Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hayata doğmak (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
HAYATA DOĞMAK




Mehmed Ali Bayram
1.
BÖLÜM
Ölürken hiç olmadığı kadar yaşamayı isteriz. Oysa az evvel ölüme uzanan yolu bindiği cins atının üstünde dörtnala alan bir serdengeçti gibi ölümü arzulayan ve içimizin hiç bilmediğimiz köşelerinden taşan müthiş enerji ile az sonra keskin bir tezat halinde hayatımızı oluşturan yaşanmış hiçbir ânda olmadığı kadar hayatta kalmayı dileyeceğimizden habersiz, tırmanırız artık bizce mânâsı olmayan hayatın son durağını oluşturan ölüm kulesine. Yorulmak nedir bilmeden, eskilerin zengin sultanı şimdilerim müflis tüccarı hayattan, cellâdının amansız ellerinden firar eden ölüm mahkûmu iştiyakı ya da geride kalmaktan büyük felaket tanımayan cins at soluksuzluğuyla kaçan ve tam ondan kurtulduğunuz ânda onu özlemek gibi garip bir hissiyatla onun o güne kadar anlayamadığınız kıymetini takdir etmek. Tıpkı göğsümüzün hırıltılı nefesler, parçalayıcı öksürükler eşliğinde sıkışmadığı, başımızın çatlatıcı ağrılarla sızlamadığı, gözlerimizin yanmadığı, ağzımızın zehir acılığıyla kavrulmadığı demleri sanki normal, tâbii olarak olması gereken buymuşçasına idrak ederken, beklemediğimiz bir vakitte bizi esaret altına alan ve gündelik hayatımızdan alıkoyan hastalıkla aslında bunun zannettiğimiz kadar sıradan olmadığını anlamamız gibi.
Dış yüzden bakıldığı zaman ne aldığımız nefes değişmiştir, ne duyduğumuz sesler, ne hayatın acılığı, ne de bizim haricimizde attığı zehabını taşıdığını ve bizden sonra da büyük ihtimalle devam edeceğine inandığımız gözlerimizin önünde uzanan dış dünya; ama yine de yaşamak isteriz. Adeta önce yetiştiği sazlıktan kesilen, işlenen, sonra da sırları üfleyen kamışın teshirli sesinde olduğu gibi, ölümle aramızda sadece birkaç metrenin kaldığı berzahta ruhumuzdan taşan ve bizi hayallerin ve ümitlerin kanatlarında devlerle savaştıran sesin giderayak kulağımıza fısıldadığı sihirli cümleyle, gözlerimizi kapatan ve bizi karanlığa hapseden perde kalkmış ve biz gözlerimizi kamaştıran öğle güneşinin altında bambaşka bir gerçeği fark etmişizdir: Kendi istediği ile suya atlayan ve boğulmamak için çırpınan intiharcının keşfettiği gerçek!…
Yirmili yaşların ihanetçisi cansız bir yüzde, korkunç düşüncelerin mesleğinde pirlik makamına ermiş usta bir aşçı maharetiyle katıştırdığı dehşet ifadesi. Yanakları, keskin soğuğa rağmen kızarmak bir yana, soluk rengine bir kat daha kireç beyazı çalınmışçasına pekiştiriciliğe soyunmuş yardımcı karakter rolünde. Gecenin bu saatinde kimsesizliğe mahkûm edilmiş olan tarihi köprünün korkuluklarına yapışmış olan cinler ve perilerin oyun yatağı mekanın davetsiz misafiri esrarengiz genç, vecdin ölüme katıştığı yüksekliklerden hitap eden ünlü ressamın eserlerini, sağlığında parasızlık yüzünden malik olamadığı yağlı boya ile boyayarak daha da değerlendireceğini zanneden ahmağın akıl seviyesinin kustuğu hitap cinsinden aşağılık bir tezahürle, simetrinin yumuşak çizgiler ve zerafetle eşleştiği tarihi taş köprüye ikame edilmiş olan demir korkuluklardan sağ elini ayırarak, elektrik isale hattına yakalanmışçasına diplerinin titrediği saçlarını yatırdı. Sanki saçları, yükselen minyon gövdeleriyle toprağı yeşile boyayan çimenler gibi, hakimiyet kavgasına giriştikleri rüzgara inat hırçınlaşıyor ve dikleşiyordu.
Esrarengiz gen., asli vazifesini yapmak yerine aksesuar nevinden bir süs gibi omuzlarından iki ucuyla sarkan atkısını, soğuğun etkisiyle daha da sertleşen, hafifi titremesi öğütücü bir hazla dudaklarını parçalamaya yüz tutan çenesini yatıştırmak için yüzüne sardı. Şimdi, dikkatleri kendisi haricinde her şeye yasaklayan cansız gözleri daha belirginleşmişti. Yeniden iki eliyle korkuluğa abandı ve yüzlerce kilometre uzaktan çıktığı kaynaktan başlayan serüveniyle, kendisini görenlerden çok gördüğüyle ayağını bastığı yerin altında akan, şiddetli kışın azgınlaştırdığı nehre baktı. Hayret! Tereddütte olsa, birbirini ezerek ilerleyen vahşi sürüler karanlıkta çağlayan damlaların birbirine çarpmasıyla oluşan yakamozların aksiyle de olsa gözlerinde ilk defa hayata dair bir ışık kütlesi parladı. Gürültüsü ruhunu dağlayan nehrin diplerini görmeye çalışan gözleri tereddüdün ardından kısa bir an kapandı. Makineye direnen ruhların sentetik iplik yerine, sevgi ve şefkatle dokuduğu örgünün altında saklanan yanakları kızardı ve hızlı refleksleri andıran bir süratle arkasına baktı. Kimsecikler yoktu… Korku ile birlikte gelen utancın paralayan kamçısına rağmen boşlukta karanlığı döven çocuk savunmasızlığıyla birkaç adım geriye çekildi; fakat sonra alakanın ve dikkate almanın klinik akıl malulünü bile kahkahadan çatlatacak olan toz pembesi tonunun tesiriyle korku düşüncesinin kanattığı bedenini yeniden korkuluklara attı. Garipti ama bu böyleydi işte; İnsan, düştüğü yeri delerek ilerleyen durdurulamaz kor parçaları gibi, insanlık tarihinin binlerce yıllık izah gayretini berhava edici enteresan bir varlıktı ve çizdiğimiz “aktif-pasif” çerçevesi ile açıklayamadığımız paradoks kadar anlamsız ruh haliyle zanlarımız üzerine inşa edilmiş olan bütün gerçekliğimizi tarûmar edebilecek olan bir sırrıliğe sahipti; Ölüyoruzdur ama yine de çevremizi saran bir çok şeye karşı kayıtsız değilizdir. Menfaat ya da ihtiyaç kavramlarının ötesinde bizim tabiatımızda bulunan bir amilin tetiklemesiyle, sanki önümüzde ölecekmişiz gibi bütün haşmetiyle dikili duran bir buzdağı bulunmuyormuşçasına hâlâ normal (!) zamanlarımızda olduğu gibi çevremize ilgi duyar, bize kendisini dayatan duygu ve düşüncelerin etkisi altında kalırız. Zayıf bedeninde çocukça duyguları ve yaşlılara mahsus kinden çıkılmaz düşünceleri taşıyan genç, korkuluğun ilk basamağına ayağını atarak, iğreti demirin suya açılan öteki tarafına sarktı. Okyanusun ortasında hayalleriyle birlikte batan ümitsizin karamsarlık dolu gözleriyle canavarını; biraz evvel kafesin ardında seyrederken ansızın kendisini onunla aynı kafeste bulduğu yırtıcı nehri seyretti. Fakat yine beceremedi ve suya bırakamadığı vücudunu, beş asır evvel kanlı-canlı düşüncelerle tek tek sıralanmış taşlardan oluşan köprüye bıraktı.
Kapatıldığı kafesini parçalamak, olmazsa ölmek ama her ne pahasına olursa olsun kurtulmak için minicik gövdesini, ardına kapatıldığı demir millere çarpan ve ne ölmeyi, ne de kanatlarını bağlayan ağırlıkları parçalayamadan kalktığı yere acıyla düşen bir serçe çaresizliğindeki genç, belki ölümden değildi ama ona uzanan yoldan korkmuş bir vaziyette kalakalmıştı. Karanlık, soğuk ve dipsiz sular arasında kaybolmak; her yanınızı suyun sardığını ve nefes yerine ciğerlerinize su dolduğunu düşünmenin ürkütücü etkisi. Yanınızda hiç kimse olmadan bilmediğiniz bir âlemde, akıntıyla birlikte savrulmak. Belki “zaten ölecek olduktan sonra ne fark eder ki?”düşüncesinin tedai ettirdiği anlamsızlık duygusunun sarması beklenir böyle durumlarda; ama unutmamak gerekir ki, insan nihayetinde psikolojiden ibarettir.
Gözlerini kapatacak bir elden mahrum, dipte, ardına kadar açılmış gözlerin arkasında katilini seyretmek endişesinin çekingeni genç, aklına gelen yeni bir fikirle ayağa kalktı. “Tabii ya , bunu niye daha önce düşünememiştim sanki” çare dolu esef duygusuyla, insanları tabiatla kavuşturan köprünün gündelik hayat açılan ucuna doğru yürümeye başladı. İnsan ruhunu yatıştırmakla-ayaklandırmak gibi iki zıt özelliğiyle semadan üflenen soylu cümlelerin haberciliğine bürünen suda yalnızca intiharcıları has bir hususiyet keşfetmiş olan genç, her adımında bu duygunun yerini sıradan kanaatlerin aldığı bir yürüyüşle, köprüden uzaklaşarak yeni mezarına doğru yola koyuldu: Azgın bir ölüme sarılmaktansa tıpkı bir zamanlar zehir içirilerek öldürülen filozof gibi, kendi eliyle gözlerini kapatmak ve sakin bir ölümün kollarına atılmak için.
İnsan, haydi herkesin söylediği biçimde söylersek, ömrünün baharındaki bir genç niye ölmek ister ki? Bu 20 yıla sığdırdığı hayatında başkalarının göremediği, sadece kendisinin görebildiği ne gibi bir şey görmüştür acaba, yaşamak denilen kavramdan tiksindirebilecek denli güç sahibi? Bir intiharcıyı durdursak ve ona bu pek merak ettiğimiz sualin cevabını alabilmek adına “İntihar sebebiniz nedir?” diye sorsak alacağımız cevap ne olurdu acaba? Herhalde koskocaman bir “HİÇ!..” olurdu. Hiç; bazen öyle manidar olabiliyordu ki, hiçbir kelime onun anlamlılığının eşiğine bile erişemiyordu. İnsan bir yerde ne için yaşıyorsa netice de onun için de ölüyordu; anlamsız, değersiz, kendi başına olan ve sizin için hiç bir şey ifade etmeyen bir hayatı reddeden insanın biricik ölüm sebebi; hiç, hiç için yaşamak ve bir müddet sonra yapıp – ettiklerinizin “siz” ve bütün bunları “hiç” olduğunu fark eden insan haysiyetinin yürekleri sızlatan dayanılmaz çığlıkları arasında “hiç” için ölmek…
Belki inanılamayacak kadar şiirsel gelebilir ama her insan, içinde bir idealist taşır ve “Tılsımlı Deri” yi eline alır almaz kendisini hayata bağlayabilecek tek duygunun kafasında canlandırdığı şarka ait dipsiz ve sefil haz alemi olduğunu bir nefeste kusan putperestin zannettiğinin aksine, mahiyeti her ne olursa olsun yaşamak için yaşamak kadar insan tabiatına ait bir amaç olamaz. Zevk almak; hiçbir kaygı ya da insani tasa çekmeden zevklerin içinde kaybolmak ve mutluluğu elde etmek. Bu belki hayvanlar için mümkün olabilirse de insanlar için asla. Çünkü, insanlaştırıcı faziletler karşısında saf tutan ve sinsi bir tiran gibi köleleştirene kadar tatlı vaatlerde bulunan “ilk asi” kumandasındaki hazların zevk verebilme kabiliyetini gösterebilmesi bile varolan “VİCDAN”I kanatabilme istidadına bağlıdır.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İnsanda, sahip olmayan herkese karşı bir acıma ve teessür hissi uyandıran yolculuk ve özür nevilerinin aksine, belki de bu yüzdendi “vicdansızlığım” ve onun düşük çocuklarının hakaretlerin en büyüklerinden sayılması. Vicdansız olmamakla vicdanı bulamamak arasında sıkışıp kalmış olan ve sessizce, herkesten habersiz ezilmenin çileli mesailerine tahammül edebilmenin son güç kırıntılarını da havaya savurarak “KARANLIĞA” yelken açan genç, nehrin gürültülü akışının aksine gecenin sessizliğine bürünmüş, genişin aydınlığına ihtiyaç duymadan ışıklarını savuran damlalara mukabil karanlığa hapsolmuş şehrin, evine uzanan asfalt yolunda ruh hali ile birebir mutabık olarak kimi zaman hızlı, kimi zaman da yavaş adımlarla yürüyordu. Önüne çıkan ilk ara yoldan sağa döndü ve köşebaşına kurulmuş olan apartmanın yanı başını çevreleyen boş arsa üzerine oturtulmuş olan camları naylondan kulübenin taştan berduşu ya da berduştan heykeline duraklamadan son bir kez bakarak, ara sokağın iyiden iyiye katranlaşan gecesine daldı.
Bilinmezlerden hangi felaketin, nasıl düşürdüğü ve ömrünün son günlerinde metruk bir barakada yapa yalnız cezasına hangi hakla çarptırdığı bilinmez, kimine göre “aylak”, kimine göre zavallı kağıtçı ihtiyar; neler yaşadığını kim bilebilirdi ki?.. “Maalesef hepimiz irademizi bağlayan bir merkeziyetçiliğin boyunduruğu altında kendi kederlerimizin dipsiz olduğu itikadına inanma temayülündeyizdir.” Belki bunda mazuruzdur da; çünkü bunları, başkalarından dinlediğimiz trajik hikayelerin aksine birebir yaşar, ruhumuzda duyarız. Hiç, bir başkasının alevler ortasında kalmasıyla, yakıcı ateşi kendi bedenimiz üzerinde duymamızın tâbii reaksiyonu aynı olabilir mi? Birinde olacak olan biraz teessür ve birkaç cümlelik teselli, diğerinde ise kıvrım kıvrım çizgileriyle hiç bitmeyecekmiş gibi uzanan ve diplerinde sarı ile kırmızının renk cümbüşünde yakıp kül eden müthiş boynuzun bütün ihtişamıyla bizim için çalınışı vardır: Ne de olsa dünya, insanın kalbinde atar!..
Fakat bütün bunlara ve geldiği mesafeden mesud(!) ve mağrur insanoğlunun hâlâ hislerimizi ölçebilecek bir cihaz icad edememiş olmasına (!) rağmen bazılarının kederleri belki dünyayı taşıyabilecek genişlikte omuzlara sahip olmalarından, belki de ayaklarının altında dolaşan ve ezdiklerinin bile farkına varamadıkları karıncalardan daha kırılgan omuzlara sahip olmalarından dolayı daha katlanılmaz oluyordu. Etrafı adam boyunda bir duvarla çevrilmiş bulunan müstakil evin önünde duran genç intiharcı, bahçe kapısını araladı ve bir gölge sessizliğinde hızla evin dışarıya açılan kapısına dayandı. Belki soğuktan, belki de bedenini sarsan düşüncelerinden dolayı titreyen ellerine rağmen cebinden çıkardığı anahtarla zorlanmadan kapıyı açarak içeriye süzüldü. Evde kimse yoktu ama yinede sessizliğe karşı olan kusursuz itaatini bozmadan ikinci kata uzanan merdivenleri tırmandı. Ne de olsa bir çok kereler farkına varamasak ta, başkaları için yaptığımızı zannettiğimiz şeyleri aslında kendimiz için yapar, nezaket kurallarına en başta kendi iç nizamımızın gerekliliği olduğu için uyarız. Merdivenlerin çıkış yönüyle ters bir istikamet oluşturan ve çift taraflı kapılara açılan holün giriş kısmına gelince, hemen elinin altında bulunan elektrik anahtarını açarak lambaları yaktı ve o âna kadar süren ezbere yürüyüşüne son verdi. Gözleri bağlayan ve bir körebe gibi el yordamına muhtaç eden kara bezin inmesiyle, hol bütün eşyaları ile ortaya çıkmıştı. Fakat merdiven başında aydınlıkla birlikte duraklayan genç intiharcının dikkatini sadece tabloların arasına serpiştirilmiş olan birkaç aile fotoğrafı çekti. İçlerinden biri; çocukluğuna ait olan ve kendisine emanet edilmiş olan bir hayatı başarısızlığa uğratmanın hesabını, hayata asılmış umut dolu taze bakışlarla soranını sanki utanmışçasına eliyle kapadı ve bir daha duraklamadan koridorun karşı ucunda bulunan kapının önüne gitti. İnsan kulağı yerine ruhunu burkan kalın bir gıcırdama sesinden çok hafif bir ninni melodisi eşliğinde açılan kapıyı araladı. Koridor lambalarının loşa boyadığı oda içinde, kapının açılış yönüne paralel bir çizgi halinde uzanan ve pencereden içeriye giren açık kış gecelerinin titrek aydınlatıcısı ay ışığıyla kesişen rehberlik edici ışıktan yol üzerinden içeriye girdi. Şimdinin, arındığı ısıtıcı hislerle birlikte soğuk ceset torbasını andıran, bir zamanların duvarı kaplayan boyasından, eşyaların yerleştirilmesine, kitaplığı doldurmuş türlerine göre ciltlenmiş kitaplardan, asla kabalıkla aynılaşmış bir şatafata kaçmayan sadelikle etrafa serpiştirilmiş olan el yapımı eserlerle süslenmiş görünümüyle sevk sahibi bir el tarafından santim santim işlenmiş intibaı bırakan odaya, aradığının ne ve nerede olduğunu bilmemekten çok, aklının inandırdığı yalnız olduğu fikrinden gözleriyle de emin olmak isteyen tâbii bir insani refleksle hızla etrafına bir göz attı ve kitaplığın üst rafına el uzatarak, kitapların arasından, cinnetli (!) bir düşünce ile; “İşte size beynimi uyuşturmak için üretilmiş yeni bir arkadaş daha” diyerek, barınacağı yer olarak ecza dolabı yerine kitaplığı layık gördüğü bir kutu ilacı çekip aldı. Yaşamaktan büyük yük tanımayan intihar riski yüksek hastaların tedavisinde kullanıldığı için ilk aylarda tek tek ve müşahade altında verilen fakat sonraları gözle görülür (!) bir iyileşme süreci kaydedilmesiyle üzerindeki şüphe dolu tehdidin kaldırıldığı ilacı…
Nefretlik bir hikayenin final bölümündeki genç intiharcı, önce parçalarcasına ilaç kutusunu açtı, sonra da ilk haliyle tezat oluşturan bir sükunet edasıyla, acelesi ya da asabiyeti üzerinde olan insanlardan çok yaptığı işten her zerresiyle zevk almaya çalışan insanların yavaş ve telaşsız hareketleriyle tabletteki ilaçları, kitaplığın yanı başında duran ve uzun zamandan beri kullanılmadığı üzerindeki takvimin geri kalmışlığından anlaşılan çalışma masasının üzerine tek tek boşalttı. Kaba davranışlar yerine sanatkârane vuruşlarla açılan bordo kapsüller cansız duruşlarıyla, ne azgın nehir gibi yüreğini pırpır attırabilmiş, ne de fersiz varlıklarıyla donuk gözlerinde yaşayan bir varlığın akseden ışığı gibi parlayabilmişti. Masaya ait bir çıkıntı gibi, masa ile duvar arasına sıkıştırılmış sehpanın üzerindeki sürahiden bir bardak su aldı ve avuçladığı hapların önce bir kısmını, sonra geri kalanını ve en sonunda da avucuna direnerek masada kalma becerisini gösterebilmiş olanlarını kanına karıştırarak, kendisinden çok kanında dolaşan “zehri” öldürmek için suyun önüne kattı. Doktoruna göre yine bir hastalık belirtisi, kendisince ise haklı bir tavır olarak bir çok kereler kullanmaktan kaçındığı, evvela ağzında acı bir tad bırakarak uyuşturan hap, kemiyetindeki artışından ve buna bağlı olarak emilim sürecini esrarlı bir biçimde hiçe saydığından mıdır bilinmez bu kez ağzında su tadı bırakmıştı. Yatağına uzanmadan önce, yarın sabah eve gelecek ve kendisini bulacak olan annesine ulaşacak olan kendisine ait kara haberin tezliğine düşmanlığından olsa gerek, tabletleri ve ilaç kutusunu masanın üzerinden alarak çöpe attı ve kendisine bu metodu ilham eden “Yunan Arenası”nın mazlum savaşçısı büyük filozof gibi sırt üstü uzandı.
İşte cemiyet isimli ölüm tarlasından bir ceset daha gidecekti tabut içinde, herkesten habersiz, kimsenin göz zevkini ya da rahatını bozmadan kendi halinde. “Ah kendisinden tiksindiğim ve benden bir ucube gibi tiksinen dünya, işte kurtuluyorum senden sessiz ve sade bir biçimde. Oysa böyle kuru kuru mu olmalıydı gidişim. Şenlik alaylarını kıskandıran bir borazan nidasının refakatinde ağıtlar yakılmalıydı naşının ardından. Çünkü, sıradanlaşan şu ayın sönük batışı gibi, kimsecikler fark etmese de ölen ben değilim…” Ölen insanlık!..
Sitemkâr bir fısıltı halinde fırlayan bu birkaç cümlenin ardından genç intiharcı, kalbinde hafif hafif yoklamaya başlayan bir ağrı duydu: Belki doz aşımı tehlikesinin ilk belirtilerinden biri olarak, belki zaman zaman kalbini yoklayan ve ne olduğu anlaşılmayan ağrının uygunsuz bir zamandaki davetsiz misafirliğinden ya da yalnızca et parçasından ibaret olmayan kalbin yolculuk heyecanı kıpırdanışından. Gözü açık gitmenin, arkada bir şeyler bırakmış olmanın huzursuzluğunu taşıdığına inandığından olsa gerek gözlerini kapadı. Aklına, ürpertici bir yıkımın sebep olduğu yüz ifadesi ile; “Oğlum, yalvarırım topla biraz kendini… Bir gün bir yerlerde!…” diyen annesi geldi ve evde, odasının içinde, yatağında olduğu düşüncesiyle tebessüm etti. Ya da o an öyle olduğunu zannetti. Kalp ağrıları giderek ağırlaşmış ve beraberinde bir yanma hissi getirmişti. Yüzü acıyla buruştu ve kıvranan insanlara has bir hareketle sol yanına; narkozsuz, taş çeneli canavarlarca yerinden sökülen kalbinin üstüne dönmek istediyse de yapamadı. Zaten bir süre sonra exstasye (-mutluluk ülkesi) taşıyan mutluluk haplarının acı duyma melekesini hadım eden zaptı altında, acılarının dinmesiyle buna gerekte kalmamıştı. Üstlendikleri vazifelerini layıkıyla yerine getiren ve huzur içinde, bir yaz öğleninde ulu bir ağacın gölgelik eden kanatları altında çimenlere uzanan insanların hafiflik hissini duyuyordu. Uykuya dalarken şuurumuzun yavaş yavaş bağlarından sıyrılışının aksine ansızın gideceği ve hiç hatırlamayacağı kopuşundan önce, durumuyla hiçte bağdaşmayan garip bir saplantının istilasına uğradı genç intiharcı; belli belirsiz, bir huzme halinde yansıyan bir yüz ve anlamsız (!?) bir soru; “Acaba ağlamış mıydı?” Kim ve niye, sorusu kadar anlamsız.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
2. BÖLÜM
Sabah olmuştu. Çocukluğunuza ait otobüs yolculuklarından hatırlayacağınız, yalnızca mola yerlerine has, serin ve bilinmeyen yerlerin ruhumuzda uyandırdığı meçhulün karşı konulamaz cazibesini taşıyan iç açıcı ferah bir hava. Açık pencereden içeriye giren ve güneş ışıklarının arasından süzülerek etrafımızda dolaşan ve sizi yepyeni maceralara davet eden, günlerden farklı bir gün. Yatağından doğrulan genç adam, donuk ve karanlık kış günlerinin çöken puslu havası ile beraber yatağa mahkum eden sabahlarının aksine, tabiatın tüm unsurlarıyla elbirliği ederek kendisiyle birlikte tüm yeryüzüne taptaze bahar aşısı yaptığı bu mevsimde, gün başlangıcına dair fiiller listesinde açık gözlerle yapılabilecek en son şey hayata başlamak yerine hâlâ yatakta oyalanmak olduğu halde, yastığını, ranzasının başucunu kesen duvara yaslayarak dışa karşı nefessiz bir alâkasızlık tavrıyla pencere manzarasının uzandığı duvarı seyretmeye başladı. Bedeni sakin ve dinlenmiş görünüyordu ama bütün gayretine rağmen akşamdan kalmışlığı hatırlatan gözlerindeki heyecana çalan renk mutluluğa döndü ve “Hayır, bu kez ağlamadı” diye bağırdı. Rüyamı, yoksa kısa bir uyanıklık halinde aklına hücum eden düşünce fırtınasında arta kalan ufak bir parçacık mı kararsızlığıyla, derin minyonlaştırıldığı odaya sıkıştırılmış üç ranzadan ikisini işgal eden arkadaşlarını uyandırıp-uyandırmadığı tereddüdü arasında, suçlulara has utanma hissiyle usulca yataktan sıyrılıp atladı.
Mutluluk ülkesinin baş döndürücü iklimini hatırlatan bu bahar sabahında, üç kişilik ranzalı odaya doğan gence ne olmuştu. Yoksa gördükleri bir hayalden ve yaşadım zannettikleri elde olmayan bir kendinden geçiş ânında aklının kurguladığı ipsiz-sapsız kuruntulardan mı ibaretti? Ya da üçüncü bir ihtimal halinde, öldü de hiç kimsenin kendisinden haber vermediği ara bir âleme mi göç etmişti? Belki bir kaçı doğru olsa da hayır?..
Büyük eserler karşısında çoğu kez bizi yakalayan, acizlik duygusu ve caydırıcılık ateşidir. Elimiz kolumuz bağlanmış vaziyette biraz hayret eder, biraz kıskanır ama neticede böyle bir şeyin asla tekrarının mümkün olmayacağına-yapılamayacağına kanaat getirmiş ezik ruh haliyle bulunduğumuz mekanı terk ederiz. Hatta, asla şaşmaz (!) ölçüler olarak kabul ettiğimiz beş hassemize ait olan sarsılmaz itikadımız olmasa, kendimizi bir dahası olamayacağına inandırdığımız, soylu bir insanın içinde büyüyen, büyüyen ve annelik tabiatına ait doğum sancılarını aratır çetinler çetini sürecin ürünü olarak yeryüzüne merhaba diye bu devin, bizce yalnızca masallara ait olabilecek eşsiz harükuladeliğini inkar etmekte bile hiç mahzur görmeyiz. Pekiyi ya kader?… Napolyon’un en büyük gücü kendisinde gördüğü büyük iman, hikayecinin dilini bir daha açılmamak üzere bağlayan şahaser, hayret edemeyeceğimiz kadar üstün varlığıyla her ân kendisini hissettiren tesiri altında, tüm varlığın çizilen istikamette kendi hikayesini yaşadığı ve her hikayenin kopmaz bağlarla birbirine eklenerek hayat isimli ilahi eseri meydana getirdiği kudret ateşi… İnsan, son derece yanıcı yapısıyla “Yeşil Kapı”nın müellifi O Henry’nin keşfettiği gibi, bu harlı ateş karşısındaki savunmasız mevkiinde, nihayetinde çaldığı her kapının aslında gitmesi gereken kapıdan başka bir yer olmadığını görmekten kurtulamaz. Olan olur ve insan “yapıp-ettiklerim” zannı altında bir sığıntı gibi yaşarken, cins kafaları eliyle aslında istediğini istemenin bile kendi elinde olmadığını müşahade ederek, var olduğu kabul edilen iradenin neredeyse hiç yok denilebilecek kadar az olduğunu fark eder. Yaşadığımıza inanıyoruz… Eylemlerimizden. Oysa ister düşünceye, ister fiillere dair olsun, eylem zannettiğimiz şeyler, batmamıza izin vermeyen bir nehirde, sürüklendiğimiz akıntı boyunca meydana gelen hareketlerden ibaret ve biz, ölüme uzandığımızı zannettiğimiz bir gecenin sabahında beklentilerimizi karşılamasa da hayata doğabilir, gözlerimizi açtığımızda, karşımızda bulmayı beklediğimiz ölüm melekleri yerine, yeni bir günün sabah ışıklarını bulabiliriz.
Çöken bir heyelan altında
Hayata dair bütün umur ve beklentilerin toprağa gömüldüğü ve artık “Yaşamak… Daha lüzumsuz ne olabilir ki?” sualinin tüm kasvetiyle çöktüğü, gökte soluk ışığıyla parlayan dolunay ve insan elince döşenmiş bütün elektrik nakil hatlarına rağmen, yalıtılmışçasına karanlığa boğulmuş bir ruh halinin yaşandığı o uğursuz gecenin üzerinden altı sene geçmiştir ve o güne dair değişmeyen adına hiçbir şey kalmamıştır. Hissedileni unutturmak adına kan akışını durmak gibi akıl-havsala almaz bir usulle, yaşanan acıları ölümle benzerlikler taşıyan “alışmak” fikrinin avutucu kollarına havale etmek gibi sihirli bir iksirin keşif ve işletme hakkını elinde bulunduran zamanın, aynı şekilde “Değişecek olan varsa değiştirilir… İnsan muhayyilesi almasa da” yasasının hükmedicisi olması hasebiyle genç adama tesellisini vermiş ve o gecenin genç intiharcısını vesilelerle ördüğü birkaç hafta sonrasının İslâmcı militanı, iki ay sonrasının da hiç kimsenin okumadığı zamana dair anlamsız nasihatin üst yanını süslediği giriş kısmı, örümcek ağı gibi iki adımda bir yönünüzü kesen şebeke kapıları, her şeyi ile taştan lahitleri andıran insan yağı kokulu duvarlarıyla, darbeci generalin emrinde, içinde fazla vakit geçmeden kendisinin de yatacağından habersiz bir kadın tüccarının (!) inşa ettiği, adına şarkılar yakılan, şiirler yazılan hapishanenin siyasi mahkûmu haline getirmesini bilmiştir. Sonrasında, beş yıl boyunca nakiller, nakiller ve gezilen üç cezaevinin üstüne girilen yepyeni bir hücre.
Aptallar anlamışlardı ki, insan yaşanmaya değer ideal hayatı bulamadıkça onu, öyle ya da böyle uyuşturmakla elde edebilecekleri tek şey: “OT” lara ait nebati hayattı. Ve sanılanın aksine bunun gerçekleşebilmesi için intihar ritüeli o kadar da vazgeçilmezlerden değildir. İntihar, bu sürecin hızlandırılmış veya farklı bir ifade ile şekil değiştirmiş boyutundan, görünüm değişiminden başka bir şey değildir. Çünkü, insan hayatını yaşamaya değer kılacak olan altın formül temin edilmedikçe belki hayatın idamesi sağlanabilecektir ama asla yaşanmaya değer hayat olmayacaktır; tıpkı, mağlup ölülerin hayatı olan birincisinde olduğu gibi.
Azarlanmış çocuk edasındaki genç tutsak, dikkatin zirve noktasında kısılan göz kapakları, aşağıya doğru dik çizgileriyle sarkan alnı ve mahcubiyet ifadesinin bütün açıklığıyla okunduğu, geçmiş zamanların “kireç gibi” olarak nitelendirilen solukluğundan iz taşımayan yanaklarıyla, insiyaki olarak bağırışının tedirginliği üzerinde olarak, yavaş adımlarla, kısa bir ân duraklayıp, ne olacağını beklediği pencere önünden ayrıldı. Sanki üç kişinin yaşayabilmesi için sıkıştırılabileceği en dar alan 5 m2 den daha aşağı olabilirmiş gibi varlığıyla bu mesafeyi de daraltan aşağı kata uzanan merdivenlere yöneldi ve “görünür-görünmez” cinsinden kazalar için kendisinden daha uygun bir yer bulunamayacak olan pürüzlü basamaklardan aşağıya indi. Her gün aksatmadan tekrarlanan ve uygulayıcıları tarafından bile anlamsızlığı kabul edilen iki sayımdan sabaha ait olanına, dolayısıyla üstü açık kuyu nevlinden havalandırma kapısının açılmasına daha çok var. Bir benzeri olan üst kata nispetle daha basık ve güneşe aldırmadan gündüzleri bile ışığa ihtiyaç duyan karanlığıyla bu odada ne yapılabilir ki? Mutlu olabilmek için, her şey. Nede olsa, sade yazılışıyla bile zıdlarının hilafına estetik bir tarz belirten İslâm harflerini yeni bir form içinde tuvale taşıyan yeni nesil sanatkârın, duvarında asılı duran tablosunda geçen cümlede olduğu gibi
“HERŞEY ALLAH İÇİN” di.

Yaşanmaya değer hayat… Bütün varlık nev inlerinin varoluş gayesini kendisinde bulduğu ve varoluş denilen akışın son noktasını teşkil eden altın formül… En alelade fiillerimizin bile kendisine nispetle anlamlılık kazandığı, yaşanmaya değer hayat davasına çatan her ruhun iliklerine kadar hissettiği “pekiyi ama niye?” soylu sorusuna en az kendisi kadar soylu bir cevap verebilen, her şeyi kendisine bağlayabilen ve “öylesine”den kurtarabilen bu sihirli cümle, en dayanılmaz zannedilen acılara bile “bir şey karşılığında” duygusuyla katlanma gücü vermenin ötesinde, hayatı, “hiçbir şey boşuna değil” ya da “hiçbir şey hiç için değil” kısır döngüsünden kurtaran yanıyla, en başta varoluş zevkini, varım diyebilmenin; üzerimize yürüyen her şey isimli istila ordusuna karşı cesurca savaşabilmenin kahramanlık duygusunu ve elde edebileceğimiz en yüksek değeri; hayatın anlamını vermekteydi.
Bir ülkeyi maden zengini göstermekle, asli ihtiyaçların savsaklarken en olmadık şeylere para yatıran bir müsrif nitelemesine muhatap etmek alternatifleri arasında gidip-gelen ağır gramaj zindana zindan havası veren ürpertici gürültüsü ve devasa görünümüyle, düşman hücumundan hemen önce tahkim edilmiş bir kale kapısı görünümü çizen ve adi suçlular için özgürlüğe ulaşan yolları kapatan korkunç canavarlar hayaletini diriltirken, her gün onlarca kez yüzyüze gelen kahramanımıza, ısrarla mutluluk taşıyan bir ilhamın ötesine geçemeyen, şu; duvara gömülmüş demir kapı; sanki karşı karşıya duruşuyla intihardan devrimciliğe uzanan hayatının tecrübeli bir el tarafından kayda geçirilmiş muhasebe işlemlerinin toplamından başka bir şey değildi. Büyük İslâm velisinin; “Sarayda zindanı yaşamak ve zindanda sarayı yaşamak” olarak işaretlediği hakikat; Zannedilenin aksine, insanı köleleştiren ve mutsuz kılan, üzerine kapatılan kapılar değil, ruhunu kafesleyen ve hiçliğe gömen kendisiydi. İnsan pekâla mutlu olduğunu hissedebiliyorsa, her yerde mutlu olabilirdi; yaşadığını-varolduğunu duyuyorsa, vardı!
Bugün, “günlerden bir gün” den farklı bir gündü ve ısrarla öutluluk ilham eden kapı, bugün başka bir eylemi ihtar ediyordu. “İnsan, em başta kendi içinde devrim yapar. Sonra kısa bir an durakladı ve “Tabii ya… Artık yaşadığımı ve insan olduğumu hissettiren hayallerim, ideallerim var” dedi. İntihar gecesinin dehşet dolu ışığının yerinde, hayata yeni baştan doğmanın ümitvâr ışığı parlıyordu. Ümit etmenin ötesinde, bu kez gerçekten de ağlamamıştı. “Madem ki yaşıyorum, öyleyse katilin olma korkuları çekmeden dönebilirim artık sana… Hesaplaşma bitti!..”
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
3. BÖLÜM
Selam ile…
Zehra Hanım, nihayet iki gün önce anlatılabilmesi ayrı bir fasıl mevzuu teşkil eden ve bence güvenilirliğinden asla şüphe edilemeyecek olan haberi; size dair olan düşüncelerimin varması gereken nihai noktasına ulaşabildim. Ve bunun öncesi de var olmak üzere bu iki gün boyunca size ne diyebileceğimi düşündüm; Nereden başlamalı, neyi nasıl anlatmalı, çok şey söylemek gerekirken tersine kalbederek insanda hiçbir şey söyleme gücü bırakmayan, nezaketin bile koptuğu bir meselede. Hem de bir çoğu kez gerçek yüzünüzü saklamanızı gerektiren düşman yaftalı bir düzine adam tarafından “GÖRÜLDÜ” mührü vurulmuş bir mektupta. Evet, beklide en iyisi bu ateşin daha yeni tutuştuğu demlerde sizinde söylemiş olduğunuz gibi “her şeyi dışarıda KONUŞMAKTI” ya da daha doğru bir ifade ile söylemek gerekirse böyle bir imkâna sahip olabilmekti. Ama ne yazık ki, kıskançlık, bir ân olsun yalnız bırakmayan korkunç ihtimaller ve iki insanın yüreğini sızlatan ve her ne pahasına olursa olsun mutlaka sonlandırılması gereken acılar insanı öldürüyor… İşkencevâri sancılarıyla, zehirli kıskaçlarını ân be ân beyninize geçiren, acıtan, kıvrandıran ihtimaller. Ve insana öyle ya da böyle, içinde belki de bir bütünlüğe sahip olsa da kelimelerin üstüne biner binmez ağırlığından yerlere saçılan ve bir tezat bütünü halinde arz-ı endam eden, bunun için de çıldıranlara has o anlamsız sayhalar benzeri mânâsız bir çok fiilin örgüleştirdiği bir hayatın iç yüzünü oluşturan binbir hissi anlatabilmek gerekliliğini dayatıyor.
Hatırlar mısınız bilmem, Kartal (Cezaevi) ziyaretiniz esnasında; “Bilmem ki, size nasıl anlatmalı” dediğimde “Boşver, bir şey söylemek zorunda değilsiniz” demiştiniz. Ah siz, çok asil bir hanımsınız; size dair düşüncelerimde sürekli eziyorsunuz beni. Utanabilmek… Kimbilir, yeni bir utanç vesilesinden çok, memnuniyet verici bir ümidin penceresidir benim için. Çünkü hissedebilmek yaşamaktır; insanca duygular yaşamak, insanlaşmaktır. Ruh yüksekliklerinin önünde eğilmek, ona sığınmak; acizce olsa da en azından insanca!.. Ama bu kez, hâlâ nasıl olacağına dair bir malûmat sahibi olmasam da bir şeyler söylemeliyim, hiç olmazsa dilimi bağlayan şeytansı büyüden bahsetmeliyim…
Efendim, insan bir gün öyle bir berzaha gelir ki, kaskatı yol ayrımlarıyla doludur gözlerinin uzandığı her yer. Orada grilerin yeri yoktur asla, yalnızca siyah ve beyaz, orası veya burası. İnsan o güne dek olmadığı kadar çok soru sormaya başlar kendi kendisine: Ben kimim?.. Niçin yaşıyorum?.. Varoluş gayem?.. Bütün bunlar ne için?.. (EK1: her birinin derin bir sükuta mahkum edilmiş olduğuna aldırmadan) Belki dile bile getiremese de, kırbaç süslüğü cinsinden kurşunların ıslıkvâri şiddetinde iner üstünüze üstünüze. Dünyalık hiçbir şey değildir aradığınız, neticede o da dünyadır, oysa sizin aradığınız onun da gayesidir… İster metafizik bir arayış deyin, ister mavera ötesini dileyiş, istersenizde doğrudan doğruya Allah!.. Hani bilirsiniz, dilinizin ucunda duran, canınızın çektiği ama bir türlü ne olduğunu kestiremediğiniz bir tad gibi, her şeye elinizi uzatırsınız bulabilmek için ama her seferinde bir müddet sonra fark edersiniz ki, size kalan yalnızca putlardır!.. Gayesiz bir hayat ve onun bunaltan, çıldırtan, delirten niçinsizliği. Yıkılıverir gözünüzün önünde bütün kumdan kaleleriniz. Her şey koskoca bir yalandan, anlamsız bir “hiç” ten ibaretmiş meğer. Oysa insan… Oysa insan?… Oysa insan; inandığı bütün gerçeklikler yıkıldıktan sonra hayatta kalamayacak kadar acizdir!.. Bunalırsınız, sıkılırsınız, ne yapacağınızı bilemezsiniz. Önünüzde uzanan ve bir yanıyla ölüme, diğer yanıyla da kurtuluşa açılan derme- çatma köprüye atılırsınız. Siyah ya da beyaz, ölürsünüz ya da kurtulursunuz ama asla bulunduğunuz noktada kalamaz, inanmadığınız bir hayatı yaşayamazsınız. Ölmek ya da kurtulmak… İnsan bilmediği bir kurtuluşu nasıl dileyebilir ki? Tâbii boğulanlara has o ümitsiz çırpınışları istemekten saymazsanız. Geriye yalnızca bir yol kalmıştır; inanmadığınız, her şeyi ile nefret ettiğiniz bir dünyayı tepeleyerek karanlığa yelken açmak; yakınlarınızdan kiminin hastalıklı, kiminin büyülü, kiminin de bilmem ne’li dediği bir hayata bir daha dönmemek üzere veda etmek. Ama ben, bilmem kendi beceriksizliğimden, bilmem daha çok kazanma arzusunda olan ilaç firmalarının işgüzarlığından, bilmem her vesile karşısında garip bir yaşama arzusu gösteren mizacımdan ya da en doğrusu “bütün sahteliklerden arınmış, her şey bitti denildiği ânda her şeyi başlatan, insanı yıldırım hızıyla vurup yepyeni bir nefes üfleyen” ilâhi yardımın hikmetlerle dolu lütüfkârlığından ölmeyi bile beceremedim ve hiç hak etmediğim halde merhamet isimli büyük tecelli sayesinde aydınlığa kavuştum… Evet kurtulmuştun, inanmadığım sebepsiz hayatımdan, hem de çaresiz ve korkakça bir hezimetin adı olan intihar düşüncesine teslim olma lüzumu duymadan.
Şimdi buradayım, ne birisinin bedduasından, ne de Allah’ın üzerime üflediği korkunç lanetten dolayı, sadece kader isimli ilâhi örgünün bana biçtiği şerefli payeden. Artık mutluyum, bunalmıyorum, sahip olduğum değerler, inandığım idealler, bağlandığım düşüncelerim var. Kim olduğumu biliyorum, niçin önünden kaybetmeden “bütün bunlar” nitelikli bir âlemin aslında ne için olduğunun farkındayım. Kısacası, Allah’ın Kur’an’ındaki “İNSAN” hitabında murad olan “Peygamberler Peygamberi” nin yolundan ayrılmak olan hastalıklarının en büyüğünden kurtulmuş bir vaziyette insanlaşmaktayım.
Bunun başka bir yolu yok muydu?.. Kimbilebilir ki? Ama size şu kadarını söyleyebilirim ki, burada benimle neredeyse birebir aynı kaderi yaşayan bütün arkadaşlarımın diline pelesenk olmuş ve Hintlilerin meşhur tenasüh (-yeniden bedenlenme) inancını hatırlatan bir üslubla söylemek gerekirse; “diğer hayatıma” dair pişmanlıklarım olmasa kendimi dünyanın en mutlu insanı saymakta hiç tereddüt etmezdim. Fakat hayat işte, herkes için bir başka atıyor ve herkes için farklı bir kalbi var. Diğerlerinden farklı olarak benim yaşamam gerekende bu; çıldırma korkuları arasında ya olmak, ya ölmek. Hayatın bana oynamam için biçtiği rolde bu. Şu ân burada bulunuyor olmamda (-devrimci) bunun en katı tezahürü…
Neredeyse yeni bir kağıt daha bitmekte ve ben hâlâ nasıl söyleyeceğimi, söze nereden gireceğimi bilememekteyim. Belki de en iyisi kısa ve özlü (!) köylü mektuplarına atfedilen ve bu yüzden de hiç kimse tarafından tutulmayarak küçümsenen “Nasılsın? İyi misin?” li mektuplarda olduğu gibi, sırayla iyi olduğumu ve teklifimi kabul ederseniz daha da iyi olacağımı söylemeliydim, belki de onun da yerine, yalnızca müellifi tarafından tanınma talihsizliğine uğrayan büyük aşk destanının melankolik aşığının; “Yalnızca “seni seviyorum” demek gibi bir teslimiyet duygusu dururken insanlar onca laf kalabalığına niçin ihtiyaç duyar bilmem ki?..” sade inancında olduğu gibi doğrudan doğruya “sizi seviyorum” demekti. Ama artık bunlar için geç kaldım zannındayım. En iyisi yine kaldığım yerden devam etmek olsa gerek.
Efendim ben iyiyim. Eskiden farklı olarak şimdi ne delirme endişesi taşıyorum, ne de sinir buhranları geçiriyorum ve pek yakında dışarıda olacağım ümidini taşıyorum. Belki birçoklarına “yeniden” gelse de aslında “yepyeni” olacak bir başlangıca ne dersiniz?.. Sizin bana ilk şart kipli cümlenizde olduğu gibi. “Allah ve resûlünün yolundan, Allah ve resûlü için… Sevginin ve bağlılığın, saflığın nihayetine erdiği bir birliktelikte…” Hoşçakalın!..
Özür Dileyen Adam
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Dünyalık hiçbir şey değildir aradığınız, neticede o da dünyadır, oysa sizin aradığınız onun da gayesidir… İster metafizik bir arayış deyin, ister mavera ötesini dileyiş, istersenizde doğrudan doğruya ALLAH!..
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Acep şu yerde varm'ola
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin

Gezerim Rum'ıla Şam'ı
Yukarı illeri kamu
Çok istedim bulamadım
Şöyle garip bencileyin

Kimseler garip olmasın
Hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler kalmasın
Şöyle garip bencileyin

Söyler dilim ağlar gözüm
Gariplere göynür özüm
Meğer ki gökte yıldızım
Şöyle garip bencileyin

Nice bu derd ile yanam
Ecel ere bir gün ölem
Meğer ki sinimde bulam
Şöyle garip bencileyin

Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin

Hey Emre'm Yunus biçare
Bulunmaz derdime çare
Var imdi gez şardan şara
Şöyle garip bencileyin
YUNUS EMRE.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt