HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
Halifenin Şer'î Hükümler ve Üsluplar Benimsemesi Yani Kanunlar Koyması
“Kanun” kelimesinin Arapçadaki manası; “asıl” demektir. Bu, Arapçalaştırılmış bir yabancı lafızdır. Yabancı ıstılahta “kanunun” manası; İnsanların, gereğince hareket etmeleri için sultanın/otorite sahibinin çıkarttığı emirdir.
“Kanun” şöyle tarif edilmiştir: “Sultanın, insanları ilişkilerinde kendilerine uymaya zorunlu kıldığı kaideler topluluğudur.” Kanun iki kısımdır:
Birinci kısım: İlişkileri asıl olarak tanzim eden hükümler. Bu da iki çeşittir: 1- Kanuni esasidir yani anayasadır. 2- Anayasadan başka diğer kanunlardır.
İkinci kısım: Asıllarına ait genel bir hüküm olan ferî/detay fiilleri tanzim eden kanunlardır. Onlara has hüküm yoktur, onlar vesileleri tanzim ederler. Yani onlar kendileriyle haklarında genel hüküm olan aslî fiillere gidilen üsluplardır. Onların ferîlerine ait özel bir hüküm yoktur. Onlar idari teşkilatları tanzim ederler. Onlara “idari kanunlar” veya “idari nizamlar”, “yönetmelikler” v.b. denilir.
Mademki, kulların fiilleri ile alakalı olarak Şâri’in/Şer’iat Koyucunun hitabı kendisine bağlanma zorunluluğu ile gelmiştir. Onun için o fiillerin tanzim edilmeleri Allah Subhenehû ve Teala’dan gelmektedir. İslâm Şer’iatı insanların bütün fiilleri ve bütün ilişkiler ile alakalı olarak gelmiştir. İster bu ilişkiler; Allah Subhenehû ve Teala ile ilişkileri olsun, ister kendi nefisleriyle ilişkileri olsun, ister insanların birbirleri ile ilişkileri olsun fark etmez. İslâm Şer’iatı bunların hepsiyle alakalı olarak gelmiştir. Onun için ilişkilerini tanzim etmek için insanlar tarafından kanunların konulmasına İslâm’da yer yoktur. Zira insanlar Şer’i hükümler ile mukayyettirler.
Allah’u Teâlâ şöyle dedi:
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللَّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ “Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimleridir.”[1] وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا “Rasul size ne verdi ise, sizi neden nehyettiyse ondan sakının.”[2] وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ “Mü’min bir erkek ve kadın için Allah ve Rasulü bir işte hükmettiğinde o işlerden dolayı bir seçenek yoktur.”[3]
Müslim, Aişe’den Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediğini rivayet etti: مَنْ عَمِلَ عَمَلاً لَيْسَ عَلَيْهِ أَمْرُنَا فَهُوَ رَدٌّ “Kim hakkında emrimiz olmayan bir iş yaparsa o red olunur.”[4]
Dolayısıyla insanlar için hükümler koyan Allah Subhenehû ve Teala’dır, sultan değil. O, insanları ve sultanı ilişkilerinde o hükümlere tâbi olmaya zorunlu kılandır, onları o hükümlerle sınırlı kılandır, o hükümlerden başkasına tâbi olmaktan onları men edendir. Bunun için, insanların ilişkilerini tanzim etmek için birtakım hükümler koymakta beşere bir yer yoktur. İlişkilerini tanzim etmek hakkında beşerin koyduğu hükümler ve kurallara tâbi olmaya insanları zorlamak ya da serbest bırakmak hususunda sultana bir yer yoktur.
Ancak Şer’i hükümler, Şer’iat Koyucunun kulların fiilleri ile alakalı olarak Kur'an ve Sünnette gelen hitabıdır. Şer’iatın konuluşu bakımından ve Arap dili bakımından onlarda birkaç mana taşıyanları vardır. Dolayısıyla insanların onları anlamakta ihtilafa düşmeleri ve anlamaktaki bu ihtilafın kast edilen manadan farklı ve başka olması boyutuna ulaşması doğal ve kaçınılmazdır. Bundan dolayı, farklı ve çeşitli anlayışların olması kaçınılmazdır. Onun için bir tek hüküm hakkında birtakım farklı çeşitli görüşler olabilir.
- Nitekim Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem, Ahzâb Gazvesinde şöyle demişti: لا يُصَلِّيَنَّ أَحَدٌ الظُّهْرَ إِلا فِي بَنِي قُرَيْظَةَ “Kimse Kureyzaoğullarının mahalline varmadan ikindi namazını kılmasın."[5]
Birtakım kişiler Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in bu sözünden, acele etmenin kast edildiğini anlayıp yolda ikindi namazını kıldılar. Birtakım kimseler de cümlenin manasının kast edildiğini anlayarak ikindi namazını kılmadılar, Kureyzaoğullarının mahalline varasıya kadar tehir ettiler ve oraya varınca kıldılar. Bu durum Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e iletilince o her iki gurubu da anlayışlarında tasvip etti.
- Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi: لا صَلاةَ إِلا بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ “Kitabın fatihası ile olmadıkça namaz yoktur.” [6]
Bir kısım insanlar bu sözden, sahih namazın olmadığının kastedildiğini anlayıp; ‘Fatihanın okunması, namazın rükünlerinden bir rükündür, onu okumayanın namazı bâtıl olur.’ dediler. İnsanların bir kısmı da, bu sözden kâmil namazın olmadığının kastedildiğini anlayıp; ‘Fatihanın okunması namazın rükünlerinden bir rükün değil, bilakis Kur'an’ın okunması bir rükündür. Onun için Kur'an’dan herhangi bir ayet okunup Fatiha okunmadığında namaz sahih olur.’ dediler.
- Aynı şekilde Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şu sözüne de ihtilaf ettiler: لا يُقْتَلُ مُؤْمِنٌ بِكَافِرٍ وَلا ذُو عَهْدٍ فِي عَهْدِهِ “Bir mü’min bir kâfirden dolayı öldürülmez. Ahdinde duran ahit sahibi de öldürülmez."[7]
Bir topluluk bunu şöyle anladılar: ‘Müslüman bir kâfiri öldürdüğünde, ondan dolayı öldürülmez. Meselâ; hapsetmek gibi tâzir cezası verilir. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in; لا يُقْتَلُ مُؤْمِنٌ بِكَافِرٍ “Bir mü’min bir kâfirden dolayı öldürülmez.” sözü, mü’minin öldürülmemesi hususunda açıktır.’ Bir başka topluluk da şöyle anladılar: ‘Harbi kâfir ile zimmî kâfir birbirinden ayırt edilir. Zira bir Müslüman zimmî kâfir öldürdüğünde, ondan dolayı öldürülür. Anlaşmalı kâfir, emân verilen kâfir de aynı konumdadır. Harbi kâfir ise, onu öldürdüğünde Müslüman ondan dolayı öldürülmez. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in aynı Hadisteki şu sözü buna delâlet etmektedir: وَلا ذُو عَهْدٍ فِي عَهْدِهِ “Ahdinde duran ahid sahibi de öldürülmez.” Bunun manası, bir Müslüman bir kâfirden dolayı öldürülmez. Ahid sahibi olan da bir kâfirden dolayı öldürülmez. “Ahid sahibi kâfir” ifadesindeki, “kâfir” kelimesinin “harbi” manasında olması kaçınılmaz olur. Yani ahid sahibi kâfir, harbi kâfirden dolayı öldürülmez. Böylece Hadisin manası şöyle olmaktadır: Müslüman harbi kâfirden dolayı öldürülmez. Bunun mefhumu şudur: Müslüman harbi olmayan kâfirden dolayı öldürülür. Ahid sahibi de harbi olmayan kâfirden dolayı öldürülür. Ahid sahibinin, bir kâfirden dolayı öldürülmemesi bakımından Müslüman gibi olması, Hadiste geçen “kâfir” kelimesinden kast olunanın, zimmî değil harbi kâfir olduğuna delâlet etmektedir. Bunu Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’den rivayet edilen şu olay teyit etmektedir: Bir yahudiyi öldüren bir Müslüman Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e getirildi. O da onu öldürttü.
İşte, böyle anlayıştaki farklılık, bir tek hükümde görüş farklılığını oluşturmaktadır. Ayet ve Hadisler hakkında böyle farklı anlayış çokça mevcuttur. Bir tek hükümde görüşlerin farklılaşması, Müslüman’a onlardan bir görüşü almasını da kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü onların hepsi de Şer’î hükümdürler. Bir tek şahıs hakkında Allah’ın hükmü birden fazla olmaz. Ondan dolayı benimsemek için onlardan bir tek hükmün belirlenmesi kaçınılmazdır. Bundan dolayı Müslüman’ın bir amel yapmaya başladığında bir Şer’i hüküm benimsemesi, zorunlu bir husustur. İster farz, ister mendub, ister haram, ister mekruh ister ise mübah olsun, sadece bir tek hükümle amel etmenin vacip olması, belirli bir hükmün benimsenmesinin vacip olmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bunun için her Müslüman’a, ister müçtehit olsun ister mukallit olsun, ister halife olsun ister halife olmasın, amel yapmak için Şer’î hükümleri alırken belirli bir Şer’î hükmü benimsemesi vacip olmaktadır. Belirli bir hükmü benimsediğinde, bu Şer’î hüküm onun hakkında Allah’ın hükmü olur. Sadece onun gereğine göre amel etmesi, onu insanlara öğretmesi, İslâm’a ona göre davet etmesi zorunlu olur. Çünkü Müslüman’ın hükmü benimsemesinin manası; onunla amel etmesi, başkasına onu öğretmesi, İslâm’ın hükümlerine ve fikirlerine davet ederken ona davet etmesi demektir.
Müslüman belirli bir hüküm benimsediğinde, bu hükmün bizzat kendisi o Müslüman’ın hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmüdür. Şu dört durum dışında onu terk etmesi o Müslüman’a caiz olmaz:
Birincisi: O hükmün delilinden daha kuvvetli bir delilin ortaya çıkmasıyla, o hükmün delilinin zayıf oluşunun Müslüman’a belli olması. Bu durumda, Allah’ın hükmü kuvvetli delilin delâlet ettiği hüküm olur. İşte, o zaman benimsemiş olduğu o hükmü terk etmesi ve yeni görüşü benimsemesi o Müslüman’a vacip olur. Çünkü kendi hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü o yeni görüştür.
İkincisi: Yeni görüşü istinbat eden kimsenin istinbat ilminde kendisinden daha âlim olduğu, delil getirmede daha titiz olduğu veya Şer’iatı da çok kavradığına dair kendisinde bir zannı galibin oluşmasıdır. İşte o zaman benimsemiş olduğu hükmü, görüşü terk etmesi ve o şahısın benimsediği hükmü benimsemesi kendisine caiz olur. Çünkü Sahabelerin büyüklerinin kendi görüşlerini terk edip başkalarının görüşlerini aldıkları sabit olmuştur. Nitekim Ebu Bekir, kendi görüşünü terk ederek Ali’nin görüşünü almıştır. Ömer de kendi görüşünü terk ederek Ali’nin görüşünü almıştır.
Üçüncüsü: Müslümanların sözlerinin bir tek görüşte birleştirilmesinin kast edilmiş olmasıdır. Bu durumda Müslüman’a, benimsemiş olduğu görüşü terk edip Müslümanların sözlerinin üzerinde birleştirilmesi uygun görülen görüşü benimsemesi caiz olur. Zira Osman, insanların kendisine, Allah’ın Kitabı, Rasulü’nün Sünneti, Ebu Bekir ve Ömer’in görüşleri üzere hükmetmesi şartıyla biat etmelerini kabul etti. Sahabeler. Bu hususta onu tasvip ettiler. Bu ise, benimsediğini terk etmesi ve daha önce Ebu Bekir ve Ömer’in benimsediklerini benimsemesi demektir.
Dördüncüsü: Halifenin benimsediği hükmün, Müslüman’ın içtihadı ile elde ettiği hükme muhalif olmasıdır. Bu durumda Müslüman’a, içtihadı ile elde ettiği hüküm ile amel etmeyi terk etmesi ve imamın/halifenin benimsediği hükümle amel etmesi farz olur. Çünkü; “İmamın emri ihtilafı kaldırır”, “İmamın emri bütün Müslümanlara uygulanır” kaideleri hakkında sahabelerin icmaı oluşmuştur.
Bu dört durumda Müslüman benimsediği hükmü terk edip başka hükmü benimser. Bu dört durumun dışında Müslüman’a, benimsediği hükmü terk etmesi kesinlikle caiz olmaz. Çünkü bir fert, Şer’iatla muhataptır. Her Müslüman’ın içtihat ile veya taklit ile kendisine ulaştığı hükmü benimseme hakkı vardır. Benimsediğinde, Şer’î delille istisna edilmiş hallerin dışında, benimsediğine bağlı kalır.
Bu izahat, her ferdin ilişkilerini kendi başına tanzim etmesi ile alakalı idi. Ümmetin işlerinin halife tarafından gözetilip güdülmesi, sultan olma yükünü taşıması, Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümlerini insanlara hakim kılması bakımından ise şöyledir:
Halifenin, insanların işlerini gereğince gütmeye başladığında belirli hükümler benimsemesinin kaçınılmaz olduğunda bir şüphe yoktur. Yönetim ve otorite sahibi olma işlerinde Müslümanların tamamı için genel olan hususlarda; zekât, vergiler, haraç gibi ve dış ilişkiler gibi, devletin birliği ve yönetimin birliği ile alakalı her hususta belirli hükümler benimsemesi kaçınılmazdır.
Bu hallerde halife tarafından benimseme yapılması caiz değil, vaciptir. Çünkü yapmaya başladığı amel bakımından bütün amellerini kendi hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü olan belirli bir hükme göre yürütmek zorunda olan bir Müslüman sayılması, bu hususta özel amellerle genel ameller arasında bir farkın olmaması açısından bu vaciptir.
Yönetim ve sulta ile ilgili işlerden olması bakımından da vaciptir. Zira bu, işlerin güdülmesinden olan aslî amellere dâhildir. O amellerin belirli bir tek hükme göre yürümesi zorunludur.
Halifenin belirli bir hüküm benimsemesi, devletin vahdeti/birliği bakımından da vaciptir. Zira onun da belirli bir tek hükme göre yürümesi vaciptir. Çünkü devletin vahdeti farzdır. Ona götüren her amel de farzdır. Onun için, devletin vahdaniyeti ile alakalı her husus için bir tek hüküm benimsemek caiz değil, farzdır.
Bunların dışında, halifeye, insanları kendileri ile amel etmeye zorunlu kıldığı belirli hükümler benimsemesi caiz olur, benimsememesi de caiz olur. Bu hususta; Müslümanların menfaati için en yararlı, İslâm’ın yayılması ve hükümlerinin öğretilmesi için en kuvvetli, yönetimin adaleti ve otoritenin kuvveti için en uygun gördüğü ile amel eder.
Nitekim Ebu Bekir, birtakım Şer’î hükümler benimseyip, insanları onlara uymaya zorunlu kılmıştır. Ondan sonra Ömer, Osman ve Ali de hükümler benimseyip insanları onlarla amel etmeye zorunlu kılmışlardır. Sahabeler bütün dönemleri boyunca buna sükût etmişlerdir. Hükümlerin benimsenip insanları onlarla zorunlu kılması, benimsedikleri hükümlerle amel etmeyi terk etmeye zorunlu kılınması hakkında Sahabelerden herhangi bir inkârda bulunan bir kişinin çıktığı duyulmamıştır. Hâlbuki bu husus yani kendi haklarında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümleri olduğu halde insanları benimsedikleri hükümleri terk etmeye zorlamak, eleştirilen hususlardandır. Bunun için, Sahabelerin bu tutumu; halifenin belirli hükümler benimsemesi ve insanları o hükümlerle amel etmeye zorlaması hakkının olduğuna dair bir İcmaadır.
Bunun için halife, ister benimsemenin kendisine vacip olduğu husustan, ister ise caiz olduğu husustan olsun belirli hükümler benimsediğinde, tebaasından her Müslüman’a, o hükümle amel etmesi, daha önce benimsemiş olduğu hükümle amel etmeyi terk etmesi vacip olur. Çünkü halifenin benimsediği hüküm, amel etmesi bakımından onun hakkında Allah’ın hükmü olur. Onun aksi ile amel etmesi Müslüman’a helal olmaz. Bilakis halifenin benimsediği hüküm, kendisinin uygun gördüğüne ters de olsa, kendi nazarında delili zayıf olsa da, Müslüman’ın sadece o hükümle amel etmesi vacip olur. Çünkü bu, Sahabenin bu husustaki icmaından dolayıdır. Zira imamın belirli hükümler benimseyip onlarla amel etmeyi emretmesi hakkının olduğu, Müslümanların da içtihatlarına ters düşse de o hükümlere itaat etmeleri gerektiği hususunda Sahabeler icmaa etmişlerdir.
Bu hususta meşhur Şer’î kaideler şunlardır: “Sultanın yeni çıkan sorunlar miktarınca yeni hükümler koyması hakkı vardır”, “İmamın emri, ihtilafı ortadan kaldırır”, “İmamın emri, açıkta ve gizlide uygulanandır.” Yani kişinin kendisi ile insanlar arasındaki hususlarda olsun, kişinin Allah Subhenehû ve Teala ile arasındaki hususlarda olsun, devlete itaat vardır. Çünkü imamın benimsediği husus, amel etmek bakımından onun hakkında Allah’ın hükmü olur.
Ancak insanların imamın emrine boyun bükmeleri, hükümlerden benimsediğine göre amel etmelerinin gerekliliği, kendi görüşleri ile ve benimsedikleri hususla amel etmeyi terk etmek zorunluluğu, imamın benimsediğini benimsemek sayılmaz. O sadece, imamın emrine boyun bükmektir, amel etmek yönünden imamın benimsediğini uygulamaktır, benimsediğini benimsemek değil.
Onun için herhangi bir Müslüman’ın, halifenin benimsediğine aykırı olsa da, hükümlerden kendi benimsediğini öğretmesi, İslâm için davet ederken onlara davet etmesi caizdir. Çünkü Sahabelerin İcmâsı, halifenin benimsediğine göre amel etmenin gerekliliği hakkındadır, onu öğretmek ve ona davet etmek gerekliliği hakkında değil. Zira o, amel hastır. Onun için şunu görmekteyiz: Ebu Bekir, kişilerin İslâm’a girmedeki önceliğine ve başka bir şeye bakmaksızın Müslümanlar arasında malı eşit şekilde dağıtıyordu. Ömer ise, öyle görmüyordu. Zira o, kişi ve İslâm’daki kıdemi, kişi ve kahramanlığına bakıyordu. Nitekim Ömer, o hususta Ebu Bekir ile tartıştı. Fakat Ebu Bekir’in benimsediğine boyun eğdi. Hilafet görevini üstlendiğinde, Ebu Bekir’in görüşü ile amel etmeyi ilga etti/geçersiz kıldı ve kendi görüşü ile amel etti.
“Kanun” kelimesinin Arapçadaki manası; “asıl” demektir. Bu, Arapçalaştırılmış bir yabancı lafızdır. Yabancı ıstılahta “kanunun” manası; İnsanların, gereğince hareket etmeleri için sultanın/otorite sahibinin çıkarttığı emirdir.
“Kanun” şöyle tarif edilmiştir: “Sultanın, insanları ilişkilerinde kendilerine uymaya zorunlu kıldığı kaideler topluluğudur.” Kanun iki kısımdır:
Birinci kısım: İlişkileri asıl olarak tanzim eden hükümler. Bu da iki çeşittir: 1- Kanuni esasidir yani anayasadır. 2- Anayasadan başka diğer kanunlardır.
İkinci kısım: Asıllarına ait genel bir hüküm olan ferî/detay fiilleri tanzim eden kanunlardır. Onlara has hüküm yoktur, onlar vesileleri tanzim ederler. Yani onlar kendileriyle haklarında genel hüküm olan aslî fiillere gidilen üsluplardır. Onların ferîlerine ait özel bir hüküm yoktur. Onlar idari teşkilatları tanzim ederler. Onlara “idari kanunlar” veya “idari nizamlar”, “yönetmelikler” v.b. denilir.
Mademki, kulların fiilleri ile alakalı olarak Şâri’in/Şer’iat Koyucunun hitabı kendisine bağlanma zorunluluğu ile gelmiştir. Onun için o fiillerin tanzim edilmeleri Allah Subhenehû ve Teala’dan gelmektedir. İslâm Şer’iatı insanların bütün fiilleri ve bütün ilişkiler ile alakalı olarak gelmiştir. İster bu ilişkiler; Allah Subhenehû ve Teala ile ilişkileri olsun, ister kendi nefisleriyle ilişkileri olsun, ister insanların birbirleri ile ilişkileri olsun fark etmez. İslâm Şer’iatı bunların hepsiyle alakalı olarak gelmiştir. Onun için ilişkilerini tanzim etmek için insanlar tarafından kanunların konulmasına İslâm’da yer yoktur. Zira insanlar Şer’i hükümler ile mukayyettirler.
Allah’u Teâlâ şöyle dedi:
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللَّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ “Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimleridir.”[1] وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا “Rasul size ne verdi ise, sizi neden nehyettiyse ondan sakının.”[2] وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ “Mü’min bir erkek ve kadın için Allah ve Rasulü bir işte hükmettiğinde o işlerden dolayı bir seçenek yoktur.”[3]
Müslim, Aişe’den Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediğini rivayet etti: مَنْ عَمِلَ عَمَلاً لَيْسَ عَلَيْهِ أَمْرُنَا فَهُوَ رَدٌّ “Kim hakkında emrimiz olmayan bir iş yaparsa o red olunur.”[4]
Dolayısıyla insanlar için hükümler koyan Allah Subhenehû ve Teala’dır, sultan değil. O, insanları ve sultanı ilişkilerinde o hükümlere tâbi olmaya zorunlu kılandır, onları o hükümlerle sınırlı kılandır, o hükümlerden başkasına tâbi olmaktan onları men edendir. Bunun için, insanların ilişkilerini tanzim etmek için birtakım hükümler koymakta beşere bir yer yoktur. İlişkilerini tanzim etmek hakkında beşerin koyduğu hükümler ve kurallara tâbi olmaya insanları zorlamak ya da serbest bırakmak hususunda sultana bir yer yoktur.
Ancak Şer’i hükümler, Şer’iat Koyucunun kulların fiilleri ile alakalı olarak Kur'an ve Sünnette gelen hitabıdır. Şer’iatın konuluşu bakımından ve Arap dili bakımından onlarda birkaç mana taşıyanları vardır. Dolayısıyla insanların onları anlamakta ihtilafa düşmeleri ve anlamaktaki bu ihtilafın kast edilen manadan farklı ve başka olması boyutuna ulaşması doğal ve kaçınılmazdır. Bundan dolayı, farklı ve çeşitli anlayışların olması kaçınılmazdır. Onun için bir tek hüküm hakkında birtakım farklı çeşitli görüşler olabilir.
- Nitekim Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem, Ahzâb Gazvesinde şöyle demişti: لا يُصَلِّيَنَّ أَحَدٌ الظُّهْرَ إِلا فِي بَنِي قُرَيْظَةَ “Kimse Kureyzaoğullarının mahalline varmadan ikindi namazını kılmasın."[5]
Birtakım kişiler Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in bu sözünden, acele etmenin kast edildiğini anlayıp yolda ikindi namazını kıldılar. Birtakım kimseler de cümlenin manasının kast edildiğini anlayarak ikindi namazını kılmadılar, Kureyzaoğullarının mahalline varasıya kadar tehir ettiler ve oraya varınca kıldılar. Bu durum Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e iletilince o her iki gurubu da anlayışlarında tasvip etti.
- Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi: لا صَلاةَ إِلا بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ “Kitabın fatihası ile olmadıkça namaz yoktur.” [6]
Bir kısım insanlar bu sözden, sahih namazın olmadığının kastedildiğini anlayıp; ‘Fatihanın okunması, namazın rükünlerinden bir rükündür, onu okumayanın namazı bâtıl olur.’ dediler. İnsanların bir kısmı da, bu sözden kâmil namazın olmadığının kastedildiğini anlayıp; ‘Fatihanın okunması namazın rükünlerinden bir rükün değil, bilakis Kur'an’ın okunması bir rükündür. Onun için Kur'an’dan herhangi bir ayet okunup Fatiha okunmadığında namaz sahih olur.’ dediler.
- Aynı şekilde Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şu sözüne de ihtilaf ettiler: لا يُقْتَلُ مُؤْمِنٌ بِكَافِرٍ وَلا ذُو عَهْدٍ فِي عَهْدِهِ “Bir mü’min bir kâfirden dolayı öldürülmez. Ahdinde duran ahit sahibi de öldürülmez."[7]
Bir topluluk bunu şöyle anladılar: ‘Müslüman bir kâfiri öldürdüğünde, ondan dolayı öldürülmez. Meselâ; hapsetmek gibi tâzir cezası verilir. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in; لا يُقْتَلُ مُؤْمِنٌ بِكَافِرٍ “Bir mü’min bir kâfirden dolayı öldürülmez.” sözü, mü’minin öldürülmemesi hususunda açıktır.’ Bir başka topluluk da şöyle anladılar: ‘Harbi kâfir ile zimmî kâfir birbirinden ayırt edilir. Zira bir Müslüman zimmî kâfir öldürdüğünde, ondan dolayı öldürülür. Anlaşmalı kâfir, emân verilen kâfir de aynı konumdadır. Harbi kâfir ise, onu öldürdüğünde Müslüman ondan dolayı öldürülmez. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in aynı Hadisteki şu sözü buna delâlet etmektedir: وَلا ذُو عَهْدٍ فِي عَهْدِهِ “Ahdinde duran ahid sahibi de öldürülmez.” Bunun manası, bir Müslüman bir kâfirden dolayı öldürülmez. Ahid sahibi olan da bir kâfirden dolayı öldürülmez. “Ahid sahibi kâfir” ifadesindeki, “kâfir” kelimesinin “harbi” manasında olması kaçınılmaz olur. Yani ahid sahibi kâfir, harbi kâfirden dolayı öldürülmez. Böylece Hadisin manası şöyle olmaktadır: Müslüman harbi kâfirden dolayı öldürülmez. Bunun mefhumu şudur: Müslüman harbi olmayan kâfirden dolayı öldürülür. Ahid sahibi de harbi olmayan kâfirden dolayı öldürülür. Ahid sahibinin, bir kâfirden dolayı öldürülmemesi bakımından Müslüman gibi olması, Hadiste geçen “kâfir” kelimesinden kast olunanın, zimmî değil harbi kâfir olduğuna delâlet etmektedir. Bunu Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’den rivayet edilen şu olay teyit etmektedir: Bir yahudiyi öldüren bir Müslüman Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e getirildi. O da onu öldürttü.
İşte, böyle anlayıştaki farklılık, bir tek hükümde görüş farklılığını oluşturmaktadır. Ayet ve Hadisler hakkında böyle farklı anlayış çokça mevcuttur. Bir tek hükümde görüşlerin farklılaşması, Müslüman’a onlardan bir görüşü almasını da kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü onların hepsi de Şer’î hükümdürler. Bir tek şahıs hakkında Allah’ın hükmü birden fazla olmaz. Ondan dolayı benimsemek için onlardan bir tek hükmün belirlenmesi kaçınılmazdır. Bundan dolayı Müslüman’ın bir amel yapmaya başladığında bir Şer’i hüküm benimsemesi, zorunlu bir husustur. İster farz, ister mendub, ister haram, ister mekruh ister ise mübah olsun, sadece bir tek hükümle amel etmenin vacip olması, belirli bir hükmün benimsenmesinin vacip olmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bunun için her Müslüman’a, ister müçtehit olsun ister mukallit olsun, ister halife olsun ister halife olmasın, amel yapmak için Şer’î hükümleri alırken belirli bir Şer’î hükmü benimsemesi vacip olmaktadır. Belirli bir hükmü benimsediğinde, bu Şer’î hüküm onun hakkında Allah’ın hükmü olur. Sadece onun gereğine göre amel etmesi, onu insanlara öğretmesi, İslâm’a ona göre davet etmesi zorunlu olur. Çünkü Müslüman’ın hükmü benimsemesinin manası; onunla amel etmesi, başkasına onu öğretmesi, İslâm’ın hükümlerine ve fikirlerine davet ederken ona davet etmesi demektir.
Müslüman belirli bir hüküm benimsediğinde, bu hükmün bizzat kendisi o Müslüman’ın hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmüdür. Şu dört durum dışında onu terk etmesi o Müslüman’a caiz olmaz:
Birincisi: O hükmün delilinden daha kuvvetli bir delilin ortaya çıkmasıyla, o hükmün delilinin zayıf oluşunun Müslüman’a belli olması. Bu durumda, Allah’ın hükmü kuvvetli delilin delâlet ettiği hüküm olur. İşte, o zaman benimsemiş olduğu o hükmü terk etmesi ve yeni görüşü benimsemesi o Müslüman’a vacip olur. Çünkü kendi hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü o yeni görüştür.
İkincisi: Yeni görüşü istinbat eden kimsenin istinbat ilminde kendisinden daha âlim olduğu, delil getirmede daha titiz olduğu veya Şer’iatı da çok kavradığına dair kendisinde bir zannı galibin oluşmasıdır. İşte o zaman benimsemiş olduğu hükmü, görüşü terk etmesi ve o şahısın benimsediği hükmü benimsemesi kendisine caiz olur. Çünkü Sahabelerin büyüklerinin kendi görüşlerini terk edip başkalarının görüşlerini aldıkları sabit olmuştur. Nitekim Ebu Bekir, kendi görüşünü terk ederek Ali’nin görüşünü almıştır. Ömer de kendi görüşünü terk ederek Ali’nin görüşünü almıştır.
Üçüncüsü: Müslümanların sözlerinin bir tek görüşte birleştirilmesinin kast edilmiş olmasıdır. Bu durumda Müslüman’a, benimsemiş olduğu görüşü terk edip Müslümanların sözlerinin üzerinde birleştirilmesi uygun görülen görüşü benimsemesi caiz olur. Zira Osman, insanların kendisine, Allah’ın Kitabı, Rasulü’nün Sünneti, Ebu Bekir ve Ömer’in görüşleri üzere hükmetmesi şartıyla biat etmelerini kabul etti. Sahabeler. Bu hususta onu tasvip ettiler. Bu ise, benimsediğini terk etmesi ve daha önce Ebu Bekir ve Ömer’in benimsediklerini benimsemesi demektir.
Dördüncüsü: Halifenin benimsediği hükmün, Müslüman’ın içtihadı ile elde ettiği hükme muhalif olmasıdır. Bu durumda Müslüman’a, içtihadı ile elde ettiği hüküm ile amel etmeyi terk etmesi ve imamın/halifenin benimsediği hükümle amel etmesi farz olur. Çünkü; “İmamın emri ihtilafı kaldırır”, “İmamın emri bütün Müslümanlara uygulanır” kaideleri hakkında sahabelerin icmaı oluşmuştur.
Bu dört durumda Müslüman benimsediği hükmü terk edip başka hükmü benimser. Bu dört durumun dışında Müslüman’a, benimsediği hükmü terk etmesi kesinlikle caiz olmaz. Çünkü bir fert, Şer’iatla muhataptır. Her Müslüman’ın içtihat ile veya taklit ile kendisine ulaştığı hükmü benimseme hakkı vardır. Benimsediğinde, Şer’î delille istisna edilmiş hallerin dışında, benimsediğine bağlı kalır.
Bu izahat, her ferdin ilişkilerini kendi başına tanzim etmesi ile alakalı idi. Ümmetin işlerinin halife tarafından gözetilip güdülmesi, sultan olma yükünü taşıması, Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümlerini insanlara hakim kılması bakımından ise şöyledir:
Halifenin, insanların işlerini gereğince gütmeye başladığında belirli hükümler benimsemesinin kaçınılmaz olduğunda bir şüphe yoktur. Yönetim ve otorite sahibi olma işlerinde Müslümanların tamamı için genel olan hususlarda; zekât, vergiler, haraç gibi ve dış ilişkiler gibi, devletin birliği ve yönetimin birliği ile alakalı her hususta belirli hükümler benimsemesi kaçınılmazdır.
Bu hallerde halife tarafından benimseme yapılması caiz değil, vaciptir. Çünkü yapmaya başladığı amel bakımından bütün amellerini kendi hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü olan belirli bir hükme göre yürütmek zorunda olan bir Müslüman sayılması, bu hususta özel amellerle genel ameller arasında bir farkın olmaması açısından bu vaciptir.
Yönetim ve sulta ile ilgili işlerden olması bakımından da vaciptir. Zira bu, işlerin güdülmesinden olan aslî amellere dâhildir. O amellerin belirli bir tek hükme göre yürümesi zorunludur.
Halifenin belirli bir hüküm benimsemesi, devletin vahdeti/birliği bakımından da vaciptir. Zira onun da belirli bir tek hükme göre yürümesi vaciptir. Çünkü devletin vahdeti farzdır. Ona götüren her amel de farzdır. Onun için, devletin vahdaniyeti ile alakalı her husus için bir tek hüküm benimsemek caiz değil, farzdır.
Bunların dışında, halifeye, insanları kendileri ile amel etmeye zorunlu kıldığı belirli hükümler benimsemesi caiz olur, benimsememesi de caiz olur. Bu hususta; Müslümanların menfaati için en yararlı, İslâm’ın yayılması ve hükümlerinin öğretilmesi için en kuvvetli, yönetimin adaleti ve otoritenin kuvveti için en uygun gördüğü ile amel eder.
Nitekim Ebu Bekir, birtakım Şer’î hükümler benimseyip, insanları onlara uymaya zorunlu kılmıştır. Ondan sonra Ömer, Osman ve Ali de hükümler benimseyip insanları onlarla amel etmeye zorunlu kılmışlardır. Sahabeler bütün dönemleri boyunca buna sükût etmişlerdir. Hükümlerin benimsenip insanları onlarla zorunlu kılması, benimsedikleri hükümlerle amel etmeyi terk etmeye zorunlu kılınması hakkında Sahabelerden herhangi bir inkârda bulunan bir kişinin çıktığı duyulmamıştır. Hâlbuki bu husus yani kendi haklarında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükümleri olduğu halde insanları benimsedikleri hükümleri terk etmeye zorlamak, eleştirilen hususlardandır. Bunun için, Sahabelerin bu tutumu; halifenin belirli hükümler benimsemesi ve insanları o hükümlerle amel etmeye zorlaması hakkının olduğuna dair bir İcmaadır.
Bunun için halife, ister benimsemenin kendisine vacip olduğu husustan, ister ise caiz olduğu husustan olsun belirli hükümler benimsediğinde, tebaasından her Müslüman’a, o hükümle amel etmesi, daha önce benimsemiş olduğu hükümle amel etmeyi terk etmesi vacip olur. Çünkü halifenin benimsediği hüküm, amel etmesi bakımından onun hakkında Allah’ın hükmü olur. Onun aksi ile amel etmesi Müslüman’a helal olmaz. Bilakis halifenin benimsediği hüküm, kendisinin uygun gördüğüne ters de olsa, kendi nazarında delili zayıf olsa da, Müslüman’ın sadece o hükümle amel etmesi vacip olur. Çünkü bu, Sahabenin bu husustaki icmaından dolayıdır. Zira imamın belirli hükümler benimseyip onlarla amel etmeyi emretmesi hakkının olduğu, Müslümanların da içtihatlarına ters düşse de o hükümlere itaat etmeleri gerektiği hususunda Sahabeler icmaa etmişlerdir.
Bu hususta meşhur Şer’î kaideler şunlardır: “Sultanın yeni çıkan sorunlar miktarınca yeni hükümler koyması hakkı vardır”, “İmamın emri, ihtilafı ortadan kaldırır”, “İmamın emri, açıkta ve gizlide uygulanandır.” Yani kişinin kendisi ile insanlar arasındaki hususlarda olsun, kişinin Allah Subhenehû ve Teala ile arasındaki hususlarda olsun, devlete itaat vardır. Çünkü imamın benimsediği husus, amel etmek bakımından onun hakkında Allah’ın hükmü olur.
Ancak insanların imamın emrine boyun bükmeleri, hükümlerden benimsediğine göre amel etmelerinin gerekliliği, kendi görüşleri ile ve benimsedikleri hususla amel etmeyi terk etmek zorunluluğu, imamın benimsediğini benimsemek sayılmaz. O sadece, imamın emrine boyun bükmektir, amel etmek yönünden imamın benimsediğini uygulamaktır, benimsediğini benimsemek değil.
Onun için herhangi bir Müslüman’ın, halifenin benimsediğine aykırı olsa da, hükümlerden kendi benimsediğini öğretmesi, İslâm için davet ederken onlara davet etmesi caizdir. Çünkü Sahabelerin İcmâsı, halifenin benimsediğine göre amel etmenin gerekliliği hakkındadır, onu öğretmek ve ona davet etmek gerekliliği hakkında değil. Zira o, amel hastır. Onun için şunu görmekteyiz: Ebu Bekir, kişilerin İslâm’a girmedeki önceliğine ve başka bir şeye bakmaksızın Müslümanlar arasında malı eşit şekilde dağıtıyordu. Ömer ise, öyle görmüyordu. Zira o, kişi ve İslâm’daki kıdemi, kişi ve kahramanlığına bakıyordu. Nitekim Ömer, o hususta Ebu Bekir ile tartıştı. Fakat Ebu Bekir’in benimsediğine boyun eğdi. Hilafet görevini üstlendiğinde, Ebu Bekir’in görüşü ile amel etmeyi ilga etti/geçersiz kıldı ve kendi görüşü ile amel etti.