HAYATA DOĞMAK
Mehmed Ali Bayram
1.
BÖLÜM
Ölürken hiç olmadığı kadar yaşamayı isteriz. Oysa az evvel ölüme uzanan yolu bindiği cins atının üstünde dörtnala alan bir serdengeçti gibi ölümü arzulayan ve içimizin hiç bilmediğimiz köşelerinden taşan müthiş enerji ile az sonra keskin bir tezat halinde hayatımızı oluşturan yaşanmış hiçbir ânda olmadığı kadar hayatta kalmayı dileyeceğimizden habersiz, tırmanırız artık bizce mânâsı olmayan hayatın son durağını oluşturan ölüm kulesine. Yorulmak nedir bilmeden, eskilerin zengin sultanı şimdilerim müflis tüccarı hayattan, cellâdının amansız ellerinden firar eden ölüm mahkûmu iştiyakı ya da geride kalmaktan büyük felaket tanımayan cins at soluksuzluğuyla kaçan ve tam ondan kurtulduğunuz ânda onu özlemek gibi garip bir hissiyatla onun o güne kadar anlayamadığınız kıymetini takdir etmek. Tıpkı göğsümüzün hırıltılı nefesler, parçalayıcı öksürükler eşliğinde sıkışmadığı, başımızın çatlatıcı ağrılarla sızlamadığı, gözlerimizin yanmadığı, ağzımızın zehir acılığıyla kavrulmadığı demleri sanki normal, tâbii olarak olması gereken buymuşçasına idrak ederken, beklemediğimiz bir vakitte bizi esaret altına alan ve gündelik hayatımızdan alıkoyan hastalıkla aslında bunun zannettiğimiz kadar sıradan olmadığını anlamamız gibi.
Dış yüzden bakıldığı zaman ne aldığımız nefes değişmiştir, ne duyduğumuz sesler, ne hayatın acılığı, ne de bizim haricimizde attığı zehabını taşıdığını ve bizden sonra da büyük ihtimalle devam edeceğine inandığımız gözlerimizin önünde uzanan dış dünya; ama yine de yaşamak isteriz. Adeta önce yetiştiği sazlıktan kesilen, işlenen, sonra da sırları üfleyen kamışın teshirli sesinde olduğu gibi, ölümle aramızda sadece birkaç metrenin kaldığı berzahta ruhumuzdan taşan ve bizi hayallerin ve ümitlerin kanatlarında devlerle savaştıran sesin giderayak kulağımıza fısıldadığı sihirli cümleyle, gözlerimizi kapatan ve bizi karanlığa hapseden perde kalkmış ve biz gözlerimizi kamaştıran öğle güneşinin altında bambaşka bir gerçeği fark etmişizdir: Kendi istediği ile suya atlayan ve boğulmamak için çırpınan intiharcının keşfettiği gerçek!…
Yirmili yaşların ihanetçisi cansız bir yüzde, korkunç düşüncelerin mesleğinde pirlik makamına ermiş usta bir aşçı maharetiyle katıştırdığı dehşet ifadesi. Yanakları, keskin soğuğa rağmen kızarmak bir yana, soluk rengine bir kat daha kireç beyazı çalınmışçasına pekiştiriciliğe soyunmuş yardımcı karakter rolünde. Gecenin bu saatinde kimsesizliğe mahkûm edilmiş olan tarihi köprünün korkuluklarına yapışmış olan cinler ve perilerin oyun yatağı mekanın davetsiz misafiri esrarengiz genç, vecdin ölüme katıştığı yüksekliklerden hitap eden ünlü ressamın eserlerini, sağlığında parasızlık yüzünden malik olamadığı yağlı boya ile boyayarak daha da değerlendireceğini zanneden ahmağın akıl seviyesinin kustuğu hitap cinsinden aşağılık bir tezahürle, simetrinin yumuşak çizgiler ve zerafetle eşleştiği tarihi taş köprüye ikame edilmiş olan demir korkuluklardan sağ elini ayırarak, elektrik isale hattına yakalanmışçasına diplerinin titrediği saçlarını yatırdı. Sanki saçları, yükselen minyon gövdeleriyle toprağı yeşile boyayan çimenler gibi, hakimiyet kavgasına giriştikleri rüzgara inat hırçınlaşıyor ve dikleşiyordu.
Esrarengiz gen., asli vazifesini yapmak yerine aksesuar nevinden bir süs gibi omuzlarından iki ucuyla sarkan atkısını, soğuğun etkisiyle daha da sertleşen, hafifi titremesi öğütücü bir hazla dudaklarını parçalamaya yüz tutan çenesini yatıştırmak için yüzüne sardı. Şimdi, dikkatleri kendisi haricinde her şeye yasaklayan cansız gözleri daha belirginleşmişti. Yeniden iki eliyle korkuluğa abandı ve yüzlerce kilometre uzaktan çıktığı kaynaktan başlayan serüveniyle, kendisini görenlerden çok gördüğüyle ayağını bastığı yerin altında akan, şiddetli kışın azgınlaştırdığı nehre baktı. Hayret! Tereddütte olsa, birbirini ezerek ilerleyen vahşi sürüler karanlıkta çağlayan damlaların birbirine çarpmasıyla oluşan yakamozların aksiyle de olsa gözlerinde ilk defa hayata dair bir ışık kütlesi parladı. Gürültüsü ruhunu dağlayan nehrin diplerini görmeye çalışan gözleri tereddüdün ardından kısa bir an kapandı. Makineye direnen ruhların sentetik iplik yerine, sevgi ve şefkatle dokuduğu örgünün altında saklanan yanakları kızardı ve hızlı refleksleri andıran bir süratle arkasına baktı. Kimsecikler yoktu… Korku ile birlikte gelen utancın paralayan kamçısına rağmen boşlukta karanlığı döven çocuk savunmasızlığıyla birkaç adım geriye çekildi; fakat sonra alakanın ve dikkate almanın klinik akıl malulünü bile kahkahadan çatlatacak olan toz pembesi tonunun tesiriyle korku düşüncesinin kanattığı bedenini yeniden korkuluklara attı. Garipti ama bu böyleydi işte; İnsan, düştüğü yeri delerek ilerleyen durdurulamaz kor parçaları gibi, insanlık tarihinin binlerce yıllık izah gayretini berhava edici enteresan bir varlıktı ve çizdiğimiz “aktif-pasif” çerçevesi ile açıklayamadığımız paradoks kadar anlamsız ruh haliyle zanlarımız üzerine inşa edilmiş olan bütün gerçekliğimizi tarûmar edebilecek olan bir sırrıliğe sahipti; Ölüyoruzdur ama yine de çevremizi saran bir çok şeye karşı kayıtsız değilizdir. Menfaat ya da ihtiyaç kavramlarının ötesinde bizim tabiatımızda bulunan bir amilin tetiklemesiyle, sanki önümüzde ölecekmişiz gibi bütün haşmetiyle dikili duran bir buzdağı bulunmuyormuşçasına hâlâ normal (!) zamanlarımızda olduğu gibi çevremize ilgi duyar, bize kendisini dayatan duygu ve düşüncelerin etkisi altında kalırız. Zayıf bedeninde çocukça duyguları ve yaşlılara mahsus kinden çıkılmaz düşünceleri taşıyan genç, korkuluğun ilk basamağına ayağını atarak, iğreti demirin suya açılan öteki tarafına sarktı. Okyanusun ortasında hayalleriyle birlikte batan ümitsizin karamsarlık dolu gözleriyle canavarını; biraz evvel kafesin ardında seyrederken ansızın kendisini onunla aynı kafeste bulduğu yırtıcı nehri seyretti. Fakat yine beceremedi ve suya bırakamadığı vücudunu, beş asır evvel kanlı-canlı düşüncelerle tek tek sıralanmış taşlardan oluşan köprüye bıraktı.
Kapatıldığı kafesini parçalamak, olmazsa ölmek ama her ne pahasına olursa olsun kurtulmak için minicik gövdesini, ardına kapatıldığı demir millere çarpan ve ne ölmeyi, ne de kanatlarını bağlayan ağırlıkları parçalayamadan kalktığı yere acıyla düşen bir serçe çaresizliğindeki genç, belki ölümden değildi ama ona uzanan yoldan korkmuş bir vaziyette kalakalmıştı. Karanlık, soğuk ve dipsiz sular arasında kaybolmak; her yanınızı suyun sardığını ve nefes yerine ciğerlerinize su dolduğunu düşünmenin ürkütücü etkisi. Yanınızda hiç kimse olmadan bilmediğiniz bir âlemde, akıntıyla birlikte savrulmak. Belki “zaten ölecek olduktan sonra ne fark eder ki?”düşüncesinin tedai ettirdiği anlamsızlık duygusunun sarması beklenir böyle durumlarda; ama unutmamak gerekir ki, insan nihayetinde psikolojiden ibarettir.
Gözlerini kapatacak bir elden mahrum, dipte, ardına kadar açılmış gözlerin arkasında katilini seyretmek endişesinin çekingeni genç, aklına gelen yeni bir fikirle ayağa kalktı. “Tabii ya , bunu niye daha önce düşünememiştim sanki” çare dolu esef duygusuyla, insanları tabiatla kavuşturan köprünün gündelik hayat açılan ucuna doğru yürümeye başladı. İnsan ruhunu yatıştırmakla-ayaklandırmak gibi iki zıt özelliğiyle semadan üflenen soylu cümlelerin haberciliğine bürünen suda yalnızca intiharcıları has bir hususiyet keşfetmiş olan genç, her adımında bu duygunun yerini sıradan kanaatlerin aldığı bir yürüyüşle, köprüden uzaklaşarak yeni mezarına doğru yola koyuldu: Azgın bir ölüme sarılmaktansa tıpkı bir zamanlar zehir içirilerek öldürülen filozof gibi, kendi eliyle gözlerini kapatmak ve sakin bir ölümün kollarına atılmak için.
İnsan, haydi herkesin söylediği biçimde söylersek, ömrünün baharındaki bir genç niye ölmek ister ki? Bu 20 yıla sığdırdığı hayatında başkalarının göremediği, sadece kendisinin görebildiği ne gibi bir şey görmüştür acaba, yaşamak denilen kavramdan tiksindirebilecek denli güç sahibi? Bir intiharcıyı durdursak ve ona bu pek merak ettiğimiz sualin cevabını alabilmek adına “İntihar sebebiniz nedir?” diye sorsak alacağımız cevap ne olurdu acaba? Herhalde koskocaman bir “HİÇ!..” olurdu. Hiç; bazen öyle manidar olabiliyordu ki, hiçbir kelime onun anlamlılığının eşiğine bile erişemiyordu. İnsan bir yerde ne için yaşıyorsa netice de onun için de ölüyordu; anlamsız, değersiz, kendi başına olan ve sizin için hiç bir şey ifade etmeyen bir hayatı reddeden insanın biricik ölüm sebebi; hiç, hiç için yaşamak ve bir müddet sonra yapıp – ettiklerinizin “siz” ve bütün bunları “hiç” olduğunu fark eden insan haysiyetinin yürekleri sızlatan dayanılmaz çığlıkları arasında “hiç” için ölmek…
Belki inanılamayacak kadar şiirsel gelebilir ama her insan, içinde bir idealist taşır ve “Tılsımlı Deri” yi eline alır almaz kendisini hayata bağlayabilecek tek duygunun kafasında canlandırdığı şarka ait dipsiz ve sefil haz alemi olduğunu bir nefeste kusan putperestin zannettiğinin aksine, mahiyeti her ne olursa olsun yaşamak için yaşamak kadar insan tabiatına ait bir amaç olamaz. Zevk almak; hiçbir kaygı ya da insani tasa çekmeden zevklerin içinde kaybolmak ve mutluluğu elde etmek. Bu belki hayvanlar için mümkün olabilirse de insanlar için asla. Çünkü, insanlaştırıcı faziletler karşısında saf tutan ve sinsi bir tiran gibi köleleştirene kadar tatlı vaatlerde bulunan “ilk asi” kumandasındaki hazların zevk verebilme kabiliyetini gösterebilmesi bile varolan “VİCDAN”I kanatabilme istidadına bağlıdır.
Mehmed Ali Bayram
1.
BÖLÜM
Ölürken hiç olmadığı kadar yaşamayı isteriz. Oysa az evvel ölüme uzanan yolu bindiği cins atının üstünde dörtnala alan bir serdengeçti gibi ölümü arzulayan ve içimizin hiç bilmediğimiz köşelerinden taşan müthiş enerji ile az sonra keskin bir tezat halinde hayatımızı oluşturan yaşanmış hiçbir ânda olmadığı kadar hayatta kalmayı dileyeceğimizden habersiz, tırmanırız artık bizce mânâsı olmayan hayatın son durağını oluşturan ölüm kulesine. Yorulmak nedir bilmeden, eskilerin zengin sultanı şimdilerim müflis tüccarı hayattan, cellâdının amansız ellerinden firar eden ölüm mahkûmu iştiyakı ya da geride kalmaktan büyük felaket tanımayan cins at soluksuzluğuyla kaçan ve tam ondan kurtulduğunuz ânda onu özlemek gibi garip bir hissiyatla onun o güne kadar anlayamadığınız kıymetini takdir etmek. Tıpkı göğsümüzün hırıltılı nefesler, parçalayıcı öksürükler eşliğinde sıkışmadığı, başımızın çatlatıcı ağrılarla sızlamadığı, gözlerimizin yanmadığı, ağzımızın zehir acılığıyla kavrulmadığı demleri sanki normal, tâbii olarak olması gereken buymuşçasına idrak ederken, beklemediğimiz bir vakitte bizi esaret altına alan ve gündelik hayatımızdan alıkoyan hastalıkla aslında bunun zannettiğimiz kadar sıradan olmadığını anlamamız gibi.
Dış yüzden bakıldığı zaman ne aldığımız nefes değişmiştir, ne duyduğumuz sesler, ne hayatın acılığı, ne de bizim haricimizde attığı zehabını taşıdığını ve bizden sonra da büyük ihtimalle devam edeceğine inandığımız gözlerimizin önünde uzanan dış dünya; ama yine de yaşamak isteriz. Adeta önce yetiştiği sazlıktan kesilen, işlenen, sonra da sırları üfleyen kamışın teshirli sesinde olduğu gibi, ölümle aramızda sadece birkaç metrenin kaldığı berzahta ruhumuzdan taşan ve bizi hayallerin ve ümitlerin kanatlarında devlerle savaştıran sesin giderayak kulağımıza fısıldadığı sihirli cümleyle, gözlerimizi kapatan ve bizi karanlığa hapseden perde kalkmış ve biz gözlerimizi kamaştıran öğle güneşinin altında bambaşka bir gerçeği fark etmişizdir: Kendi istediği ile suya atlayan ve boğulmamak için çırpınan intiharcının keşfettiği gerçek!…
Yirmili yaşların ihanetçisi cansız bir yüzde, korkunç düşüncelerin mesleğinde pirlik makamına ermiş usta bir aşçı maharetiyle katıştırdığı dehşet ifadesi. Yanakları, keskin soğuğa rağmen kızarmak bir yana, soluk rengine bir kat daha kireç beyazı çalınmışçasına pekiştiriciliğe soyunmuş yardımcı karakter rolünde. Gecenin bu saatinde kimsesizliğe mahkûm edilmiş olan tarihi köprünün korkuluklarına yapışmış olan cinler ve perilerin oyun yatağı mekanın davetsiz misafiri esrarengiz genç, vecdin ölüme katıştığı yüksekliklerden hitap eden ünlü ressamın eserlerini, sağlığında parasızlık yüzünden malik olamadığı yağlı boya ile boyayarak daha da değerlendireceğini zanneden ahmağın akıl seviyesinin kustuğu hitap cinsinden aşağılık bir tezahürle, simetrinin yumuşak çizgiler ve zerafetle eşleştiği tarihi taş köprüye ikame edilmiş olan demir korkuluklardan sağ elini ayırarak, elektrik isale hattına yakalanmışçasına diplerinin titrediği saçlarını yatırdı. Sanki saçları, yükselen minyon gövdeleriyle toprağı yeşile boyayan çimenler gibi, hakimiyet kavgasına giriştikleri rüzgara inat hırçınlaşıyor ve dikleşiyordu.
Esrarengiz gen., asli vazifesini yapmak yerine aksesuar nevinden bir süs gibi omuzlarından iki ucuyla sarkan atkısını, soğuğun etkisiyle daha da sertleşen, hafifi titremesi öğütücü bir hazla dudaklarını parçalamaya yüz tutan çenesini yatıştırmak için yüzüne sardı. Şimdi, dikkatleri kendisi haricinde her şeye yasaklayan cansız gözleri daha belirginleşmişti. Yeniden iki eliyle korkuluğa abandı ve yüzlerce kilometre uzaktan çıktığı kaynaktan başlayan serüveniyle, kendisini görenlerden çok gördüğüyle ayağını bastığı yerin altında akan, şiddetli kışın azgınlaştırdığı nehre baktı. Hayret! Tereddütte olsa, birbirini ezerek ilerleyen vahşi sürüler karanlıkta çağlayan damlaların birbirine çarpmasıyla oluşan yakamozların aksiyle de olsa gözlerinde ilk defa hayata dair bir ışık kütlesi parladı. Gürültüsü ruhunu dağlayan nehrin diplerini görmeye çalışan gözleri tereddüdün ardından kısa bir an kapandı. Makineye direnen ruhların sentetik iplik yerine, sevgi ve şefkatle dokuduğu örgünün altında saklanan yanakları kızardı ve hızlı refleksleri andıran bir süratle arkasına baktı. Kimsecikler yoktu… Korku ile birlikte gelen utancın paralayan kamçısına rağmen boşlukta karanlığı döven çocuk savunmasızlığıyla birkaç adım geriye çekildi; fakat sonra alakanın ve dikkate almanın klinik akıl malulünü bile kahkahadan çatlatacak olan toz pembesi tonunun tesiriyle korku düşüncesinin kanattığı bedenini yeniden korkuluklara attı. Garipti ama bu böyleydi işte; İnsan, düştüğü yeri delerek ilerleyen durdurulamaz kor parçaları gibi, insanlık tarihinin binlerce yıllık izah gayretini berhava edici enteresan bir varlıktı ve çizdiğimiz “aktif-pasif” çerçevesi ile açıklayamadığımız paradoks kadar anlamsız ruh haliyle zanlarımız üzerine inşa edilmiş olan bütün gerçekliğimizi tarûmar edebilecek olan bir sırrıliğe sahipti; Ölüyoruzdur ama yine de çevremizi saran bir çok şeye karşı kayıtsız değilizdir. Menfaat ya da ihtiyaç kavramlarının ötesinde bizim tabiatımızda bulunan bir amilin tetiklemesiyle, sanki önümüzde ölecekmişiz gibi bütün haşmetiyle dikili duran bir buzdağı bulunmuyormuşçasına hâlâ normal (!) zamanlarımızda olduğu gibi çevremize ilgi duyar, bize kendisini dayatan duygu ve düşüncelerin etkisi altında kalırız. Zayıf bedeninde çocukça duyguları ve yaşlılara mahsus kinden çıkılmaz düşünceleri taşıyan genç, korkuluğun ilk basamağına ayağını atarak, iğreti demirin suya açılan öteki tarafına sarktı. Okyanusun ortasında hayalleriyle birlikte batan ümitsizin karamsarlık dolu gözleriyle canavarını; biraz evvel kafesin ardında seyrederken ansızın kendisini onunla aynı kafeste bulduğu yırtıcı nehri seyretti. Fakat yine beceremedi ve suya bırakamadığı vücudunu, beş asır evvel kanlı-canlı düşüncelerle tek tek sıralanmış taşlardan oluşan köprüye bıraktı.
Kapatıldığı kafesini parçalamak, olmazsa ölmek ama her ne pahasına olursa olsun kurtulmak için minicik gövdesini, ardına kapatıldığı demir millere çarpan ve ne ölmeyi, ne de kanatlarını bağlayan ağırlıkları parçalayamadan kalktığı yere acıyla düşen bir serçe çaresizliğindeki genç, belki ölümden değildi ama ona uzanan yoldan korkmuş bir vaziyette kalakalmıştı. Karanlık, soğuk ve dipsiz sular arasında kaybolmak; her yanınızı suyun sardığını ve nefes yerine ciğerlerinize su dolduğunu düşünmenin ürkütücü etkisi. Yanınızda hiç kimse olmadan bilmediğiniz bir âlemde, akıntıyla birlikte savrulmak. Belki “zaten ölecek olduktan sonra ne fark eder ki?”düşüncesinin tedai ettirdiği anlamsızlık duygusunun sarması beklenir böyle durumlarda; ama unutmamak gerekir ki, insan nihayetinde psikolojiden ibarettir.
Gözlerini kapatacak bir elden mahrum, dipte, ardına kadar açılmış gözlerin arkasında katilini seyretmek endişesinin çekingeni genç, aklına gelen yeni bir fikirle ayağa kalktı. “Tabii ya , bunu niye daha önce düşünememiştim sanki” çare dolu esef duygusuyla, insanları tabiatla kavuşturan köprünün gündelik hayat açılan ucuna doğru yürümeye başladı. İnsan ruhunu yatıştırmakla-ayaklandırmak gibi iki zıt özelliğiyle semadan üflenen soylu cümlelerin haberciliğine bürünen suda yalnızca intiharcıları has bir hususiyet keşfetmiş olan genç, her adımında bu duygunun yerini sıradan kanaatlerin aldığı bir yürüyüşle, köprüden uzaklaşarak yeni mezarına doğru yola koyuldu: Azgın bir ölüme sarılmaktansa tıpkı bir zamanlar zehir içirilerek öldürülen filozof gibi, kendi eliyle gözlerini kapatmak ve sakin bir ölümün kollarına atılmak için.
İnsan, haydi herkesin söylediği biçimde söylersek, ömrünün baharındaki bir genç niye ölmek ister ki? Bu 20 yıla sığdırdığı hayatında başkalarının göremediği, sadece kendisinin görebildiği ne gibi bir şey görmüştür acaba, yaşamak denilen kavramdan tiksindirebilecek denli güç sahibi? Bir intiharcıyı durdursak ve ona bu pek merak ettiğimiz sualin cevabını alabilmek adına “İntihar sebebiniz nedir?” diye sorsak alacağımız cevap ne olurdu acaba? Herhalde koskocaman bir “HİÇ!..” olurdu. Hiç; bazen öyle manidar olabiliyordu ki, hiçbir kelime onun anlamlılığının eşiğine bile erişemiyordu. İnsan bir yerde ne için yaşıyorsa netice de onun için de ölüyordu; anlamsız, değersiz, kendi başına olan ve sizin için hiç bir şey ifade etmeyen bir hayatı reddeden insanın biricik ölüm sebebi; hiç, hiç için yaşamak ve bir müddet sonra yapıp – ettiklerinizin “siz” ve bütün bunları “hiç” olduğunu fark eden insan haysiyetinin yürekleri sızlatan dayanılmaz çığlıkları arasında “hiç” için ölmek…
Belki inanılamayacak kadar şiirsel gelebilir ama her insan, içinde bir idealist taşır ve “Tılsımlı Deri” yi eline alır almaz kendisini hayata bağlayabilecek tek duygunun kafasında canlandırdığı şarka ait dipsiz ve sefil haz alemi olduğunu bir nefeste kusan putperestin zannettiğinin aksine, mahiyeti her ne olursa olsun yaşamak için yaşamak kadar insan tabiatına ait bir amaç olamaz. Zevk almak; hiçbir kaygı ya da insani tasa çekmeden zevklerin içinde kaybolmak ve mutluluğu elde etmek. Bu belki hayvanlar için mümkün olabilirse de insanlar için asla. Çünkü, insanlaştırıcı faziletler karşısında saf tutan ve sinsi bir tiran gibi köleleştirene kadar tatlı vaatlerde bulunan “ilk asi” kumandasındaki hazların zevk verebilme kabiliyetini gösterebilmesi bile varolan “VİCDAN”I kanatabilme istidadına bağlıdır.