Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

“Hakikatin Hatırı” (1 Kullanıcı)

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
yazi_Nizm_Zorunluluk_Sorumluluk_ve_Erkeklik_Cevresinde.jpg

Nizâm,

Zorunluluk,

Sorumluluk

ve

Erkeklik

Çevresinde


Akademya’ya Doğru Yazıları
2001-2002-2003

HAYREDDİN SOYKAN
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
[h=1]I. Bölüm:[/h][h=1] [/h][h=1]NİZÂM VE ZORUNLULUK[/h]

[h=1]Nizâm Şartı Olarak Zorunluluk[/h]
Hani bazı yazılar, kitablar okur veya bazı tumturaklı akıl yahut hayâl yürütmeler işitir de, “İyi hoş ama, hayattan ve kanlı canlı yaşadığımız problemlerden ne kadar uzak!” deriz gayriihtiyarî. Kültür seviyemiz bakımından kimi durumda haklı kimindeyse haksızızdır böylesi tenkidlerimizde. İşte şimdi de biz birtakım sözler söyleyeceğiz size. Belki eksik, belki güzel, belki faydalı, kimbilir, belki de bazen hatalı... Fakat şurasından emin olmanızı isteriz, hernekadar bazılarının fikri aşağılamak için “felsefî spekülasyon” adı taktıkları cinsten “teorik” izah hamlelerimiz bulunsa da ve bunlarda ne derece isabet kaydettiğimiz ehlinin takdirinde olsa da, bu yazdıklarımızın “çıkış noktası” ve böyle bir “çıkış ihtiyacı”, asla bir “masabaşı spekülasyonu” değildir. “İnsanı kendi problemleri içinde, kanlı canlı hayatı içinde yakalamak ve incelemek” meâlinde İBDA’dan öğrendiğimiz usûl hikmetine çapımız nisbetince bir yaklaşma denemesidir bu çalışma. Demekki, belki herşeyden fazla, şahsî tecrübelerimizden, müşâhedelerimizden, hatta hatalarımızdan damıtılmış olması vasfı, ziyâdesiyle belirleyicidir. Söylemeden edemeyeceğimiz şeyse şu: “Hayat, insana istemeden de öğretir!”...
İnsanı “hayatı ve problemleri içinde yakalamak” deyince, tabiatiyle, onu evi, işi, okulu, mesleği, grubu, toplumu, yaşadığı zaman ve zemini açısından incelemek de girecektir bu geniş çerçeveye. Öyle ya, herbirimiz, toplumdaki rolümüz ve misyonumuz ne olursa olsun, herkesin içinde yaşadığı türden sosyal ilişki ve müesseselerle, bu süreçte yaşadığımız benzer “şahsî” tecrübe, problem, gaye ve ihtiyaçlarla, fazilet ve hatalarla, idealler ve ihtiraslarla işlenmiş, mayalanmış ve şekillenmiş bir “şahsiyet” yapısı arzederiz. Yine herbirimizin, “şahsî” seçim ve tecrübelerimizle yoğurulmuş belli duygu, düşünce ve davranış alışkanlıklarından mürekkeb bir “şahsiyet” yapımız olduğu söylenebilir. Fakat...
Evet, fakat gün gelir, beklenmedik hâdiseleriyle hayat, o güne dek temelinden sarsılmamış ve hakikat kritiğine tâbi tutulmamış tesellilerimizi neredeyse berhevâ edici bir sille vurur da, rayından çıkıp vagonlarının herbiri lokomotifiyle birlikte bir başka yöne savrulmuş trene döneriz. Hani Yunus Emre Hazretleri’nin işaret ettiği manzaradaki gibi sanki:
Yerden göğe küp dizseler / Birbirine bendetseler / Altından birin çekseler/ Seyreyle sen gümbürtüyü!..
İşte o ân, muvazenesi bozulmuş ruhumuz, yeniden muvazene tesis etmek için, iç âleminde tutunabileceği, “ruhuna mukavemet eden” herşeyi ona yaslanarak ve kapasitesince çözüp aşabileceği bir prensip, bir fikir, bir düstur arar. Bu esas, “olsa da olur, olmasa da!” nevînden değil, mutlaka “zorunlu-değişmez-küllî” değer ve kuvvette bir nitelik taşımalıdır. Yaşadığı kaosu kozmosa çevirebilmenin biricik yolu, böyle bir “zorunluluk-prensip”e boyun eğmesinden ve ruhunu hürleştirmesinden geçmektedir. “Fânî-zahirî” varlığının şerrinden, yaşattığı heyecanlarla kendisini nefessiz bırakan nefsinin şerrinden kurtulabilmesi, böylesi, “aşkın-müteâl” bir prensibe ilticâ etmesinden, sığınmasından geçmektedir.
Sözünü ettiğimiz h*âle az-çok benzer bir kaos yaşadığımız demde, bizi teselli eden ve süreç içinde ışığı ziyâdeleşerek önümüzdeki yolu aydınlattığına şâhid olduğumuz prensip şu oldu: Zorunluluk!.. “Zorunlu, zorunluluk, zarurî, zaruret, gerekli, gereken, vâcib, lâzım, olması gereken” ve bu çizgideki kavramları ilk kez işitiyor değildik, bunları kullanarak yazılar bile yazıyorduk. Ama galiba, bu mefhumu, bir “zorunluluk” vasfı ve şiddetiyle ruhumuzda belki de ilk kez idrak ediyorduk. O ân ve şu ân için dahi, henüz “tam” olmasa da!.. Böylece, bu “prensip” çevresinde fikirde ve fiilde bir “toparlanma”, fikrî ve fiilî muhtevamızı “düzenleme”, kendimize ve yakın çevremizle ilişkilerimize de bu doğrultuda bir “çekidüzen verme” gereği başgösterdi bizim için. Yolun başında olduğumuzu itiraf ediyor, hâlâ düşe kalka ilerlemeye çalıştığımızı da zikretmeden geçemiyoruz. Ne var ki, yürünecek yolun bellibaşlı bir “istikamet tabelası”nın da böylelikle nazarımızda aydınlandığını ifâde etmek durumundayız. Yine aynı şekilde, bu tabelanın, çoğumuzun ihtiyacı olan “istikamet bilgisi”ne şu veya bu nitelikte ışık tutucu oluşunu da! Kimbilir, bir noktada, belki birçoğu açısından şu meşhur söze ayna olduğunu da: “Ne gülüyorsun, anlattığım senin hikâyen!”...
Kısacası, bu çalışma, tüm okuyucularımızın istifadesi ve çoğumuzun içinden çıkmakta zorlandığı bir keşmekeşten, sunabildiğimiz malzemenin değerince ve “asıl” kendi fikrî ve fiilî hamleleriyle sıyrılabilmelerine bir yönden “vesile” olabilmesi için yapıldı. “Akademya’ya Doğru Kültür-Sanat Platformu” adıyla 2001 yılı Nisan’ında kurulan ve bir grup İBDA bağlısı yazarın değerli verimlerine vesile olan internet sitesindeki farklı ama aynı çizgide yazılarımızın yeniden gözden geçirilip bütünleştirilmesiyle, lâkin orijinal dokuları da korunarak oluşturuldu. “Yeni Nizâm-Yeni İnsan” idealine, bu idealin toplumumuzda mayalanması hedefine, karınca kaderince de olsa bir katkı yapabilmek için!.. “Yeni Nizâm”ı tesis yolu, “Yeni İnsan”ın ferd ferd yetişmesinden, yetiştirilmesinden, “nizâmî” olarak mayalandırılıp kıvamlandırılmasından, “yetişen ve yetiştirici” şahsiyet olarak teşekkülünden geçiyor çünkü. Sadece “rejim” değişikliği veya sadece yönetici sınıfın değişmesi, hiçbir yerde “inkılâb”ın tek başına kendi değil. Adına “İslâmî” dense ve dillerde “içinden sırrı düşmüş” Mutlak Ölçüler sürekli tekerlense bile!..
“İnsanı-ferdi” merkeze alan ve onu “problemleri içinde yakalayan” bir fikrin, idealindeki cemiyet ve medeniyeti teşekkülü... Bu hâli ve bu ihtiyacı anlatan en güzel sözlerden biri, şübhesiz Konfiçyus’unkidir:
“Eskiler, faziletin ışığıyla ortalığın aydınlanması için, önce devlet işlerini yoluna koyarlardı.
Devlet işlerini yoluna koyabilmek için, önce ev işlerini yoluna koyarlardı.
Ev işlerini yoluna koyabilmek için, önce kendi kendilerine çekidüzen verirlerdi.
Kendi kendilerine çeki düzen verebilmek için, önce düşüncelerini yoluna koyarlardı.
Düşüncelerini yoluna koyabilmek içinse, önce bilgi eksikliklerini giderirlerdi.” (1)
Elbette bu “çekidüzen” işinde, “insan” olma ve “zorunluluklara tâbi” olma müşterekliği yanında, ayrıca bir kadın-erkek farkı da sözkonusu ki, erkeğin ve kadının kendi hususî “zorunluluk ve sorumluluk” çerçevesini billurlaştırmaksızın teşekkül ettirilebilecek ne hakiki bir “nizâm”dan ne de sahici bir “insan”dan bahsedilebilir. Yeri geldiğinde bu meseleyi de, “erkeklik” vesilesiyle, kapasitemizce incelemeye çalışacağız.
Tekrar, etrafında “toparlanma”, böylece “nizâm”a girme ve “nizâmî” davranma mesuliyet ve mecburiyetini vurgulayacağımız “zorunluluk” prensibine dönersek... Yaşadığımız mezkûr sarsıntıdan bu yana, kalbimizin daralır, zihnimizin boşalır, muvazenemizin bozulur gibi olduğu ânlarda, içinden kolayca çıkamadığımız teferruatla boğuştuğumuzda, bir “dua” gibi hep bu “zorunluluk” mefhumunu düşünür ve yardıma çağırırız. “Sembolik” bir değer ve mânâ atfettiğimiz bu prensip, çoğu zaman o sihirli tesirini gösteriverir hemen. Bir yönü “kolaycılık” gibi görünse de, aslında bizim için bir “toparlayıcılık” vasfı vardır bunun.
“Gitgide daha büyük ölçüde umumîleştirme yoluyla herşeyi sadeleştirmekte saadet buldum. Böylece ben de sahib olduğum gerçeği, Hafız’ı mesteden ve yanından hiç ayırmadığı tas gibi kolaylıkla taşınır bir hale getirdim.” diyen André Gide, yine günlüğünün birkaç sayfa sonrasında şöyle devam eder:
“İyi kurulmuş bir eser tabiî olarak semboliktir. Bu eserin parçaları neyin etrafında toplanabilir? Onların düzenini ve sırasını kim yönetir? Bu sembolik düzeni sağlayan ancak eserdeki fikirdir. (...) Sembol, etrafında, kitabın kurulduğu şeydir.” (2)
İktibasta geçen “sıra” ve “düzen” kavramlarıyla “parçaları etrafında toplayan fikir” meâlindeki ifâde, bizi hemen “nizâm” bahsinin önüne getirir. Zorunluluğun, yeri ve mevzuuna göre, “kanun”, “kâide”, “prensip”, “ideal”, “gaye” v.b. anlamlara da delâlet ettiğine dikkat çekerek; “Tilki Günlüğü”nde “nizâm”:
Nizâm: Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış. İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide. Bir işin sebat ve kıvamına sebep olan şey ve hâlet...” (3)
Öyleyse “nizâm”a; “zorunluluklar” etrafında ve onlardan hareketle, hepsinin birden yeri ve değerini tâyin eden temel bir zorunluluğa nisbetle tesisi mümkün olan “sıra, dizi, düzen” diyebiliriz bu anlamda.
Zorunluluk, hürriyet, fikir ve nizâm çevresindeki temel meseleleri, mevzular içindeki dağılış, toplanış ve irtibat noktalarını, dar şahsî perspektif ve kapasitemizin ötesinde “aslından” izleyecekleri Külliyata davet ederken, yine de mevzuu tahkim edici birkaç iktibası faydalı görürüz:
“Hâkim – Zaruret... İnsan ruhunun her esasî faaliyetine, zarurî kanunların hususî bir nev’i, bir “olması gereken” taalluk eder: Meselâ mantık, doğru, hakikî, ilmî tefekkür tarzının kanunlarından bahseder!..
Hakîm - Ahlâkî lazım gelen?..
Hâkim – Oraya geleceğim... Meselâ, estetik, sanat ve güzelliği duygu yolu ile veya içten idrak etmenin ve yaşamanın “doğru tarz”ından bahseder... Fakat hukukî kanunu, irademizin ve amelimizin düsturu yapan geniş mânâda “etik-ahlâkî” zaruret ve “olması gereken” ise, üç türlüdür: İyi, uygun ve âdil hareket tarzının ilkelerini bize, “ahlâkîlik”, “örf” ve “hukuk” verir...” (4)
Hukuk deyince... Ya hukuk ve nizâm? Mütefekkir’e kulak verelim yine:
“Hâkim – Hukuk, gerek fertler arasındaki ve gerek fertle cemiyet arasındaki menfaat münasebetlerini cebren tanzim eden kaideler bütünüdür!..
Hakîm – Hukuku sadece “kanun tekniği” ile ilgili bir bahis olarak görmezsek, bu cevapta onun “nizâmın bizzat kendi” mânâsı var ki, iş “olması gereken” bakımından “ideolocyanın aynı” mânâsına kadar sarkar... O zaman da insanın, nerdeyse “hukuk ne değil ki?” gibi bir soru soracağı gelir!” (5)
Ve bu bahiste son olarak, “gayeler” anlamında zorunlulukların, “nihaî gaye”ye nisbetle mertebelendirilişine dair bir anlayış hissesi kapmaya çalışalım:
“Hâkim – Bu sohbetimizde ayrıca hukukun gayesinin bir değil, müteaddid olduğu da ortaya çıktı; insan gibi hukuk da, yalınkat birşey değil, çok katlı ve çok buudlu bir fenomendir... Bu itibarla hukukun gayeleri, “vasıta gayeler”den başlayarak, “yüksek ve hedef gayeler”e doğru uzanan “vahdetli bir bütün ve oluşum” manzarası arzeder!..” (6)
Zorunluluk ve “mesuliyet-sorumluluk”, ahlâkîlik ve vazife şuuru, “vasıta gayeler” ve “yüksek gayeler”, hürriyet ve hiçleşme, “zorunlu-küllî-ideal” olan ve “keyfî-nefsî-fânî” olan bahisleri çevresinde mevzuu tahkim ve takib gayretini, çapımız nisbetince de olsa, bu çalışmanın ilerleyen kısımlarında yeniden ele alıp sürdüreceğimizden, şimdilik burada bu kadarıyla iktifâ ediyoruz. Sadece şunu söyleyip geçelim; belki tuhaf görünebilir ama, gayesi ve hedefi ne olursa olsun, hemen tüm iradî faaliyetler, kişinin şu veya bu tarzda içinde duyduğu bir “zorunluluk” duygusuna ve bunun sevkine dayanır. Adam öldüren de, tecavüze yeltenen de, başkasının malına göz diken de, “niçin” diye sorulduğunda, içlerinde bir “zorunluluk” zevk ve şevki duyduklarını söyleyebilirler size! Diyebiliriz ki, davranışlarında bu “zorunluluk” duygusuna bağlı hisseder kişi kendini. Fakat, âşikâr olan husus, “nefs ve şeytan”ın da bu duyguya temel olan “zorunluluk” muhtevasını tâyinde “ahlâkî varlık”a musallat olduğu. O ânda veya o muhtevasıyla “hakikaten” zorunlu olmayanı, yani seçilme ânı veya seçilen muhtevası “sahte zorunluluk” olanı da, kişiye “hakiki” addettirmekte ustadır bunlar; ve ahlâkî tartışmaların doğduğu yer de burası olsa gerektir...
Herkesin duyarken, düşünürken, davranırken içinde duyduğu bir “zorunluluk” duygusundan bahsettik ya, bu mesele herkesin “bedâhet”lerle iş görüşü noktasına bitişik, belki de aynıdır. Bedâhet; apaçık hakikat, başka türlü olamayan durum, imân, sezgi... İBDA fikriyatından öğreniyoruz ki, “Herkesin hakikati kendine!” tesbiti yanında, hemen sorulması gereken, meâlen şudur: “Hakikatin hakikati kimde, bedâhetin hakikati nerede?”. Mevzuumuzla irtibatlandırırsak, şöyle sorabilriz: “Zorunlu addedilen, hakikaten zorunlu mudur?”...
Sorumluluk ve vazife, zorunluluğa duyulan itaat tavrı olsa da, bütün düğüm noktası işte buradadır belki: “Öyle” davranırken zorunlu olduğu addedilen, acaba ne derece “zorunlu”dur? Hakikaten o ânda veya o muhtevasıyla “zorunlu” mudur yoksa muhtevası zorunlu görünse de o ânın seçim husûsiyeti hâlinde “keyfî-nefsî” bir nitelik mi arzetmektedir; veya muhtevası zorunluluktan uzak bir “sahtelik” mi belirtmektedir? O hâlde, en önemli mesele, “hakiki” zorunlunun ne ve nerede olduğuyla beraber, onu seçmenin hangi ân ve hangi noktada “zorunlu” olduğunu tâyin ehliyet ve ferâseti değil midir?.. Zâhiren “aynı” olan bir davranış, niçin biri için “sahtekârlık” belirtirken, diğeri için “fazilet” mânâsı taşır?..
Kalb ve zihinlere “hakiki” zorunlulukları yerleştirmek ve ferdlerden, bu zorunluluklara sorumluluk duymalarını, vazifelerini bu çerçevede icrâ etmelerini ve “gerekeni gerektiği yerde yapma”larını beklemek!..
Cehenneme giden yol “iyi niyet” taşlarıyla döşenir, derler. Doğrudur ama, “sahte” iyi niyet taşlarıyla!..
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
[h=1]Ahlâk Şartı Olarak Zorunluluk[/h]
Filozof Spinoza, “Târif etmek, sınırlamaktır” der ki, bu aynı zamanda, târif edilenin kapsadığı alanı belirtmek kadar, çevresiyle, dışıyla, onun arasına bir nevî “sınır çizgisi” çekmeye de dairdir. “Sınır” varsa, “sınırın ötesi” de var demeye gelir; “öte”si ve zıddını da tasdik eder bu. (7)
Meselâ “zorunlu” dediğimiz ânda, “zorunsuz”un, imkân ve hürriyetin, iradî seçimin varlığını da aynı ânda tasdik etmiş oluruz bir bakıma. Bir de sınırlanamadığından, heryerde ve herşeyde daima tecellî ettiğinden, ayrıca bir cins veya prensibe ircâ edilemediğinden ama başka şeyler kendisine ircâ edildiğinden dolayı “târif edilemez-sınırlandırılamaz” ilk prensiplerden söz edilir ki, “Mutlak Varlık”, “Zorunlu Varlık”, “varlık”, “varoluş” prensipleri buna misâl... “Aşk” için de böyle değil mi, heryerde ve herşeyde daima tecellî ettiğinden, bedâhetle bilinmesine rağmen, tarife gelince, çok farklı saha ve yönleri öne, dikkate alan târif denemelerinden ötürü, belirsizleşmeye yüz tutar. Bakana, bakışa ve bakılana nisbetle muhtelif “târifler” ve izafî “sınırlar” temin ederiz kısacası. Yoksa? “Allah de ve sus!”...
Demek ki, ahlâkî, mantıkî, bediî zorunluluklardan sözaçmak, “zorunlu”nun “başka türlü olamaz” anlamına nazaran, bu “târif-sınır”ın diğer yakasında yeralan “başka türlü olabilir” ve “hürriyete açık” olanı da aynı esnâda tasdikle, bizi “iradî” karar ve seçim “mesuliyeti-sorumluluğu”na muhatab kılar. “Ahlâkî zorunluluk” veya “imân”, şartsız itaat bekler ama, dileyen uymayabilir, öyle değil mi?
İnsan dışındaki madde, bitki ve hayvanın, bize kıyasla “mesuliyetsiz-sorumsuz” oluşu, “başka türlü davranmak” ve “olacağını kendi seçerek tâyin etmek” iktidarından, iradesinden mahrum oluşlarından. “Zorunlu” olan ve olmayanı aklen temyiz ve tenkid gücü kazanana kadar çocuğun mesuliyetsizliği de hâkezâ!..
Halbuki insan, “kul iradesi” çerçevesinde “olacağını kendi seçerek oluşturur” ki, “insan varoluşu”, baştan sona “mesuliyet-sorumluluk”, “vazife” ve “hürriyet” alanında akar diyebiliriz. Zorunluluğu tanıyacak bir idrak gözümüz olmasaydı, ahlâkîlik, iyilik ve kötülük olmayacağı gibi, herhangibir sorumluluk da sözkonusu olmayacaktı. Zorunlu veya zorunsuz şeklinde bir kelime veya duygumuz olmayacaktı ki!..
Bize “hürriyeti getiren”, ahlâkî zorunluluğun “şuuruna varış” ve yapıp yapmamayı “seçme” imkânımız olur, kısacası. Mâdem seçebiliyoruz, o hâlde “olması gereken” olarak seçtiğimiz her neyse onu “öne aldığımız”a göre, bunun hesabını vermek gibi bir “mesuliyet” de yüklenmiş oluruz.
Özetle, zorunluluk duygusu, şuuru ve iradî seçim; tek kelimeyle “ahlâkîlik”, insanı diğerlerinden “ayırdeden-târif eden” başlıca hususiyet...
“İnsan olma” ve parça yahut bütün “nizâm”ını tesis etme bahsinde ilk elde anlaşılması ve şuurlaştırılması gereken eşik, artık apaçık görünüyor bizce. “Nereden başlamalı?” sorusunun cevabı da: “Ahlâk görüşü”; zorunlulukların neler olduğu, bunların nihaî “gayeye-zorunluluğa” nisbetle mertebelendirilişi, diğer insanlarla oluşturacağımız aileden devlete kadar tüm müesseselerin “nizâm”ının vazife ve mesûliyet çerçevesi, fikir ve işte derece derece zorunlulukları temsil edici bir hiyerarşi belirten ve bu sebeble kendilerine karşı “mesul-sorumlu” olduğumuz şahsiyet ve müesseselerin hem temin hem de tesbiti... Ki bu husus, fikirde ve aksiyonda niçin İBDA Mimarı’na ve İBDA Mihrakı’na bağlı olunması gerektiğini; üstelik bunun dar bir kadro anlamıyla değil de niçin tüm insanlığa şâmil bir mânâ arzettiğini bir vechesiyle açıklayan inceliktir bizce. Temsil ettiği “üst” seviyeden zorunluluklar ve bu mânânın “yürüyen” ferâset kutbu olması bakımından, “sembol şahıs” husûsiyetine de bir yönüyle ışık tutucu olsa gerektir yine bu bahis!.. “Fikrinden dolayı şahsa bağlılık” hikmeti...
Mütefekkir’in şu ihtarını iyi kavramak:
Emir almasını bilmeyen, emir de veremez!
Bir sebebi de şu olsa gerek ki, emredicinin emrediciliği, “keyfî-nefsî” bir statü gereği olmaktan değil, bir “zorunluluk” beyânı olan o emrin gayesini yine bir zorunluluk duygusu, şuuru hâlinde kalbinde taşımasındandır ve nefsi yönünden, en başta “emredici” boyun eğmiştir bu zorunluluğa. Teknik olarak bir işi en iyi yapan da, o işin tâbî olduğu zorunlulukları en yetkin temsil eden olarak, emrediciliğe, zorunlulukların icrâını sevk ve idareye en ziyade ehil olandır. İdeal “yerinde” durur, “işin işe, adamın adama bağlı olması” hikmetiyle, kabiliyetler hiyerarşisi derece derece yükselir; tabiî, bizim nizâmımızda, nizâmımızın bugünkü temin şartlarında. “Kendinden hareketli” oluş, “kendinden” bir mesûliyet ve vazife şuuruyla mücehhez oluş da demektir ki, mesûliyet ve vazife yüklenmek, emretmek ve emir almak, iş yapmak ve iş yaptırtmak bahsinde onu zorlamaya ne hâcet! Kalbindeki “zorunluluk” duygusu, “gerekeni gerektiği yerde yapma”ya zaten sevkeder onu ve basit bir teklif yahut teşvik yeter ona!
Emek ve gayretlerin hem dünya hem ötesinde hebâ edilmemesi bakımından, ferdî ve içtimaî muvazenenin “nizamî” ve böylece birbirini destekleyip geliştirici olması bakımından, ahlâkî zorunluluğun birbirini sağlıklı anlama ve problemleri çözmekte başvurulacak tenkid ölçüsü de olması bakımından; kısacası, toplanmanın, toparlanmanın olduğu kadar, nizâmî açılış ve dağılışların da “merkezî” noktası olması bakımından, “ahlâk görüşü”, öncelikli ve belirleyici bir değer taşımaktadır hepimiz için. Yeniden André Gide’e başvurmanın tam sırası o zaman:
“İlk nokta: Bir ahlâk görüşü ihtiyacı.
İkinci nokta: Herşeyi önem derecesine göre sıralamak ve en esaslarını elde etmek için en küçüklerinden faydalanmağa başlamak. En mükemmel usûl de budur.
Üçüncü nokta: Hiç bir zaman hedefi gözden kaçırmamak. Hiçbir zaman vasıtayı hedefe üstün tutmamak.
Dördüncü nokta: Kendi kendini bir vasıta saymak; şu hâlde hiçbir zaman kendini seçilen hedefe, seçilen esere üstün tutmamak.” (8)
Kabaca şu: “Önce” neyi bilmeli ve neyi yapmalıyız; yahut “sonra”sında... Değerler hiyerarşisi!..

 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
[h=1]Müessese Şartı Olarak Zorunluluk[/h]
Zorunluluğu temsil ettiğince fikre, bu fikri taşıdığı ve tatbik ettiğince şahsa, bu fikri mayalandırıp koruduğunca müesseseye, esasta ise hepsinde mündemic zorunluluğa bağlılık ve böylece “nizâm”!.. Fikrî tekâmül zımnında okullaşamadığımız, “zorunluluk ve sorumluluk” çerçevesini şuurlaştırıp istidadları “yetiştirici” ve “yönlendirici” olamadığımız, “yetiştiricilerin yetişmesi ve yetiştiricileri yetiştirme dâvâsı”nın niçin öncelikli olduğunu lafzen değil de ruhen kavrayamadığımız, sadece okullaşmakla kalmayıp hemen akabinde ve bu süreçte müesseseleşemediğimiz, ferdî mesuliyetlerimiz olarak bunları sürekli başkalarına havâle etmekten ve hizmetçi beklemekten derhal vazgeçmediğimiz takdirde, dünyevî olana “mesul kul haddi” olarak hâkimiyet ve kalıcılığın belki mevzuu bile kalmayacaktır. Çünkü nizâm ve hâkimiyet doğmayacak, dörtbir yanı kaos ve keşmekeş, zıdlaşma ve tahribat saracaktır. İktidar haklı olanda değil, güçlü olanda karar kılacaktır ki, zorbalık ve zulüm hükmünü icrâ edici olacaktır.
“Yeni Nizâm-Yeni İnsan” idealinin dâvâcısı ve bu vatandaki inşâcısı olma borcundaki bizlere düşen rol, her sahada zorbalık ve zulme son vererek “fikrin aydınlığı”nı tesis etmek olduğuna ve bu aksiyonun anahtar prensibi de “Kendinden Zuhur” olduğuna göre, ne yapmalıyız?
“Kendinden Zuhur”, fikretmek ve iş yapmak bahsinde sürekli “eşref saat” bekleyerek oyalanmak, yani çürüyüp kokuşmak olmadığı gibi, fî tarihindeki işlerini başa kakarak, sanki “insan olma”nın emekliliği varmışcasına bir köşede “gazi madalyası” yahut keşfedilmeyi beklemek de değildir. Peki nedir? Hepimiz gayet iyi biliyoruz aslında; zikretmeye ne gerek! İş, yalnızca karar alıp, “artık” yapmakta!..
Külliyat; hayat ve fikrin içiçe, girift, derin ve son derece kapsamlı meselelerine çözüm ipuçlarını verirken, bu “zorunluluk” tohumlarını çiçeklendirmek, ağaca ve meyveye tahvil etmek, yetişmek ve yetiştirmek, okullaşmak ve müesseseleşmek, hareketlenmek ve hareketlendirmek ferd ferd bizlerin vazife ve mesuliyetidir. Şartlar mı? “Su keyfiyeti”ni koru da, ister “yağmur” ol, ister “buhar”, isterse “buz”!..
Nizâm, zorunluluk, fikir, müessese, hiyerarşi ve iktidarı “doğru” anlamamıza da bir kapı açması dileğiyle, mevzuun temeline dair ölçüleri İBDA Mimarı’ndan dikkatle dinleyelim:
“Toplum, kendisini meydana getiren insanların aynı ve farklı ilişkilerini paylaşılan ortak duygu etrafında gerçekleştirdikleri yerde ve bu doğrultuda belirmiş usul ve kuralların görüldüğü zamanda vardır... Mensuplarının duygu ve düşüncelerini belirleyen, şekillendiren ve münasebetlerde kendisine uyulması gerekli zorunluluklar yükleyen, hiyerarşinin doğurucusu ve hiyerarşik nitelikteki içiçe yapılar ve müesseselerden meydana gelmiş, örgütlü bir yapı bütünüdür bu.
İlkel toplumdan günümüz toplumlarına kadar bütün toplumların, gaye ve rolleri aynı, özellikle değişik yapılar ve müesseseler içinde müşahede edilebilmesinden hareketle, siyasî fonksiyonun doğurucusu yapı ve müesseselerin tanımına geçersek, her “yapı-bünyevî” oluşun “otoriter” tezahürlerini de görürüz... Siyasî müesseseler, iktidarı zirveden aşağı kademelere kaydırmak için kurulmuş düzenlerdir ve iktidarın iki unsuru birbirinden ayrılamaz:
-“Biri fikir sistemi, ikincisi ise iktidarı elinde bulunduranın iradesini aktaran ve müesseselere dayalı bir yapıdır. Bir fikir sistemi olmaksızın müesseseler kurulamaz ve şüphesiz devam ettirilemez. Müesseseler mevcut olmaksızın da, iktidar doğmaz, uygulanamaz ve genişletilemez. Şuna dikkat edilmelidir ki, bir teşkilâtın kurulması için, bir sistem veya fikir yapısının birinci şart olduğuna inanmak, böyle bir teşkilâtın-fikrin, herhangi bir şekildeki veya herhangi bir kademedeki iktidarın mevcudiyetinden önce geldiğini bilmek gerekir.”
(...)
Aynı şekilde, bir toplumun sosyal yapısı ve müesseseleri içinde rollerini bulan insanlar, bu tesir ve zorunluluklara sadece tâbi olan değil, “insan” özelliği ile aktif bir rol de oynarlar; işte bu rol, “otorite”nin hem mevzuu ve hem de yönlendiricisidir.” (9)
Dilimizin ucuna gelen şu: Mahiyetinin ne olduğu kadar, önceliğinin ne olduğunu da bilemediğin, çevrendekilerle de bu noktalarda anlaşıp paylaşamadığın şeyi yapamaz ve yaptıramazsın.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
[h=1]Aile Havası, Okul Disiplini, Müessese Hayatiyeti[/h]
Beylik bir teşhistir belki ama, hakikat payı da yüksektir; şöyle: “Küçük insanlar, insanlarla; vasat insanlar, hadiselerle; yüksek karakterli insanlarsa fikirlerle meşgul olur!”. Hepimizin çevremizde kolaylıkla müşâhede edebileceği umûmi bir tecrübedir ki, “yüksek-küllî” bir ideali olmayan veya “lafta” varolsa da buna riâyetle her dem fikrî bir meşguliyet içinde bulunmayan insanların tüm uğraşı, “parça” problemler, “küçük” ihtiraslar ve “fâni” insanlardır; nefsî uzlaşma yahut zıdlaşmalardır. Öyledir; kişi bir “fikir”le, mühim bir “vazife”yle meşgul değilse, tüm işi (!), misyonu (!), eğlencesi (!), şahıslar arası itiş kakışlar yahut çerçöp problemlerdir; aslî sorumluluklar dururken, “sorumsuzluk” ve “zamansızlık” cümlesinden ikinci üçüncü derece tutku ve takıntılardır; dağılış ve dağıtıştır. Kendine, kendi içine, kendi işine ve sorumluluklarına dönmeyi başaramayan kişiye, tabiatıyla “dışarıdaki” rakib ve düşmanlarla uğraşmak daha kolay gelecek ve “nefs” gibi aslî bir düşmanın içinde bulunduğunu farketmek işine gelmeyecektir. Varsa yoksa “dışarısı” ve “dışarıdakiler”; “Ah onlar olmasaydı neler olurdu?”. Pekiyi, “Tek başına sen varsın da neler oluyor, neler halloluyor?” sorusunun cevabı?.. Varlık sebeb ve hikmetini, başkasının varlığına, başkasının hatalarına “muhalefet”e yaslama tesellisi...
“Daha iyi ve daha fazla ne yapabilirim; neyi nasıl üretebilirim?” sorusunu vicdanına sormaksızın, önceliği buna vermeksizin, “Daha fazla ne alabilirim, neyi nasıl tüketebilirim ve çıkarımı zedeleyen rakibler, faktörler, düşmanlar nelerdir?”, problemi(!)ne ömrünü adayış... “Neyi ibdâ ve inşâ edebilirim?” şiârını terkedip, tüm potansiyel ve eforunu “Neyi yağmalayıp, kimi imhâ ve tahrib edebilirim?” şeytanî zevkine hasrediş... Şan, şöhret, mevkî, para, kadın, cinsellik vb. tutkuları hayatının merkezine koyuş da, hep bu nevîden...
Genelden biraz daha özele inersek; meselâ “aile” olmanın “çocuk yetiştirme” misyonuna bitişikliği ve bu sorumluluğun onun varlık şartı, müesseseyi tesis eden “zorunluluk” olduğu umursanmaz da, ailevî problemler (!), “sevdi sevmedi, yan baktı düz baktı, uyuştu uyuşmadı...” türü tâlî didişmeler ve sahte idealler çerçevesinde dönüp durur. Çoğu durumda, “aile”nin gayesinin “karı-koca”nın “nefsî-fânî” hususiyetlerinin üstünde bulunduğu farkedilmez pek. Kupkuru bir romantizm, yersiz idealleştirmeler veya lüzumsuz karakter tahlilleri (!) alır başını gider ve aile müessesesi dağılmanın eşiğine gelir. Üstelik, bir evin hakkını veremeyen, sorumluluklarını yerine getiremeyen kişi, ikinci bir ev, ikinci bir eş derdine düşer bazen. Sorumsuzluğunu katmerlendirip tüy dikmek istercesine!..
Bir ibret levhası hâlinde, Mütefekkir’in bu bâbda bizlere ihtarı şudur: “Çocuğunuz varsa, geçinememek gibi bir mazeretiniz yok!”
Diğer bir örnek: Bir ideal, bir fikir, bir gaye, bir iş etrafında kenetlenerek başlamış nice “seviyeli” dostluklar vardır ki, zaman içinde, bu beraberliklerinde, idealin, o zorunluluk ve sorumlulukların “tâyin edici” güç ve kıymeti erozyona uğrar. Yakınlık ve samimiyet “aksiyon” gereği olmaktan çıkar da, bir nevî “alışkanlığa” istihâle eder. Tehlikeli bir seviye düşmesi, gayenin gözden kaçması ve fikir dostluğunun “aile havası”nda gözlenen ve doğrusu belki en çok da ona yakışabilecek teklifsizlik, gevşeklik ve kayıtsızlığa dönüşmesi müşahede edilir. “Hakikatin hatırı” ve “zorunluluk ölçüsü” unutulmaya yüz tutar da, “ahbabçavuşluk” yahut “nefsî didişme” köşebucağı sarar. Oysa o ideal, ne ahbabçavuşluk ne tümden zıdlaşma hakkı vermektedir bağlısına. Ölçüsünü yitirmiş böylesi “aile havası”nın verimi iyilikler kadar, mahremiyete âşinâlığın farkettirdiği zaaflar da, ne dostluğun ne düşmanlığın mihengi yahut bahanesidir tek başlarına. Burası, ya incir çekirdeğini doldurmaz kıymetlerle hayâlî sarayların inşâ edildiği yahut pire için taşkın bir hiddet ve şehvetle yorganların ateşe verildiği yerdir. “Aile havası” derken, biraz da “günümüz” ailesidir ölçümüz. Ayrıca, “aile” müessesesinde, karakterlerin “teklifsiz” bir rahatlık ve serbestiyet içinde kendilerini ifâde edebilmeleri hususiyetine atıf yapmış olduk ki, kendi başına menfî bir durum da değildir bu. Eksiğimiz ve fazlamızla, gücümüz ve aczimizle bir “beşer” oluşumuzun en tabiî tezâhür beşiği ve sığındığımız en temel “beşerî” sığınak, barınak... Beşeriyet “yuva”mız... Her durumda olduğu gibi, “samimiyet” laçkalığa ve umursamazlığa döndü mü, ne aile kalır ortada ne başka bir şey...
Ailenin rolü, misyonu ve faziletini izaha teşebbüs abes. Fakat aileden kopmadan, onun çıkarsız sevgi ve yetiştirme hususiyetinin değerini alçaltmadan, bir başka vazifesi daha vardır “idealist”in: İdealinin gözettiği seviyeyi ve seviyeli dostlukları temin ve tekâmül ettirmeyle beraber, idealinin hayata tatbikini mümkün kılan “okul disiplini” ve “müessese hayatiyeti” içinde, sorumluluklarının gereğini ifâ!.. Ve bu “seviye”yi hem öz ailesinde tutturmaya bakmak, hem de şahsî veya işe müteallik dostluklarının “aile havası” içinde de itinayla koruyup yükseltmek!..
“Disiplin”, nizâmın geniş, derin ve kapsayıcı anlamına nazaran daha “dar” ve “şeklî” bir düzene işaret edici olsa da, “kanun ve nizâmların tam hâkimiyeti, zabturabt”demektir ki, şu âna kadar söylemeye çalıştıklarımıza nazaran, “disiplinsiz” kişiye, “zorunluluk-sorumluluk” bağından sıyrılmış olması hasebiyle, rahatça “ahlâksız” da diyebilirsiniz.
Disiplin, “ahlâklı insan” olmanın ifâdesidir ki, ahlâkî “zorunluluk-sorumluluk” duygusunun önce kalbinde yeretmesiyle beraber, bunun telkin ve tâlimini; bu ölçülere itaatin gözetilip çevrede de murakabe edilmesini; davranışlarda melekeleşmesinin teminini; aile, okul ve müessesenin “herbirinde herbiri” bulunan bir seviye kazanması aksiyonunu; plânlı ve programlı çalışmayı; fikrin mayalanıp kıvam bulmasını; kısaca, “pişme”yi, olma ve oldurmayı kuşatır “anahtar” bir mefhumdur aynı zamanda. Fikirde, sanatta ve aksiyonda disiplin!..
André Maurois’in, hayat içinde “insan”ı ele alan ve herkese tavsiye edebileceğimiz “Duygular ve Âdetler” adlı güzel eserinden, bu bölümdeki merâmımıza ışık tutucu birkaç pasaj:
“Bir gezintide yürüyüş hızı nasıl en ağır yürüyene göre ayarlanırsa, bu gibi ailelerde de hayat en değersiz olanlara göre ayarlanır. Feragat mi? Evet, fakat aynı zamanda ruhî hayat seviyesinin de düşmesi demektir. (...) Bu tehlikeyi önlemek için aileyi insaniyetin ibdâ ettiği en yüksek eserlerle devamlı bir surette temas halinde bulundurmalıdır. Hepsinin samimiyetle inandığı bir din, sanat sevgisi (bilhassa müzik sevgisi), müşterek bir siyasete inanış, birbirinin yardımına dayanan işler, bir ailenin seviyesini yükselten şeylerdir.
Aile, fertlerinden birinin istisnaî bir değeri olduğu zaman, bunu kolay kolay ciddiye almaz. Bu ne düşmanlıktan, ne de kıskançlıktan, sadece onu başka bir zaviyeden görmeye alışmış olmasındandır. (...) Tolstoy’un karısı, kocasının dehâsını kabul ediyor, çocukları ona hayran oluyor ve onu anlamaya çalışıyorlardı. Fakat kendileri istemese de, kadın ve çocuklar onu, büyük bir yazar kabul etmekle beraber, sabit fikirleri, gülünç tarafları ve saçma hareketleri olan tabiî bir insan olarak görüyorlardı. (...) “Aile dehâyı inkâr etmezse de, ona gösterdiği saygı şekliyle değerini azaltır.”(...)
O hâlde ailede eşitlik taraftarı bir kifayetsizlik, fikir üstünlüğünü kabul etmeyiş vardır. İşte, aileye karşı baş kaldırmaları, bu duygu izah eder. (...)
Aileden kaçmak, yani önce tabiî, sonra iradî olan ve bizi ailemize bağlayan bağları bırakmak demek bence daha az tabiî olan başka bağlara koşmak demektir. Çünkü insan yalnız yaşayamaz. Bu, manastıra, edebî âleme kaçmaktır ki, onların da kendilerine has müsamaha, esaret ve kayıtsızlıkları vardır, veya sadece Nietzsche gibi, çılgınlığa doğru gitmektir. “Başıboş ruh mücerret fikirler arasında mahvolur.” Marc-Aurele’in çok güzel bir şekilde söylediği gibi marifet günlük olaylar dışında büyük olmakta değil, fakat bulunulan yerde büyük kalmaktadır. Aile hayatından kaçmak kolay, fakat boş ve yersiz bir harekettir. Asıl güç ve güzel olan şey, aile hayatını değiştirmek ve yükseltmektir. (...)
Karakter daha hayatın ilk aylarında teşekkül eder. Doğumdan bir yıl sonra, ya bir disiplin tanıyan veya hiçbir disiplin tanımayan bir insan yetiştirmiş olursunuz. Şu sözü daima duyarım, (ben de sık sık söylemişimdir):
-İnsanın çocukları üzerindeki tesiri az oluyor; karakterler neyse odur, elden birşey gelmez ki!
Evet ama, çok defa ilk terbiye ile bu karakterler baştan şekillendirilebilir; hem de akla en az gelen bir terbiye ile, çocuğa daha ilk günlerden başlamak üzere bir nizam itiyadı vererek. Çünkü disiplin tanımayan çocuk acı çekmeye mahkûmdur. Hayat ve cemiyetin değişmez kanunları vardır. Herkes kendi yolunu açar, hem de zahmetle, bıçak ve balta ile, sabır, feragat ve metanetle. Şımarık çocuk ise, yalan ve hayâlî bir âlemde yaşar...” (10)
Şübhesiz, aile, okul, dostluk, müessese ve toplum bünyesinde bir fikrin mayalanması ve kıvamını bulması, çocuk saffetinin biricikliği bir yana lâkin, “pembe pancurlu evimizde bigudili kızlarımız olacak!” türü biraz da “çocuksu” hayâllerle birebir örtüşmez. Her aile ve insan muhitinde görülebilir eksiklik, aksaklık, dargınlık ve hastalıklarla, “araz ve arızalar”la atbaşı yürür bu zevkli, ama bir o kadar da zorlu süreç. “Küçük Prens”in yazarıAntoine de Saint-Exupery’nin işaret ettiği kazancı doğurur ama bu:
“Hayat, bize bütün kitapların öğrettiklerinden daha çoğunu öğretir. Çünkü hayat, bize karşı direnir. İnsan, ancak engellerle karşılaşıp onları aşmaya çalıştıkça kendini tanıyabilir.” (11)
Fikir, “masabaşı spekülasyonları”ndan doğmaz; hayattan devşirdiği muhtevâyla biçimlenir, zenginleşir, billûrlaşır ve ayakları sağlamca yere basan bir “nizâm fikri” olarak kendini hayata teklif eder. André Maurois şu ifâdelerinde haklıdır:
“Tecrübe aşılanmaz. Her insanın her çağı yaşayarak geçmesi, “fikirlerin ve çağların” beraber tekâmül etmesi gerekir. Öyle faziletler vardır ki vücudun ihtiyarlığına bağlıdır; hiçbir söz, hiçbir öğüt onları bir gence öğretemez. (...)
Tecrübenin bir değeri varsa, o da bir acı mukabilinde elde edilmiş olmasındandır. Bu acı tarafından vücuda kakılmış olan tecrübe, vücutla birlikte fikri de istediği kalıba sokmuştur.” (12)
Meselâ, “zorunluluk-sorumluluk” şuurunun yeretmesinde bile, belki “iş yapanın hatası da olur!” deyişindeki gibi, “iş içinde eğitim”le de bir yönden irtibatlandırılmak üzere, birtakım sorumsuzlukların sonradan idrakının mühim payı bulunabilir. Kimbilir, çocukluğumuzda hepimizin farklı şiddette de olsa geçirdiği ve bir kısmımızın az bir rahatsızlıkla atlatıverdiği “çocukluk hastalıkları”na benzer şahsiyet dalgalanma ve taşkınlıkları da, belki bizi sıçratan “oluş zorlukları” cümlesindendir. Ancak, şayet sözüne itibar edilen ve zorunluluklara “ayna” olan büyükler veya fikir hiyerarşisinin büyükleri yoksa, şimdiye dek gereğini vurgulamaya çalıştığımız okullaşma ve müesseseleşme bulunmuyorsa, basit sayılabilecek bir rahatsızlık dahi kansere ve hatta ölüme sebebiyet verebilecek mikyasta ilerleyebilir.
Fikre tâlib olanlara ve fikir işçilerine baştanbaşa “tecrübe ve ibret sahnesi” olan,Emile Zola’nın “Eser” adlı romanını, Mütefekkir’in bizlere tavsiyesi olarak sizlere de bu vesileyle nakletmiş; ve yine André Gide’in “Günlük” isimli eserini de benzer bir fonksiyonu temine yardımcı olacağına kalbten inanarak hararetle tavsiye etmiş olalım. Yeri geldi mâdem, Gide’nin “fikre tâlib” olanlara yaptığı bazı tavsiyeleri de hemen aktaralım:
“a) Ölümün pek yakın olduğu düşüncesi.
b) Rekabet; çağının ve başkalarının veriminin doğru olarak bilinmesi.
c) Yaşı hakkında yanlış bir fikre sahib olmak; büyük adamların biyografilerinin kıyaslanması yoluyla teşvik. (...)
e) Bugün yapılan işin dünkü işle kıyaslanması; ve birim olarak en çok çalışılmış olan gününkünü almak; şu yanlış muhakemeye kanmak; bugün gene o kadar iş çıkarmama hiç engel yok.” (13)
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com

[h=1]Deri Değil, Kemik Değiştirme Zorunluluğu[/h]
Hem vatanımızı hem dünyayı bekleyen mahşerî kaosa doğru doludizgin bir gidiş varken, tek kurtarıcı alternatif ve anlayış olarak nizâmımızın derinlik ve zorunluluklarına nüfûz ve bu yolda kondisyon kazanma, form tutma, ideolojik formasyona “artık” girme gereği, istidadlı arkadaşlar bakımından zarurî, tüm arkadaşlar bakımındansa asgarî mikyasta da olsa ertelenemezdir. “Deri” değiştirmek değil de, sanki “kemik” değiştirmenin gerektiği şartlardayız; “ya yeni hâl ya izmihlâl” çağı!.. Ve oyalanacak bir zaman ve zemin, sürekli mazeretlerinin kabulünü uman “kâfir nefs”e tanınacak bir prim göremiyoruz bu yüzden. O kadar çok iş var ki ve bunların altından kalkacak o kadar çok sayıda “kalifiye-keyfiyetli-ehliyetli” işçiye ihtiyaç var ki! Fikirde, sanatta ve aksiyonda!..
Vazifenin azameti ve kapasitemizin yetersizliği karşısında boğulma ve bunalma hissi duyabiliriz elbette. Fakat bu, hayata artık yeni bir gözle bakmanın ve yepyeni bir formasyon kazanmanın doğum sancısıdır. “Çaresizlik hissi”, sorumluluğu uyanmış bir vicdan ve istidaddan yükselir sanırız ki, “liyakat”e giden eşik belki tam burada başlar. “Oluş şartı” olarak, “Tekâmül, eksiğini idrâkla başlar!” diyor ya Mütefekkir!..
Olana ve yetişene kadar, ki ne kadar uzun bir süreç ve cehd istediği âşikâr, boş mu duracağız? Elbette ki hayır. Ders alınması gereken düsturu İBDA Mimarı’ndan dinleyelim ve gereğini yapalım. Yapacaklarımız, zorunluluk ve sorumluluk şuurundan aldığımız payı, ahlâkımızın derecesini gösterir olacaktır besbelli:
“Herkes şunu içine sindirmelidir: Bir şeyi ortaya koymak kadar, onu yaygınlaştırmak, onunla bir mevzuya sarkmak, onu davranış halinde kendine maletmek ve onu kafalarda billurlaştırma mânâsına tahkim etmek de “birşey” yapmaktır. Birşey yapmış olanı silmek ve onun “gibi”si olmak değil...” (14)
“İlâhî takdir neyse, o olur; bu ayrı bir dava... Ama... İnsanın fiilinden mesul olma hakikati çerçevesinde, bir de eğer o menfîlikler olmasa neler olabileceğini hayal etmek lâzım... Öyle miniminnacık şeylerden kafdağı boyu faydaların gürültüye gittiğini anlayan adam nerde? İşte o adamlar nerdeyse, kurtuluşumuz da orda!..” (15)
Böyle olan tüm gönüldaşlara saygı ve şükran!..
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
İBDA Mimarı’ndan...

“Her mevzuda tek kelimeyi bile mihenge vurucu bir dikkat, itina, zekâ; ve eriten, erdiren AŞK!.. Allah ve Resulüne bağlı olmanın aşkı, bu aşkın diyalektiği... “Esas”a bağlı muhtevanın temini gayesi olarak bizzat “nizam” aşktan; aşk ister!..” (16)
“Her hareket, vazifenin yerine getirilmesi doğrultusunda iradenin seçme yapabilme özelliğini gösteren hürriyetin gerçekleştirilmesi demektir; hürriyet, varolmak için yapmak zaruretinin yerine getirilişidir!.. Netice olarak: İlk düşünceyi ilk emirle alan ve yapması gerekeni – vazifeyi öğrenen, İlâhî ölçüyle bildirildiği üzere “Ruhu, Rabbin emrinden” olan insan, zorunluluğa uygunluğunca hür, bunu gerçekleştirdiğince vardır... Kul plânında mutlak hür, Sevgilisi!.. Kâinatta herşey Allah’ın aksiyonuyla gerçekleşerek hedefe akıyor; “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak” görevini yüklenen insan, bunun ölçülerine sahip olarak davranışlarda bulunuyor, uygunsuzluğunca tersinden gerçekleştirici oluyor ve netice olarak, ne yapıyorsa yapıyor Allah’ın dediği oluyor... Hangi nizâm, niçin nizâm, hangi ahlâkla?.. Anlıyorsun değil mi?.. “Yazmak mı yaşamak mı, düşünmek mi yapmak mı, hürriyet mi zaruret mi?” diye soranlar, önce sümüklü çocuk ağzını bırakıp, meseleleri temelden kavramaya çalışsın: ve tabiî ki, Allah ve Resûlüne itaatle... Temelin temeli bu; yoksa herşey tavuk ve yumurta hikâyesine döner, “o mu ondan, o mu ondan?” diye...” (17)
“Meselâ bir işde, bir nizâmsızlığın meydana getirdiği tek dakikalık gecikme, bir daha işin sonuna kadar devam edecek, belki de telâfi edilemeyecek neticelere yol açacaktır.” (18)


[h=1]Kaynaklar:[/h]
1- Aktaran: Melih Âşık, Milliyet Gazetesi, 8 Kasım 2001
2- André Gide, Günlük, (Terc: Fuat Pekin), MEB Yay., 5 Basım, İstanbul 1997, s. 74, 80, 81
3- Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye-, İBDA Yay., İstanbul 1994, c. 6, s. 498
4-Salih Mirzabeyoğlu, Hukuk Edebiyatı-Nizam ve İdare Ruhu-, İBDA Yay., İstanbul 1989, s.53
5- A.g.e., s. 39
6- A.g.e., s. 41
7- Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 6 Basım, İstanbul 1982, 2. 372
8- André Gide, a.g.e., s. 9, 10
9- Salih Mirzabeyoğlu, Bütün Fikrin Gerekliliği-İktidar Siyaset Hareket-, İBDA Yay., 2 Basım, İstanbul 1990, s. 39, 40, 42
10- André Maurois, Duygular ve Âdetler, (Terc: Vahdi Hatay), Remzi Kitabevi, 2 Basım, İstanbul 1960, s. 56, 57, 58, 59, 60, 61
11- Saint-Exupery, Küçük Prens, (Terc: Tomris Uyar, Cemal Süreya), Can Yay., İstanbul 1987, s. 4
12- André Maurois, a.g.e., s. 68
13- André Gide, a.g.e., s. 42, 43
14- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız-Temel Meseleler-, İBDA Yay., 3 Basım, İstanbul 1993, s. 43
15- Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye-, İBDA Yay., İstanbul, c.3
16- Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa –İntibâ ve İlham-, İBDA Yay., 2 Basım, İstanbul 1989, s. 48
17- A.g.e. s. 51, 52
18- A.g.e. s. 52


 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53

“Zorunlu, zorunluluk, zarurî, zaruret, gerekli, gereken, vâcib, lâzım, olması gereken”

Nizâm: Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış. İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide. Bir işin sebat ve kıvamına sebep olan şey ve hâlet...”

“Tekâmül, eksiğini idrâkla başlar!”

“Herkes şunu içine sindirmelidir: Bir şeyi ortaya koymak kadar, onu yaygınlaştırmak, onunla bir mevzuya sarkmak, onu davranış halinde kendine maletmek ve onu kafalarda billurlaştırma mânâsına tahkim etmek de “birşey” yapmaktır. Birşey yapmış olanı silmek ve onun “gibi”si olmak değil...”

“Meselâ bir işde, bir nizâmsızlığın meydana getirdiği tek dakikalık gecikme, bir daha işin sonuna kadar devam edecek, belki de telâfi edilemeyecek neticelere yol açacaktır.”
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt