[h=3]V. Bölüm:
ÇOCUKLUKTAN ERKEKLİĞE:
KRAL, SAVAŞÇI, BÜYÜCÜ, ÂŞIK
[h=4]Zorunluluk, Sorumluluk ve Çocuk[/h]
Bu yazımızın sâiki şu: Sevdiklerimiz, çevremizdeki, cemiyetimizdeki insanlar, acı çekiyor, ruhen ve fikren dağılıyor, benlikleri bir ihtiras ve heyecan kaosuyla cadı kazanı gibi kaynıyor, herbiri kendi yönüne çeken parça ilgi, bilgi, sevgi ve dürtüler; ruhî, fikrî, ailevî, meslekî, içtimaî vs. muvazeneleri altüst ediyor. Kısacası, insanlar "toparlanamıyor" ve mütemadiyen parçalara dağılıyor, savruluyor. Ve kendisi gibi, çevresini de ifsad ediyor. Acı ve fâcialar müştereken paylaşılıyor. Çocukluğumuzdan bu yana, belki hepimizin benzerlerini yaşadığı türden dağınıklar ve kaotik dalgalanmalar... Şayet “Yeni Nizâm” ve “Yeni İnsan” idealini yükseltiyorsanız, bu idealin nefsinizde ve fertlerde mayalanması gereğini farkediyorsanız, elbetteki “nizâm”ın ferdde ve cemiyette “zorunluluklar-prensipler” etrafında bir toplanma, toparlanma ve bütünleşme duygu ve yapısı gerektirdiğini de idrâk ediyorsunuz demektir. “Yeni İnsan” örneği hâlinde, kadın ve erkeği, “aslî” keyfiyetlerini kazanma ve sorumluluklarını yüklenmeye dâvetle, ideal önündeki kapasitenizce bunun yolunu gösterme gereğini de!..
Çocukların "sorumsuz-mesuliyetsiz"liğinden dem vurulur ya sık sık, hani hiçbir kural tanımadan keyfince oynamak ve dağılmak isteğinden, işte bugünkü neredeyse tüm kaotik duygu, düşünce ve davranışlara damgasını vuran hastalık ve yetersizlik de bu olsa gerek: Sorumsuzluk ve dağınıklık!.. Varlığın, varlığının, hayatın ve hayatının mânâ ve gayesini bilmeyiş, bütünleştiremeyiş, hayatında tatbik edemeyiş ve bilse de davranışlarında umursamayış, hatta kötüye kullanış... İdeali; "küllî" ve "değişmez" prensipler bütününü ifâde eden aslî hayat gayesini, "organik-nefsî-parçalı-değişken" ihtiyaç, çıkar, fayda ve dürtülerin emrine vererek bir yerde "insanlık"tan çıkış... Çocuk, kendi çağına yakışanı yapmasıyla belki hepimizden fazla insandır, lâkin yaşça büyüse de hep çocuk kalan ve çocukça davranan "sorumsuz"sa, artık başka sınıftan. Yaptığı, son haddiyle yakışıksız; kendi çocuklarından başlayarak başka "insan"ları da "insanca" var etme ve varoluşu onlarla paylaşma, rehber ve örnek olma sorumluluğunu yerine getiremeyişi sebebiyle de, son haddiyle suç!.. Doğrusunu isterseniz, büyüyemeyen bu koca çocuğun belki en büyük zararı da kendine; şimdi veya sonra, kat be kat çıkar zaten acısı!..
Sorumsuzun en başta tanımadığı en büyük suçuna gelince... Dünyada "alacaklı-evsahibi-sorumsuz" değil, "borçlu-kiracı-sorumlu" olarak bulunduğu ve "benim dediği ne varsa hepsini başkasına borçlu" olduğu için, hayatının tümünün bir "borç ödeyiş" vazifesine, faziletine ve bunun zevkine hasredilmesi gereğini idraksizlik ve umursamayıştır herhâlde bu suç.
Şahsın varlığı, "kendinden menkûl" değil; "Zorunlu Varlık"a, "Mutlak Varlık"a nisbet ve izafetle... Bilgisiyse, "Mutlak Fikir"e, "Küllî Ruh" ve "Küllî Mânâ"ya nisbet ve izafetle... Zorunlu`ya tâbîlik ve O`na daimî sorumluluk; O`nun vaz`ettiğine nisbetle herkes ve herşeye sorumluluk da bundan; herkes ve herşeyde O`nun "âyetleri"!.. Herkes ve herşeyde O`na dönük istikameti görüp "seçme", kalben "isteme" mükellefiyeti ki, "iman" da bu değil mi?.. Çokluktan birliğe sıçrama, kendini aşma marifeti... Me*âlen “Âlemin insan, insanın O`nu bilmek için yaradılışı” hikmeti... O ki, "Vâcibü`l Vücûd" olan;"Varlığı Zarurî-Zorunlu olan, Vücûdu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan"...
Mütefekkir`in çerçevelediği tarzda sezilmek üzere bir "zorunluluk-vâciblik" ki, meâlen şöyle: "Hiçbir sebebin zorunlu kılmadığı ilk sebeb, hür sebeb Allah ki, sebeb mefhûmunu halkeden de O!"... O`nun iradesini hiçbir şarta bağlayamadığımız gibi, âlem üzerindeki hiçbir belirişten ayrı da tutamayız. Ve zorunluluğu zorunsuzluklardan ayrıca idrak, Zorunlu`yu seçme ve O`na bağlanma istidadı, bizdeki "hürriyet"e nişâne!.. "Ahlâkî zorunluluk" da "şartsız" bir itaat taleb eder etmesine ama, neticesine katlanmak üzere, dileyen itaat etmeyebilir; öyle değil mi?.. Diğer canlıların "mesuliyetsizliği-sorumsuzluğu", başka türlü seçmek ve davranmak iktidarından mahrum oluşlarından!.. Olacağını "kendi seçerek" oluşturan insan, seçimiyle ya "var"lığa ya "yok"luğa dönük; ya "zorunlu-geçip gitmez"e ya "fânî-geçip gider"e... Âleme dönük her "ahlâkî fiil"imizin de böyle bir "çift yönlü" vasfı var: Muhtevâsı fânî olanda "fânî olmayan" hakikati kalben taleb etmek, bunun duygusunu, "zorunluluk" ve "sorumluluk" duygusunu yaşamak!.. Hatalarımızı tashih edecekler için, aslı İBDA fikriyatında!.. İşte İBDA Mimarı’ndan, “Necip Fazıl’la Başbaşa”dan, bahsi vuzuha kavuşturucu bir ölçü:
“Dikkat et; kendi kendini izâh eder gibi kullandıkları, “Mutlak Hakikat” kutbuna bağlanması gerektiğini anlamadıkları “tabiat kanunu” ve “fizik kanunu”, “vazife-mükellefiyet” yüklemeyen “zorunlu” kanunlardır. Şayet insan davranışlarının hayvandaki içgüdü sınırından ayrı olarak şuur –yani seçme yapabilme özelliği- içinde bulunuşu ve “ahlâkî keyfiyet” belirtmesi gözönünde tutulursa, “kime ve neye göre?” sorularının cevabı, uyulması gereken “ahlâkî kanunları” gösterir. Uyulması gerekenden bahis, uyulmayabileceği mânâsını da kuşatır... Burada ortaya bir mesele çıkmaktadır: İnsanın da içinde bulunduğu kâinatta, kâinatı bütünüyle kuşatıcı kanunlar insana hükmünü hakim kılıcı mahiyette ise, insan davranışları hür değildir ki, bu, insanın şuurlu ve seçme yapabilen varlık oluşuna terstir... Öte yandan; insanın da içinde bulunduğu kâinatta, hareket, davranış ve hadiseler arasındaki ZORUNLU sebep-netice ilişkisi kabul edilmezse, “illiyet-sebeplilik” bağının olmadığı yerde bizzat sebep ve netice yoktur ki, “varlık, yok!” mânâsı çıkar... Öyleyse?.. Kâinatta her hareket, oluş ve davranış bir sebebe “bağlı” olduğuna ve her sebep bir netice belirttiğine göre, geriye gidişte varılacak “ilk sebep”, başka bir sebebin “zorunlu” kılmadığı “hür” bir sebeptir ki, sebep mefhumunu da halkeden Allah’tır... Hür sebep, kul plânında başkası olmadan başkası için olmanın zirve noktası olarak, mahlukun kendisinde tükendiği Allah Sevgilisinde tecelli ediyor...”
Kısaca formüle edebiliriz sanırız: "İman" ve İslâm"la mükelleflik "akıllı" olmakla, "küllî-zorunlu" olanı farkedebilici "temyiz" hassasına mâlikiyetle, böylece "yetişkin"liğe geçiş imkânına, "zorunluyu seçme" hürriyetine sahib olmakla başlar. Zira bu insan, "zorunlu"yu kalben ve fikren idrak iktidarında olduğu için, artık "sorumlu-mesul"dur; "borç ödeme"ye başlama vaktidir. Allah`ın kendisine kefîl olduğu ve kâinatın bir "anne" gibi bağrında büyüttüğü çocuksa, henüz "zorunlu"yu akletmek ve zıddını tenkid etmek iktidarında olmadığından, yetişkinlik çağına dek, yaptıklarından "sorumsuz-mesuliyetsiz" kalır.
Zorunluluğun bir mânâsı da, bir şeyin tâbî olduğu "küllî" kanun demek olması; olanın, bilinenin ve yapılanın "mânâsı" yahut "gayesi"; ilke, kategori, prensip, kâide, esas vs. derken, çoğu defa böyle bir "zorunluluk"tur kasdımız... "Mutlak Hükümler-Nasslar" bir yana, Zorunlu Varlık`a nisbetle "zorunsuzluk"lara, "imkân ve ihtimâllere açık" olsa da, "geçerlik ufku" olarak böyle sayısız tecrübî ve ideal mahiyette "kanun" tanır, bilir ve temin ederiz. "Mutlak Zorunluluk", değişmez, değiştirilemez, "hiçbir şarta bağlanamaz" ve başka türlü olamaz demektir bir anlamda; oysa yaşadığımız âlemin hususiyeti, her ân değişir ve değişebilir "eşyâ ve hâdiseler" zaman ve zemininde akışı. Öyleyse, realite zımnında "mutlak" değil, "izafî zorunluluklar-kanunlar"dan bahsedebiliriz en fazla. Ve tümünü "Mutlak Kanun"da fânî görürüz "ilk prensibe ircâ" yolunda...
Fakat realiteye ışık tutup yol gösteren, prensipleri sayısız insanın "tecrübe"sinde kavranılmış ve başlangıcında yahut nihâyetinde Mutlak Kanun`da, "Bir Kanun"da fânî olan bu beşerî cehdin "kazancı-verimi" kanunlara, varlığın bu mânâlandırmalarına, "nisbî-izafî" de olsa bu "zorunlu" kanunlara iltifat etmeyiş, iltifat etmeyeni ve çevresini çarpar en başta.
Yine de hatırlatalım ki, meselâ "zorunlu" addedilen "tabiat kanunları"nın bu vasfı dahi, "belli sayıdaki" tecrübenin bir noktada "aklen" kutublaşmasına dairdir ve onlarda bile "zorunsuzluk-hürriyet-başka türlü de olabilirlik" imkânı olarak, Emile Boutroux’un ifâdesiyle "Üstün Müdahaleci"nin "Mutlak Hür İrade"si her dâim tecellîdedir. Meâlen,"Dilediğini dilediğince eyleyen Allah!"... Ancak biz kullara düşen, "aslî" zorunluluklarla zıdlaşmadan ve onlara "ircâ" edip "muvazene" kurarak, bahsettiğimiz "nisbî" zorunluluklara, böylesi "tabiî ve içtimaî kanunlar"a, bu "vesile"lere tutunmak yine de!.. O`nun tecellîlerinden, iman ve "bağlı akıl-selim akıl"la, O`na yol bulmaya bakmak!.. İslâmî olanla İslâm dışı olanı; "Varlığın Birliği"ni tasdik ama zıdları "tenzih" idrakıyla birbirinden ayırdedebilmek ve "at gözlüğü" takmayı "takvâ" addetmemek...
İlgilisini, "zorunluluk" ve "zorunsuzluk" bahsinin kimi inceliklerini takib bakımından,Emile Boutroux`un "Zorunsuzluk Doktrini"ne istikametlendirebiliriz. (1) Mümkün hata ve eksiklerimizi orada tashih için...
Biz tekrardan, "nisbî-izafî" de olsa, realitede yolumuzu kaybetmememize "vesile" olan bu "zorunlu-küllî" kanunlara dönelim. Hani "yıldırım" gibi; yıldırımın hangi mevsim ve mevkî şartlarında yeryüzüne düştüğüne dair -zorunluluğu izafî de olsa- "kanun"ları umursamayıp, ailenizi yahut dostlarınızı yağmurdan korumak için onları bir ağacın altına götürürseniz, kendinize ve sevdiklerinize büyük geçmiş olsun!.. Bugün ferdleri, aileleri, toplumları ve insanlığı yakıp kavuran "kaotik yıldırım"ların, parçalanmanın ve yabancılaşmanın en mühim sebeblerinden belki en başta geleni de, işte, yazımızın mihrakını oluşturan şu nokta:
"Çocuk"ların, varlığın mânâsını "kendinde" bilip bütünleştiren bir "insan" olarak "yetiştirilemeyiş"i!.. Asıl tuhaf olan ise, "çocuk"ları yetiştirebilecek ne bir "yetişkin"in ne de bir "yetiştirici-bütünleştirici" FİKİR`in, aile ve toplumda hemen hiç varolmayışı!..
İstisnâlar kaideyi bozmaz ve bunun, bugün "dünya çapındaki" müstesnâ temsilcisi, artık tüm okuyucularımızın malûmu. Bağlısı ve tâlibi olduğumuz, bunun cehdinde olduğumuz ideal ve ideoloji...
Kimseye faydası dokunmaksızın, "meyve vermeksizin", kupkuru yaşatılmaz bir meyve ağacı; şayet böyleyse, çoğu kesilmek ve yakılmaktır sonu. Ağaç, dış şartlara belli bir bağımlılıktan dolayı meyve veremezse, bakımı yapılmaz ve yağmur almazsa, bundan sorumlu değildir şübhesiz. Fakat insan, eğer insansa, "dış şartlar" ne olursa olsun, "şartsız olarak" ruhundaki sonsuzluk tohumunu beslemeyi, filizlendirmeyi, dallandırmayı, çiçeklendirmeyi ve meyvelendirmeyi seçme, öğrenme ve öğretme "hürriyet"ine sahib değil mi? "İman" istidadını kim sökebilir kalbinden?.. "Seçme" şansı varsa, zorunluluğun şuuruna varmak gibi bir "hürriyet"i ve demek ki "sorumluluğu" da var. Şuurlanmak ve ayakları üzerinde doğrulmak için, kendini tanımak ve "şahsiyet" olmak için, ebeveyninin ve çevresinin "dış desteğine" ihtiyaç duyan çocuk gibi mâzur görülmek ve yaptığı çocukluklara gözyumulmasını beklemek hakkı yok onun! Kendisi büyümeyen, çocuğunu nasıl büyütebilir ayrıca?..
[/h]
ÇOCUKLUKTAN ERKEKLİĞE:
KRAL, SAVAŞÇI, BÜYÜCÜ, ÂŞIK
[h=4]Zorunluluk, Sorumluluk ve Çocuk[/h]
Bu yazımızın sâiki şu: Sevdiklerimiz, çevremizdeki, cemiyetimizdeki insanlar, acı çekiyor, ruhen ve fikren dağılıyor, benlikleri bir ihtiras ve heyecan kaosuyla cadı kazanı gibi kaynıyor, herbiri kendi yönüne çeken parça ilgi, bilgi, sevgi ve dürtüler; ruhî, fikrî, ailevî, meslekî, içtimaî vs. muvazeneleri altüst ediyor. Kısacası, insanlar "toparlanamıyor" ve mütemadiyen parçalara dağılıyor, savruluyor. Ve kendisi gibi, çevresini de ifsad ediyor. Acı ve fâcialar müştereken paylaşılıyor. Çocukluğumuzdan bu yana, belki hepimizin benzerlerini yaşadığı türden dağınıklar ve kaotik dalgalanmalar... Şayet “Yeni Nizâm” ve “Yeni İnsan” idealini yükseltiyorsanız, bu idealin nefsinizde ve fertlerde mayalanması gereğini farkediyorsanız, elbetteki “nizâm”ın ferdde ve cemiyette “zorunluluklar-prensipler” etrafında bir toplanma, toparlanma ve bütünleşme duygu ve yapısı gerektirdiğini de idrâk ediyorsunuz demektir. “Yeni İnsan” örneği hâlinde, kadın ve erkeği, “aslî” keyfiyetlerini kazanma ve sorumluluklarını yüklenmeye dâvetle, ideal önündeki kapasitenizce bunun yolunu gösterme gereğini de!..
Çocukların "sorumsuz-mesuliyetsiz"liğinden dem vurulur ya sık sık, hani hiçbir kural tanımadan keyfince oynamak ve dağılmak isteğinden, işte bugünkü neredeyse tüm kaotik duygu, düşünce ve davranışlara damgasını vuran hastalık ve yetersizlik de bu olsa gerek: Sorumsuzluk ve dağınıklık!.. Varlığın, varlığının, hayatın ve hayatının mânâ ve gayesini bilmeyiş, bütünleştiremeyiş, hayatında tatbik edemeyiş ve bilse de davranışlarında umursamayış, hatta kötüye kullanış... İdeali; "küllî" ve "değişmez" prensipler bütününü ifâde eden aslî hayat gayesini, "organik-nefsî-parçalı-değişken" ihtiyaç, çıkar, fayda ve dürtülerin emrine vererek bir yerde "insanlık"tan çıkış... Çocuk, kendi çağına yakışanı yapmasıyla belki hepimizden fazla insandır, lâkin yaşça büyüse de hep çocuk kalan ve çocukça davranan "sorumsuz"sa, artık başka sınıftan. Yaptığı, son haddiyle yakışıksız; kendi çocuklarından başlayarak başka "insan"ları da "insanca" var etme ve varoluşu onlarla paylaşma, rehber ve örnek olma sorumluluğunu yerine getiremeyişi sebebiyle de, son haddiyle suç!.. Doğrusunu isterseniz, büyüyemeyen bu koca çocuğun belki en büyük zararı da kendine; şimdi veya sonra, kat be kat çıkar zaten acısı!..
Sorumsuzun en başta tanımadığı en büyük suçuna gelince... Dünyada "alacaklı-evsahibi-sorumsuz" değil, "borçlu-kiracı-sorumlu" olarak bulunduğu ve "benim dediği ne varsa hepsini başkasına borçlu" olduğu için, hayatının tümünün bir "borç ödeyiş" vazifesine, faziletine ve bunun zevkine hasredilmesi gereğini idraksizlik ve umursamayıştır herhâlde bu suç.
Şahsın varlığı, "kendinden menkûl" değil; "Zorunlu Varlık"a, "Mutlak Varlık"a nisbet ve izafetle... Bilgisiyse, "Mutlak Fikir"e, "Küllî Ruh" ve "Küllî Mânâ"ya nisbet ve izafetle... Zorunlu`ya tâbîlik ve O`na daimî sorumluluk; O`nun vaz`ettiğine nisbetle herkes ve herşeye sorumluluk da bundan; herkes ve herşeyde O`nun "âyetleri"!.. Herkes ve herşeyde O`na dönük istikameti görüp "seçme", kalben "isteme" mükellefiyeti ki, "iman" da bu değil mi?.. Çokluktan birliğe sıçrama, kendini aşma marifeti... Me*âlen “Âlemin insan, insanın O`nu bilmek için yaradılışı” hikmeti... O ki, "Vâcibü`l Vücûd" olan;"Varlığı Zarurî-Zorunlu olan, Vücûdu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan"...
Mütefekkir`in çerçevelediği tarzda sezilmek üzere bir "zorunluluk-vâciblik" ki, meâlen şöyle: "Hiçbir sebebin zorunlu kılmadığı ilk sebeb, hür sebeb Allah ki, sebeb mefhûmunu halkeden de O!"... O`nun iradesini hiçbir şarta bağlayamadığımız gibi, âlem üzerindeki hiçbir belirişten ayrı da tutamayız. Ve zorunluluğu zorunsuzluklardan ayrıca idrak, Zorunlu`yu seçme ve O`na bağlanma istidadı, bizdeki "hürriyet"e nişâne!.. "Ahlâkî zorunluluk" da "şartsız" bir itaat taleb eder etmesine ama, neticesine katlanmak üzere, dileyen itaat etmeyebilir; öyle değil mi?.. Diğer canlıların "mesuliyetsizliği-sorumsuzluğu", başka türlü seçmek ve davranmak iktidarından mahrum oluşlarından!.. Olacağını "kendi seçerek" oluşturan insan, seçimiyle ya "var"lığa ya "yok"luğa dönük; ya "zorunlu-geçip gitmez"e ya "fânî-geçip gider"e... Âleme dönük her "ahlâkî fiil"imizin de böyle bir "çift yönlü" vasfı var: Muhtevâsı fânî olanda "fânî olmayan" hakikati kalben taleb etmek, bunun duygusunu, "zorunluluk" ve "sorumluluk" duygusunu yaşamak!.. Hatalarımızı tashih edecekler için, aslı İBDA fikriyatında!.. İşte İBDA Mimarı’ndan, “Necip Fazıl’la Başbaşa”dan, bahsi vuzuha kavuşturucu bir ölçü:
“Dikkat et; kendi kendini izâh eder gibi kullandıkları, “Mutlak Hakikat” kutbuna bağlanması gerektiğini anlamadıkları “tabiat kanunu” ve “fizik kanunu”, “vazife-mükellefiyet” yüklemeyen “zorunlu” kanunlardır. Şayet insan davranışlarının hayvandaki içgüdü sınırından ayrı olarak şuur –yani seçme yapabilme özelliği- içinde bulunuşu ve “ahlâkî keyfiyet” belirtmesi gözönünde tutulursa, “kime ve neye göre?” sorularının cevabı, uyulması gereken “ahlâkî kanunları” gösterir. Uyulması gerekenden bahis, uyulmayabileceği mânâsını da kuşatır... Burada ortaya bir mesele çıkmaktadır: İnsanın da içinde bulunduğu kâinatta, kâinatı bütünüyle kuşatıcı kanunlar insana hükmünü hakim kılıcı mahiyette ise, insan davranışları hür değildir ki, bu, insanın şuurlu ve seçme yapabilen varlık oluşuna terstir... Öte yandan; insanın da içinde bulunduğu kâinatta, hareket, davranış ve hadiseler arasındaki ZORUNLU sebep-netice ilişkisi kabul edilmezse, “illiyet-sebeplilik” bağının olmadığı yerde bizzat sebep ve netice yoktur ki, “varlık, yok!” mânâsı çıkar... Öyleyse?.. Kâinatta her hareket, oluş ve davranış bir sebebe “bağlı” olduğuna ve her sebep bir netice belirttiğine göre, geriye gidişte varılacak “ilk sebep”, başka bir sebebin “zorunlu” kılmadığı “hür” bir sebeptir ki, sebep mefhumunu da halkeden Allah’tır... Hür sebep, kul plânında başkası olmadan başkası için olmanın zirve noktası olarak, mahlukun kendisinde tükendiği Allah Sevgilisinde tecelli ediyor...”
Kısaca formüle edebiliriz sanırız: "İman" ve İslâm"la mükelleflik "akıllı" olmakla, "küllî-zorunlu" olanı farkedebilici "temyiz" hassasına mâlikiyetle, böylece "yetişkin"liğe geçiş imkânına, "zorunluyu seçme" hürriyetine sahib olmakla başlar. Zira bu insan, "zorunlu"yu kalben ve fikren idrak iktidarında olduğu için, artık "sorumlu-mesul"dur; "borç ödeme"ye başlama vaktidir. Allah`ın kendisine kefîl olduğu ve kâinatın bir "anne" gibi bağrında büyüttüğü çocuksa, henüz "zorunlu"yu akletmek ve zıddını tenkid etmek iktidarında olmadığından, yetişkinlik çağına dek, yaptıklarından "sorumsuz-mesuliyetsiz" kalır.
Zorunluluğun bir mânâsı da, bir şeyin tâbî olduğu "küllî" kanun demek olması; olanın, bilinenin ve yapılanın "mânâsı" yahut "gayesi"; ilke, kategori, prensip, kâide, esas vs. derken, çoğu defa böyle bir "zorunluluk"tur kasdımız... "Mutlak Hükümler-Nasslar" bir yana, Zorunlu Varlık`a nisbetle "zorunsuzluk"lara, "imkân ve ihtimâllere açık" olsa da, "geçerlik ufku" olarak böyle sayısız tecrübî ve ideal mahiyette "kanun" tanır, bilir ve temin ederiz. "Mutlak Zorunluluk", değişmez, değiştirilemez, "hiçbir şarta bağlanamaz" ve başka türlü olamaz demektir bir anlamda; oysa yaşadığımız âlemin hususiyeti, her ân değişir ve değişebilir "eşyâ ve hâdiseler" zaman ve zemininde akışı. Öyleyse, realite zımnında "mutlak" değil, "izafî zorunluluklar-kanunlar"dan bahsedebiliriz en fazla. Ve tümünü "Mutlak Kanun"da fânî görürüz "ilk prensibe ircâ" yolunda...
Fakat realiteye ışık tutup yol gösteren, prensipleri sayısız insanın "tecrübe"sinde kavranılmış ve başlangıcında yahut nihâyetinde Mutlak Kanun`da, "Bir Kanun"da fânî olan bu beşerî cehdin "kazancı-verimi" kanunlara, varlığın bu mânâlandırmalarına, "nisbî-izafî" de olsa bu "zorunlu" kanunlara iltifat etmeyiş, iltifat etmeyeni ve çevresini çarpar en başta.
Yine de hatırlatalım ki, meselâ "zorunlu" addedilen "tabiat kanunları"nın bu vasfı dahi, "belli sayıdaki" tecrübenin bir noktada "aklen" kutublaşmasına dairdir ve onlarda bile "zorunsuzluk-hürriyet-başka türlü de olabilirlik" imkânı olarak, Emile Boutroux’un ifâdesiyle "Üstün Müdahaleci"nin "Mutlak Hür İrade"si her dâim tecellîdedir. Meâlen,"Dilediğini dilediğince eyleyen Allah!"... Ancak biz kullara düşen, "aslî" zorunluluklarla zıdlaşmadan ve onlara "ircâ" edip "muvazene" kurarak, bahsettiğimiz "nisbî" zorunluluklara, böylesi "tabiî ve içtimaî kanunlar"a, bu "vesile"lere tutunmak yine de!.. O`nun tecellîlerinden, iman ve "bağlı akıl-selim akıl"la, O`na yol bulmaya bakmak!.. İslâmî olanla İslâm dışı olanı; "Varlığın Birliği"ni tasdik ama zıdları "tenzih" idrakıyla birbirinden ayırdedebilmek ve "at gözlüğü" takmayı "takvâ" addetmemek...
İlgilisini, "zorunluluk" ve "zorunsuzluk" bahsinin kimi inceliklerini takib bakımından,Emile Boutroux`un "Zorunsuzluk Doktrini"ne istikametlendirebiliriz. (1) Mümkün hata ve eksiklerimizi orada tashih için...
Biz tekrardan, "nisbî-izafî" de olsa, realitede yolumuzu kaybetmememize "vesile" olan bu "zorunlu-küllî" kanunlara dönelim. Hani "yıldırım" gibi; yıldırımın hangi mevsim ve mevkî şartlarında yeryüzüne düştüğüne dair -zorunluluğu izafî de olsa- "kanun"ları umursamayıp, ailenizi yahut dostlarınızı yağmurdan korumak için onları bir ağacın altına götürürseniz, kendinize ve sevdiklerinize büyük geçmiş olsun!.. Bugün ferdleri, aileleri, toplumları ve insanlığı yakıp kavuran "kaotik yıldırım"ların, parçalanmanın ve yabancılaşmanın en mühim sebeblerinden belki en başta geleni de, işte, yazımızın mihrakını oluşturan şu nokta:
"Çocuk"ların, varlığın mânâsını "kendinde" bilip bütünleştiren bir "insan" olarak "yetiştirilemeyiş"i!.. Asıl tuhaf olan ise, "çocuk"ları yetiştirebilecek ne bir "yetişkin"in ne de bir "yetiştirici-bütünleştirici" FİKİR`in, aile ve toplumda hemen hiç varolmayışı!..
İstisnâlar kaideyi bozmaz ve bunun, bugün "dünya çapındaki" müstesnâ temsilcisi, artık tüm okuyucularımızın malûmu. Bağlısı ve tâlibi olduğumuz, bunun cehdinde olduğumuz ideal ve ideoloji...
Kimseye faydası dokunmaksızın, "meyve vermeksizin", kupkuru yaşatılmaz bir meyve ağacı; şayet böyleyse, çoğu kesilmek ve yakılmaktır sonu. Ağaç, dış şartlara belli bir bağımlılıktan dolayı meyve veremezse, bakımı yapılmaz ve yağmur almazsa, bundan sorumlu değildir şübhesiz. Fakat insan, eğer insansa, "dış şartlar" ne olursa olsun, "şartsız olarak" ruhundaki sonsuzluk tohumunu beslemeyi, filizlendirmeyi, dallandırmayı, çiçeklendirmeyi ve meyvelendirmeyi seçme, öğrenme ve öğretme "hürriyet"ine sahib değil mi? "İman" istidadını kim sökebilir kalbinden?.. "Seçme" şansı varsa, zorunluluğun şuuruna varmak gibi bir "hürriyet"i ve demek ki "sorumluluğu" da var. Şuurlanmak ve ayakları üzerinde doğrulmak için, kendini tanımak ve "şahsiyet" olmak için, ebeveyninin ve çevresinin "dış desteğine" ihtiyaç duyan çocuk gibi mâzur görülmek ve yaptığı çocukluklara gözyumulmasını beklemek hakkı yok onun! Kendisi büyümeyen, çocuğunu nasıl büyütebilir ayrıca?..
[/h]