[h=1]I. Bölüm:[/h][h=1] [/h][h=1]NİZÂM VE ZORUNLULUK[/h]
[h=1]Nizâm Şartı Olarak Zorunluluk[/h]
Hani bazı yazılar, kitablar okur veya bazı tumturaklı akıl yahut hayâl yürütmeler işitir de, “İyi hoş ama, hayattan ve kanlı canlı yaşadığımız problemlerden ne kadar uzak!” deriz gayriihtiyarî. Kültür seviyemiz bakımından kimi durumda haklı kimindeyse haksızızdır böylesi tenkidlerimizde. İşte şimdi de biz birtakım sözler söyleyeceğiz size. Belki eksik, belki güzel, belki faydalı, kimbilir, belki de bazen hatalı... Fakat şurasından emin olmanızı isteriz, hernekadar bazılarının fikri aşağılamak için “felsefî spekülasyon” adı taktıkları cinsten “teorik” izah hamlelerimiz bulunsa da ve bunlarda ne derece isabet kaydettiğimiz ehlinin takdirinde olsa da, bu yazdıklarımızın “çıkış noktası” ve böyle bir “çıkış ihtiyacı”, asla bir “masabaşı spekülasyonu” değildir. “İnsanı kendi problemleri içinde, kanlı canlı hayatı içinde yakalamak ve incelemek” meâlinde İBDA’dan öğrendiğimiz usûl hikmetine çapımız nisbetince bir yaklaşma denemesidir bu çalışma. Demekki, belki herşeyden fazla, şahsî tecrübelerimizden, müşâhedelerimizden, hatta hatalarımızdan damıtılmış olması vasfı, ziyâdesiyle belirleyicidir. Söylemeden edemeyeceğimiz şeyse şu: “Hayat, insana istemeden de öğretir!”...
İnsanı “hayatı ve problemleri içinde yakalamak” deyince, tabiatiyle, onu evi, işi, okulu, mesleği, grubu, toplumu, yaşadığı zaman ve zemini açısından incelemek de girecektir bu geniş çerçeveye. Öyle ya, herbirimiz, toplumdaki rolümüz ve misyonumuz ne olursa olsun, herkesin içinde yaşadığı türden sosyal ilişki ve müesseselerle, bu süreçte yaşadığımız benzer “şahsî” tecrübe, problem, gaye ve ihtiyaçlarla, fazilet ve hatalarla, idealler ve ihtiraslarla işlenmiş, mayalanmış ve şekillenmiş bir “şahsiyet” yapısı arzederiz. Yine herbirimizin, “şahsî” seçim ve tecrübelerimizle yoğurulmuş belli duygu, düşünce ve davranış alışkanlıklarından mürekkeb bir “şahsiyet” yapımız olduğu söylenebilir. Fakat...
Evet, fakat gün gelir, beklenmedik hâdiseleriyle hayat, o güne dek temelinden sarsılmamış ve hakikat kritiğine tâbi tutulmamış tesellilerimizi neredeyse berhevâ edici bir sille vurur da, rayından çıkıp vagonlarının herbiri lokomotifiyle birlikte bir başka yöne savrulmuş trene döneriz. Hani Yunus Emre Hazretleri’nin işaret ettiği manzaradaki gibi sanki:
“Yerden göğe küp dizseler / Birbirine bendetseler / Altından birin çekseler/ Seyreyle sen gümbürtüyü!..”
İşte o ân, muvazenesi bozulmuş ruhumuz, yeniden muvazene tesis etmek için, iç âleminde tutunabileceği, “ruhuna mukavemet eden” herşeyi ona yaslanarak ve kapasitesince çözüp aşabileceği bir prensip, bir fikir, bir düstur arar. Bu esas, “olsa da olur, olmasa da!” nevînden değil, mutlaka “zorunlu-değişmez-küllî” değer ve kuvvette bir nitelik taşımalıdır. Yaşadığı kaosu kozmosa çevirebilmenin biricik yolu, böyle bir “zorunluluk-prensip”e boyun eğmesinden ve ruhunu hürleştirmesinden geçmektedir. “Fânî-zahirî” varlığının şerrinden, yaşattığı heyecanlarla kendisini nefessiz bırakan nefsinin şerrinden kurtulabilmesi, böylesi, “aşkın-müteâl” bir prensibe ilticâ etmesinden, sığınmasından geçmektedir.
Sözünü ettiğimiz h*âle az-çok benzer bir kaos yaşadığımız demde, bizi teselli eden ve süreç içinde ışığı ziyâdeleşerek önümüzdeki yolu aydınlattığına şâhid olduğumuz prensip şu oldu: Zorunluluk!.. “Zorunlu, zorunluluk, zarurî, zaruret, gerekli, gereken, vâcib, lâzım, olması gereken” ve bu çizgideki kavramları ilk kez işitiyor değildik, bunları kullanarak yazılar bile yazıyorduk. Ama galiba, bu mefhumu, bir “zorunluluk” vasfı ve şiddetiyle ruhumuzda belki de ilk kez idrak ediyorduk. O ân ve şu ân için dahi, henüz “tam” olmasa da!.. Böylece, bu “prensip” çevresinde fikirde ve fiilde bir “toparlanma”, fikrî ve fiilî muhtevamızı “düzenleme”, kendimize ve yakın çevremizle ilişkilerimize de bu doğrultuda bir “çekidüzen verme” gereği başgösterdi bizim için. Yolun başında olduğumuzu itiraf ediyor, hâlâ düşe kalka ilerlemeye çalıştığımızı da zikretmeden geçemiyoruz. Ne var ki, yürünecek yolun bellibaşlı bir “istikamet tabelası”nın da böylelikle nazarımızda aydınlandığını ifâde etmek durumundayız. Yine aynı şekilde, bu tabelanın, çoğumuzun ihtiyacı olan “istikamet bilgisi”ne şu veya bu nitelikte ışık tutucu oluşunu da! Kimbilir, bir noktada, belki birçoğu açısından şu meşhur söze ayna olduğunu da: “Ne gülüyorsun, anlattığım senin hikâyen!”...
Kısacası, bu çalışma, tüm okuyucularımızın istifadesi ve çoğumuzun içinden çıkmakta zorlandığı bir keşmekeşten, sunabildiğimiz malzemenin değerince ve “asıl” kendi fikrî ve fiilî hamleleriyle sıyrılabilmelerine bir yönden “vesile” olabilmesi için yapıldı. “Akademya’ya Doğru Kültür-Sanat Platformu” adıyla 2001 yılı Nisan’ında kurulan ve bir grup İBDA bağlısı yazarın değerli verimlerine vesile olan internet sitesindeki farklı ama aynı çizgide yazılarımızın yeniden gözden geçirilip bütünleştirilmesiyle, lâkin orijinal dokuları da korunarak oluşturuldu. “Yeni Nizâm-Yeni İnsan” idealine, bu idealin toplumumuzda mayalanması hedefine, karınca kaderince de olsa bir katkı yapabilmek için!.. “Yeni Nizâm”ı tesis yolu, “Yeni İnsan”ın ferd ferd yetişmesinden, yetiştirilmesinden, “nizâmî” olarak mayalandırılıp kıvamlandırılmasından, “yetişen ve yetiştirici” şahsiyet olarak teşekkülünden geçiyor çünkü. Sadece “rejim” değişikliği veya sadece yönetici sınıfın değişmesi, hiçbir yerde “inkılâb”ın tek başına kendi değil. Adına “İslâmî” dense ve dillerde “içinden sırrı düşmüş” Mutlak Ölçüler sürekli tekerlense bile!..
“İnsanı-ferdi” merkeze alan ve onu “problemleri içinde yakalayan” bir fikrin, idealindeki cemiyet ve medeniyeti teşekkülü... Bu hâli ve bu ihtiyacı anlatan en güzel sözlerden biri, şübhesiz Konfiçyus’unkidir:
“Eskiler, faziletin ışığıyla ortalığın aydınlanması için, önce devlet işlerini yoluna koyarlardı.
Devlet işlerini yoluna koyabilmek için, önce ev işlerini yoluna koyarlardı.
Ev işlerini yoluna koyabilmek için, önce kendi kendilerine çekidüzen verirlerdi.
Kendi kendilerine çeki düzen verebilmek için, önce düşüncelerini yoluna koyarlardı.
Düşüncelerini yoluna koyabilmek içinse, önce bilgi eksikliklerini giderirlerdi.” (1)
Elbette bu “çekidüzen” işinde, “insan” olma ve “zorunluluklara tâbi” olma müşterekliği yanında, ayrıca bir kadın-erkek farkı da sözkonusu ki, erkeğin ve kadının kendi hususî “zorunluluk ve sorumluluk” çerçevesini billurlaştırmaksızın teşekkül ettirilebilecek ne hakiki bir “nizâm”dan ne de sahici bir “insan”dan bahsedilebilir. Yeri geldiğinde bu meseleyi de, “erkeklik” vesilesiyle, kapasitemizce incelemeye çalışacağız.
Tekrar, etrafında “toparlanma”, böylece “nizâm”a girme ve “nizâmî” davranma mesuliyet ve mecburiyetini vurgulayacağımız “zorunluluk” prensibine dönersek... Yaşadığımız mezkûr sarsıntıdan bu yana, kalbimizin daralır, zihnimizin boşalır, muvazenemizin bozulur gibi olduğu ânlarda, içinden kolayca çıkamadığımız teferruatla boğuştuğumuzda, bir “dua” gibi hep bu “zorunluluk” mefhumunu düşünür ve yardıma çağırırız. “Sembolik” bir değer ve mânâ atfettiğimiz bu prensip, çoğu zaman o sihirli tesirini gösteriverir hemen. Bir yönü “kolaycılık” gibi görünse de, aslında bizim için bir “toparlayıcılık” vasfı vardır bunun.
“Gitgide daha büyük ölçüde umumîleştirme yoluyla herşeyi sadeleştirmekte saadet buldum. Böylece ben de sahib olduğum gerçeği, Hafız’ı mesteden ve yanından hiç ayırmadığı tas gibi kolaylıkla taşınır bir hale getirdim.” diyen André Gide, yine günlüğünün birkaç sayfa sonrasında şöyle devam eder:
“İyi kurulmuş bir eser tabiî olarak semboliktir. Bu eserin parçaları neyin etrafında toplanabilir? Onların düzenini ve sırasını kim yönetir? Bu sembolik düzeni sağlayan ancak eserdeki fikirdir. (...) Sembol, etrafında, kitabın kurulduğu şeydir.” (2)
İktibasta geçen “sıra” ve “düzen” kavramlarıyla “parçaları etrafında toplayan fikir” meâlindeki ifâde, bizi hemen “nizâm” bahsinin önüne getirir. Zorunluluğun, yeri ve mevzuuna göre, “kanun”, “kâide”, “prensip”, “ideal”, “gaye” v.b. anlamlara da delâlet ettiğine dikkat çekerek; “Tilki Günlüğü”nde “nizâm”:
“Nizâm: Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış. İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide. Bir işin sebat ve kıvamına sebep olan şey ve hâlet...” (3)
Öyleyse “nizâm”a; “zorunluluklar” etrafında ve onlardan hareketle, hepsinin birden yeri ve değerini tâyin eden temel bir zorunluluğa nisbetle tesisi mümkün olan “sıra, dizi, düzen” diyebiliriz bu anlamda.
Zorunluluk, hürriyet, fikir ve nizâm çevresindeki temel meseleleri, mevzular içindeki dağılış, toplanış ve irtibat noktalarını, dar şahsî perspektif ve kapasitemizin ötesinde “aslından” izleyecekleri Külliyata davet ederken, yine de mevzuu tahkim edici birkaç iktibası faydalı görürüz:
“Hâkim – Zaruret... İnsan ruhunun her esasî faaliyetine, zarurî kanunların hususî bir nev’i, bir “olması gereken” taalluk eder: Meselâ mantık, doğru, hakikî, ilmî tefekkür tarzının kanunlarından bahseder!..
Hakîm - Ahlâkî lazım gelen?..
Hâkim – Oraya geleceğim... Meselâ, estetik, sanat ve güzelliği duygu yolu ile veya içten idrak etmenin ve yaşamanın “doğru tarz”ından bahseder... Fakat hukukî kanunu, irademizin ve amelimizin düsturu yapan geniş mânâda “etik-ahlâkî” zaruret ve “olması gereken” ise, üç türlüdür: İyi, uygun ve âdil hareket tarzının ilkelerini bize, “ahlâkîlik”, “örf” ve “hukuk” verir...” (4)
Hukuk deyince... Ya hukuk ve nizâm? Mütefekkir’e kulak verelim yine:
“Hâkim – Hukuk, gerek fertler arasındaki ve gerek fertle cemiyet arasındaki menfaat münasebetlerini cebren tanzim eden kaideler bütünüdür!..
Hakîm – Hukuku sadece “kanun tekniği” ile ilgili bir bahis olarak görmezsek, bu cevapta onun “nizâmın bizzat kendi” mânâsı var ki, iş “olması gereken” bakımından “ideolocyanın aynı” mânâsına kadar sarkar... O zaman da insanın, nerdeyse “hukuk ne değil ki?” gibi bir soru soracağı gelir!” (5)
Ve bu bahiste son olarak, “gayeler” anlamında zorunlulukların, “nihaî gaye”ye nisbetle mertebelendirilişine dair bir anlayış hissesi kapmaya çalışalım:
“Hâkim – Bu sohbetimizde ayrıca hukukun gayesinin bir değil, müteaddid olduğu da ortaya çıktı; insan gibi hukuk da, yalınkat birşey değil, çok katlı ve çok buudlu bir fenomendir... Bu itibarla hukukun gayeleri, “vasıta gayeler”den başlayarak, “yüksek ve hedef gayeler”e doğru uzanan “vahdetli bir bütün ve oluşum” manzarası arzeder!..” (6)
Zorunluluk ve “mesuliyet-sorumluluk”, ahlâkîlik ve vazife şuuru, “vasıta gayeler” ve “yüksek gayeler”, hürriyet ve hiçleşme, “zorunlu-küllî-ideal” olan ve “keyfî-nefsî-fânî” olan bahisleri çevresinde mevzuu tahkim ve takib gayretini, çapımız nisbetince de olsa, bu çalışmanın ilerleyen kısımlarında yeniden ele alıp sürdüreceğimizden, şimdilik burada bu kadarıyla iktifâ ediyoruz. Sadece şunu söyleyip geçelim; belki tuhaf görünebilir ama, gayesi ve hedefi ne olursa olsun, hemen tüm iradî faaliyetler, kişinin şu veya bu tarzda içinde duyduğu bir “zorunluluk” duygusuna ve bunun sevkine dayanır. Adam öldüren de, tecavüze yeltenen de, başkasının malına göz diken de, “niçin” diye sorulduğunda, içlerinde bir “zorunluluk” zevk ve şevki duyduklarını söyleyebilirler size! Diyebiliriz ki, davranışlarında bu “zorunluluk” duygusuna bağlı hisseder kişi kendini. Fakat, âşikâr olan husus, “nefs ve şeytan”ın da bu duyguya temel olan “zorunluluk” muhtevasını tâyinde “ahlâkî varlık”a musallat olduğu. O ânda veya o muhtevasıyla “hakikaten” zorunlu olmayanı, yani seçilme ânı veya seçilen muhtevası “sahte zorunluluk” olanı da, kişiye “hakiki” addettirmekte ustadır bunlar; ve ahlâkî tartışmaların doğduğu yer de burası olsa gerektir...
Herkesin duyarken, düşünürken, davranırken içinde duyduğu bir “zorunluluk” duygusundan bahsettik ya, bu mesele herkesin “bedâhet”lerle iş görüşü noktasına bitişik, belki de aynıdır. Bedâhet; apaçık hakikat, başka türlü olamayan durum, imân, sezgi... İBDA fikriyatından öğreniyoruz ki, “Herkesin hakikati kendine!” tesbiti yanında, hemen sorulması gereken, meâlen şudur: “Hakikatin hakikati kimde, bedâhetin hakikati nerede?”. Mevzuumuzla irtibatlandırırsak, şöyle sorabilriz: “Zorunlu addedilen, hakikaten zorunlu mudur?”...
Sorumluluk ve vazife, zorunluluğa duyulan itaat tavrı olsa da, bütün düğüm noktası işte buradadır belki: “Öyle” davranırken zorunlu olduğu addedilen, acaba ne derece “zorunlu”dur? Hakikaten o ânda veya o muhtevasıyla “zorunlu” mudur yoksa muhtevası zorunlu görünse de o ânın seçim husûsiyeti hâlinde “keyfî-nefsî” bir nitelik mi arzetmektedir; veya muhtevası zorunluluktan uzak bir “sahtelik” mi belirtmektedir? O hâlde, en önemli mesele, “hakiki” zorunlunun ne ve nerede olduğuyla beraber, onu seçmenin hangi ân ve hangi noktada “zorunlu” olduğunu tâyin ehliyet ve ferâseti değil midir?.. Zâhiren “aynı” olan bir davranış, niçin biri için “sahtekârlık” belirtirken, diğeri için “fazilet” mânâsı taşır?..
Kalb ve zihinlere “hakiki” zorunlulukları yerleştirmek ve ferdlerden, bu zorunluluklara sorumluluk duymalarını, vazifelerini bu çerçevede icrâ etmelerini ve “gerekeni gerektiği yerde yapma”larını beklemek!..
Cehenneme giden yol “iyi niyet” taşlarıyla döşenir, derler. Doğrudur ama, “sahte” iyi niyet taşlarıyla!..