Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Halkların eritilip tek ümmet haline getirilmesi (1 Kullanıcı)

HUSEYIN SASMAZ

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Eyl 2009
Mesajlar
1,204
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
HALKLARIN ERİTİLİP TEK ÜMMET HALİNE GETİRİLMESİ

Bütün Arap Yarımadası'nda şirke son verilip akide ve nizam olarak, orası İslâm ile yönetilen bir Dârul İslâm haline geldikten sonra, böylece bütün Arap Yarımadası, İslâm'a girdikten ve Allah dinini ikmâl edip, müslümanlara verdiği nimetini tamamladıktan ve onlar için din olarak İslâm'ı kabul ettikten sonra, komşu devletlerin Melik ve reislerine davet mektupları gönderdikten ve Rum hududunda bulunan Tebuk ve Mute denilen yerlere seriyyeler gönderip orada savaşlara girdikten sonra Resulullah (sas) vefat etti. Ondan sonra gelen Raşidi halifeler zamanında fetihler birbirini takibetti. Hristiyan, Mazdekî, Zardüşt, Arap ve Farsların karışık olarak yaşadıkları Irak fethedildi. Acemlerin ve Farsların dinine girmiş, Yahudi ve Rum azınlıklarının da yaşadığı İran fethedildi. Rum bölgesi olan, Rum kültürünün hakim olduğu, din olarak da Hristiyanlığın yaşandığı, Suryanilerin, Ermenilerin, Yahudilerin, bazı Rum ve Arapların oturduğu Şam bölgesi fethedildi. Mısırlılar ile bazı Yahudi ve Rumların yaşadıkları Mısır da fethedildi. Rumların elinde bulunan Berberilerin iskan ettikleri Kuzey Afrika bölgesi fethedildi. Raşid halifelerden sonra Emevîler geldiler. Sind bölgesi diye bilinen şimdiki Batı Pakistan ve Karaçi'yi kapsıyan yerleri, Horasan ve Semerkand'ı feth edip İslâm Devleti'nin topraklarına kattılar. Daha sonra fethedilen Endülüs, İslâm vilâyetlerinden bir vilâyet haline geldi.

Bu çeşitli bölgelerin, kavimlerin, dil, adet, kanun ve kültürleri farklı idi. Tabii ki bunların zihniyetleri ve nefsiyetleri de farklı idi. Bunun için bu yörelerdeki halkların eritilip birbirleriyle kaynaşması ve bunları dini, dili, kültürü ve kanunları bir olan tek ümmet haline getirmek kolay bir iş değildir. Bu konuda başarı anormal sayılır. Böyle bir inkilâbı gerçekleştirmek ancak İslâm için kolaydır ve bunu ancak İslâm Devleti gerçekleştirebilirdi. Bütün bu halklar, İslâm bayrağının altına girdikten, İslâm Devleti onlara hakim olduktan sonra, İslâm'a girdiler ve bir tek ümmet olarak İslâm ümmeti oldular. Bu da onların İslâm'la yönetilmelerinin ve İslâm akidesine bağlanmalarının tesiri ile olmuştur.

Kültürleri, din ve dilleri farklı olan bu halkların kaynaşıp tek bir ümmet haline gelmelerine etki eden bir çok sebebler vardır. En ehemmiyetli olanları şu dört husustur:

1- İslâm'ın emirleri.

2- Fetih yapan müslümanların diğer toplumlar ile bir arada karışık bir halde yaşamış olmaları.

3- Fethedilen ülkelerin bütün halkının İslâm'a girmeleri.

4- İslâmiyeti kabul edenlerde meydana gelen inkilabın onları bir halden diğer bir hale sevketmiş olması.

1- İslâm'ın emirlerine gelince; bunlar, İslâm ehline İslâm'a davet etmeyi, İslâmî daveti yüklenip güçleri yettiği kadar onun hidayetini bütün yeryüzünde yaymalarını gerektirir.

Bu ise cihad etmeyi, insanların İslâm'ı anlayıp ona ait hükümlerinden haberdar olması ve onları kavraması imkanını hazırlamak için ülkelerin fethedilmesini gerektiriyor.

İslâm'ı kabul edip etmemek hususunda dilerlerse onu kabul, dilerlerse eski dinleri üzerinde devam etmeleri hususunda; insana seçme imkânının verilmesini gerektirir.

İnsanların işlerini düzenleyen ve onlara ait problemlerine çare getiren nizam ve kanunların birliği ile onların işlerinde bir düzenlilik ve uyumun temini için muamelât ve ukubata ait işlere ait hükümlere boyun eğmekle yetinmeyi gerektirir. Ta ki böylece gayri müslimler, tatbik edilen kanunlarda müslümanlarla aynı eşitlikte olduklarını anlasınlar ve İslâm'ın getirdiği huzurdan yararlansınlar, İslâm Devleti'nin bayrağı altında yaşamaya devam etsinler.

İslâm'ın emirleri, yönetimi altında bulunanlara bir ırk, bir gurub veya bir mezhepçilik nazarıyle değil, insanî bir nazarla bakılmasını gerektirmektedir. Bunun için müslim ve gayri müslim farkı gözetilmeden İslâmî hükümler bütün insanlara aynı seviyede tatbik edilir. Maide Süresi'nde Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

"Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adaletsiz davranmaya sevketmesin. Adalet yapın. Çünkü, böyle hareket takvaya daha yakındır, Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Maide 8)

Hüküm ve kanun karşısında bütün insanlar eşittir. Yönetici, insanların işlerine bakarken ve onları yönetirken kadı, insanların arasında hükmünü verirken aralarında hükmettikleri insanların taşıdıkları inanç ve mezheplerine bakmazlar. Hepsine eşit nazarla bakarlar. İslâm'da yönetim nizamı, devletin bütün üniteleri arasında birliği gerektirir. Topladığı gelirin azlığına ve çokluğuna bakmadan her vilayete zaruri ihtiyaçları karşılamak için devletin Beytulmalından malın harcanmasını gerektirir. Bütün vilayetlerden toplanan malların Beytülmalda toplanmasıyla maliyenin bir olmasını gerektirir. Böylelikle fethedilen ülklerin hepsi tek bir devlet içerisinde vilâyetler olurlar. Bu durum onları, yönetimde eritme yolunda kesin bir seyir takib etmesini sağlar.

2- Fetih yapan müslümanların fethettikleri yerlerin halkıyla kaynaşmaları, o halkların İslâm'ı kabul etmelerinde ve diğer müslümanlarla erimesinde en büyük faktörlerdendir. Şöyle ki: Müslümanlar, beldeleri fethettikten sonra oralarda yerleşiyorlar ve oraların halkına İslâm'ı öğretmeye ve onları kültürlendirmeye başlıyorlardı Yanyana birbirine koşmu olan evlere yerleşiyorlardı. Ta ki o beldeler, fethi yapanlarla fethedilenlerin hepsinin yerleşim yeri oldular.

Böylece iki cemaat yerine, fethedenler ile fethedilenler, galip olanlar ile mağlup olanlar yerine, tek bir hükümler silsilesi tatbik edildiği tek bir ülkenin sakinleri olarak hayatın bütün işlerinde hepsinin ortak olduğu bir toplum ortaya çıktı. Hepsi de hayatın bütün işlerinde fertlerinin birbirine yardım edegeldiği, bir devletin tebası oldular. Beldeleri fethedilen insanlar, yöneticilerden daha önce görüp tanımadıkları başka bir insan çeşidi gördüler. Onlar, yöneticilerin onları kendileriyle aynı seviyede tuttuklarını, işleri ve ihtiyaçlarının giderilmesi ile ilgili hizmet ettiklerini görüyorlardı. Onlarda gördükleri üstün sıfatlar, kendilerine hem o yöneticileri hem de İslâm'ı sevdirmiştir. Gerek yöneticiler, gerekse diğer müslümanlar ehli kitapla evleniyor, onların kestiklerini ve yemeklerini yiyiyorlardı. İşte bu bir arada yaşama, onların İslâm'ı kabul etmelerine sebep olmuştur. Çünkü onlar, yöneticilerde İslâm'ın tesirini gördüler. Aynı şekilde nizamın tatbikinde de İslâm'ın nurunu gördüler. Bu sayede halklar birbirine karışarak eridiler ve tek bir ümmet haline geldiler.

3- Fethedilen beldelerin halklarının İslâm'a girmelerine gelince; bu, genel bir şekilde olmuştur. Her bölgenin halkı Allah'ın dinine guruplar halinde giriyordu. Hatta fethedilen beldelerin halkından ezici çoğunluk İslâm'a giriyordu. Halkın cemaatlar halinde İslâm'a girmesi zamanla bütün halkın müslüman olmasını doğurdu. Böylece İslâmiyet sadece orayı fethedenlere ait bir din olmaktan çıktı. Feth edilen ülkelerin halkları İslâm'ı kabul etmeleriyle fetheden müslümanlarla kaynaştılar ve tek bir ümmet oldular.

4- İslâm'ın onu kabul edenlerde meydana getirdiği umumi inkilaba gelince; bilindiği gibi İslâm, kendisini kabul edenlerde aklî seviyeyi yükseltmiştir. Onlarda İslâm akidesini meydana getirdi. Bu akide, bütün fikirlerin üzerine bina olduğu bir fikrî kaidedir. Fikirlerin doğru ve yanlışlığı bu kaideye göre kıyas edilir. Onun için onlar vicdanî imandan akla dayalı imana; putlara, ateşe, teslis ve benzeri şeylere ibadetten ve bu ibadetin gereği olan kısır düşünce ve fikrî seviyenin düşüklüğünden Allah'a ibadete ve bu ibadetin gerektirdiği aydın bakış ve geniş düşünceye geçiş yaptılar. Bu intikal/geçiş onlara ahiret hayatını tasdik ettirdi. Bu hayatı ve ondaki azab ve nimeti Kitap ve Sünnet'in kendilerine izah ettiği tasvirle tasvir ediyorlardı. Onlar, o hayatın hakiki hayat olduğunu tasavvur etmeye ve görmeye başladılar. Böylece daha mesud ve daha kalıcı olan bir ahiret hayatı için bir yol olan bu dünya hayatının onlar nezdinde bir manası ve değeri oldu. Bunun için bu dünya hayatına yöneldiler, onu ihmal etmediler Onu elde etmenin sebeblerine sarıldılar. Allah'ın kulları için yaratmış olduğu zinetlerden ve rızkın helâl ve temiz olanlarından istifade etmeye çalıştılar.

Allah, hayat için sağlam ölçü ve gerçek tasvir ortaya koymuştur. Hayatın ölçüsü yalnız menfaat iken, bu menfaat amelleri yürüten, amellerde güdülen gaye ve amellerin değeri iken hayatın ölçüsü haram ve helâl olmuştur. Hayatın tasviri helâl ve haram olmuştur. Amelleri yürüten ve onları yönlendiren şeyler de Allah'ın emir ve nehiyleri olmuştur. Allah'ın emir ve nehiyleri ile amelleri yürütmekteki gaye Allah'ın rızasını kazanmak olmuştur. Amelin değeri ise, onun yapılışında kasdedilen şeydir. Bu değer; ibadet, namaz, cihad veya bunlara benzeyen şeyler gibi ruhî değerler olur, alış-veriş, icare veya benzeri şeyler gibi maddî değer olur, emanet, merhamet ve benzerileri gibi ahlâkî değer olur. Onlar ameli yönlendiren ile amelin uğrunda gerçekleştirildiği değeri ayırt etmeye başladılar. Böylece onların hayat tasvirleri (hayat hakkındaki anlayış ve ölçüleri) müslümanlığı kabul etmeden önceki tasvirlerinden farklı hale geldi. Hayatın tasviri, onun için konulan ölçü ile hayatın hakikatı için gerçek bir tasvir oldu. Bu ölçü, Allah'ın emir ve nehiyleridir, yani helâl ve haramdır.

Onların nazarında saadete gerçek mana kazandırıldı. Zira İslâm'ı kabul etmeden önce onlarca saadetin anlamı açlığı gidermek ve vücudun isteklerini yerine getirmekten ibaret iken, İslâm'ı kabul ettikten sonra bu anlam, Allah'ın rızasına kavuşmak olarak ortaya çıktı. Zira gerçek saadet, insanın daimi olarak huzura kavuşmasıdır. Bu ise şehevi arzuları ve lezzetleri yerine getirmekle elde edilmez. Bu ancak alemlerin Rabbi olan Allah'ın rızasına kavuşmakla elde edilir.

İşte böylece İslâm, kendisini kabul eden halklara hayat ve bu hayatta yapageldikleri işler için bir bakış açısı getirdi. Eşyanın mertebelerini (derecelerini) değiştirerek, bazı eşyanın mertebesini yükseltirken, diğer bazı eşyanın mertebesini düşürdü. O güne kadar dünya hayatının mertebesi en üst mertebede ve ideolojinin mertebesi ise ondan daha aşağı mertebede iken, bu mertebeleri değiştirerek ideolojiyi ilk ve yüce mertebeye, dünya hayatını da ondan daha aşağı bir mertebeye getirdi. Böylece müslüman, İslâm yolunda kendi hayatını feda etmeye başladı. Çünkü İslâm, hayattan daha çok değerlidir. Bu konumda olan kişi için İslâm uğrunda sıkıntı, meşakkât ve musibetlere katlanmak daha kolay olur.

Böylece hayatta olan şeyler layık oldukları yerlerine konmuş oldular. Bu değerlendirme ile hayat da kendisine ait yüceliğine kavuşmuş oldu. Müslüman bu hayatta da daimi bir huzur hissetmeye başladı. Bütün dünya için değişmeyen sabit tek yüce ideali çizdi. O da Allah'ın rızasıdır.

Böylelikle insanlar nezdinde ideal değişti. O halklar için yüce ideal değişken ve çeşitli iken onlar için yüce ideal sabit ve tek oldu.

O halklar ve milletlerdeki yüce idealin değişmesine bağlı olarak, onlar yanında daha önce var olan eşyanın manaları ve faziletlerin mefhumu da değişti. Zira şahsî cesaret, ferdî şeref, kavmiyetçi yardımlaşma, mal ve soy sop ile böbürlenme, israf sınırına varıncaya kadar cömertlik, kabile veya kavme bağlılık, intikam almakta merhametsizlik, intikam almak ve benzeri durumlar faziletlerin temelleri kabul ediliyordu. İslâm gelince bunları faziletlerin temeli olarak kabul etmediği gibi onları olduğu gibi de bırakmadı. Bilâkis faziletleri, taşıdıkları menfaatlardan ve böbürlenmeden dolayı veya korunması gerekli olan adet ve merasimler olarak değil, Allah'ın emrine göre insanda bulunması lazım gelen sıfatlar olarak ortaya koydu.

Sonra Allah'a ve O'nun emir ve yasaklarına boyun eğmenin farz olduğunu ifade ettikten sonra, ferd, kabile, halk ve ümmetlere ait menfaatların yalnız İslâm'ın emirlerine göre değerlendirilmesini farz kıldı.

İşte böylece İslâm, kendisini kabul eden halkların nefsiyetlerini değiştirdiği gibi zihniyetlerini de değiştirdi. Böylece İslâm'a girdikten sonraki şahsiyetleri, İslâm'a girmeden önceki şahsiyetlerinden tamamen değişik oldu. Kainat, insan ve hayat hakkındaki yargı değerleri ve hayattaki bütün eşyaya ait ölçüleri yeni boyutlar kazandı. Hayatın özel bir anlamının olduğunu onun da yücelmek ve olgunlaşmaktan ibaret bulunduğunu anlamaya başladılar. Onlar için en üstün ve tek ideal Allah'ın rızası olduğunu buna kavuşmakla da arzuladıkları gerçek saadete ulaşmış olacaklarını anladılar. Böylece onlar adeta önceki insanlar değil, başka insanlarmış gibi bir değişikliğe uğradılar.

İşte İslâm Devleti'ne tabi olan bütün halklar bu dört husus ile ilk hallerinden sıyrılıp uzaklaştılar.

- Hayat hakkındaki bakışları ve fikirleri birleşti. Hatta tek bir fikir ve tek bir bakış oldu.

- Problemlerini çözümde tek bir ilaç/çözüm kullandılar.

- Maslahatları tek bir maslahat haline gelerek İslâm'ın maslahatı olarak ortaya çıktı.

- Hayattaki gayeleri tek bir gaye haline geldi ki o da Allah'ın kelimesini (dinini) yüceltmektir.

- Bu duruma gelen halkların hepsi İslâm potasında eriyerek tek bir ümmet haline geldi ki o da İslâm ümmetiydi.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt