Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hello Turizm Safsatası! (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53

Mantar tabancasının büyük gürültü kopartan fakat kimseye zarar vermeyen hakikatini tersinden ispatlarcasına, ülkemizde 1950’lerden beri (turizm) her sene ha patladı, ha patlayacak derken; deprem, kuş gribi, terör saldırısı, İsviçre maçında tekme, global ekonomik durgunluk ve sair sebeplerden kimseye fayda sağlamayan, atılan taşın ürkütülen kurbağaya değmediği, yanlış strateji ve taktik hesapların bulunduğu bir ekonomide olmasa da olacak, sık sık balon gibi ‘fos’ diye sönen bir sektör.

En ufak uluslararası siyasi krizde bile en başta etkilenen, pamuk ipliğine bağlı bir sektör. “Bak, başbakan şu devlete şöyle dediği için falan milletlerin turistleri bu sene ülkemize gelmeyeceklermiş.” Her yıl basında buna benzer birçok haber ve yorum yer alır. O halde vurun dış politikamızın bileğine kelepçeyi el pençe divan duralım, siz de rahat, dünya da rahat olsun. Bu mudur yani?!

“Bacasız sanayi” diye zihnimize yıllardır kodlanır lakin yılın 8 ayını kepenkleri kapalı geçirir. Devlet teşvikleriyle milyon dolarlar akıtılarak yaptırılan ve yine devlet tarafından ‘yıldızlı pekiyi’lerle süslenen tesisler ne hikmetse yılın 8 ayını, birkaç ulusal ve uluslararası firmanın organizasyonları hariç, tamamen âtıl geçirir. 8 ay yatıp, 4 ay çalışan bir fabrika olur mu? Tıkır tıkır çalışmayacaksa bu nasıl bir üretim bandıdır, bu nasıl bir fabrikadır, bu nasıl bir sanayidir?

Türkiye’deki pratiğinde 90’lı yılların sonuna kadar tur operatörlerinin tekelinde bulunan turist kafileleri -zira onların gösterdiği yerde yenilir, içilir, alış veriş yapılır- 2000’lerden sonra ise ‘ultra her şey dâhil’ sistemine monte edilmiştir. Dolayısıyla küçük esnafa küçükte olsa pek fazla hayrı dokunmamıştır. Esnaf dört gözle yollarını beklese de körler sağırlar zaten birbirlerini ağırlamıştır ve ağırlayacaktır.

İtalya, Fransa gibi Avrupa’nın köklü ülkelerinde nedense deniz-kum-güneş turizmi değil de kültür turizmi yapılır. Oysa oralarda da bol miktarda deniz mevcuttur. Neden? Çünkü onlar tarihlerini satarlar yani tarihlerini gösterirler, tanıtırlar. Rönesans’ın yaşandığı sokakları, Leonardo da Vinci’nin resim çalışmaları yaptığı evleri, müzelerini, kısacası medeniyetlerini göğüslerini kabartan bir şevkle teşhir ederler. Bizde ise durum tam tersidir. Bu topraklardaki tarih de onlarınkinden daha az değildir ama biz ‘kültür turizmi’ değil, ‘tesis turizmi’ yaparız. Bundan dolayı da Türkiye’deki otellerin hem mekân hem de hizmet kalitesi dışarıdakilerin çok çok üzerindedir. Sıkıysa olmasın, biz zaten tesis turizmi yapıyoruz, yoksa adamlar gelmez.

Gelişmiş ülkeler; Dünya Bankası, IMF ve diğer organizasyonları vasıtasıyla gelişmekte olan ülkelere sürekli pompalarlar: “Sizde deniz var, kum var, güneş var, yapın güzel tesisler, turistlerimizi size gönderelim. Dış yatırımları destekleyin! Dış yatırım için arsa gösterin! Tesislerinizi yenileyin! Turiste özel kur uygulayın!” Hatta devalüasyon tavsiyelerinde bile bulunurlar. Böylece adamların tatil ihtiyaçlarının fasoncusu durumuna düşülür. Stratejik taşıma yolları yapılacağına, sahil yollarına ağırlık verilmeye başlanır. Türkiye’nin doğusuna üç-beş derslikli bir okul açmak için TV’den kampanyalar düzenlenir ama turistik tesislerin teşviki için de ne hikmetse(!) milyonlar akar. Ülke nüfusunun % 1’i bile bu lüks tesislere gidemezken bunlar yatırım olarak görülür. Peki bu tesislerde kim yatar? Bu teşvikler kimden toplanan vergilerle sağlanır? Doğusunda köy boşaltılan bir coğrafyanın güneyinde yeni (tatil) köyleri neden kurulur? Köyleri boşaltılan şehirlere; 12 ay faal çalışacak, istihdamı artıracak, garibanlığı önleyecek, sosyal adaleti sağlayacak, ekonomik kalkınmışlık seviyesini yeniden düzenleyecek, devletin milletine sahip çıktığını ispatlayacak, kardeşliği pekiştirecek, tarım ve hayvancılığı yeniden canlandıracak (son yıllarda bu sektörlerdeki durum içler acısıdır) ve en önemlisi de göçü önleyecek fabrikalar neden açılmaz da 4 ay çalışacak olan turizm tesislerine her imkân sağlanır. Bu garabet durumu anlamak mümkün değildir.

Şimdi geldik işin en önemli iktisadi yönüne. Tam bir ‘hokus pokus’tur bu. TÜİK’in verilerine göre 2008 yılında Türkiye’ye yaklaşık 30 milyon turist gelmiş ve toplam 22 milyar dolar bırakmış. Yani turizm gelirimiz 22 milyar dolar. Yine TÜİK verilerine göre 2008 yılında turizm giderimiz 3,5 milyar dolarmış. Yani gelirimizden (22 milyar) giderimizi (3,5 milyar) çıkarırsak kârımız 18,5 milyar dolardır. İşi çok iyi bilen(!) büyüklerimiz yıllardır sürekli medyada bu rakamları söylerler: “Efendim turist sayısı bu yıl 30 milyondu, seneye 40 milyon olmasını bekliyoruz. Turizm gelirimiz rekor kırmıştır, 20 milyar doları geçmiştir…” falan filan gibi. Lakin biz küçükler böyle bir hesaba inanırsak yandık! Bu hesap hokus pokus hesabıdır. Çünkü bu hesapta turistlerin bıraktığı 18,5 milyar doların ne kadarının net kâr olarak bu topraklarda kaldığı muammadır. Turizm, ithalatı patlatan en önemli kalemdir. Lüks tüketimi artırır. Turistin içtiği viskiden yediği havyara, bindiği deniz motorundan kaldığı tesisteki aydınlatma sistemlerine, izlediği plazmadan kullandığı bilgisayara kadar hepsi ithaldir. Yurt dışından gelir. Çünkü bizde bilgi ve teknoloji üretilmez, dışarıdan satın alınır. (Uluslararası franchise’ların know-how bedellerini bir düşünün ya da İstanbul’a alınan tek bir metrobüsün fiyatının 1,2 milyon Avro olduğunu lütfen hatırlayın.) Montaj sanayiyi, sanayiden saymazsak bizde sadece emek yoğun bir üretim vardır ki bu da kendini en çok turizm gibi hizmet sektöründe belli eder. Hikâye hep aynıdır, biz eskiden adamlara tonlarca patates satardık, onlar ise bize sadece bir traktör satarlardı. Değişen pek bir şey yok. Pardon! Pardon! Şimdilerde Türkiye’de uluslararası fast food zincirlerinden yediğimiz patatesler dahi yurt dışından geliyor (şahsen sordum, Hollanda dediler).


Tek cümle ile ifade edecek olursak, bizdeki turizm safsatası; tek bir tahta kaşık için önce ormandan koca bir ağaç kesip, kesilen ağaçtan sonra bir tahta kaşık yapıp, yapılan tahta kaşıkla ‘toplamaya’ çalışırken, o esnada yurt dışından ithal ettiğimiz markalı koca kepçemizle, bol kepçe ‘dağıtmak’tan farksızdır. Hello turizm safsatası! Good bye Türkiye!



Serkan BİLGE

Genç Dergisi – Haziran 2009
 

kaniirfan

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Ocak 2009
Mesajlar
647
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
nasıl bir toplumuz valla bunaldım her halimizden.
 

ahde

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Mar 2009
Mesajlar
590
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
Tek cümle ile ifade edecek olursak, bizdeki turizm safsatası; tek bir tahta kaşık için önce ormandan koca bir ağaç kesip, kesilen ağaçtan sonra bir tahta kaşık yapıp, yapılan tahta kaşıkla ‘toplamaya’ çalışırken, o esnada yurt dışından ithal ettiğimiz markalı koca kepçemizle, bol kepçe ‘dağıtmak’tan farksızdır. Hello turizm safsatası! Good bye Türkiye!

allah (cc) razı olsun kardeşim rabbim yar ve yardımcınız olsun

yüz yıldan beri bir toplu iğne yapmaktan bile aciz yaşayan bu milleti, radyosunu,
otomobilini, traktörünü, dikiş makinasını, falanını ve filanını zorlayacak
bir nizam !
İstersen bunları tenekeden yap fakat kendin yap diyecek bir nizam !
Türk gümrüklerinden hayati devlet ihtiyaçları müstesna, tek garp aletinin
geçmesine müsade etmeyecek bir nizam !
Bu aletlerle rekabet edici Türk sanayi ve imal kudreti doğuncaya kadar başka
çıkar yol görmeyecek bir nizam !
avrupanın , ruh planında taklide değer hiçbir kıymeti bulunmadığını meydana çıkaracak bir nizam !

B.D.i



 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Tek cümle ile ifade edecek olursak, bizdeki turizm safsatası; tek bir tahta kaşık için önce ormandan koca bir ağaç kesip, kesilen ağaçtan sonra bir tahta kaşık yapıp, yapılan tahta kaşıkla ‘toplamaya’ çalışırken, o esnada yurt dışından ithal ettiğimiz markalı koca kepçemizle, bol kepçe ‘dağıtmak’tan farksızdır. Hello turizm safsatası! Good bye Türkiye!

allah (cc) razı olsun kardeşim rabbim yar ve yardımcınız olsun

yüz yıldan beri bir toplu iğne yapmaktan bile aciz yaşayan bu milleti, radyosunu,
otomobilini, traktörünü, dikiş makinasını, falanını ve filanını zorlayacak
bir nizam !
İstersen bunları tenekeden yap fakat kendin yap diyecek bir nizam !
Türk gümrüklerinden hayati devlet ihtiyaçları müstesna, tek garp aletinin
geçmesine müsade etmeyecek bir nizam !
Bu aletlerle rekabet edici Türk sanayi ve imal kudreti doğuncaya kadar başka
çıkar yol görmeyecek bir nizam !
avrupanın , ruh planında taklide değer hiçbir kıymeti bulunmadığını meydana çıkaracak bir nizam !

B.D.i



Allahcc sizden razı olsun gönüldaşımız...
TEK YOL İSLAM..
Allahcc yar ve yardımcınız olsun kardeşimiz...
BESMELE...SELAM...DUA...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
MESUT CİNAYET: MARDAN KATLİAMI



( Hello Turizm Safsatası – II )

Geçen sayıdaki “Hello Turizm Safsatası” başlıklı yazıda turizmi daha ziyade teorik açıdan ele almıştık. Bu yazıda ise güncel bir örneğe nispetle ‘turizm safsatası’nın pratik planına da yakından bir bakalım.

Hemen başlangıçta belirtmekte fayda var; yazının başlığı çelişkili ya da yanlış yazılmış gibi görünse de birazdan okuyacağınız satırlardan sonra herhangi bir yanlışlığın bulunmadığına kanaat getireceksiniz.

4 Mayıs akşamı 44 kişinin Mardin’de canice öldürülmesinin büyük bir katliam olduğu sanırım herkesçe çok açıktır. Peki, 23 Mayıs akşamı -remz olarak ele alırsak- Mardan’ın Antalya’daki açılışı için katliam tabirini kullanmak çok mu girift olur? Mardin’in katliam olduğu açıktır da Mardan’ın katliam olup olmadığı biraz muamma mıdır?

Sizi bir de şöyle düşünmeye davet ediyorum: Bir insanın cebinden para çalmak kesin olarak suçtur, bunda şüphemiz yok. Peki, tedavüldeki parayı arz edilmiş mal hacmine oranla daha fazla arttırıp, adeta çorbayı sulandırır gibi parayı sulandırarak, fiyatlar genel seviyesini devamlı yükseltmek (enflasyona yol açmak), yani insanların ceplerine dokunmadan onların alım gücünü aşağıya çekmek; mesela mevcut paranın bir mislini çıkararak, cüzdandaki paranın yarısını yok etmek, işte bu suç mudur? Büyük bir iktisatçının görüşüne göre bu ‘resmi hırsızlık’ olduğu için suç sayılamaz(!).

Şimdi bir de başka bir açıdan bakalım: Kanserle mücadele etmek suç mudur? Yani yüzlerce hekim, hastane, sivil toplum kuruluşu kanserle mücadele ederek suç mu işlemektedir? Peki, kansere yol açtığı kesin olarak bilinen alkol vb. ile mücadele etmek? Sanırım yerine ve şekline göre son sorunun cevabı değişir. Fakat burada net olan bir şey vardır, hastalıkla mücadele etmek için -hastalığa yol açan etkenleri- mikrobu tanımak gereklidir. Mikropla mücadele, hastayla (hastalıkla) mücadeleden daha az meşakkatli bir iştir.

Açıkça görülmektedir ki asıl mesele hasta değil, mikroptur. Neticelerden önce sebepler üzerinde durulmalıdır. Kanser bir neticedir, alkol ise sebep. Enflasyon bir neticedir, para arzını sulandırmak ise sebep. İster tıbbi, ister iktisadi, ister fiziki, isterse de ruhi olsun; temel mesele neticeleri teşhis ederek, sebepleri tedavi etmek ve böylece neticeye de sıhhat kazandırmaktır. Şunu da ifade etmeden geçmeyelim: Mardan bir neticedir, turizm politikamız ise sebep. İşte bundan dolayı en başta Mardan’ı remz olarak belirttik. Yoksa ne ticarete karşıyız, ne de özel mülkiyete. (Bakara Suresi’nden mealen: “Allah ticareti helal, faizi haram kıldı.”)

“Mesut Cinayet” bahsinden önce, son birkaç soru daha soralım: Silahlarla bir yeri basıp, soylarını kurutmak istercesine, insanları öldürmek bir katliamdır da bir ülkenin milli iktisadını bataklığa çevirmek, 70 milyona karşı yapılmış bir katliam değil midir? Yabancı askerlerin bir ülkeye girmesi ve oradaki tüm askerleri öldürerek oraya yerleşmesi bir işgalse; yabancı markaların bir ülkeye girmesi ve oradaki tüm milli üretimi rekabet edemez durumda bırakıp, kendinden başka kimseye yaşam şansı tanımaması da bir nevi işgal değil midir? Bir ülkenin milli iktisadını hadım etmek şenî bir katliam sayılamaz mı?



Üstad Necip Fazıl’ın Kaleminden: Felix Culpa - Mesut Cinayet



‘Felix Culpa’ Latince bir tabir. Kutlu suç, mesut cinayet anlamlarına geliyor. Eski Romalı, bu tabiri, dışından mesut gibi görünüp de iç yüzü felaketli işler için kullanmış. ‘Felix Culpa’ tabiri; daldaki meyvenin kökle alakasını şart koşucu oluş kanununu, yoksa illetli kök üzerindeki ağaç dalına yapışık iğreti meyveden hiçbir hayır gelmeyeceğini bizlere anlatır.

‘Felix Culpa’yı gayet açık bir misale kavuşturmak için, yedek parçası, muharrik kuvveti, hatta ham maddesi dışarıdan gelen bir fabrika düşünelim: Bu fabrika, kurulduğu memleket hesabına, dış cephesi mesut bir cinayetten başka bir şey değildir.

Bünyeye uymayan, bünye içinden gelmeyen ve iktisadi, içtimai, ruhi, siyasi, ana dayanağını bünyede kuramamış olan her ıslah hareketi bir ‘Felix Culpa’dır.

“Eser! Eser!” diye tepindikleri her şeyin karşısında bu tabirin gözlüğüyle çıkıp bakınız: Sinan’ın eserleri gibi gerçek ve şahsiyetli bir bina mıdır gördüğünüz, yoksa gece-kondular semtine bitişik ve deniz kumundan yapılmış bir gök-delen mi? Bu gök-delen misalinde, sahiden gökleri delen ve ağlatan bütün sahte oluşlarımızı seyredebilirsiniz.



Bu noktada ‘Felix Culpa’nın biraz daha anlaşılması için bir saptama da biz yapalım. Eskinin bitirim âlemlerinde kullanılan ‘kolpa’ tabiri de buradan gelmektedir. Kelimenin özü ‘kolpo’, ‘dalavere’ demek. Kolpoya düşmek: Dalavereye gelmek. Zaman içinde ‘kolpo’, ‘kolpa’ şeklinde telaffuz edilmiş. ‘Kolpa delikanlı’, ‘kolpa adam’ gibi.



Mardan Pratiği



“Hello Turizm Safsatası” adlı geçen sayıdaki yazıdan: “Turizm, ithalatı patlatan en önemli kalemdir. Lüks tüketimi arttırır. Gelen dövizi, tekrar yurt dışına gönderir.”



Mardan’ın açılışında DHA’nın haberine göre; 200 şişe Chateau Mouton Rothschild, 200 şişe Chablis Grand Cru, 45 kilo Kuzey Denizi’nden özel olarak getirtilen Beluga havyarı (dünyanın en pahalı havyarıymış), Atlantik Okyanusu’ndan getirilen 950 adet ıstakoz tüketilmiş. Ayrıca İtalya’dan getirilen 5 kilo trüf mantarı, Fransa’dan getirilen 400 kilo çikolata ve 65 kilo kaz ciğeri de menü de yer alan pahalı yiyecekler arasındaymış. Belçikalı multimedia şirketi LSE tarafından 150 kişilik bir ekip çalışmasıyla yapılan lazer şovun maliyeti ise 2 milyon dolar tutmuş. Sanırım bu şovdaki malzemelerin de dışarıdan geldiği aşikâr. Otelin plajı için 9 bin ton altın kum Mısır’dan; çatal, bıçak, kaşık, cam ve porselen takımlar 25 milyon Euro harcanarak yine yurt dışından getirtilmiş.



Geçen sayıdan: “İtalya, Fransa gibi ülkelerde nedense deniz-kum-güneş turizmi değil de kültür turizmi yapılır. Oysa oralarda da bol miktarda deniz-kum-güneş vardır (Üç tarafı denizlerle çevrili çizme şeklindeki İtalya’yı bir düşünün). Biz de ise durum tam tersidir. Kültür turizmi değil, tesis turizmi yaparız. Bundan dolayı bizdeki tesisler Avrupa standartlarının çok üzerindedir. Sıkıysa olmasın, yoksa adamlar gelmezler.”



Ulusal basınımızdan yansıyan haberlere göre; 1,4 milyar dolara mal olduğu belirtilen Mardan Palace, 24 bin metrekarelik dev havuzu, antika koltukları, dev kral daireleri, birbirinden ilginç yapıları ile lüks ve ihtişamda dünyanın sayılı otelleri arasında yer alıyor. Otel; 2 Royal, 4 Presidental, 38 Executive Suit, 271 Superior, 62 Premium, 17 Dolmabahçe Deluxe, her birinin bünyesinde özel tasarımlı Türk Hamamı bulunduran 38 Grand Hamam oda, 41 Grand Deluxe Dubleks, 44 Garden Suit, 5 VIP villa, 3 Grand Junior ve 41 Junior Suit olmak üzere farklı konseptlerde 560 odaya sahip. Dünyanın farklı ülkelerinden lezzetler sunan 24 restoran ve 32 bar bulunuyor. Otelde ayrıca İstanbul Boğazı şeklindeki havuzun iki yakasını birleştiren bir de köprü bulunuyor.



Geçen sayıdan: “2000’lerden sonra ultra her şey dâhil sistemine feda edilen turizm politikamızın, küçük esnafa küçükte olsa bir hayrı dokunmamıştır. (…) Ülke nüfusunun % 1’i bile bu tesislere gidemezken bunlar nasıl milli yatırım olarak görülür.”



Yine ulusal basınımızdan bir habere göre; oda fiyatları gecelik 485 Euro’dan başlayıp, 16 bin Euro’ya kadar artıyor. Kaba bir hesapla, Mardan’ın en ucuz (!) odasında bir gece kalmak isteyen asgari ücretli çalışanımız, iki ay yemeden içmeden parasını biriktirmek zorundadır. Mardan’ın her şey dâhil sistemde hizmet verdiğini söylemeye de hacet yok sanırım.



Bu arada, ben bu yazıyı kaleme aldığım sırada Mardan’ın sahibi Azeri asıllı Rus vatandaşı Telman İsmailov hakkında basında üç önemli haber çıktı. (Dergimizin aylık olduğu, bu nedenle yazılarımızı bir önceki ayın ortalarında teslim ettiğimizi de lütfen göz önünde bulundurun.)



Rus İzvestiya Gazetesi’nin haberine göre, İsmailov’un Moskova’daki Çerkizovski pazarında aramalar başlatan savcılık, 6 bin konteynır içerisinde Çin ağırlıklı kaçak mal ele geçirdi. Yasadışı yollardan giriş yaptığı belirlenen 6 bin konteynır içerisinde 2 milyar dolar tutarındaki kaçak malın sağlığa zararlı çocuk oyuncakları, tekstil ürünleri ve ayakkabıdan oluştuğu kaydedildi.



İkinci haber Anadolu Ajansı’ndan; “Cumhurbaşkanı Gül, İsmailov Yasası’nı onayladı” başlığıyla verilmiş. Yasaya göre, milli güvenlik ve kamu düzenine engel oluşturacak bir hali bulunmamak şartıyla İçişleri Bakanlığının teklifi, Bakanlar Kurulunun kararıyla Türkiye’ye sanayi tesisleri getiren, bilimsel, teknolojik, ekonomik, sosyal, sportif, kültürel, sanatsal alanlarda olağanüstü hizmeti geçen ya da geçeceği düşünülen ve ilgili bakanlıklarca haklarında gerekçeli teklifte bulunulan kişiler, Türk vatandaşlığını kazanabilecek.


İsmailov Kimdir?


Üçüncü haber ise İstanbul’da yayınlanan Şalom Gazetesi’nden; 3 milyar dolarlık servete sahip, 7 milyar cirolu, içinde 31 şirketi bulunan dev bir yapının başındaki İsmailov kim diye merak edenlere gazete şu ayrıntıları veriyor: Avrupa-Asya Yahudi Kongresi Başkan Vekili görevini yürüten Telman İsmailov, 1956 yılında Yahudi bir ailenin 12 çocuğundan biri olarak Bakü’de doğdu. Azerbaycan Halk Ekonomi Enstitüsü’nü 1976 yılında bitiren yatırımcı, 1980’li yıllarda Moskova’ya taşındı ve Ticaret Bakanlığı’nda ekonomist olarak çalışmaya başladı. 1988’de “Ticari Hayır Firması” adındaki ilk şirketini kurdu. 1989’da AST Şirketler Grubu’nun kurulmasıyla yatırım alanını genişletti. İsmailov, “Dağ Yahudileri” olarak da anılan Kafkas Yahudileri cemaati üyelerinden olmasının yanı sıra bölgedeki Yahudi lobisinin önde gelen isimlerinden. Rus parlamenter Yevda Abramov’un açıklamasına göre İsmailov, İsrail’de babası adına bir sinagog yaptırdı. Otele de adını verdiği babası Mardan İsmailov 2001’de öldü. (Aklıma hemen şöyle bir soru takıldı: Antalya’dan kazandığı paralarla İsmailov İsrail ordusuna kaynak aktaracak mıdır ya da bugüne kadar böyle bir yardım yapmış mıdır? Gazzeli çocuklara atılan misket bombalarının finansörü değildir umarım. Yoksa iş işten geçtikten sonra “Vay! İsrail uçakları da Konya’da tatbikat yapıyormuş”a dönmesin iş… Malum 2007 yılında TBMM’de ayakta alkışladığımız Perez’e, iki yıl sonra Davos’ta “One Minute!” çektik.)


Avrupalı Gözüyle Mardan



Mardan’ın açılış gecesiyle ilgili İngiliz Observer Gazetesi’nden bir alıntıyla yazımızı noktalayalım: Özel bir jet ile Antalya’ya getirilen 27 İngiliz gazeteciden biri olan Observer muhabiri Carole Cadwallardr, geceyi “Tarihin en müsrif açılışı!” olarak değerlendirmiş. Gazete, 1 milyon dolar karşılığında sahneye çıkan Sharon Stone’un, “Hepimiz buraya yoksulluğu hafifletmek ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için geldik.” ifadesiyle de bayağı bir dalga geçmiş. Son olarak; açılış için 8,5 ton havai fişeğin getirildiğine dikkat çeken Observer, bunun Antalya’yı havaya uçuracak kadar patlayıcı içerdiğini vurgulayarak, “Esasen, gece sırasında bazı aralarda Antalya sanki El Kaide saldırısına maruz kaldı gibi idi.” diye de yazmış.

Serkan BİLGE

Genç Dergisi – Temmuz 2009


 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Formula 1 İstanbul Masalı ( Hello Turizm Safsatası – III )



Haziran ve Temmuz sayılarında “Hello Turizm Safsatası” ve “Mesut Cinayet: Mardan Katliamı” başlıklı yazılarla teşrih masasına yatırmaya çalıştığımız, milli ekonomi idrakimizin tezahürü olan turizm politikamızı, bu yazıda da müşahhas bir örneğin kılavuzluğunda teşhise devam edip, son üç sayıdır ele aldığımız meseleyi, konunun uzmanından bir tespit ile noktalayacağız.


“Mesele” demişken, bu kelime ile ilgili bir parantez açalım. Türkçemizde genelde “sorun, problem” anlamlarında kullanılan “mesele” sözcüğünün aslında ilk manası; “Çözüme kavuşturulması, bir sonuca bağlanması gereken durum, konu, mevzu”dur.


Bu noktada, Tanzimat’tan bu yana, neyin mesele olduğunu bilememe meselemizin, tüm meselelerimizin baş meselesi olduğunu hatırımızdan çıkarmazsak, ıstırabımızın sebebi daha net anlaşılır. Kusur bulmak, sorun icat etmek gibi bir derdimiz yok, lakin kanserli bir bünyeye de sağlıklı muamelesi yapmak veya onu görmezden gelmek de sanırım riyakârlığın ve merhametsizliğin en büyüğüdür. İster siyasette, ister ticarette, ister maliyede, ister tıbbiyede, isterse de turizmde… Eğer ortada bir ‘mesele’ varsa; teşhis, tespit ve tedavi de olmalıdır. Fakat ne yazık ki kısır bir horozun hiçbir tavuğa hükmedemeyeceği hakikatine denk; teşhisi olmayan bir hekimin, tedavisi de olamaz. Veyahut yanlış teşhisle, doğru tedavi yapmak imkânsızdır; zira yanlış yolda yürüyerek doğru hedefe varmak mümkün değildir.


Tedavi işin ameli kısmı olduğuna göre ve biz şu an itibarıyla bünyeye sıhhat kazandıracak murat ettiğimiz hekim kadrosunda da bulunmadığımıza göre, meselenin nazari kısmına mahkûm kalma keyfiyetimizle, şimdi buyurun teşhisimize geçelim.


Sinek avlamak için mitralyöz kullanılmaz


  • Formula 1’in Türkiye’de de yapılacak olması medya çalışanlarından kent yöneticilerine, politikacılardan sanatçılara kadar halkın büyük bir kesiminde başlangıçta ciddi bir heyecan uyandırmıştı. Nasıl olmayacaktı ki olimpiyatlardan sonra dünyanın en fazla izlenen spor etkinliğiydi ve artık bu etkinlik Türkiye’de de gerçekleşecekti. Yarışlar için Türkiye’ye birçok turist gelecek, milyon dolarlar harcayıp burada kalacaklardı. Kamu otoritelerinden meslek örgütlerinin temsilcilerine kadar “Formula 1’e gelecek turistlerin ne kadar milyon dolar bırakacakları” sürekli medyada yer alıyordu. Neticede dilin kemiği yoktu ve konuşmak için akla değil sadece ağza ihtiyaç vardı. Tahmin üzerine tahmin yapılıyor, atış serbest bırakılıyordu. Otellerden restoranlara, gece hayatından perakendeye kadar birçok sektörün bu işten çok kârlı çıkacağı umuluyordu. Ayrıca dünyada milyonlarca insan Türkiye’yi izleyecek, yurtdışında hem bilinirliliğimiz hem de prestijimiz artacaktı. Birileri, bedava reklamımız olacağını -bedavadan- iddia ediyordu; “dünyada en pahalı şeyin bedava olan olduğunu bilmeden”.

Fakat ne yazık ki hiç kimse üzerinde pek fazla durmasa da daha ilk başta bir fiyasko ile başladık. 50 milyon dolar olarak hesaplanan maliyet, pistin bitiminde 300 milyon dolara çıkmıştı. Bu kadar büyük bir maliyet hatası yapılır mıydı, yoksa bu hatadan nemalananlar mı vardı bilemiyoruz; bu konunun ayrıntılarına hiçbir zaman vakıf olamadık. Hâsılı, ‘İstanbul Park’ dediğimiz yarış pisti bize 300 milyon dolara mâlolmuştu; gayrı yapacak bir şey yoktu, bundan sonrası “hayırlı olsun”du.


Sonrasında ilk defa 2005 yılında Formula 1’in yarış takvimine girdik. O yıl yarışmayı tribünden yaklaşık 200 bin kişi izledi. İlk defa yapılıyordu ve herkes nedense çok merak ediyor, fazlasıyla heyecan duyuyordu. Nasıl ki bir zamanlar bütün yollar Roma’ya çıkıyorsa, sıralama turlarından sonraki ana yarışın olduğu pazar günü de İstanbul’da bütün yollar ‘İstanbul Park’a çıkıyordu. Etraf ana-baba günüydü, yollar tıkanmış, trafik güç bela ilerliyordu.


2005 yılındaki ilk yarıştan sonra her yıl ilgi azaldı, seyirci sayısında giderek büyük düşüşler yaşandı. Bu sene Haziran’da yapılan Formula 1 Türkiye Yarışları’nı -bilet fiyatlarında indirim yapılmış olsa da- sadece 32 bin kişi izledi. Yani izleyici sayısı 5 yılda beşte bire düştü. Bu sene Formula 1 için gelen turist sayısı da 500 olarak açıklandı. Yanlış okumadınız, Formula takımlarını, yöneticilerini saymazsak sadece 500 kişi izleyici olarak bu sene gelmiş. Önce beklenti 15 bin kişiydi, sonra birden bire 2 bin kişiye düştü ama gerçekte sadece 500 kişi geldi. Borsacı tabiridir; “Beklentiler satın alınır, gerçekler satılır.” Ve bir halk deyişi; “Atılan taş, ürkütülen kurbağaya değmedi.”


Yedi yıllık anlaşması olan ‘İstanbul Park’ın ev sahipliği yapacağı son iki yarış kalırken (2010 ve 2011), Renault’un patronu İtalyan Flavio Briatore ile Formula 1’in sahibi Bernie Ecclectone, basından yansıyan haberlere göre, Türkiye’nin yarış takviminden çıkarılması için kampanya başlatmış. Bu yıl yapılan Formula 1’in Türkiye ayağında pilotların boş tribünler karşısında yarışmasının sindirilemeyeceğini söyleyen Renault’un patronu Briatore şu açıklamada bulunmuş: “İstanbul ve benzeri kentlerin Formula 1 yarışmalarına büyük maddi destek vermeleri halinde bile bu şehirlerin takvimden çıkarılması gerek. Çünkü biz dolu tribünlere gitmek istiyoruz. Boş katedrale para akıtmak boşuna, seyircisiz spor olmaz.” Briatore kadar aklımız olsa, biz de böyle boş işler peşinde koşmayacağız ama rüzgâra karşı su dökmek ve boşa kürek çekmek bizde âdettendir.


Bu arada Macarlar bile boş tribünler önünde geçen Formula 1 Türkiye Yarışları’ndan sonra bizi alay konusu etmişler. Macar gazeteleri; “135 bin kapasiteli İstanbul Park’ta sadece 9 bin bilet satıldı. İstanbul yarışlarına köpekler bile ilgi duymuyor. Yarışları ruhlar izleyecek.” yorumunu yapmışlar. Şimdi merak ediyorum da bedava reklam yapacağını düşünenler, bu ve benzeri yorumları dış basında görünce acaba ne düşündüler? Paramızla rezil olduğumuzun acaba farkındalar mı? Sadece 3 gün kullanmak için 300 milyon dolara inşa ettiğimiz İstanbul Park -ki 2010 ve 2011 son yarışlar olabilir- acaba yılın geri kalan 362 gününde ne işe yarar? El âlemin üç kuruşa beş köfte almaya çalıştığı bir konjonktürde, bizim beş köfte için beş tane dana kurban etmemizi hangi iktisat teorisiyle açıklayabilirler cidden merak ediyorum.


40 Yıllık Hikâye


Kurmay Albay Ali Şevki Bey’in oğlu olan Ziya Kayla, 1912 yılında İstanbul’da doğar (vefatı 1996). Kabataş Lisesi’nin ardından 1934 yılında da Mülkiyeden mezun olur. 1963-66 yılları arasında Merkez Bankası’nda Genel Müdürlük yapan Ziya Kayla, Ağustos 1967’de Milliyet Gazetesi’nde çıkan bir yazısında bakın neler söylüyor; işte konunun ehlinden yıllar öncesinden yapılmış harikulade bir tespit:


“Türkiye için kalkınmanın en kısa yolunun turizm olduğu düşüncesi son zamanlarda sık sık tekrarlanmaya başlamıştır. Bu telkinlerin daha çok yabancı uzmanlardan ve özellikle sanayileşmiş ülkeler temsilcilerinden gelmesi ilgi çekicidir. Gerçekte bu ülkeler Türkiye’nin kalkınmasından çok kendi turistlerine ucuz tatil yerleri sağlamak peşinde koşmaktadırlar. Kalkınmada olan ülkelerdeki hayat şartları, sanayileşmiş memleketler halkı için çok elverişlidir. Bu ülkeler turistik tesislerin kurulmasını teşvik etmek ve aralarında rekabet meydana getirmek suretiyle geçinme şartlarının turist lehine bir kat daha iyileştirilmesi amacını gütmektedirler. Devalüasyon veya turistlere ayrı kur uygulanması tavsiyelerinin yabancı uzmanlar tarafından hararetle desteklenmesinin sebebi de budur.


Turizmin geliştirilmesiyle sağlanacak döviz imkânları, kalkınmakta olan ülkeler için sanıldığı kadar büyük değildir. Turizm ancak diğer sektörlere paralel bir gelişme gösterdiği zaman memleket ekonomisine faydalı bir endüstri olur. Yabancı turist geldiği ülkede çadır kurup kaldığı ve o ülkenin yiyeceği ve içeceğini kendi ülkesine kıyasla yok pahasına elde ettiği zaman kâr eden sadece kendisidir. Bir ülke turiste tekniğini ve bilgisini değil de sadece yiyeceğini ve içeceğini sattığı takdirde, buna turizm endüstrisi denemez. Üzülerek söyleyelim ki bugün Türkiye’deki turizm faaliyeti, yukarıda belirttiğimiz durumun dışına çıkmış değildir. Zengin ülkelerden gelen turistlere ucuz fiyatlarla yiyecek ve içecek verilmekte ve böylece temin edilen dövizlerle aynı ülkelerden pahalı fiyatlarla sanayi maddeleri satın alınmaktadır. Vatandaşlarımızdan biri zengin bir ülkeye gittiği zaman ise daha çok sanayi mamullerini satın almakta ve bıraktığı dövizler Türkiye’den ucuz fiyatlarla hammadde mübayaasında kullanılmaktadır. Başka bir ifadeyle, turizm de tıpkı uluslararası ticaret gibi kalkınmakta olan ülkelerin aleyhine işleyen bir mekanizma haline gelmiştir.


Zengin ülkelerin sermayesiyle ülkemizde kurulacak turistik tesislerin turizm endüstrisini geliştireceğini ve memlekete bol döviz sağlayacağını sanmak da ayrı bir yanlıştır. Bütün tesisatı dışarıdan getirilen oteller yapmak suretiyle döviz gelirleri arttırılamaz. Daha başlangıçta harcanan dövizlerle her yıl sermaye kârı olarak transfer olunacak dövizler hesaba katılırsa, bu işin sanıldığı kadar kârlı olmadığı meydana çıkar.


Kalkınmakta olan ülkelerde çeşitli sebeplerle devamlı surette kendi vatandaşlarını bulunduran devletlerin bu ülkelerin hizmet sektörlerinin gelişmesinde özel çıkarları vardır. Bu ülkeler halkından ülkelerinin ekonomik kalkınmasından çok kendi çıkarlarını düşünen bazı kimselerin bu akıma uyarak hizmet sektörünü, sanayi ve ticaret işletmeleri aleyhine geliştirdikleri görülmektedir.


Kalkınmakta olan bir ülke için yurdumuzun döviz kaynaklarını turistlerin keyfine veya ülkesinde yaşayan yabancıların eğlencesine bağlamaktan daha kötü bir ekonomik politika tasavvur edilemez. Yabancı uzmanların bu mevzudaki tavsiyelerini dinlemenin gerçek kalkınmayı geciktirmekten başka bir netice vermeyeceği kanaatindeyiz.”
Son Söz

Ümit ediyorum ki meselenin muhatapları için artık maksat hâsıl olmuştur. Bu yazıyı noktalamadan önce ABD’nin ilk başkan yardımcısı John Adams’ın bir sözüne yer vermek istiyorum. Diyor ki Adams; “Bir ulusu fethetmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır. Birisi kılıçtır, diğeri ise borçtur!” Buna bir ekleme de biz yapalım. Üçüncü bir yol daha vardır ki o da kitle hipnozu halinde yayılan “ahmaklık”tır. Çürük bir diş hemen acı verir lakin gafil bir insan ahmaklıkla bir ömür boyu yaşayabilir.


Serkan BİLGE



 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt