Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hukuk ve Edebiyat Üzerine (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Hukuk ve Edebiyat Üzerine




Ali Rıza Yaman




Şüphe, Batı’nın özellikle son beş yüzyılına damgasını vuran hâl’dir. Bu hâl’in Batı tefekkürüne damgasının vurmasının sebeplerinin başında herhâlde akılın hakkını araması gelir.
İnanıyorum, o hâlde varım düşüncesinin hâkim olduğu dönemde, mütehakkim bir tavrın sahibi olan ve Meşşaî filozoflardan Aristo’yu tanıyıp, Aristo mantığını kendi tefekkürüne tatbik eden A. Thomas’ın öğretisini mütehakkim tavrını meşrulaştırmanın bir nevi âleti olarak gören Kilise azizlerince anlamak, anlamak için de akılı kullanıp yepyeni ufuklar kazanmak isteği engellendi.
Bu sürecin ardından, akıla hak ettiği payeyi vermek adına, tam zıt yönde inkişaflar yaşandı, şüphecilik nazariyeleştirildi, kartezyen endişe her alanda derinden hissedildi.
Bu endişe indirgemeci bir telâkkiyi de beraberinde getirmiştir.
İlmî tasnifler de bu telâkkiye dayanılarak yapılmış, ‘bir nokta olan ilim’, ancak ilimle elde edilebilecek cehalet sahiplerince çoğaltılmıştır.
Bunun nihayetinde de ‘bütün fikir’ idraki kaybolmuş, parça doğrular, ‘bütün’e irca kaygısı taşınmadığından, ‘bütün’e nispetle değerlendirilememiştir. Bütün’e nispetle değerlendirilemeyen parça doğrular da hakikate erdirici olmamış, tecrit ufku daralmış, bilmeyi bilen kâmil mânâda münevverler yok olmuş, tali meselelerde uzmanlaşan basit ‘literatiler’ türemiştir.
Bu literatiler özellikle hukuk sahasında, pozitivizmin ulus- devletler aracılığıyla gerçekleştirdiği huruç hareketi olan modernleştirmede önemli misyonlar edinmiş ve insan ve cemiyet ruhunun kötürümleşip, mefluç bir hâl belirtmesinin en büyük müsebbipleri olmuştur.
Oysa ki hukukun en bariz vasfı, bir yönüyle en derin tecride diğer yönüyle de en katı müşahhasa dair olmasıdır.
Hukukçunun en bariz vasfı ise ‘en derin tecritle en katı müşahhası birleştiren aksiyon’u gerçekleştirmesi, hukukun ‘yapma’ya değil ‘keşif’e dayalı olduğunu idrak etmesi ve bu idrak nispetinde keşif ehli olmasıdır.
Şahitlik ettiği zamanın hakkını verme kaygısında olan bir hukukçu meselâ, kuantum fiziğine ve kuantum fiziğinden yola çıkarak yepyeni bir dünya görüş inşâ edip onu bütün dünyaya teklif etme çabasına ne kadar ilgiliyse, Ali’nin Veli’yi öldürmesi, yahut dolandırmasıyla da o kadar ilgilidir, ilgili olmalıdır.
Ne olması gereken’i gözden ırak tutmak, onu ihmal etmek ve ne de olan’a sırt çevirmek. İkisi arasında bir yerde kıvamı bulmak, tutturmak ve hududu gözetmek, itidal üzere olmak ve oldurmak…
Bir yanı tefekkür ve nazariyata diğer yanı da pratik tatbikata dair olan hukuk alanında tecrit ufkunun daralmasının, saf tefekkür alanının ihmal edilmesinin, ‘olması gereken’e sırt dönülmesinin, insanın değişen ilgi, istek ve ihtiyaçlarına olması gereken’e nispetle çözüm üretilememesinin tezahürü, görülmekte olan dava sayısının yirmi milyona yakın olan TC’deki gibi, herkesin herkesle kavgasıdır.
Bizim için, insanı anlama çabasında, bu çabada, tecrit ufku kazanmada, ilmetmede ilk eşik; edebiyat… Edebiyat’ın edep’ten gelmesi, Hukuk Edebiyatı’nda İBDA Mimarı’ndan öğrendiğimiz şekliyle, din’in edep, edep’in de hadlere riayet olması yanında dil’i kullanmak, onun vasıta ve vesilesiyle eşya ve hâdiseleri teshir edip, ‘ol’ma ve oldurma hususiyetleri bile hukuk ile edebiyat arasındaki ilgi, alâka ve münasebetin ne olduğu hakkında fikir verir.
Tarihimizde tefekkürden beslenen, olması gereken’e dair söyleyecek sözü olup, şahitlik ettiği zamanın hakkını verme kaygısını taşıyan ve şairliğin çok ciddi bir iş olduğunu bilip, şiirdeki müphemliğin arkasına sığınıp fikrî zafiyetlerini gizleme yoluna gitmeyecek kadar namuslu olan büyük şairlerimizden bir çoğunun aynı zamanda hukukçu, birçok hukukçunun da aynı zamanda şair olması meramımızı anlatmada en müşahhas misâldir.
İstanbul kadılığı yapan ve divan edebiyatının zirve şahsiyetlerinden olan bir Baki…
Bağdat kadılığına tayin olunan ve fakat hemen ardından başka bir göreve tayin olduğu için kadılık yapamayan bir Nev’î…
Baki’nin, Nev’î’nin yanında Nedim’den Sünbülzâde Vehbi’ye kadar kadılık yapan bir çok divan şairi…
‘Çorak dönem’in edebiyat sahasında boy gösterenlerin arasında da birçok hukukçunun olduğunu görmek mümkün. Fuat Köprülü, Burhan Felek, Orhan Seyfi Orhon, Samed Ağaoğlu, Necati Cumalı, Ziya Osman Saba, Vüs’at O, yarım bıraksa da hukuk öğrenimi gören Atilla İlhan… aklımıza gelen ilk isimler.
Batı edebiyatına baktığımızda da edebiyat alanında temayüz eden bir çok hukukçunun varlığını görürüz. Bunlar arasında şahsımızın aklına gelen isim, hukuk öğrenimi gören, matematik alanında temayüz eden şair Valéry’dir.
Büyük Doğu Mimarı’nın yıllarca beklediği Beklenen’in saydığı vasıflarından biri de; ‘en derin tecritle en katı müşahhası birleştiren ve kitaplık çapta zuhur eden aksiyon dehâsı’dır… Bu aksiyonu gerçekleştiren ve hukuk öğrenimi gören ‘Beklenen’, eserlerinden birinde [Hukuk Edebiyatı –Nizam ve İdare Ruhu-] hususen bir romana dikkat çeker: Therese Etienne.
Hukuk edebiyatı literatüründe üzerinde ehemmiyetle durulması gereken bir diğer roman Suç ve Ceza’dır.
Cadı Kazanı (A. Miller) hukukun farklı farklı zaviyelerinden, dallarından çeşitli okumalara tâbi tutulabilir.
‘Rasyonel olanın irrasyonele ircaı’ olarak da hülâsa edebileceğimiz post- modern dönemin habercisi olan, aynı olayı birden çok kişinin ağzından vererek, gerçekliğin değişkenliğinden dem vuran Faulkner de hukuk edebiyatı zımnında anılması gereken yazarlardandır.
Suçun içtimaî veçhelerinin yanında, fakat ondan daha önce suçu ferdî vicdan zaviyesinden bir okumaya tâbi tutan bir Sefiller, bir Diriliş, bir Suç ve Ceza’ya mukabil, tıpkı Faulkner gibi, J. Steinbeck de suçu ‘insan tabiatı’ zaviyesinden bir okumaya tâbi tutar ve zulmedenlerin iktidarsızlıklarına Fareler ve İnsanlar’ında dikkat çeker. Fareler ve İnsanlar’ın yanında kendisine Nobel ödülünü kazandıran Gazap Üzümleri ve Bitmeyen Kavga da anılmaya değer eserlerdir.
Anılmaya değer diğer bir yazar Shakespeare’dir. Venedik Taciri ve III. Richard bir tarafa Koryalanus Faciası hukuk, ahlâk, kadınlık ve erkeklik keyfiyeti çerçevesinde, o zaviyeden okunası bir kitaptır. Kadınlık ve erkeklik keyfiyetinin ne olduğunu, erkek keyfiyetinden olan vakarın, gururun kadınsı bir hâl aldığında savaşçı erkeği nasıl bir felakete sürükleyeceğini anlatan ve bizce hukuk edebiyatı içinde görülmesi gereken bir kitaptır Koryalanus Faciası.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Meslekten hukukçu, avukat olan Kafka’yı ve onun Dava’sını hukuk ve edebiyat bahsinde anmamak olmaz…

Dava’nın kahramanı Josef K. bir sabah tutuklanır. Oysa ki, genel kabuller içindeki bir ‘suç’u işlememiştir. ‘Kendimden başka hiçbir eksiğim yok’ diyen ve zorluklara mukavemet etmenin, varolma sancısını çekmenin anlamsızlığı ve uğruna yaşanmaya değer bir doğrunun, hakikatin olmadığı peşin kabulüyle insana binbir vehim zekreden Kafka, Dava’da işi trajikleştirir. İnsana derin bir kasvet veren, bütün melekelerini dumura uğratan bir romandır Dava… Ortada bir ‘suç’ yoktur, ama görülmekte olan bir dava ve dolayısıyla ceza vardır. Josef K., bütün bir roman boyunca suçsuzluğunu ispata çalışır. Ama nafile. Dava’ya boyun eğer. Ne olduğunu bilemediği suç, Josef K. ile özdeşleşir âdeta. Bu duyguya dûçar olur. Josef K.’nın hâlini kapıcı Wilhem şu sözlerle dile getirir: ‘Suç, mahkemeyi kendine çeker.’ Dava varsa, ceza varsa, suç kendisi ile âdeta özdeşleşmişse ve suç, mahkemeyi kendisine doğru çekmişse, artık her yer mahkeme, herkes hâkimdir. Kiminle dostluk kursa, kime derdini anlatsa nafile… Suçluluğun yükü o kadar ağır ki şefkat ve umudun mücessem ifadesi olan kadınlardan bile şefkat bekleyemez hâle gelir ‘suçlu’. ‘Suçlu’nun romanı bitmemiş, belki de bitirilmemiştir… İnsana derin bir pasifizmi zekreden ve ‘(...)hayat için yaşamak, hayata kendimi bırakmak için gerekli şartların hiçbirini beraberimde getirmiş değilim. Sadece insana has genel zayıflığın taşıyıcısıyım’ diyen Kafka’nın romanı bitirmediğini düşünmek daha sağlıklı. Ortada bir hayat var ama, zayıflıktan, güçsüzlükten, yargılardan dolayı bir türlü ona intibak edilemiyor… Müthiş bir pasiflik duygusuyla ölümün sırasını beklemekten gayrı bir şey yapamayan, bunu da bir güç olarak görüp, ‘(…)sözünü ettiğim zayıflık çok büyük güçtür.’ lafını eden Kafka’nın hayattaki durumu neyse Josef K.’nın da dava karşısındaki durumu âdeta o. Ortada dava var, ama davanın içine giremiyor, taraf olup, davasını kontrol altına alamıyor. Niye?.. Baştan suçludur da ondan. Josef K.’nın dava karşısındaki durumunu roman içinde rahibin anlattığı hikayeden süzmek mümkün: Yasanın önünde bir kapıcı vardır. Köylü bir adam gelir ve yasa’dan, kapı’dan içeri girmek ister. Bekçi buna müsaade etmez. ‘Belki daha sonra’ der. Oysa ki kapı açıktır ve bunu köylü görmüştür. Köylünün merakla içeriye baktığını gören bekçi ‘madem bu kadar istiyorsun bir dene’ der ve ekler: “Ama ben güçlü bir bekçiyim. Diğer bekçilerin de en zayıfı, en küçüğüyüm. Benden sonra üç bekçi daha vardır. Hele en sondaki kapıda duran bekçi… Onunla ben bile karşılaşmak istemem.” Köylü adam şaşırmıştır. Çünkü böylesi bir güçlükle karşılaşacağını hiç tahmin etmemiştir. Zira bu yasa’dır ve ona göre yasa’nın herkese açık olması gerekir. Uzun bir süre tereddüt eder ve en nihayetinde giriş iznini beklemeye karar verir. Bekçi incelik gösterir ve köylüye bir tabure verir. Aradan haftalar, aylar, yıllar geçer. Bu zaman zarfında da bekçiye rüşvet vermeyi de ihmal etmez. Bekçi hiç tereddütsüz verilenleri alır ve ekler: “Bunları alıyorum çünkü bak ‘şu yola da başvuracaktım ama unuttum’ şeklinde hayıflanmayasın.” Beklemek suretiyle yıllar geçer. O kadar zaman geçmiştir ki, köylünün gözleri artık iyi görmez olur. Ama kapıdan bir ışık görür. Çok güçlü bir ışıktır bu. İlk başlarda tereddüt eder, gözlerine güvenemez. Ama hayır. Kapıda bir ışık vardır ve bütün görkemiyle pırıldamaktadır. Nasıl olsa artık yaşlanmış ve fazla şansı kalmamıştır. Son bir azim içeri girmeye niyet eder. Bekçi sert çıkar: “Amma da aç gözlü bir adammışsın. Hâlâ nedir görmek istediğin, merak ettiğin?!.” Bu cevaba içerleyen köylü bekçiye sorar: Benim bildiğim yasa herkese açıktır ve herkes ona ulaşmaya çalışır. Hâl böyleyken niçin bunca yıldır benden başka hiç kimse bu kapıda beklemedi, buna niyet etmedi?!.’ Bekçi cevap verir: Senden başkası giremezdi, çünkü bu kapı senin içindi. Ve artık kapanma vakti geldi!..

Suçu, kötülükü, cezayı işleyen romanlar kadar hukuk edebiyatında ehemmiyet belirten önemli davalar, yargılamalar, hâdiseler var. Bunlar sayılamayacak kadar çok. Aklımıza gelen ilk davalar, Dreyfus ve Rosenbergler davası…

Rosenbergler Davası yakın bir tarihe ait olup, 1950’li yılların Amerika’sında, MacCarthy döneminde geçer. Dönem, komünist avının gerçekleştirildiği dönemdir. Ethel ve Julius isimli karı koca Rosenbergler, Ethel’in kardeşinin ihbarı ile başlayan süreçte, yine aynı kardeşin yalancı şahitlik yapmasından sonra mahkemece Rusya’ya bilgi sızdırdığı hükmüne varılmış, ve nihayetinde ceza almışlardır. Davanın bütün dünya tarafından bilinmesinin sebebi ise daha ziyade infaz şeklidir. Dünyanın birçok yerinde gösterilerin olmasına, bu davaya değinen filmlerin çekilmesine sebep olan infaz, elektrikli bir sandalyede karı- koca Rosenberglerin yakılması suretiyle gerçekleşir.

Diğer dava bir döneme damgasını vuran, hâdisenin yaşandığı zamanda entelektüel sorumluluğun bir nev’î kriteri olan Dreyfus Davası’dır. Düşman lehine casusluk yaptığı iddia olunan Yahudi bir subayın suçsuz olduğuna inanan E. Zola’nın ‘Suçluyorum’ adlı makalesi, Dreyfus davasının kitlelere sirayeti, davanın seyrini değiştirmesi, kendisinin İngiltere’ye kaçma ve uzun süre orada kalmak gibi tezahürlerinin yanında hukuk edebiyatında da edebî bir değer olarak önemli bir yer tutması itibariyle ayrıca ehemmiyetlidir.

Dreyfus, Rosenbergler… Batı’dan aklımıza gelen ilk misâllerdendir.

Darbelerden ibaret olan TC’nin tarihinde Dreyfuslar, Rosenbergler… fazlasıyla var. Raskolnikov karakterinden bile bîhaber olanların kahir ekseriyeti teşkil ettiği, mevzuatı takip ve tatbik etmekten öte bir fonksiyonun icracısı olmadığı mevzuatçıları yetiştiren statüko olduğu müddetçe de olmaya devam edecektir.

Türkiye’de olmayan, namuslu aydınlar ve kâmil mânâda hukukçulardır.

Bilmenin sorumluluğunu duyan, irfan makamına ermek gibi bir kaygı taşıyıp, marifete erme ve erdirme tasasında olan münevverler- hukukçular, mükellefiyetlerini, ‘Hukuk Edebiyatı’nı anladığı, Nizam ve İdare Ruhu’nu kavradığı ve en derin tecritle en katı müşahhası birleştiren aksiyon’u gerçekleştirdiği nispette yerine getireceklerdir.



Aylık Dergisi
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt