Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hilafet'in Valisi... (1 Kullanıcı)

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
HUZEYFE b. YEMÂN

Hakikat Aşığı - Nifak Düşmanı

Medain halkı topluca Hz. Ömer'in (r.a.) kendileri için tayin ettiği va­liyi karşılamaya çıktılar. Verâsı, takvası, Irak'ın fethinde gös­terdiği azim ve kararlılığı hakkında çok şey işittikleri bu güzide sahâbeyi karşılamak üzere yola koyuldular.

Valinin kalabalık ve gösterişli bir gurupla geleceğini ümit ederler­ken, karşılarında se­meri eskimiş bir eşeğe binmiş, ayaklarını sar­kıtmış, ellerinde tuttuğu çörek ve tuzu yiyerek gelmekte olan, yüzü aydınlık bir adam gö­rünce şaşırdılar.

Adam kendilerine iyice yaklaştığında bunun bekledikleri yeni valileri Huzeyfe b. Yemân ol­duğunu anladılar. Bu durum karşısında nere­deyse şaşkınlıktan akılları başlarından gide­cekti.

Fakat bu şaşkınlık neyin nesiydi?
Hz. Ömer'in seçip gönderdiği birinden daha ne bekliyorlardı ki? Ama onlar şaşırmakta hak­lıydılar; zira ülkeleri ne İranlılar döneminde, ne de daha sonraki dönemlerde böyle bir vali görmemişti.

Huzeyfe aralarında ilerledi, insanlar etra­fına toplanmışlardı. Onların kendisinden bir şeyler söylemesini istediklerini anlayınca, on­ları derin­den şöyle bir süzdü ve: "Fitne yerle­rinden uzak durunuz." buyurdu.

İnsanlar:
"Ey Huzeyfe! Fitne yerleri nedir?" diye sor­duklarında cevap olarak: "Emirlerin kapıları­dır... Sizden biriniz emirin veya valinin yanına gider, yalan söylediği hâlde onu tasdik eder, onda olmayan şeylerle onu över. İşte bunlar birer fitnedir." buyurdu.

Konuşması da kendisi kadar ilginç ve şaşır­tıcıydı.
Yeni valilerinin bu sözleri üzerine insanların ilk şaşkınlıkları geçti ve ona ısınmaya başladı­lar. Zira onun dünyada en çok kızdığı, hakir gör­düğü şey, nifaktı. Aynı zamanda bu sözler, yeni valinin şahsiyetini ve hüküm verirken ta­kip edeceği metodun ne şekilde olacağının da en açık deliliydi.




Huzeyfe b. Yemân tabiatı itibarıyla nifaktan nefret eden ve onu en gizli yerlerde bile göre­bilme kudretine sahip olan bir insandı.

Huzeyfe, kardeşi Safvan ve babaları, Resû­lul­lah'a gelip her üçü de iman ettikten sonra İslâm, kuvvet ve kararlılık bakımından yeni bir güç kazandı.

Huzeyfe güçlü, temiz, cesur, doğru, kor­kak­lığı, nifakı ve yalanı hor ve hakir gören bü­yük bir dine, İslâm'a boyun eğmişti.


O, Allah Resûlü'nün elinde edeplenmiş, ken­disine Resûlullah'ı ör­nek almış, doğru, gü­venilir, hakkı müdafaa eden, güçlükleri seven ve dönek, riyakar ve hilekârlardan da nefret eden bir insandı.

Resûlullah'ın ashabı içerisinde, az önce be­lirttiğimiz hususlarda en hassas ve en duyarlı melekeye sahip olan kişi, Huzeyfe b. Ye­mân'­dı.

Huzeyfe, birçok alanda ileri derecede yete­nekli bir insandı. Önce­likle yüz hatlarını okuma ve sırları açığa çıkarma konusunda uzmandı. İnsanın yüzüne bir bakışla, onun nasıl birisi olduğunu, içinde ne tür duygular gizlediğini anlayıverirdi.

Bu konuda gerçekten ihtisas sahibiydi. Hatta zekâsı ve tecrübesiyle tanınan Mü'minlerin Emiri Hz. Ömer dahi bir yere biri­sini tayin edeceği zaman Huzeyfe'nin görü­şüne başvururdu.

Huzeyfe, hayatta hayrı talep eden kişi için hayrın açık ve seçik ol­duğunu, buna mukabil şerrin gizli ve kapalı olduğunu, bu sebeple akıllı kişinin gerek hareketlerinde, gerekse dü­şüncelerinde şerden sakınması gerektiğini bi­len ve tavsiye eden bir kişiydi.

Huzeyfe şerri ve şerlileri, nifakı ve müna­fıkları gözetler ve bu konu­lar üzerinde ehem­miyetle dururdu.

O şöyle diyor:
"İnsanlar Resûlullah'a hayrı sorarlardı. Ben ise, bana erişmesinden korktuğum şeyi sorar­dım. Bir gün Allah Resûlü'ne "Ya Resûlullah! Biz câhiliye ve şer içerisindeydik. Allah bize hay­rı ihsan etti. Bu hayırdan sonra şer var mı­dır?" diye sordum.

Allah Resûlü: "Evet." dedi.
Ben: "Bu şerden sonra tekrar hayır var mı­dır?" dedim.
Resûlullah: "Evet; ama içerisinde gizli fitne olan bir hayır." dedi.
Ben: "Bu fitne nedir?" diye sordum.
Allah Resûlü: "Bunlar, benim sünnetimi bı­rakıp, başka şeylere uyan ve hidâyeti benim dışımda arayan bir kavimdir... Sen onları tanır ve yadırgarsın (inkâr edersin)." buyurdu.

Ben tekrar: "Bu şerden sonra tekrar hayır var mıdır?" dedim.
Allah Resûlü: "Evet, cehennem kapılarında dikilip, insanları oraya çağıranlar vardır. Kim onların bu çağrısına icabet ederse, onu cehen­neme atarlar..." buyurdu.

Ben: "Ya Resûlullah o vakte erişirsem, bana ne yapmamı tavsiye edersin?" diye sor­dum.

Allah Resûlü: "Bütün o guruplardan uzak dur. Bir ağaç köküne tutunmuş olsan bile, ölene kadar bu hâlin üzere kal." buyurdu.

Bu ifadelerden sonra Huzeyfe'nin, "İnsanlar Allah Resûlü'ne hayır­dan soruyorlardı; ben ise şerden soruyordum." sözü daha iyi anlaşıl­maktadır.

Huzeyfe b. Yemân, fitnelerden ve şerlerden korunmak ve insanları da bu tehlikelerden sa­kındırmak için bu konularda daima uyanık, ba­si­retli ve ileri görüşlü bir kişi olarak yaşadı. Bu sayede dünyayı, insanları ve zamanı gerçek anlamıyla kavradı ve bu konularda bir bir fey­lesof hakim gibi görüşler ortaya koydu.

O (r.a.) şöyle diyor:
"Allah, Hz. Muhammed'i (s.a.v.) gönderdi. O da insanları, dalalet­ten hidâyete ve küfür­den imana davet etti. Bir kısım insanlar ona icabet edip, sanki ölüyken hak ile yeniden di­rildi. Bazıları da ona icabet etme­yip, dalalet içinde kalarak, daha önce diriyken sanki ölü hâline döndü­ler…

Sonra nübüvvet gitti, yerine hilafet geldi...
Daha sonrada yönetim -ısırıcı- saltanata dö­nüştü...
İnsanlardan bir kısmı şerri kalbiyle, diliyle ve eliyle inkâr eder... İşte onlar hakka ger­çekten icabet edenlerdendir.
Onlardan bir kısmı da sadece kalbiyle ve diliyle şerri inkâr eder. Bunlar ise (imandan) haktan iki şubeyi terk edenlerdir…
Ne kalbiyle, ne eliyle, ne de diliyle şerri in­kâr etmeyenlere gelince, böyleler yaşayan ölülerdir."
 

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
Huzeyfe kalplerin hidâyeti ve dalaleti ile il­gili olarak da şöyle diyor:
"Dört çeşit kalp vardır:
1. Haktan perdelenmiş kalp. Bu, kâfirin kalbidir.
2. İki yönlü, dönek kalp. Bu, münafığın kalbidir.
3. İçerisinde parlak bir ışık taşıyan temiz kalp. Bu, mü'minin kalbi­dir.
4. İçerisinde hem iman, hem nifak bulunan kalp. Bu kalpteki iman, temiz suyun beslediği bir ağaç gibidir; nifak ise, kan ve kusmuğun bes­lediği yara gibidir. Hangisi galip gelirse, kalp onun şeklini alır."


Huzeyfe'nin şer konusundaki tecrübesi, şerre karşı koyuşu ve âdeta meydan okuyuşu, diline ve kelimelerine bir keskinlik ve güç ka­zandır­mıştı.
O bu durumu açıklıkla ve cesaretle şu şe­kilde anlatıyor:
"(Resûlullah'a geldim ve Ya Resûlullah! Aileme ve etrafımdakilere karşı dilim çok kes­kin. Bu durumun beni ateşe götürmesinden korku­yorum." dedim. Allah Resûlü bana:
"İstiğfar ne güne duruyor ey Huzeyfe? Ben dahi gün de yüz kere Allah'a tevbe ve istiğfar ediyorum." buyurdu.
İşte Huzeyfe böyleydi...
Nifâkın düşmanı... Gerçeğin, doğruluğun dostu...



Bu tarz bir insan ancak ve ancak güvenilir bir iman ve derin bir sa­dakat taşıyabilirdi... Nitekim Huzeyfe de bu iki şeye gerçekten sa­hip olan mümtaz bir sahâbî idi.
Müslüman olan babası, Uhud günü müş­riklerden biri sanılarak müslümanlar tarafın­dan yanlışlıkla öldürülürken, Huzeyfe durumu tesa­düfen görmüş ve: "Hayır, yapma! O benim babam... Babam!" diye ba­ğırmış; fakat takdir-i ilâhî öyle tecelli etmiş ve öldürülmüştü.
Müslümanlar durumu anladıklarında çok üzül­müşlerdi... Fakat Huzeyfe onlara şefkat ve merhametle bakmış ve:



"Allah sizi affeder; O merhamet edenlerin en yücesidir." demişti.
Sonra da oldukça kızışan muharebenin or­tasına atılmış ve Allah yolunda üzerine düşen vazifeyi edaya girişmişti. Savaş sona erdiğinde durum Resûlullah'a bildirilmiş, Allah Resûlü de Huzeyfe'nin babasını yanlışlıkla öldüren Huseyl b. Câbir'e, Huzeyfe'ye diyet ödemesini ve özür dilemesini emretmişti. Huzeyfe ise, o diyeti müslümanlara tasadduk etmiş ve Resûlullah katındaki kadr-ü kıymetini bir derece daha arttır­mıştı.


Huzeyfe'nin imanı ve sadakati acizlik, za­yıflık ve imkânsızlık diye bir şey tanımazdı.
Hendek savaşındaydı... Kureyş kâfirleri ve onlara yardım eden yahudi yandaşları bozguna uğrayıp, safları sarsılmaya başladığı sıralar­daydı... Allah Resûlü düşman karargahındaki son gelişmeleri öğrenmek istemişti... Karanlık ve korkunç bir geceydi... Ortalık ana baba gü­nüydü, korku kol geziyordu ve ashab açlıktan neredeyse kırılacak hâl­deydi.
Böyle bir hâlde kim, hangi güçle, düşman karargahına kadar girer, onların arasına karışır ve durumlarını öğrenip haber getirebilirdi..?


Allah Resûlü, bu zor ve çetin görev için as­habından birini seçmek zorundaydı.
Kimi seçti sanırsınız?
Huzeyfe'yi...!
Evet, bu çetin görev, Resûlullah tarafından Huzeyfe'ye verildi.
Allah Resûlü, Huzeyfe'yi çağırdı ve durumu bildirdi. Huzeyfe, Resûlullah'ın çağrısına icabet etti ve görevi kabullendi... Onun şu yüce sa­dakatine bakınız ki, içerisinde bulunduğu şid­detli açlık, soğuk ve yor­gunluğa… dahası kar­şılaşabileceği diğer tüm tehlikelere aldırış et­meksi­zin Allah Resûlü'nün isteğine "evet" de­yivermişti.



O gece Huzeyfe gerçekten akıllara dur­gunluk verecek bir iş ba­şardı. İki karargâh arasındaki mesafeyi kat etti, ablukayı delip geçti ve Kureyş karargâhına sızdı, şiddetli yer yağış sebebiyle karargâhtaki ateşler sön­müştü. Huzeyfe karanlıktan istifade ederek düşman safları arasında kendisine bir yer tuttu.
Bu sırada Kureyş'in komutanı Ebû Süfyan müslümanların karan­lıktan yararlanıp aralarına sızabileceklerini düşünerek korktu ve bu ko­nuda askerlerini uyardı. Huzeyfe, Ebû Süfyan'ın yüksek sesle:
"Ey Kureyş! Herkes yanındaki arkadaşına baksın, elinden tutsun ve ismini öğrensin!" de­diğini duydu. Ve hemen yanındaki adamın elini tutarak: "Senin adın ne?" diye sordu. Ya­nın­daki adam da "falan oğlu falan." diye ce­vap­ladı. Bu şekilde Huzeyfe düşman askerleri arasında kendisini emniyete almış oldu.



Ebû Süfyan askerlere dönerek konuşma­sına devam etti: "Ey Kureyş! Vallahi sizler sağlam bir yerde sabahlamadınız, atlarınız ve de­veleriniz öldü. Benî Kureyza bizi terk etti. Gördüğünüz gibi şiddetli rüzgârlara yakalan­dık, ne kazanlarımız kaynıyor, ne de ateşleri­miz yanıyor... Bizim için burada yer ve yurt yoktur. Binâenaleyh buradan ayrılınız; işte ben ayrılıyorum..."
Ebû Süfyan sonra devesine bindi ve yola koyuldu, arkasından da diğerleri gittiler...
Huzeyfe şöyle diyor: "Eğer Resûlullah "Sa­kın hiçbir şey yapma!" demeseydi, Ebû Süf­yan'ı orada bir okla öldürürdüm."



Huzeyfe döndü ve Allah Resûlü'ne düşman askerlerinin çekilip git­tikleri müjdesini ulaş­tır­dı.
Aslında Huzeyfe'nin fikirlerine, felsefesine, marifetine ve yaşantısına bakan bir insan, onun savaş meydanlarında kahramanlıklar gös­te­re­ce­ğini pek düşünemez.
Ne var ki Huzeyfe, gösterdiği kahraman­lıklarla, hakkındaki bu zan­ları daima boşa çı­karmıştır.
Abid, zâhid ve mütefekkir bir insanın kılıcını çekip, küffar üzerine yürüyebilmesi için akıl­lara durgunluk verecek bir dehaya sahip ol­ması gerekir ki, Huzeyfe bu vasıfta bir in­san­dı...
Huzeyfe'nin, Irak'ın tamamının fethinde, önde gelen üç kişiden veya beş kişiden birisi olduğunu bilmemiz, onun savaş konusundaki yeteneğini anlamamız için kâfidir.
Hemedan, Rey, Dinever fetihleri de Hu­zey­fe'nin ellerinde tamam­lanmıştı.



Büyük Nihavend savaşında, İranlılar yüz elli bin kişilik büyük bir or­duyla toplandıkla­rında Mü'minlerin Emiri Hz. Ömer, İslâm or­dularının başına Nu'man b. Mukarrin'i atamış, Huzeyfe'ye de Kûfe askerlerinin başında Nu'man'la birlikte yürümesini emretmişti.
Sonra Hz. Ömer savaşçılara bir mektup göndererek:
"Müslümanlar toplandıkları vakit, her ko­mutan kendi askerlerinin başında olsun. Nu'man b. Mukarrin tüm askerlerin başkomu­tanı olsun. O şehit düşerse, bayrağı Huzeyfe alsın. O da şehit olursa, Cerir b. Ab­dullah başa geçsin..." buyurdu.



Hz. Ömer, savaş komutanlarını tayin ede­rek, bu şekilde yedi kişinin ismini saymıştı.
İki ordu karşılaştı...
Farslılar yüz elli bin kişi...
Müslümanlar ise sadece otuz bin...
Eşi benzeri görülmemiş bir savaştı...
Tarihin en büyük savaşlarından biri cere­yan ediyordu...
Can kaybı çoktu...


Bu sırada İslâm ordularının komutanı Nu'­man b. Mukarrin şehid düştü... İslâm san­cağı yere düşmeden yeni komutan Huzeyfe sancağı kaptı ve zafer rüzgârlarıyla dalgalan­dırarak, bü­yük bir azim ve kararlılıkla savaşa devam etti... Etrafındakilere, savaş bitene ka­dar Nu'man'ın ölü­münü gizli tutmalarını söy­ledi. Sonra da sancağı, bir ikram ve onurlan­dırma olarak, Nu'­man'ın kardeşi Nuaym b. Mukarrin'e vererek, kardeşi­nin yerine onu atadı.
Bütün bu sayılanlar bir anda oldu, bitti...
Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu.

Sonra Huzeyfe, âdeta bir kasırga gibi savaş meydanına atıldı, bir yandan da şöyle haykırı­yordu:
"Allahu Ekber! Allah vaadini gerçekleştirdi!
Allahu Ekber! Askerine yardım etti!"
Sonra atını askerlerinden tarafa döndürdü ve onlara:
"Ey Muhammed ümmeti! İşte cennet..! Bir nazlı gelin gibi sizin için hazırlanmış! Sizi bek­liyor..! Onu daha fazla bekletmeyin!..
Haydi ey Bedr'in aslanları!..
İlerleyin ey Hendek, Uhud ve Tebük kah­ramanları!.."


Huzeyfe, askerin kahramanlık duygularını harekete geçirmeyi ve onları savaşa teşvik etmeyi, diğer bir ifadeyle, savaş ve asker psi­koloji­sini çok iyi bilen bir insandı.
Savaş, İranlıların büyük bir hezimete uğ­ramalarıyla son buldu... Öyle bir hezimet ki, neredeyse bir eşi ve benzeri görülmemişti...
Huzeyfe, kahramanlıklarda eşine az rastla­nır deha sahibi bir insan olduğunu göstermişti.
Gerçi o, kendisine verilen her işi, her gö­revi yerine getirmede eşsiz bir insandı.
Sa'd b. Ebû Vakkâs ve beraberindeki müs­lümanlar Medâîn'den Kûfe'ye varıp, orayı yurt edindikleri vakit… Yine Huzeyfe'nin deha­sını görmekteyiz.


Meda'in'in iklimi, müslümanlar için çekil­mez hâle gelince, Hz. Ömer Sa'd b. Ebû Vakkâs'a mektup yazarak, müslümanlar için uygun bir yer bulup taşınmalarını emretti.
Sa'd da uygun bir yer bulması için Huzey­fe'yi görevlendirdi. Huzeyfe, Selmân b. Ziyad ile birlikte müslümanların yurt edineceği uy­gun bir mekan aramaya koyuldu.


Kûfe arazisine geldiler... O vakit orası, taş­lık ve kurak bir yerdi. Fa­kat Huzeyfe etrafa şöyle bir bakıp, gözden geçirdikten sonra bu­rasının müslümanlar için elverişli olacağı ka­naatine vardı ve arkadaşlarına: "Al­lah'ın iz­niyle, aradığımız yeri bulduk; buraya yerleşe­ceğiz." dedi.
Böylece Kûfe'nin yeri belirlendi ve Kûfe za­manla gerçekleştirilen imar faaliyetleriyle gelişmiş bir şehir hâline geldi. Oraya yerleşen müslümanlar için de gerçekten bir sıhhat ve afiyet kaynağı oldu.
Huzeyfe, zekâsı ve tecrübesi geniş bir in­sandı...

Müslümanlara daima şöyle derdi:
"Sizin hayırlılarınız âhireti için dünyalarını terk edenleriniz veya dünya için ahiretlerini terk edenleriniz değildir. Aksine her ikisinden de payına düşeni alanlarınızdır." (Yani el kârda, gönül yarda olanlardır.)


Hicretin 36. yılında son yolculuğuna çık­maya (âhirete) hazırlanır­ken, ziyaretine gelen arkadaşlarına: "Yanınızda kefen getirdiniz mi?" diye sordu... Onlar da: "Evet." Dediler. "Hani nerede; göreyim." dedi. Kefe­nin güzel ve yeni olduğunu görünce tebessüm etti ve dudakla­rından şu çarpıcı ifadeler döküldü: "Benim böyle bir kefene ihtiyacım yok... Bana gömleği (kamisi) olmayan iki parça beyaz örtü yeterli­dir... Zira ben ka­birde fazla kalmayacağım... Onlardan daha hayırlısına veya daha şerli­sine kavuşacağım..."
Bu arada birkaç kelime daha mırıldandı, etrafındakiler ne dediğini duymak için yaklaş­tılar, şunları söylüyordu:
"Merhaba ölüm... Şevkle gelen sevgili... Artık pişmanlık fayda vermez..."
Böylece beşer ruhlarının en yücelerinden ve en muttakilerinden biri daha Allah'a yük­sel­mişti
 

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
"Balık karnında hesap kendimle alışveriş,
Gözümde aralanan o hayalin peçesi,
Suskunlukta kayboluş, eriyiş ve tükeniş,
Uçsuz bucaksız sayfa ruhumun dilekçesi!"
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt