahil de kalsa ilmin üstün mertebesinde bir değişme olmaz; onun aydınlığı cehaletin karanlığından daima üstündür.

İlim tahsil eden kişi böylece bir mertebe kazanır. Bu, öncelikle ruh ve kalb dairesinde gerçekleşir. Alim insan, üstün insan olur. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9) ayetinde bu gerçek net biçimde ders verilir.

Bilgili olmanın dünya işlerinde de faydası görülür. Bir konuda bilgisi ve ihtisası olan kişi hak ettiği makama getirilir; diğer insanlardan daha fazla ücret alabilir.

İbadet de bir yönüyle ilim gibidir. İbadete kul muhtaçtır. İbadet edilsin veya edilmesin onun değeri ne ise odur. Bunda bir artma veya azalma düşünülemez.

İbadet bir manasıyla itaat demektir, bir diğer manasıyla şükür.

İbadet insanın yaratılışı gereğidir ve ibadeti emreden ayetler bir bakıma "insanı fıtratına uymaya" bir davettir.

Gözün yaratılışında görme vardır, ona görmenin emredilmesi ne ise, insana ibadetin emredilmesi de onun gibidir. Şu farkla ki, bu ikincisinde insan iradesi devreye girer. Dünya imtihanının bir gereği olarak, insanoğlu kendi fıtratına uygun hareket edip etmemekte serbest bırakılmıştır.

İnsan fıtratı ibadeti nasıl emrediyor? Bu noktada Nur Risalelerinden şu tespiti aktarmak isterim.

"Fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek." Lem'alar

Güzelliği sevmek insanın yaratılışında var. Gördüğümüz güzel bir manzarayı sevmemiz için aklımızı yorup, sonra karar vererek sevmeye başlamamız gerekmiyor, kalbimiz hemen sevgi ile ona meyleder.

Mükemmel bir esere hayranlık duymak da böyledir. O da yaratılışın bir gereğidir. Eseri kimin yaptığını dahi sormadan öncelikle ona hayran olur, daha sonra sanatkârı hakkında bilgi ediniriz.

Yapılan bir ikrama, bir insana karşı teşekkür etmek, minnet duygusu beslemek de yine fıtratın bir gereğidir.

O halde, bütün sıfatları sonsuz kemalde, bütün isimleri güzel ve bütün icraatları nimet ve ihsan dolu olan Rabbimize ibadet etmemiz yaratılışımızda var.

Gözün yaratılışında görme vardır, demiştik. Göz bu görevi yaptığında hemen karşılığını görür; baktığı eşyanın görüntüsü onda tecelli eder. Dağa bakmışsa onun görüntüsünü içine alır, güneşe bakmışsa güneşe kavuşur.

O halde, ibadet görevini yerine getiren insan da bir şeyler kazanacaktır. İşte bu kazanç Allah kelamında şöylece nazara verilir:

"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız (erersiniz)." (Bakarai, 21)

Ayetin başında, ibadetin illeti, yani "Niçin ibadet ediyoruz?" sorusunun cevabı şöyle verilmiş oluyor:

"O sizin Rabbiniz olduğu için."

Kulluk, kulun görevidir. İnsan, kendisini bir damla sudan bugünkü mükemmel hale getiren, gözünü görecek, kulağını işitecek, ağzını konuşacak… şekilde terbiye eden Rabbine şükürle, ibadetle mükelleftir.

Ayetin devamında bu fıtri görevi yerine getirenlerin mükâfatı,"takva mertebesine nail olmak" şeklinde belirlenir.

Takva üçe ayrılıyor:

-Şirkten takva: Allah'a ortak koşmaktan sakınmak.

-Masiyetten takva: Günahlardan kaçınmak.

-Masivadan takva: Allah'tan gayrı her şeyi kalbinden uzak tutmak. (Sevgisini de korkusunu da Allah'a has kılmak. Mahlukları ancak O'nun namına sevmek.)

Takva konusu Fatiha'yı hemen takip eden Bakara Suresinin ikinci ayetinde şöyle nazara verilir:

"Kendisinde hiçbir şekilde şüphe olmayan o kitap (Kur'an), muttakiler (takva sahipleri) için bir hidayet kaynağı ve yol göstericidir."

Bir sonraki ayette takva sahiplerinin sıfatları şöylece sıralanır:

-Onlar gabya inanırlar,
-Namaz kılarlar,
-Kendilerine verdiğimiz mallardan zekât verirler.

Takva mertebesine ermek, imanın kuvvetlenmesini, namaz ve zekât gibi ibadetlerin daha mükemmel şekilde yerine getirilmesini netice veriyor. Böyle bir mümin, "Allah'ın kendisinden razı olduğu kul" olma mertebesine erişir. Rıza mertebesi ise bütün derecelerin üstündedir.

Bu şerefe nail olmak, başlı başına bir mükâfattır. Ama iş bununla kalmaz. Allah, razı olduğu bu kullarını ebedî saadet diyarında, sonsuz nimetlerine kavuşturur.

Takva sahipleriyle ilgili bir başka ayet-i kerimede bu bahtiyar zatların sıfatları şöylece sıralanır:

-Onlar bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar,
-(Kızdıkları zaman) öfkelerini tutarlar ve insanları affederler….
-Bir kötülük işlediklerinde, yahut nefislerine zulmettiklerinde hemen Allah'ı hatırlarlar ve günahlarına tövbe ederler….
-İşledikleri kötülüklerinde bilerek ısrar etmezler. (Âl-i İmrân, 134-5)

Bütün bunlar kâmil müminin vasıflarıdır. Demek oluyor ki, ibadetin meyvesi takva, takvanın karşılığı da böyle üstün bir mertebeye erişmektir.

Bir kulun takva ile manen yükselmesi ve yücelmesi Rabbini razı eder. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, Allah her şeyden müstağnidir, hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. İnsanın bu yükselişi kendisi için bir kemaldir, bir menfaattir. Allah, onun yükselmesine muhtaç olmadığı gibi alçalmasından da, (hâşâ), bir zarar görecek değildir. Her iki halde de sonuç kula aittir; zarar da menfaat de onun içindir.

"Herkesin kazandığı ya kendi lehine, yahut kendi aleyhinedir." (Bakara, 286)

Bu nokta üzerinde biraz durmak gerekiyor. Bir hadis-i kutsîde şöyle buyrulur:
"Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) ve mahlukatı yarattım." (Acluni, II, 132)

Allah vardı ve hiçbir şey yoktu. Allah'ın bir ismi Samed, yani her şey O'na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değil.

Bugün gördüğümüz her şey, yıldızından güneşine, dağından denizine kadar hep yoklukta idiler. Onları Allah var etti.

Ve Allah, onların var olmalarına muhtaç değil.

Daha sonra canlıları yarattı. Onlara göz verdi, kulak verdi.

Ve Allah, onların görmelerine ve işitmelerine muhtaç değil.

Sonra insanları yarattı, onlara akıl verdi, kalp verdi. Bu varlık alemindeki harikaları düşünme ve onları yaratana iman etme kabiliyeti lütfetti.

Ve Allah, aklın anlamasına da kalbin inanmasına da muhtaç değil.

Kısacası, Allah, yarattığı mahlukların ne kendilerine ne de yaptıkları işlere muhtaç değildir. Çünkü, onları da yaratan O, işlerini de.

Konuyu bazı örneklerle biraz daha açalım:

Güneşi o yarattığı gibi ışığı da O yaratmıştır. O halde, Allah ne güneşe muhtaçtır, ne de onun ışık vermesine.

Ağacı o yarattığı gibi meyveyi de O yaratmıştır. O halde, Allah ne ağaca muhtaçtır, ne de onun meyvesine.

Mideyi O yarattığı gibi ondaki hazım faaliyetini de O yaratmıştır. O halde, Allah ne mideye muhtaçtır, ne de onun hazmetmesine.

Madde alemindeki bu üç örneği, ruh ve mana iklimine de taşıyabiliriz.

Aklı Allah yarattığı gibi anlamayı da o yaratmıştır. O halde, Allah ne aklın varlığına muhtaçtır, ne de onun anlamasına.

Kalbi Allah yarattığı gibi ondaki inanma kabiliyetini de O yaratmıştır. O halde, Allah ne kalbin varlığına muhtaçtır, ne de onun inanmasına.

Allah kalbin inanmasına muhtaç olmadığı gibi o inancın amel alemine dökülmesi demek olan ibadete de muhtaç değildir.

Allah'ın kemali sonsuzdur. Sonsuz için ne artış düşünülebilir, ne de azalış. Bütün insanlar kâmil müminler olsalar Allah'ın kemalinde bir artış olmayacağı gibi, bütün insanlar birer Firavun kesilseler Onun kemalinde bir azalma düşünülemez.

Kazanan da insandır, kaybeden de. Allah hakkında bu kelimeler konuşulamaz.

Düşünme ve iman etme, insan ruhunun en büyük ihtiyaçlarıdır. İnsan, bunlarla gerçek insan oluyor ve kemalini buluyor. Aksi halde, bitkiler ve hayvanlarla ortak bir hayat sürüyor. O büyük sermayesini bu küçük işlere harcamakla nefsine zulmediyor, zarar ediyor, küçülüyor ve Kur'anın ifadesiyle "hayvan gibi, hatta ondan daha aşağı" bir dereceye iniyor.

Allah, onun bu düşüşünden bir zarar görmediği gibi, onun yükselişine de muhtaç değil; her ikisi de kulun kendisi için.
Alaaddin Başar (Prof.Dr.)
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
sükür.png



Rabbe Güvenip Dayanmak
Gerçekten biz Rabbe Güvenip dayanıyor muyuz?
Günümüzde materyalist mantığından sıyrılıp Akıllı bir tasarımın varlığının şahadetliğini yaptığımız bilim ve felsefesinin arifesindeyiz.
Akıllı tasarımcılarının bir yaratıcının varlığının ve birliğinin var olduğunu kabul ettikleri veya sorguladıkları bir devredeyiz. Sorgularken de metafizik-dogma –din diye adlandırdıkları bir sahaya başvurmadan yaratılışın tanımlayamadıklarını gözlemlemekteyiz. Bilimin geldiği şu an ki son nokta parçacık fiziğidir. Atom altına indikçe parçacık fiziğiyle karşı karşıya kalırız kuarklar ki Aslında kuark tek bir parçacık adı değildir tanımlanabilen ve tanımlanamayan birçok parçacığın topyekûn adıdır. Tıpkı parçacıklar kümesi gibi ve kümenin adı Kuarktır. Atom altında Keşfedilen tüm bu parçacıları bir arada tutan Eskilerin “esir” diye tanımladıkları ve yeni tanımıyla Gluon plazması diye tanımlanan alanın ötesi bilim insanı için Karanlıktır. Ve adına Karanlık enerji-Karanlık madde derler. İşte bu Karanlık alan boyutuna bir anlam kazandırmak adına insanlar bir dayanak noktası bulmak adına Metafizik-dogma -din diye adlandırdıkları alanlara ister istemez baş vurmak zorunda kalmışlardır.
Ters mantık üzerine yapacağım tefekkürüme sizi de davet etmek istiyorum. Bize ters gibi görünen nice olgular vardır ki bütünde düz, düz gibi görünen nice olgular da vardır ki aslında bütünün içinde terstir.
ÂDEMİN YARATILIŞINI anlatan ayetlerde iblisin Yaratıcıya karşı takındığı tavrı – kibri biliyorsunuzdur. İblisin kibri aslında ilk önce Ademe karşı idi aslında dolaylı yoldan Yaratıcıya karşı oldu. Ademi toprak ve su karışımı olan balçıktan ibaret sayan kendi yaratılış hammaddesinin üstünlüğünü savunan iblis bir bütünün içinde kimin daha üstün olduğunu nasıl bilebilir ?
Ayetleri anlam bütünlüğü içerisinde ele aldığımızda Şeytan bizim ötekimizdir. Ve Şeytan doğru yolun üzerinde oturacağım diyor ve oturduğu yolda yolu ters göstermesi gerekir ki Bağı Allahtan koparabilelim. Şeytan kişiyle Allahın arasında kendini aracı konuma koymadan ve bizi kandırmadan doğru yolu-düzü ters gösteremez.
Kişinin kendi iç âlemine yapacağı yolculukta anlayacağı ilk konu düşüncenin çağlayan bir şelale gibi olduğudur. Çağlayan bazen coşacak bazen dinginleşecektir. Nefse fucuru ve takvayı ilham eden Allah Nefsi düzenledikten sonra ona fucuru ve takvayı ilham etmiş olduğunu bildirmektedir.
Allah ademe kalemle yazmayı öğretti…(Alak suresi)Beyanı öğretti…(Rahmansuresi)
Tanımlama kabiliyeti YARATAN TARAFINDAN Âdeme lütfedildi şayet bir tanımlama yeteneğinden bahsedebiliyorsak Bizi Yaratan yaratıcının bizi o potansiyelde yaratması gerekir. Tıpkı Yerçekimin var olması gibi. Bilinçte öyledir. Biz yerçekiminin nasıl yasalaştırıldığını tanımlayamıyoruz. Bu sebeple insan bilinci üzerinde de birçok tez öne sürülmüştür. Oysa bir Potansiyel var ki bir potansiyelin varlığından söz edebiliyoruz Olmayan bir şeyden bahsetmek anlamsız olurdu.
Rabbim bize eşyayı tanımlama yeteneğini lütfederek bizi şerefli kılmış.
İnsan tam olarak kavrayabildiği-kuşatabildiği konuyu tanımlayabilir. Tanımlamak için sınır çizmek zorundadır. Sınır çizmeden tanımlayamaz.
İstişareye açmak istediğim diğer bir konu ise nasıl oluyor da Tasavvuf ehli Allahı tanımlayabiliyor? Hangi malzemeyle? Allahın lütfettiği bilinçle mi? Nasıl olurda Yaratılmış olan yaratanı kuşatıp tanımlayabilir?
İnsanoğlu Allah’ı tanımlayabilir mi?
Varlığını her alanda hissettiğimiz Allahı tanımlamaya kalkarsak ne olur?
İstediğimiz kadar kelime oyunu yapalım yinede Allahı sınırlandırırız. Sınırlandırmadıklarını iddia eden kişiler bile Allahı insan üzerinden tanımlamaya kalkıyorlar. Çünkü insan bir Tanımlama yapabilmek için bir dayanak notası bulmak zorundadır Yoksa tanımlayamaz.
Vahdeti vucudun tanımladığı Allah inancında. TEMEL İLKE Allahtan taşan (sudur)evren modelidir.
Tanrı insanı kendi suretinde yarattı (Tevrat yaratılış böl)
Bize de hadis nakilciliği ile geçmiş Allah âdemi kendi suretinde yarattı.
Yâda Alah âdemi Rahman suretinde yarattı.
Allahın, “ ARZ DA HALİFE VAR EDECEĞİM ” (Bakara-30) ayetini aynı düz mantıkla çevirdiğiniz de ise de OTOMATİK OLARAK İnsan Allahın halifesi konumuna geçiyor Ve böylelikle. Orfe-hermetik-Pisagor-Tao-kabala-Mani-hint-zen budizmi nin vs. felsefelerini İslam dini diye yutturup İnsana ulûhiyet makamını vermiş oluruz. Halife Birinin yerine geçmek arkasından gelmek vekil, önder, imam olmak manasına gelir.
Bedeni hakir gören bu felsefeler bedeni istenmeyen madde olarak algılarlar. Ruhu Allahın bir parçası konumuna taşıyan bu felsefelerin Ortak paydası insanı kâmil tezidir –nirvana ya ulaşmaktır -hulul etmektir vs. Ruhu-Nuru-ışığı geldiği kaynağa geri döndürme çabasına giren bu kişiler aslında çaktırmadan kendi kendilerini Allahın bir parçası konumuna taşırlar. Hedef Allahta erimek-hulul etmektir. Ve İçinde taşıdığı Allahtan sudur eden bil kuvve potansiyeli açığa çıkarmak için çalışır ve maddeyi-maddi bedeni yok saymak zorunda kalır. Çünkü madde yaratıcının en alt seviyeye düşmüş gölgesi konumun da oluyor. Tıpkı Enerji-ışık gölge veya buhar-su buz örneklerinde olduğu gibi. Kendi kendi içerisinde devri daim eden bir sistem.
Kimileri Allah bu sistem kadardır demiş kimileri ise sisteme sınır tanımamış ve biz evreni genişleticiyiz ayetini temel alarak genişleyen evren modelini savunmuş.
Aslında insan bu Zihin oyununda farkındaysanız ters mantığını işletir. Ve eşyadan – insandan yola çıkarak yaratıcıyı tanımlamaya kalkar ise mutlaka kendisine bir ulûhiyet veya Rububiyet makamı da vermek zorunda kalır. Bunuda acizliğinden yaptığını söyler Ve sistemi parseller parsellerken de cenneti cehennemi bize layık görür hâşâ Allahı ise kendi payına ayırır. Ve çıktığı makamdan kâinatı yönetmeye kalkar. Bunu da beden hapishanesinden çıktığını var sayarak yapar. Beden hapis hanesinden çıktığını düşünerek aslında bir şizofren gibi davranır Çünkü o hala Allahın yaratmış olduğu bir beden dedir.
Allah insan bedenini en güzel surette yarattığını söylemektedir.
İnsan haddini aşınca gerçekten her şeyi sahiplenmeye kalkıyor. Etrafındakileri -dünyayı-evreni -Allahı.
Oysa Elçiler, Allahın Rububiyetine ASLA ortak olmamışlardır. Benim Rabbim sizinde Rabbiniz olan Allaha iman edin demişlerdir. Ve herkesi tekelci sistemden çıkıp özgürlüğe davet etmişlerdir. Bir yerde tekelleşme var ise orada düşünce özgürlüğünden bahsetmek imkânsızlaşır.
Tekelin içinde olan kişilere sorsak Ne kadar özgürsün? Nasıl cevap verirlerdi acaba? Bu soruyu anlayıp cevaplayabilermi dersiniz ? ? Cemaatim-üstadım-şeyhim izin verdiği kadar…
Elçiler asla kast sistemi kurup kendilerine ulûhiyet vermeye kalkışmışlardır?
Rabbin Rububiyetine güvenip Kur’anı okumaya davet ediyorum sizi
Mutlaka herkes kendi uzmanlık alanına veya ilgi alanına uygun kelimerin ve kavramların peşine takıldığında Rabbimin izniyle zihninde inanılmaz açılımlar oluyor. Bütün mesele Rabbe güvenip dayanmak.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla Hamd, Alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve Din gününün maliki olan Allah’adır. Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil. Bizi doğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil.

 

abdulvedud

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Mar 2009
Mesajlar
144
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
sükür.png



Rabbe Güvenip Dayanmak
Gerçekten biz Rabbe Güvenip dayanıyor muyuz?
Günümüzde materyalist mantığından sıyrılıp Akıllı bir tasarımın varlığının şahadetliğini yaptığımız bilim ve felsefesinin arifesindeyiz.
Akıllı tasarımcılarının bir yaratıcının varlığının ve birliğinin var olduğunu kabul ettikleri veya sorguladıkları bir devredeyiz. Sorgularken de metafizik-dogma –din diye adlandırdıkları bir sahaya başvurmadan yaratılışın tanımlayamadıklarını gözlemlemekteyiz. Bilimin geldiği şu an ki son nokta parçacık fiziğidir. Atom altına indikçe parçacık fiziğiyle karşı karşıya kalırız kuarklar ki Aslında kuark tek bir parçacık adı değildir tanımlanabilen ve tanımlanamayan birçok parçacığın topyekûn adıdır. Tıpkı parçacıklar kümesi gibi ve kümenin adı Kuarktır. Atom altında Keşfedilen tüm bu parçacıları bir arada tutan Eskilerin “esir” diye tanımladıkları ve yeni tanımıyla Gluon plazması diye tanımlanan alanın ötesi bilim insanı için Karanlıktır. Ve adına Karanlık enerji-Karanlık madde derler. İşte bu Karanlık alan boyutuna bir anlam kazandırmak adına insanlar bir dayanak noktası bulmak adına Metafizik-dogma -din diye adlandırdıkları alanlara ister istemez baş vurmak zorunda kalmışlardır.
Ters mantık üzerine yapacağım tefekkürüme sizi de davet etmek istiyorum. Bize ters gibi görünen nice olgular vardır ki bütünde düz, düz gibi görünen nice olgular da vardır ki aslında bütünün içinde terstir.
ÂDEMİN YARATILIŞINI anlatan ayetlerde iblisin Yaratıcıya karşı takındığı tavrı – kibri biliyorsunuzdur. İblisin kibri aslında ilk önce Ademe karşı idi aslında dolaylı yoldan Yaratıcıya karşı oldu. Ademi toprak ve su karışımı olan balçıktan ibaret sayan kendi yaratılış hammaddesinin üstünlüğünü savunan iblis bir bütünün içinde kimin daha üstün olduğunu nasıl bilebilir ?
Ayetleri anlam bütünlüğü içerisinde ele aldığımızda Şeytan bizim ötekimizdir. Ve Şeytan doğru yolun üzerinde oturacağım diyor ve oturduğu yolda yolu ters göstermesi gerekir ki Bağı Allahtan koparabilelim. Şeytan kişiyle Allahın arasında kendini aracı konuma koymadan ve bizi kandırmadan doğru yolu-düzü ters gösteremez.
Kişinin kendi iç âlemine yapacağı yolculukta anlayacağı ilk konu düşüncenin çağlayan bir şelale gibi olduğudur. Çağlayan bazen coşacak bazen dinginleşecektir. Nefse fucuru ve takvayı ilham eden Allah Nefsi düzenledikten sonra ona fucuru ve takvayı ilham etmiş olduğunu bildirmektedir.
Allah ademe kalemle yazmayı öğretti…(Alak suresi)Beyanı öğretti…(Rahmansuresi)
Tanımlama kabiliyeti YARATAN TARAFINDAN Âdeme lütfedildi şayet bir tanımlama yeteneğinden bahsedebiliyorsak Bizi Yaratan yaratıcının bizi o potansiyelde yaratması gerekir. Tıpkı Yerçekimin var olması gibi. Bilinçte öyledir. Biz yerçekiminin nasıl yasalaştırıldığını tanımlayamıyoruz. Bu sebeple insan bilinci üzerinde de birçok tez öne sürülmüştür. Oysa bir Potansiyel var ki bir potansiyelin varlığından söz edebiliyoruz Olmayan bir şeyden bahsetmek anlamsız olurdu.
Rabbim bize eşyayı tanımlama yeteneğini lütfederek bizi şerefli kılmış.
İnsan tam olarak kavrayabildiği-kuşatabildiği konuyu tanımlayabilir. Tanımlamak için sınır çizmek zorundadır. Sınır çizmeden tanımlayamaz.
İstişareye açmak istediğim diğer bir konu ise nasıl oluyor da Tasavvuf ehli Allahı tanımlayabiliyor? Hangi malzemeyle? Allahın lütfettiği bilinçle mi? Nasıl olurda Yaratılmış olan yaratanı kuşatıp tanımlayabilir?
İnsanoğlu Allah’ı tanımlayabilir mi?
Varlığını her alanda hissettiğimiz Allahı tanımlamaya kalkarsak ne olur?
İstediğimiz kadar kelime oyunu yapalım yinede Allahı sınırlandırırız. Sınırlandırmadıklarını iddia eden kişiler bile Allahı insan üzerinden tanımlamaya kalkıyorlar. Çünkü insan bir Tanımlama yapabilmek için bir dayanak notası bulmak zorundadır Yoksa tanımlayamaz.
Vahdeti vucudun tanımladığı Allah inancında. TEMEL İLKE Allahtan taşan (sudur)evren modelidir.
Tanrı insanı kendi suretinde yarattı (Tevrat yaratılış böl)
Bize de hadis nakilciliği ile geçmiş Allah âdemi kendi suretinde yarattı.
Yâda Alah âdemi Rahman suretinde yarattı.
Allahın, “ ARZ DA HALİFE VAR EDECEĞİM ” (Bakara-30) ayetini aynı düz mantıkla çevirdiğiniz de ise de OTOMATİK OLARAK İnsan Allahın halifesi konumuna geçiyor Ve böylelikle. Orfe-hermetik-Pisagor-Tao-kabala-Mani-hint-zen budizmi nin vs. felsefelerini İslam dini diye yutturup İnsana ulûhiyet makamını vermiş oluruz. Halife Birinin yerine geçmek arkasından gelmek vekil, önder, imam olmak manasına gelir.
Bedeni hakir gören bu felsefeler bedeni istenmeyen madde olarak algılarlar. Ruhu Allahın bir parçası konumuna taşıyan bu felsefelerin Ortak paydası insanı kâmil tezidir –nirvana ya ulaşmaktır -hulul etmektir vs. Ruhu-Nuru-ışığı geldiği kaynağa geri döndürme çabasına giren bu kişiler aslında çaktırmadan kendi kendilerini Allahın bir parçası konumuna taşırlar. Hedef Allahta erimek-hulul etmektir. Ve İçinde taşıdığı Allahtan sudur eden bil kuvve potansiyeli açığa çıkarmak için çalışır ve maddeyi-maddi bedeni yok saymak zorunda kalır. Çünkü madde yaratıcının en alt seviyeye düşmüş gölgesi konumun da oluyor. Tıpkı Enerji-ışık gölge veya buhar-su buz örneklerinde olduğu gibi. Kendi kendi içerisinde devri daim eden bir sistem.
Kimileri Allah bu sistem kadardır demiş kimileri ise sisteme sınır tanımamış ve biz evreni genişleticiyiz ayetini temel alarak genişleyen evren modelini savunmuş.
Aslında insan bu Zihin oyununda farkındaysanız ters mantığını işletir. Ve eşyadan – insandan yola çıkarak yaratıcıyı tanımlamaya kalkar ise mutlaka kendisine bir ulûhiyet veya Rububiyet makamı da vermek zorunda kalır. Bunuda acizliğinden yaptığını söyler Ve sistemi parseller parsellerken de cenneti cehennemi bize layık görür hâşâ Allahı ise kendi payına ayırır. Ve çıktığı makamdan kâinatı yönetmeye kalkar. Bunu da beden hapishanesinden çıktığını var sayarak yapar. Beden hapis hanesinden çıktığını düşünerek aslında bir şizofren gibi davranır Çünkü o hala Allahın yaratmış olduğu bir beden dedir.
Allah insan bedenini en güzel surette yarattığını söylemektedir.
İnsan haddini aşınca gerçekten her şeyi sahiplenmeye kalkıyor. Etrafındakileri -dünyayı-evreni -Allahı.
Oysa Elçiler, Allahın Rububiyetine ASLA ortak olmamışlardır. Benim Rabbim sizinde Rabbiniz olan Allaha iman edin demişlerdir. Ve herkesi tekelci sistemden çıkıp özgürlüğe davet etmişlerdir. Bir yerde tekelleşme var ise orada düşünce özgürlüğünden bahsetmek imkânsızlaşır.
Tekelin içinde olan kişilere sorsak Ne kadar özgürsün? Nasıl cevap verirlerdi acaba? Bu soruyu anlayıp cevaplayabilermi dersiniz ? ? Cemaatim-üstadım-şeyhim izin verdiği kadar…
Elçiler asla kast sistemi kurup kendilerine ulûhiyet vermeye kalkışmışlardır?
Rabbin Rububiyetine güvenip Kur’anı okumaya davet ediyorum sizi
Mutlaka herkes kendi uzmanlık alanına veya ilgi alanına uygun kelimerin ve kavramların peşine takıldığında Rabbimin izniyle zihninde inanılmaz açılımlar oluyor. Bütün mesele Rabbe güvenip dayanmak.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla Hamd, Alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve Din gününün maliki olan Allah’adır. Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Sen’den yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil. Bizi doğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil.


1- Allah birdir, tektir ve bütün kemal sıfatlarda en büyüktür. Bütün kâinatı birlik içinde yönetir. Bunu, âlemdeki baş döndürücü nizam ve intizamdan kavrarız. Allah Samed’dir; hiçbir şeye muhtaç değil; her şey O’na muhtaçtır. Allah bütün kâinatı, melekleri, cinleri, insanları, hayvanları, bitkileri... vs.-–hâşâ—kendi ihtiyacı için değil; sırf böyle irade ettiği için yaratmıştır. Melekler de, cinler de, insanlar da Allah’ın kullarıdırlar. Bütün kâinatta ne varsa Allah’a mutlak itaattedirler; Allah’ı tesbih ederler, Allah’ı zikrederler.

2- Allah’ın mahiyeti, yarattığı şeylerin mahiyetine aslâ benzemez.1 Yani O’nun mahiyeti, doğan, büyüyen ve ölen yaratıklar cinsinden değildir. O’nun mahiyetini bizler kavrayamayız. Sadece hiçbir yaratılmış şeye benzemediğini söylemekle yetiniriz. Çünkü bütün yaratıkları yaratan Allah’tır. Aklınıza ne gelirse Allah yaratmıştır. Allah ise yaratılmamıştır, doğmamıştır, doğrulmamıştır; O kendiliğinden vardır. O hiçbir şeye, hiçbir kimseye benzemez. Büyüklükçe de benzemez. Meselâ, insanlardan marangoz olanlar masa, sandalye yaparlar; terzi olanlar elbise dikerler; demirci olanlar demirden eşya yaparlar; inşaat ustası olanlar ev yaparlar. Ancak bu üretilen şeyler üretici ustalara aslâ benzemezler. Meselâ masa ve sandalye marangoz cinsinden değildir. Elbise terzi cinsinden değildir. Demir eşyalar demirciye benzemezler. Ev ustaya benzemez.

Allah bütün kainatın Sâniidir (san’atla yapan), Hâlık’ıdır (Yaratan), Rabb’idir (terbiye eden, büyüten, yaşatan, talim eden), İlâh’ıdır, Râzık’ıdır (rızk veren, doyuran, besleyen), Bâri’idir (güzel yaratan, örneksiz ve ilk defa yapan) ve Sahibidir. Allah hiçbir şekilde ne insana, ne de yarattığı herhangi bir mahlûka benzemez. Allah eşsizdir, benzersizdir, misilsizdir, emsalsizdir.

Allah’ın varlığı kendi zâtındandır. Varlığı başka bir varlığa dayanmaz. O bizatihi kaimdir, yani kendi kendisine vardır. O Azîm’dir; büyüktür, azamet Sahibidir, büyük olarak vardır. Kebîr’dir; büyüklük ve Kibriyâ O’nun şânıdır. O büyüklükte de hiçbir varlığa benzemez. Azîz’dir; izzet, azamet, şan ve şeref Sahibidir.

3- Allah’ın isimlerini, sıfatlarını, kâinat üzerindeki tasarruflarını, hâkimiyetini, nimetlerini, büyüklüğünü tefekkür edebiliriz, düşünebiliriz. Fakat O’nun zatını, vücudunun esrarını ve mahiyetini ne düşünebiliriz, ne kavrayabiliriz! Peygamber Efendimiz (asm); “Cenâb-ı Hakk’ın sınırsız nimetlerini tefekkür ediniz. Fakat Künh-ü Zatını düşünmeyiniz. Çünkü siz Ulûhiyet’in esrarını keşfedemezsiniz. Allah’ın azametini ve büyüklüğünü hakkıyla takdir ve ihata edemezsiniz.” buyuruyor.2 Bu hadîs bize Allah’ın sınırsız nimetlerini tefekkür etmeyi emrediyor, Allah’ın künh-ü Zâtını kavramaya çalışmamızı ise doğru bulmuyor.
Üstad Saîd Nursî Hazretleri, Peygamber Efendimizin (asm), “Allah’ın nimetlerini düşününüz.” emrine ittibâ eder; Selef âlimlerinin de izlediği yol olan Allah’ın Sübûtî Sıfatlarının, Selbî Sıfatlarının, Fiilî Sıfatlarının ve Müteşâbih Sıfatlarının varlığını ispat eder. Müteşâbih sıfatlarda Allah’a cisim veya şekil vermez, sıfatların şekli, muhtevası ve künhü üzerinde durmaz, Allah’ın muradı ne ise aynen kabul ve telâffuz eder.


4- Bize düşen iman etmektir. Allah’ı en büyük olarak biliriz. O’nu bildiğimiz bütün büyüklerden büyük tanırız ve böyle inanırız. Fakat O’nun büyüklüğünün mahiyeti üzerinde durmayız, düşünmeyiz, tartışmayız. Allah’a cisim vermeyiz. Allah ne maddedir, ne ruhtur. Maddenin de, ruhun da yaratıcısıdır. Kendisi madde ve ruh cinsinden değildir.

Allah Teâlâ (cc) kendisine bu sıfatlarla iman eden ve seven kullarına Cennet’te Cemâlini ve güzelliğini görmeyi nasip edeceğini müjdelemiştir.

Dipnotlar:
1- Mektûbât, S. 242.
2- Suyûtî, Câmi’üs-Sağîr, 1/132; Aclûnî, Keşf’ul-Hafâ, 1/311

http://www.fikih.info/kategoriler/allah-cc/2766-allahin-buyuklugunu-kavramak.html bu linkten alıntıdır...
 

abdulvedud

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Mar 2009
Mesajlar
144
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
) Tasavvufta Sapmalar

Tasavvuf beden-ruh, zâhir-bâtın, lafız-mâna ayırımı yapar ve daima bunlardan ikincilere ağırlık verir, fakat birincileri de ihmal etmez. Bununla birlikte tarihî seyir içinde zaman zaman zâhir ile bâtın, zâhirî-şer`î ilimlerle bâtınî-mânevî ilimler arasındaki mesafe açılmış, uçurum derinleşmiştir. Açılan mesafeyi kapatmak için şeriatla tasavvufu bağdaştıran ve kaynaştıran Ebû Nasr es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi büyük mutasavvıf âlimler değerli eserler yazmışlar, böylece zâhir ehli ile bâtın ehli arasındaki zıtlaşmaları ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya veya en aza indirgemeye çalışmışlardır. Tasavvufun Ehl-i sünnet arasında daha fazla yaygınlaşmasının önemli bir sebebi söz konusu mutasavvıf bilginlerin bu tür çalışmalarıdır.

Zâhir ile bâtın, akıl ile kalp arasında zaman zaman görülen karşıtlığın ve uzlaşmazlığın sebebi çoğu zaman tarafların birbirini anlamalarını sağlayacak yeterli bilgi donanımına sahip olmamalarıdır. Yetişme tarzının, alınan eğitimin ve mizacın da bunda büyük tesiri olmuştur. Bu hususlar ihtilâfın bir dereceye kadar tabii ve anlaşılır sebepleridir. Taraflar birbiri hakkında yeterli bilgiye sahip oldukları zaman ihtilâf ya ortadan kalkar veya hafifler, hoşgörü sınırları içinde kalır.

Söz konusu ihtilâfın diğer sebepleri tasavvuf perdesi altında İslâm'a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlar, diğer dinlerden, mezheplerden, mistik akımlardan, felsefelerden ve dinî geleneklerden kaynaklanan sızmalardır. Bu çevrelerin kültürüne âşina olan zümreler ve fertler İslâm öncesi sahip oldukları dinî inançları ve felsefî kanaatleri belki iyi niyetle belki de art niyetle İslâm'a taşımışlar ve bunları tasavvuf çatısı altında yaşatma yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda tasavvufî hayatta bazı sapmalar olmuştur.

Tasavvuftaki sapmalar erken dönemlerde başlamıştır. İlk sûfîler döneminde bile bu tür sapmaların mevcut olduğunu biliyoruz. Ancak ilk sûfîler bu tür hareketler karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlar, sapmaları ve sapkınları eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan korumuşlardır. Diğer taraftan söz konusu hususlar zâhir ulemâsı tarafından da eleştirilmiştir.

Sülemî bu konuda Galatâtü's-sûfiyye adıyla bir eser yazmış, Serrâc da el-Lüm`a'da bu konuya bir bölüm ayırmıştır. Daha sonraki mutasavvıf yazarlar da bu husus üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır. Bunlardan bazı örnekleri aşağıya alıyoruz.

1. İbadetin düşmesi inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insanın ibadet ve kullukla Allah'a ereceğini, erince ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan âzat olacağını iddia etmişler: "Yak¢n gelene kadar Rabbine ibadet et" (el-Hicr 15/99) meâlindeki âyeti bu inanç istikametinde yorumlamışlardır.

Hakiki sûfîler bir müslümanın son nefesini verene kadar dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla yükümlü olduğu inancındadırlar. Bunlar yukarıdaki âyette geçen "yakýn" kelimesini "ölüm" şeklinde yorumlamışlardır. Allah'a kul olmak hür olmaktan daha üstündür.

2. Riyadan kurtulmak ve ihlâs halini gerçekleştirmek için dinî geleneklere aykırı davranmak gerektiği inancı. Bunlara göre bir müslüman Allah'a kulluk ederken halk unsurunu dikkate almamalı, Allah'tan başkasına değer vermemeli; ister doğru, ister bâtıl olsun hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı düşünmemelidir. Bu anlayış esasen doğru olmakla birlikte yanlış istikamette kullanılmış, neticede onları edep ve terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve lâubali olma noktasına götürmüştür. Bazı Melâmîler'de ve Kalenderîler'de bu hal görülür.

3. Velînin peygamberlerden üstün olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflar Kehf sûresinde anlatılan Mûsâ-Hızır (a.s.) kıssasını ileri sürerek velînin nebîden üstün olduğunu iddia etmişler; çünkü velîler doğrudan, nebîler vasıtayla Allah'tan bilgi alır demişlerdir. Bu bâtıl bir inançtır. Zira velîlik, peygamberlik meşalesinden sadece bir pırıltıdır. Hiçbir zaman bir velî bir nebî derecesinde olamaz. Her nebî aynı zamanda velîdir. Onda hem velîlik, hem peygamberlik birleştiğinden velîlerden üstündür.

4. Her şeyin mubah olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada asıl olan mubah oluştur. Başkasının hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır. Bu inançta olanlara İbâhıyye veya Mubahiyye denir. Bazıları da niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini bağlamadığını iddia ederler.

5. Hulûl inancı. Bunlara göre Allah insan bedenine girer. Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini tanrılık nitelikleri alır.

6. Cebir inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insana nisbet edilmesi gereken her şeyin Allah'a ait olduğunu, aslında insanların iradeleri ve tercih yapma imkânları bulunmadığını, cebir altında olduklarını iddia ederek kişilerin sorumluluğunu ortadan kaldırmışlardır. Bunlar, "Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren olursa hareket ederiz" derler. Bu görüşte olanlar aslında sapık olup mutasavvıf görünen kimselerdir.

7. Allah'ı görme inancı. Bazı sözde mutasavvıflar yüce Allah'ı dünyada gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da sapıklıktan başka bir şey değildir.

8. Allah Teâlâ'ya karşı saygısız davranmak. Bazı sözde mutasavvıflar Allah'a yakın olma mertebesine erdiklerini, bu mertebede edep ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia ederek Allah ile kulu arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve Allah'tan söz ederken çok lâubali ifadeler kullanırlar.

9. Tenâsüh inancı. Bazı sözde mutasavvıflar ölen bir insanın ruhunun, ölmeden evvelki davranışlarına ve yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde tekrar dünyaya geldiklerini ve cezalarını çektiklerini iddia ederler, âhirete inanmazlar.

10. İttihat inancı. Bazı sözde mutasavvıflar belli bir yöntem izleyerek beşerî niteliklerden arınan bazı kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia eder ve insanları tanrılaştırırlar. Gerçek sûfîler ise yaratıcı varlıkla yaratılan varlığı birbirinden ayırır, yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip tanrılaşamayacağına inanırlar.

Bunlara ilâve olarak mutasavvıfların bir kısmında kâfir veya sapık olmayı gerektirmeyen birtakım hatalı inançlar ve davranışlar da vardır: Aşırı çilecilik, dünya işlerini tümden terk, bir tür ruhbanlık, evlenmemek, et yememek, tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kutsal sayacak kadar yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence etmek, mubah olan nimetlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı böbürlenmek, kılık-kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak, vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, toplumu terkedip inzivaya çekilmek, tasavvufu kıssacılıktan, menkıbecilikten, raks ve semâdan, evrad ve ezkârdan ibaret sanıp ilâhiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek. Sözü edilen bu hususlar aslında tasavvufta var ise de, bunların birtakım kuralları, sınırları, şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir. Bu kurallara uymayan ve sınırları aşan biçimleri hatadır.







f) İlkeler

Yukarıdaki bilgiler ışığında, tasavvuf ve tarikat konusunda göz önünde bulundurulması gereken önemli bazı hususlar şu şekilde özetlenebilir:

1. Tasavvuf biri Kur'an ve hadisin özü, diğeri bu öz istikametinden sûfîler tarafından geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır. İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan, insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyarîdir. Zira özel bir hayat tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir.

2. Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler. Zira kibir haram, tevazu farzdır.

3. Tasavvuf yolu ince bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kâmil bir rehbere ihtiyaç vardır. Her şey erbabından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur. Kendi başına bu yolda yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir.

4. Tasavvuf ince ve uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebû Ali Rûzbârî, "Biz bu yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek cehenneme düşeriz" demiştir. Çok kârlı olan bir işin riski de çoktur. Onun için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat gibi tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gayet ihtiyatlı ve son derece dikkatli olmalıdır.

5. Genel olarak müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bâyezîd-i Bistâmî ve İbn Arabî gibi mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi görünen bazı fikir ve ifadelerine bakıp bunlar hakkında suizanda bulunmak ve acele hüküm vermek doğru değildir. Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış anlamalara elverişli hususları onlarla müzakere etmek gerekir.

6. Derecesi ne kadar yüksek olursa olsun bir velî günah işleyebilir. Peygamberlerden başkası günahsız değildir. Ancak günah işleyen velîler günahta ısrar etmezler, ederlerse velî sıfatını kaybederler. Fâsık ve fâcir (günahkâr) bir kişi özel anlamda velî, yani Hak dostu olamaz. Bunlardan uzak durmalıdır.

7. Velîlerin, akıl ve dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler bu konularda onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalı, bu tür söz ve ifadeleri onların özel yaşayışı veya hatası sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı kalmalıdırlar. Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır. Bu olmadan tasavvuf da olmaz.

8. Tasavvuf alanında müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hazinesine sahiptir. Bir müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufî düşünceden yararlanabilir. Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve bir şeyhe bağlanması gerekmez. Ancak tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır. Yanlışı olmayan tek kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir.

9. Velîlerin kerameti vardır ve haktır. Bir velînin velî olması için kerameti olması da şart değildir. En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır. Hatta istikamet (doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür. Mânevî kerametler maddî kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri ve menkıbeleri ölçü almamak ve abartmamak gerekir.

10. Velîler keşf ve ilham denilen bir yolla Allah'tan bazan özel bilgiler alabilirler. Güvenilir olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları bakımından bu tür bilgilerin çeşitli dereceleri vardır. Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir. Başkaları için bağlayıcı delil değildir. Bu tür bilgilerden yararlanmak için bunların Kur'an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması şarttır. Ebû Saîd el-Harrâz'ın dediği gibi: "Zâhirî hükümlere aykırı olan her bâtın bâtıldır."

Diyanet işleri ilmihalden alıntıdır bkz 1. cilt tasavvuf bölümü


amacım yukarıdaki yazıya salt muhalefet yapmak değil... bunları belirtmek istedim çünkü yanlış anlaşılmalar olsun istemediğim için yazdım bunları...... burdaki bilgileri kendilerine göre yorumlayanları zamanında gördük...
insanların kafası karışmasın istedim bunları ekledim hatamız varsa hayırlı eleştirileri bekleriz
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt