Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

“Hakikatin Hatırı”4 (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=3]IV. Bölüm:
[h=2] [/h][h=2]AKADEMYA`YA DOĞRU`NUN HİKAYESİ VE GAYESİ[/h]

Şimdi yazacaklarımızı, candan sevilen "teklifsiz" bir dosta yazılmış bir mektub addedebilirsiniz; öylesine rahat olacağız ve kalemimizin kendiliğinden kıvrıldığı noktada, "Acaba yanlış anlaşılır mı veya şunun isbatlanması gerekir mi?" benzeri kaygılarla, ifâdemizin canlı akışını duraksatmayacağız; buna çalışacağız. "Dostlarla Hasbihal" başlığı da gayet uygun olurdu bu bakımdan yazımıza. Diğer yandan, daha önce yazdığımız "Ya Birlikte Varoluş Ya Hiçlikte Kayboluş: İşte Bütün Mesele!" ve "İşbölümü Yapılamaz Bir Varoluş Sorumluluğu: Düşünme ve Fikir" başlıklı makalelerimizin arka planı, mutfağı ve tamamlayıcısı da sayabiliriz bu sohbeti.
"Akademya`ya Doğru Platformu" olarak internette bir site açma fikri, şahsımızca bu yılbaşında düşünülmüştür ve yenidir. Akademya Dergisi`ni yeniden yayınlama ise, bir tarafı fikir keyfiyetine diğer tarafı imkâna bakan, içinden geçtiğimiz dönemin hususiyetlerini de ayrıca gözönünde bulunduran bir proje hâlinde "beklemede" diyebiliriz.
Peki, site açma gereğini niçin duyduk? Geçmiş makalelerimizde serdettiğimiz sebebler dışında, bu vesileyle ilk kez dile getireceğimiz birkaçı şöyle:
Öncelikle; fikrî tekâmülün, "insan" olarak bu "varlık şartı"mızın, gelenekleşme ve okullaşma misyonumuzun, hâdiseler ne tür bir hengâme belirtirse belirtsin, kesintiye uğramadığını ve uğratılamayacağını göstermek için. Fikir, zaten hayatımızın ve ideal mücadelesinin kopmaz bir yönü, dayandığı asıl. Lâkin, insanoğlu kendini realiteye, gündelik telâşeye o derece kaptırıyor ki, bu yön gözden kaçabiliyor bazen.
Aynı doğrultuda bir ikinci sebeb, ideolojik formasyon kazanmanın, İBDA`nın şuur süzgecini kendimize ve ferdlere hâkim kılmanın, maddî-manevî kurtuluşun "sebebi ve gayesi" olduğunu unutturmamak için. Onu yaşatan ruh ve fikri ihmâl edilmiş bir "teşkilât" yahut "propaganda" fetişizmi, önce kabuklaşma sonra ölümün habercisidir çünkü. Ve şahsımız için, işte biz böyle bir ölümün eşiğinden son ânda dönebildik diyebiliriz örnek istenirse. Ve bunun bir adım sonrası, bu ikisinin de ihmâli ve kafalarda anlamsızlaşmasına varabilir kimilerinde.
"Yense de yenilse de şu takımdayız!" tezahüratı, zâhiren bir sadakat nişânesi gibi gözükse de, "takım tutma ruhiyatı"nın "olmasa da olur!" yahut "hobi" vasfı düşünüldüğünde, fikrin varoluşumuzun "olmazsa olmaz!" yönü olmasına nazaran, temelde iğreti bir duruşa işarettir. Fikretmesem ve bunun gereğini kalbimde duymasam da, fanatik taraftar olarak, maçtan maça tüm alkış ve desteğim "Fikir takımı"na, der gibi! Bunun neticesiyse, çoğu zâhir putperestliğinin âkıbeti hâlinde, "Oyuncuların bu maçtaki performansını beğenmedim, kazanırsa görüşürüz, bana şimdilik eyvallah!" mübtezelliğidir belki. "Fikre hiç gelmemiştin ki, bugün gittiğinden bahsedelim!" diyebiliriz böyleleri çıkarsa!.. İnsanlık ve Müslümanlık zorunluluğundan âzâde, macera heyecanı ve çıkar kaygısı taşıyanların vurulacağı mihenk!..
Bir üçüncü sebeb, "doğum sancısı çeken"le ölüm döşeğinde "can çekişen"i, ıstırabın zâhirî görüntülerine aldanarak birbirine karıştıran katıksız ahmaklara bir tokat aşketmek için. İBDA fikir-sanat-aksiyon geleneğine bağlı olanların çoğu, bugün çok daha güçlüdür. Çünkü "hayat mektebi"nde biraz daha pişmiş, ateşte biraz daha çelikleşmiş, kabuklarını biraz daha çatlatmıştır. "Küçük Prens"in yazarı Antoine de Saint-Exupery`nin dediği gibi:
"Hayat, bize bütün kitabların öğrettiklerinden daha çoğunu öğretir. Çünkü hayat, bize karşı direnir. İnsan, ancak engellerle karşılaşıp onları aşmaya çalıştıkça kendini tanıyabilir." (1)
Şayet bu vatanın ve insanımızın sonu gelmediyse, hatta insanlık haysiyetinin sonu gelmediyse, mutlaka elbirliğiyle kurulacak o insanca nizama dek hiç bitmeyecek olan "1999 Süreci"nin bize öğrettikleri, böylece kendini daha bir iyi tanımaya ebelik etti diyebiliriz bizlerde. Fikrî idealimizin sarsılmazlığının isbatı yanında, şahsî kabiliyetlerimizi, zaaflarımızı ve potansiyelimizi de daha iyi tanıdık bu süreçte; belki en çok da, hayatı daha içinden ve derinden tanımaya başladık. Mütefekkir`in, zindana düşen dostlara ilk söylediği "Hoşgeldin hayata!" sözü, şu ân ne kadar da mânâlı!..
Yine aynı çizgide bir dördüncü sebeb, mücbir şartlar dolayısıyla yayıncılık yapamadığımız dönemde ayrı düştüğümüz okuyucularımızın da, çoğu gönüldaşımızın bugün zindanda yahut dışarıdaki "açık" zindanda içine girdiği yoğun okuma, araştırma ve fikrî tekâmül sürecine aktif katılımlarını temin etmek için. Hayatı, önce veya sonra ama zindanda tanımaya başlamışlarla yahut terbiye ocağının oradan akseden ateşinde kendini muhasebe etmeye başlamışlarla aralarında bir uçurum olmaması; hayâl ve sorumsuzluk iklimlerine sürüklenerek istidadlarını telef etmemeleri ve iki farklı dil konuşan bir camia olmamamız için. Yepyeni bir varoluş hamlesiyle, kalb ve zihinlerini fikre bizimle birlikte açmalarını sağlamak için. Tüm bunların, sâyesinde mümkün olacağı "ahlâkî zorunluluk-sorumluluk" duygusuna kalblerinde en müstesnâ ve merkezî yeri verebilmeleri için. Tüm mümkün varlık tezahür ve ilgilerinin "izâfet" olarak bağlı olduğu "Zorunlu Varlık", "Mutlak Varlık" ve "Mutlak Fikir" üzerinde daha bir dikkatle durup düşünmeleri ve "varlığı, varlığında mânâlandırma" vasfıyla "insan" olduklarını yepyeni bir gözle farketmeleri için. Fikrin, varoluşun, hürriyetin ve ahlâkîliğin hep "zorunlu"ya iradî (kalbî) ve teorik bağlılık çizgisinde bir "birlik" ve "bütünlük" belirttiğinin altını çizmek için. Belki en doğrusu, bizim çok geç farkettiklerimizi, dostlarımızın gecikmeden farketmeleri ve bizlere hem yoldaş, kendi sahalarındaysa rehber olmaları için. Bizim düşe kalka öğrenip, ancak zindanda daha açık muhakeme edebildiğimiz ve ayrıca, "Girilmez!" levhası çakılarak üstü tamamen çizilmiş hatalarımızın, dostlarımız tarafından tekrarı gibi bir mazeret ve müsamahanın artık sözkonusu olamayacağını ilân etmek için. Özetle, bizlerin çalışmalarıyla dostlarımızın çalışmalarına bir "eşzamanlılık-senkron" kazandırmak için. Birlikte varolabilmek için!..
[/h]
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=3]Tanınmayan Mütefekkir, Külliyat ve Hayat[/h]
Bu vesileyle bir itirafta bulunmamız gerekiyor daha iyi anlaşılmak bakımından. Aslında site olarak çıkışımıza, "erken" bir teşebbüs de denilebilir. Şu yüzden ki, kalbi durduktan sonra yeniden atmaya başlamışlara, öldükten sonra yeniden dirilenlere, hayata ve hayattakilere gözlerini yeniden açıp herşeyi en başından tanımaya ve mânâlandırmaya çalışanlara benzer bir hâlimiz var. Biz, yani fikir işçiliğine tâlib olanlar!..
Geçmişten oldukça farklı olarak, birçoğumuzun, sorumluluk ve fikrî dikkatini hasrettiği belli bir mevzuu var artık. "Aspirin" misâli güyâ herşeyden anlayan "ortalık adamı" olmanın, belli bir işi-sorumluluğu olmasa da hep ortalıklarda bir yerlerde oradan oraya savrulan adam olmanın (tamamen sorumsuzlara nisbetle bu insanların yaptıklarına büyük şükran borçlu olsak da; bu sözlerle kimbilir geçmişimizi işaretliyor olsak da!), hakikatte "adam-şahsiyet" olamayış ve belli bir vazifeyi üstlenerek liderine, idealine, toplumuna, insanlığa "faydalı" olmayı umursamayış sorumsuzluğu olduğunu farkettiğimizden, bu bize "farkettirildiğinden", şimdi herşeye yeniden başlamış gibiyiz çoğumuz.
Bize en başta "farkettirilen" ise, fikrî sorumluluğu başkasına havâle etmekten vazgeçerek kendi vicdanında duymayla beraber, Külliyata "doğru" yaklaşımın belki en başta "dış`a açılmak"tan geçtiğinin de artık kesinlikle anlaşılması gereğiydi sanırız. Külliyat, bütün bir hayat, fikriyat, ilmiyat, fiiliyat, sanat ve kâinat "muhtevâ"sına verilmiş "biçim"ler, bir yönüyle "öz biçim"ler düzeni-sistemi-diyalektiği olduğundan, muhtevâyı tanımayanın ondan alacağı belki pek az, pek sınırlı şey vardır. Kâinat kadrosunu aydınlatan ışığından bu vasfıyla yararlanmak yerine, gözünü "güneş" mesâbesindeki Külliyattan bir türlü ayıramayanlar, bir yer gelir, artık "göz kamaşması"yla birlikte, hem "görüş sıhhati"ni hem de "mesafe ayarları"nı yitirmek, giderek "bakar kör" olmak durumunda kalabilirler; ve kalmışızdır da! Tam da bu örnek ve benzerleri çerçevesinde, Külliyatta ihtarlar mevcud. Baldan zehirlenmek de diyebiliriz belki buna.
Bir ibret tablosu: Geçmişte, medreselerde, İbn Arabî Hazretlerinin "Fusus`ul-Hikem" adlı şaheseri, öyle tahsile yeni başlayanlara arzedilmez, belli bir usûl, malûmat ve terbiye kazandırıldıktan sonra, yani uzunca bir süre sonrasında tâlim ettirilirmiş. "Usûlsüz dalışın boğulmayla eşanlamlı olabileceği", üzerinde durulması elzem bir husustur ki, kadri kıymetini bilmezlik, çağımızın karakteristiklerindendir bir bakıma.
O hâlde şunu da ekleyelim: Henüz Külliyatı gereğince tedkik edebildiğimizi de bu yüzden söyleyemeyeceğiz. Çoğumuz için, el değmemiş, keşfedilmemiş bir hazine sanki o! Zâhirî okumaların "okuma" olmadığını anladığımızı da, sanırız zikretmeye gerek yok. "Okumak", o ifâdelerde "biçim"lendirilmiş "muhtevâ"yı tanımadan ne mümkün; pay alabiliriz şübhesiz ve başlangıçta almamız da gerekir, ama orada bırakmamak kaydıyla!.. Köre "renk" isim ve kompozisyonlarından sözaçmak, sağıra "ses" kompozisyonlarını nota işaretleriyle göstermek, o insanlarda "canlı" ve "hakiki" bir tasavvur doğurabilir mi? Bakılan yere, muhtevâya dair söylediklerimiz bir yana, bir de "bakan kalb gözü" var ki, sorumlu bir ruhun yazdıklarına sorumsuz bir bakış asla nüfûz edemeyecektir. Çünkü, yazarın hürriyetiyle "bağ" kuramayacaktır. Yazarın gayesiyle okurun gayesi buluşmayınca, hakiki bir "anlaşma" da gerçekleşmeyecektir hâliyle. "Küçük Prens"teki satırları hatırlayacaksınız:
"İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez." (2)
Velhâsıl, bugüne dek öğrendiklerimizi, yazdıklarımızı, yaptıklarımızı en baştan tartmak, düzenlemek, elemek, tarif ve tasnif etmek gibi güç ve yoğun bir çalışma, şu ân içinde bulunduğumuz. Bazılarımız, her ilmî çalışmada başlangıç için gereken "oryantasyon kazanma" ve kendini bütün bir perspektif üzerine sağlam olarak oturtma süreci gereğince, lise ve üniversitede okudukları "felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji vs." kitablarını tekrar gözden geçiriyor (bir sorumsuz için ne "zevksiz" bir iş!), ayrıca metodolojik veya eğildikleri dalın literatürüne dair kaynakları temin edip, doğrusu yine büyük bir zevkle tarıyor ve takdir edileceği üzere tüm bunlar, verimlerin hemen bugün yazıya dökülmesini bir nebze güçleştiriyor.
Şahsımızınkiler de dahil, bugün sitemizde arzettiğimiz çoğu yazı, aslında yukarıda sıraladığımız bir kısım maslahatı temin için, bir "örnek" ve "teşvik" hüviyetinde. Önümüzdeki gaye olarak açıkça beyân edebiliriz ki, asıl yazılarımızı henüz yazmaya başlamadık. Okuduklarınızı, “genel olarak” taslak, hazırlık ve dostlarımızı, muhatablarımızı teşvik addedebilirsiniz rahatça. Ve zaten, isimlerini gördüğünüz yazarlar, Akademya ve Bedîiyyat dergilerinin geniş yazar profilini yansıtmıyor, sadece kendi aralarında belli bir dayanışma içinde bulunan, birlikte bir "çalışma grubu" oluşturmuş belli sayıda yazarımızın, yine çoğunlukla, aslî araştırmalarından fırsat buldukça kamuoyuna "taslak" olarak arzettikleri mütevazi makalelerini çerçeveliyor. Fakat, aynı zamanda, keyfiyet ve malûmat olarak daha zengin bazı yazarlarımızın, nitelikli ve ümid vaadeden seçkin çalışmalarına sitemizde yer vermiş, buna vesile olmuş bulunmaktan ötürü de ayrıca gurur duyuyoruz.
Bu vesileyle ifâde etmiş olalım: Yoğun mesaimizin inkıtâya uğramaması bakımından, makalelerimizi gereğince yetkinleştirip geliştirme imkânı bulamadığımız oluyor ve bundan dolayı, gelecekteki verimlerimiz gözönünde bulundurularak, mazur görülmemizi istirham ediyoruz. Ne kadar okursak okuyalım, tabiî ki yazmayı ihmâl etme gibi bir lüksümüz yok; hem kendimiz hem dostlarımız hem de en başta idealimizin yaygınlaşıp maya tutması bakımından. Mütefekkir`in bir ihtarının da yeri geldi o hâlde, meâlen:
"Yazan arkadaşlar, yazıyı bırakmasın. Siz yazıyı bırakırsanız, yazı sizden de çabuk bırakır sizi!"
Hemen son derece mühim bir ikazda bulunmamız gerekiyor fikrî çalışmaya tâlib dostlarımıza. Mütefekkir`in, meâlen dediği şudur: "Önce ilkokul, sonra lise ve üniversite, sonra sonra profesörlük..." Ve: "Şimdi başlasan, belki ancak 10-15 yıl sonra mevzuunda söz sahibi olabilirsin!"
Ki “Necip Fazıl’la Başbaşa” adlı eserinde yine kendisi söylüyor:
“Zamanı israf etmeme şuuru... Zaman, öldürmenin değil yaşatmanın zemini... Hemen olacakmış ve şu ânı değerlendiremezsen olmayacakmış gibi, içinde bulunduğun ânı değerlendirme, hiç olmazsa değerlendirememiş olmanın sancısını duyma şuuruyla, yavaş yavaş, kıvamını bula bula, hazmede hazmede, sıra ile oluş prensibi... Bizim şipşak fotoğrafçılıkla alâkamız yok!..”
Görüleceği üzere, mevzuunda "İbdacı-şahsiyet" olmak, öyle birkaç yılın işi değil ve elmasın önce kömürleşme sonra yine süreç içinde cevherleşmesi gibi, her başarı uzun ve kesiksiz bir çalışmanın mahsûlü; çalışmadan başarmaya bakan köşe dönmeci ahlâkın beş para etmeyeceği verim sahalarıdır bunlar. Ezcümle, çalışmasını yarınlara havâle etme, kimseye tanınmamış bir lüks olduğu kadar, sadece sorumsuzların "tesellî sakızı" olan ham bir hayâldir ayrıca.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=3]Hukuk: Önce Kalbî Zorunluluk![/h]
Sorumluluk ve sorumsuzluk, "nefsânîlik-ferdiyetçilik-faydacılık" ve "ahlâkîlik-şahsiyetçilik-küllîlik-zorunluluk" üzerinde tekrar tekrar durmamız, tesadüfî değil. İlk adım şartı olarak, meseleleri bilhassa buraya bağlıyoruz ve zaten bugün insanlar arasındaki tüm muvazenesizlikler, anlaşmazlıklar ve çatışmaların temelinde de, böyle bir küllî "ideal değerler" ve ferdden ferde değişen dünyevî "vasıta değerler" uyumsuzluk ve savaşı bulunduğu çok açık görülmekte.
"İnsan" olmak, ahlâkî zorunluluğun şuuruna varıp "hürriyet"i duyduğumuzca, ama "seçim"imizi ona "kalbî" bağlılıkta bulduğumuzca mümkün. Ancak bugün daha bir net sezebildiğimiz bu nokta, söylemeden edemeyeceğiz, Mütefekkir`in, yıllar önceki bir rüyamızda, bize (meâlen) söylediğinin, bir yönüyle tecellîsine işaret ediyor sanki:
"Herkes kendi mevzuundan HUKUK`a sıçrayabilseydi!"
Ve zindanda kendisinden öğreniyoruz ki, Mütefekkir`in kendi aslî mevzuu HUKUK`tur ve her sahaya oradan açılmaktadır. Anlayabildiğimiz ve hatırımızda kaldığınca...
Hukuk, ahlâkî zorunluluk ve sorumluluk duygusunun, bu duyguyu temin eden "küllî-ideal-ahlâkî" prensiplerin "pıhtılaştığı" zemin değil midir bir bakıma?.. Ve; "iç-ideal-mânevî" cebhesi ve "dış-real-pratik" tezahürler cebhesiyle, "hukuk" bir "bütün" değil midir? En iyisi, sözü ehline tevdî edip, Prof. Orhan Münir Çağıl`ın "Hukuka ve Hukuk İlmine Giriş" adlı, hacmi kadar, hemen ilk bakışta derinliğinden de etkilendiğimiz eserine başvuralım:
"... `Hukukun iç âlemi` ile, hukukun mânevî-fikrî tabakasını kastediyoruz. Bu tabakada, hukukî değerleri ve hukuk idesini (adalet idesini), tabiî hukuk ve hürriyet idelerini görüyoruz. Gerçi, hukuk içtimaî, siyasî ve iktisadî realitelerin vücuda getirdiği bir vasatta (ortamda) ve zaman içinde oluşur, dışlaşır; fakat menşei, çok daha derinlerdedir. Mahiyeti ve menşei itibariyle fikrîdir, mânevîdir. Hürriyetin tipik, karakteristik bir kategorisidir.
Hukukun iç âlemi, hukukun dış âleminde, yani kanunlar, teâmüller, kazaî kararlar halinde ve içtimaî, siyasî ve iktisadî bünye içinde, muhtelif müşahhas devletler içinde, bir kelime ile, hayatta (insan hayatında) gerçekleşmek ve gelişmek gayesindedir. Hukukun dış âlemi de bu iç âlemi mütemadiyen arar, onda huzûr ve sükûna kavuşmak ister. Maamafih, bazan veya sık sık hukukun iç cephesiyle dış cephesi, mânevî-fikrî cephesiyle şe`nî (reel, H.S) cephesi, postulat (prensip, H.S) cephesiyle vakıa cephesi arasında gerilimler ve gerginlikler az değildir. Bu gibi kritik ve trajik durumlarda, insanın vazifesi, gerilimleri yumuşatmak veya muvazenelendirmek veyahut ortadan kaldırmaya çalışmaktır.
Görülüyor ki hukukun varlık bütününde tesbit ettiğimiz `iç ve dış`, birbirinden ayrılmaz parçalardır. Hukukun iç-mânevî cephesiyle dış-pozitif cephesi, müştereken ve müttahiden (bir arada ve birleşik olarak) hukuku vücuda getirirler." (3)
Ve sonrasında ekliyor:
"Sosyal kâinatta hakikat, düal (ikili, H.S) bir münasebetin birbirine bağlı iki tarafını vücuda getiren fert-cemiyet mefhumlarının ortasındaki derin bir noktadadır. Bu derin nokta, hürriyet, ahlâk ve adalettir; tabiî hukuk prensipleridir. Bunlar, insanların gerek fert olarak, gerek aile ve meslek topluluğu olarak, millî ve siyasî topluluk olarak riayet etmekle mükellef oldukları değerlerdir." (4)
Her fikrî-ilmî-teorik hamle, bir "küllî"nin, cüz`îlerin küllîlerle olan bağının, mümkünlerin bağlı olduğu zorunluluğun yani "küllî" kanunun, tecridlerin yükseleceği "kuşatıcı" küllî prensibin avcısı ve tâlibi değil midir?.. Estetik dediğimizse, tüm bunların "ifâde"si, objektifleştirilmesi, dışlaştırılması, "biçim-form"a kavuşması değil midir?.. Demek ki, ahlâkî olanla, mantıkî ve estetik olanı "birlikte" ve yöneldikleri "küllî" gaye seyrinde tanımayı, birleştirmeyi, irtibatlandırmayı başardığımız ân, hem insanı hem meselelerini hem de çözümleri anlamaya sağlıklı bir kapı açmış olacağız, diyebiliriz.
Hem; "insan"ı hayvandan ayıran, "küllî"leri bilmesi, tanıması ve araması değil mi zaten? "Tek"lere dair işaretler ve müşahhas "tek"lerin tanınması, hayvanlarla bir yerde ortaklaştığımız sahadır. Lâkin, mücerred "küllî"lerin, kavramların, kanunların bilgisi; yani "fikir", yalnız insana has, ahlâkîlik de öyle! İbn Haldun`dan dikkat çekici bir tesbitle mevzuumuzu bağlayalım:
"İdrâklerin asıl ve temelini, beş duygu kuvvesi vasıtasıyla bilinen ve hissedilen bilgiler teşkil eder. Bütün hayvanlar bu hissi olan idrâklerde insanın ortağıdır. Kişiler ancak küllî olan varlıkları idrâk etmeleriyle hayvanlardan ayrılırlar." (5)
“Küllî-ideal” olanı gözetmek, hem “fikrî” bir vasıf hem de “ahlâkî” bir haslet olarak, “herkes için iyi” olanı gözetmeyle “içiçe” olacağından, “insanlık” dediğimiz haysiyet de o hâlde, nefsânîliğin, bir deyişle “organizmasının hayrına bağlı” hayvanîliğin aşıldığı yerde, “fazilet” ülkesine adım atıldığı ânda başlayacaktır diyebiliriz.
Bilvesile, sorumluluk ve fikir işçiliği üzerinden bir örnek verelim: “Sorumluluk” öyle birşeydir ki, hep üste çıkmak ve her muhatabını fikren altetmek hazzını bile, yeri gelir terketmeyi gerektirir ve kişiye "nefsi için" çalışmayı bırakıp, "başkasına" faydalı ve "herkes için" iyi olanı tercihi öğretir. "Mutlak menfaatsizlik hayâldir" diyenLeibniz`in haklılığı ise, sorumluluk duygusunun "faydalı"ya hâkim olabileceğini nakzetmez. Yine “diyalektik” de, "kendini aşma" ve “fânî-sınırlı-nefsânî” olandan ideali "tenzih" ediş, sonsuzluğa kalbî sıçrayış demektir bir anlamda. Ve okumak, yazmak veya davranmak, hazzı ve çıkarına fikri âlet eden, diyalektiği menfî-nefsî kullanan "sofist" geleneğe tutunmak için olmayacaktır. İşte Eflatun, bu sorumluluk duygusunu "Devlet"inde hâkim kılmak için, diyalektiği "ahlâkî-küllî" olana bağlar ve "yetiştiricilik" üzerinde hassasiyetle durur; nefsânî bilgiçlik temâyüllerine kapı açmamak için, bilenleri "yetiştiriciliğe", sorumluluğa sevkeder. Gerisini, Paul Foulqie`nin "Diyalektik" adlı eserinden takib edelim:
"Ayrıca, Platon, diyalektiği İyi İdeası`na yükselme sanatı gibi gösterdikten sonra, onu tartışma sanatıyla aynîleştirir gibidir. Platon, ileri yaşları anlatırken (bu yaşlarda, devlette büyük memurluklara aday olanlar diyalektikçi yetiştiren çalışmalara katılacaklardır), `yaşlıların, gençler gibi, diyalektiğin tadını çıkarmasına engel olmak önemli bir ihtiyatlılıktır` der:
`Bence şuna dikkat etmelisin: gençler bir kere diyalektiğin tadına vardılar mı, onu olur olmaz kullanırlar ve oyun haline getirirler, onu durmadan bir şeyin tersini söylemek için kullanırlar, kendilerini çürütenleri taklit ederler, bu sefer onlar kendilerini çürütenleri çürütürler, genç köpekler gibi haz duyarlar yaklaşanı dişlemekten, parçalamaktan` " (6)
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=3]Sorumsuzluk: Görmek Değil, Görülmek İçin Yaşama![/h]
Önceki yazılarımızda elden geldiğince açıklamaya çalıştığımız için, burada sadeceTakiyettin Mengüşoğlu`nun "Felsefeye Giriş" adlı kitabı vesilesiyle, "sorumluluk" bahsinde birkaç tamamlayıcı noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Mengüşoğlu`nun, günümüz Doğu insanının "sorumsuzluğu" bahsinde söylediklerini, kendi yorumlarımızla içiçe nakledelim ve gerisini, o kitabı okuyacaklara havâle edelim:
Bizde "insan", kendi başına bir değer ve haysiyet taşımaz. Tuhafı, kişinin kendisi için de bu böyledir. Kendisini, sonsuzluğa açık "hür" bir varlık olarak görmez de, hep dışındaki bir şahsın, müessesenin, hedefin bir "vasıtası-aracı" olarak görür. Vazifesini kendi seçmez ve kendi seçimi olmadığından büyük bir aşkla da sahiblenmez. "Dövseniz de sevseniz de" kendisini sorumlu gördüğü o işten başını kaldırmayacak ve dışarıdan herhangi bir dürtmeye mahal bırakmayacak, "çalışma"nın kendisi bakımından teşvik ve tenkide ihtiyaç duymayacak "hakiki" sorumlulardan değildir o; vazife, hep iğreti ve hemen uçacakmış gibi arızîdir onda. Vazife, sevilen değil, katlanılan birşeydir onun için. "Zâtıyla hareketli-kendinden hareketli" değildir o; ya gütmeye ya dürtmeye ya korkutmaya ya çıkar vaadetmeye ya gururunu okşamaya bağlıdır çalışması!..
Kalbinde "ortaksız" bir sorumluluk duygusu yer etmemiştir onun; daima "dışarıdakinin-başkasının" ya "himâye" yahut "baskı" objesi olarak görür kendini. Baskı görmemek ve "işini-çıkarını" yürütmek için, "başkası"nın iradesine tâbî bir "vasıta-araç" olur. Zulme karşı koymaz, tam tersine bir yolunu bulup ayakta kalma ve yaranma derdindedir. Ve çevresindekileri de, hür insanlar değil, kendi çıkarlarının aracı görür bu alışkanlıkla. Onlara kendi de zulmeder gayet tabiî bir şeymiş gibi. Kendi hür seçimine saygı göstermediği ve seçimini hep şahsî (nefsî) menfaatleri belirlediği gibi, çevresindekilerin hür seçimine de saygı göstermez. Çevresindekiler de, kendilerine dışarıdan dikte edilen bu vazifeleri kalbden benimseyemez böyle olunca. Bu yüzden, Doğuda daima despotlar ortaya çıkar. "Küllîlik" veya "hukukun üstünlüğü" bir kez kaybolunca, herkes ve herşeyin değeri şahsî, değişken ve itibarî olur "zincirleme" tesirle.
"İdeal-küllî-gaye" değerlerin geçerli olmaması ve insanların gaye değerlere bir çıkar vesilesi imişçesine bakışları, meselâ adalet müessesesinde şöyle görülür: Adalet, şahsî çıkarların fevkinde "herkes için-küllî" bir “nizâm”ın kurulmasını gözeten bir düsturken, burada, belki haksız belki başkalarının hakkını yeme pahasına “bencilce” çıkarını mahkemede tescil ettirmiş kişi, "Yaşasın, adalet tecellî etti!" diye bağırabilir. Garibtir, hâkimi de, savcısı da, avukatı da, bu çıkarın veya hırsızlığın bekçisi ve noteridir sanki böyle ülkelerde.
Şahsiyet ve sorumluluk fikri, insana dışarıdan “inanmadığı” bir hiyerarşinin benimsetilmesine ve insanın "araç" derekesine indirilmesine zıddır. Hürriyet gibi, sorumluluk da hür iradî çabaya, kalbî bir benimseyiş ve itaate müteallik bir kazanç, hamle ve duygudur. İnsan, ancak kalbinde bir zorunluluk, sorumluluk duyuyorsa ve kendi seçimiyse böyle bir hiyerarşiye tâbî olur; bu çerçevedeki "formalite"leri benimser. Lâkin bizde, “kalbî” sorumluluk duyma değil de "araç olma" geçerli olduğundan, herkes herkesin ve herşeyin bir aracı olarak, kendisinden istenileni, ruhunda tartma ve zorunluluğunu duyma gereği hissetmeden, "formalite-şekilcilik" içinde gerçekleştirir. "Kendi" olmak yerine, mekanik bir "iş robotu" oluş! Kendi gözüyle görme ve ruhunda duyma yerine, başkası görmüş ve duymuş ya, kâfî; iş, "şeklen" yapılır. İş yaptıran“ehliyet ve ferâset ehli”yse ne âlâ; ki burada akıl yürütmek ve muhalefet bahanesi aramak, ayrı bir nefsânîlik ve “iş-sorumluluk” kaçkınlığıdır. Ama ya bu mercî “ehliyetsiz”se; hikmeti kendinden menkûl bir emre itaat dayatıyorsa?..
Hep başkasının aracı olma, kalbinin-vicdanının sesine değil de “fâni” çıkar, alışkanlık ve hazların sesine kulak verme, ruhunun değil de organik varlığının ihtiyaç ve temâyüllerini hayatının merkezine alma, "korunma-beslenme-üreme-sevilme"yi davranışlarının ana motifleri kılma, dışa ve fizikî varlığına böylesine bir bağımlılık ve esaret hissi, hepsi birden, insandaki "şahsiyet" ve "sorumluluk" duygusunu dumura uğratır. Kişi kendini şartların esiri olarak gördüğünden, herhangibir şeyin sorumluluğunu da kalben duymaz, "müessir gücüne inanmaz" yahut itibar etmez. İş yürümediğinde o hep mâzurdur, dışarıdan dikte ve yönlendirme neticesinde yapmıştır çünkü. İşini tüm ruhuyla sevme, kendisini işine tüm varlığıyla verme gibi bir sorumluluk duygusu taşımadığından, tüm işler onun için bir "angarya"dır. Yapılsa da bitse ve gidip bir kenarda dinlense, oyalansa, boş hayâllere dalsa! Bu yüzden, işten kaçmaya bakar hep veya başkasına havâle etmeye. Sorumluluklar da, bunca kaçak namzedi arasında ister istemez paylaştırılır, her işçinin başına kaçmasın diye bir bekçi dikilir, kişi sürekli izlenir ve sorumluluk bunca dağılınca, artık sorumluyu bulup çıkartmak da güçleşir. Çünkü, herkes belli kalıbları yerine getirmiştir ama, iş eksik kalmıştır; sorumluluk ferdî bir duygu olmaktan çıkınca anonimleşir ve soysuzlaşıp şekilciliğe dönüşür.
En güzel bir tabiat parçası bile onu sevindirmez; çünkü onda herşey "araç" derekesindedir. İçinde Rabbine dua ettiği caminin estetik değerinin farkında bile değildir. Namazı da bir başka ruhsuz şekilciliğin yerine getirilişi ve cennetle takas olarak bir "alışveriş-menfaat" vesilesidir sanki. Kendisine bakışındaki gibi, çevresine bakışında da, neyin pratik aracı olduğuna göre bir değerlendirme yapar. Sınırlı şekil ve araçlara bakışını çakılı kıldığından; gözü, içindeki sonsuzluğa değil de dışındaki sonlulara mıhlı olduğundan; sonsuz iyilik, güzellik ve doğruluğun duygu ve temâşâsı, onun için neredeyse imkânsız hâle gelmiştir.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=3]Kendini Obje-Şey’lerde Tüketmek![/h]
Bizde insanlar, çoğunlukla ancak "zaruret" olanı yapar, yaptıklarında günün, şimdinin, ânlık çıkarın payı baskındır. O, sonsuz bir gaye için değil, şeklen yapılıp tüketilmesi, bitirilmesi gereken bir "şey" için çalışır. Meselâ bir imtihanı veya sınıfı geçmek, diploma almak, meslek edinmek, maaş almak, kariyer yapmak, çıkar temin etmek, kendini alkışlatmak vs. için bir işe, hatta fikre eğilir. Ona karşı kalbî bir aşkı ve sorumluluğu olduğundan değil. "Şey" elde edilince veya mânî çıkınca, onu hemen terkeder ve bir daha hatırlamaz bile.
İhtiras, belli bir "obje"yi seçip bağlanır, idealize eder ve onda "aşkın" bir zorunluluğun ifâdesini görür, böylece kalbî bir sorumluluk duyar ona; bir nevî aşk hâli... Ama “çıkar”ını öne almış bencil, bir "şey-obje" olarak kullanır ve atar onu, tüketip işi bitince düşürür onu eski değerinden. "Obje"dir neticede, o olmazsa öbürüne sıçrar; seçmek ve bağlanmak değildir bahis mevzuu olan. Diğer yandan; “zorunlu olmayan”a, “fâni” olana duyulan, "şey"lere veya "şey" olarak arzulanan fânîlere yönelen her ihtiras, “mecazî aşk”, inkisarla biter malûm; küllî sorumluluğun düğümlemediği her “nefsî-fânî” bağ çözülür ve dağılır birgün. Hakiki ve pörsümeyen aşk, ancak “Zorunlu Varlık”a, O’nun için, O’nun adına olanadır çünkü!.. Haddi aşmış ve putperestliğe kıvrılmış, aslî vazifeleri kıymetsizleştirmiş, zorunluluk ve öncelik hiyerarşisini altüst etmiş böyle bir “ihtiras”, “mecazî aşk”, ibtilâ ve bir bakıma hastalık sınıfındandır ki, şayet bir zorunluluğa “vesile” değilse, buna duyulan “sorumluluk” sahtedir ve başka büyük sorumsuzlukları örtüp gözden kaçırmaya dairdir. Meğer ki, “hakiki aşk”a, aslî mesuliyetlere yol bulsun!..
Fikir, sanat, ilim, bizim insanımız için dört duvar arasında veya belli bir dönemde uğraşılan bir formalitedir, hayatın her ânında ihtirasla sevilen ve her dem değeri üstte tutulan, kalb ve zihnin hep onunla meşgul olup gereğini tatbikle uğraştığı bir gaye değildir.
Sözün burasında, Mütefekkir`in altını çizdiği bir sorumsuzluğa ve kadri kıymetini bilmezliğe işaret edelim. Meâlen:
"Soruyorum; nerede okuyorsun? `Şurada; ama sevmiyorum!` Peki; neyi seviyor ve ilgileniyorsun? Cevab yok!.. Bu okullar, üniversiteler, bizim milyarlarca lira verip de kuramayacağımız hazır müesseselerdir. Değerlendirsenize!.."
Evet; okuduğumuz okullardaki dersleri ve kitabları, fikrî sorumluluğumuzun malzemesi ve zemini kılmak gibi bir şuurumuz olmayabiliyor, okuyup geçiyor ve unutuyoruz. Bu sahada idealimizin tatbiki ve kendi nizamımıza mâledilmesi şevkini duyamayışımızın "sorumsuzluk"tan başka izahı nedir, bilemiyoruz.
Fakat, şurası da bir hakikat ki, insanlar, "kendisi" ve "ideali" için pek cılız okurken, "başkası", meselâ sınıfı geçmek, diploma almak, meslek edinmek için çok daha fazla ve disiplinli okuyor. Çünkü, ucunda çıkar ve kariyer var. Ailesinden ve çevresinden, yani "başkası"ndan korkusu var. Ama, okulunda bunca okuyup çalışmış bir insana en basit temel eseri bile okutma güçlüğü çekersiniz; ruhunda fikrin pek değeri olmadığından, bin mazeret getirecektir size!.. Mücerred fikre pek istidadlı olmadığını söyleyen kişinin okulda okuduğu ve geçtiği kitablara baksanız, şaşarsınız! Ülkemizde fikir, sanat, ilim vb. tüm sahalardaki iflâsın sorumlusu, işte bu "sorumsuzluk" ve "idealist yokluğu"dur; herşeyin "şekil" ve "çıkar"a endekslenmesidir belki. Böyle kurulmuş, böyle gidiyor. Amerikalı bir akademisyen, Şarkiyât uzmanı William Chittick`in, "Varolmanın Boyutları" adlı eserinin önsözünde geçen bir anekdot, bizim zaaf röntgenimizi çekmesi bakımından, utanç vericidir. "Başkaları", "başkaları"na sorumluluk havâle ettiğinden, meydanın nasıl "bomboş" kaldığını anlatıyor:
"1979`da Türkiye`ye gittiğimde, ondört yıldır zaten İslam düşüncesini çalışmaktaydım. Doktoramı Seyyid Hüseyin Nasr`ın yönetimi altında 1974`te Tahran Üniversitesi`nde tamamladım. Araştırma konum Abdurrahman Cami`nin Nakdu`n-nüsûs fî şerh-i nakşi`l-fusûs adlı eserinin tahkiki ve incelenmesi idi. Bu projeyi tamamlamam altı yılımı aldı ve bu süre içinde elyazmalarını incelemek için nisbeten kısa sürelerle Türkiye`yi üç kez ziyaret ettim. Çeşitli yıllarda Türkiye`deki kütüphaneleri tam olarak dört kez dolaştım. Bu kütüphanelerde yaşça benim yaşıma yakın hiçbir Türk`le karşılaşmamış olmaktan, böyle bir vakıadan her zaman büyük bir üzüntü duydum; yalnız daha önceki bir kuşaktan insanlar vardı buralarda." (7)

 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Sorumluluğu Havâle: Başkalarıyla Hiçleşme!

Ruhî sorumluluğun, zorunluluğun, sonsuzluğun mevzubahis edilmediği bu yerde sözkonusu olan, tabiî olarak, gözü hep dışarıda olmaktır. Dıştan nasıl göründüğüyle, "araç" olarak alkışlanıp alkışlanmadığıyla, yerine getirdiği "formalite"lerin başkası ve kendisi için "çıkar vasıtası" değeri taşıyıp taşımadığıyla bu kadar ilgilenen insanın tüm yaptığı da, bir "görünüş, gösteriş, riyâ" olacaktır hâliyle. Hakkını vermek ve "sürekli" olmak yerine, "zevâhiri kurtarmak" ve alkışlanmak! "Kendisi" için yapmak ve yaşamak yerine, "başkası" için yapmak ve yaşamak: Riyâkârlık!.. "Olma"nın değil de "görünme"nin, muhtevânın değil de şeklin, kalitenin değil de ambalajın esas olduğu bir yerde, hemen hiçbir işin künhüne, özüne, derinliğine inmek mümkün olmaz. Çünkü kendisini bundan sorumlu gören yoktur ve böyle bir şey olacaksa bile o hep "başkası"dır ve çok gerekiyorsa, kendisi o "başka" sorumluya "vasıtalık-araçlık" edebilir, ama hesab sorulacağı zaman onu ortalarda gören olmaz, böyle bir yük almaktan kaçmaktır zaten işin aslı, mâzurdur yani. "Başkası" ne diyecektir buna? O da bir "başkası"ndan bekler aynı işi. Ve hep ortada kalır iş. Ne ilginçtir ki, sorumluluğu başkasına havâle edenlerin en çok bayıldığı iş de, bir taraftan, o "başkaları"nı sorumsuzlukla ve gevşeklikle itham etmek, dedikodularını yapmaktır. Bir "sorumsuz"un tanımadığı ilk şey "ölçü" ve "kanun", "küllî" esaslar olduğundan, tenkidleri ve medihleri de baştanbaşa "ölçüsüz"dür. "Şahsî" sevgi ve nefretine göre "değer" kazanır herşey. Ya en harika ya en rezildir muhatabı!..
Böyle bir toplumda öğretmen de, talebe de, işçi de, idareci de, "fikir-ilim-sanat-aksiyon" şûbesindekiler de hep belli kalıbları belletecek ve kendileri de o kalıbları tekrarlayacaktır. Başarı veya başarısızlık, buna göre tâyin edilecektir. Hâliyle burada, "vaktin" insanın en büyük hazinesi, nakdi, kıymeti olduğu şuuru ve değeri de yoktur. Zaman, belli formaliteleri yerine getirip kenara çekilmenin bir zeminidir.
Sözün burasında, şu âna dek Mengüşoğlu`ndan "yorumlayarak", kendi bakışımızı yansıtan değerlendirmeleri daha fazla ve kendi cümlelerimizle işleyerek, bu arada araya kendi şahsî iktibaslarımızı da ayrıca serpiştirerek naklettiklerimizi bitiriyor ve ondan "yorumu kendinde" bir iktibasla, bu meseleyi "vicdanî idrak"lere havâle ediyoruz:
"Doğulunun geleneklerinde zamanın hiçbir rolü yoktur; onun daima geçmesini, öldürülmesini istediği bir zamanı vardır. (...) İmdi Batılının boşuna geçireceği, öldüreceği bir zamanı olmadığı gibi, zamanın gelişigüzel kullanılmasına da izin vermez. O zamanını titiz bir şekilde böler ve onun dolu ve anlamlı geçmesine çalışır. Halbuki Doğulunun geleneği, zamanın dolu geçmesine imkân vermez. Çünkü Doğulu hayatının önemli bir bölümünü beklemelerle geçirir; en basit bir iş, ona çok uzun bir zamana mâlolur; çünkü bu basit işi görecek ve gördürecek olanların karşılıklı olarak zaman hakkında kesin bir şuurları yoktur; imdi zaman, her ikisi için de henüz bir değer taşımamaktadır. Bu sebeple aynı işin yarına, öbür güne ve daha sonraya bırakılmasında bir sakınca görülmemektedir. Doğulu zamanını herhangi bir çalışma yahut kendisini insan olarak geliştirecek eserleri okumakla da geçirmez; o daha çok zorunlu olanı, istenileni yapar ve geriye kalan zamanını çok defa boş ve yararsız konuşmalarla, boş kuruntularla geçirir. Çünkü Doğulu için zaman, savrulacak kadar boldur; onu geçirmek asıl gayedir. Tesbihin Doğulunun günlük hayatına ait olması, üzerinde durulması gereken bir fenomendir." (8)
"Beklemek" ve "zaman öldürmek", artık ne mânâya geliyor, anlaşılmış olsa gerektir. Biz yalnız şu mânâsına dikkat çekelim ki, fikretmek ve kalbini sonsuz değerlere açıp "herkes için-küllî-ideal-değişmez" prensiplerden hareketle davranmak için hep bir "vâde" gözetiş, belli bir "şey"in beklentisine giriş, aslında ahlâkın "şartsız-kategorik" zorunluluğuna nazaran, kişinin her işini "şartlı-hipotetik" yaptığına delâlet eder. Literatürde buna hesabçılık, şantajcılık, menfaatçılık, pazarlıkçılık, faydacılık gibi adlar da verilir, "sorumsuzluk" ve "nefsîlik-keyfîlik" yanında. Hâşâ, "Bastır nimetini, al amelimi!" edebsizliğine kadar varabilir giderek...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Kendinden Zuhura Doğru

Şu âna dek yazdıklarımızda "kendi olma"ya yaptığımız vurgular malûm; henüz biz de belki öyle olamamış ve tenkid ettiğimiz hususları kimi zaman nefsimizde temsil etmiş olsak da, "ideal yerinde dursun" şiarıyla serdettiğimiz prensipler...
“Kendinden Zuhur” prensibine çapımız nisbetince ve belli bir yönden bakış denemesi yapmak gerekirse, tashihe muhatab olmak kaydıyla şunları söylemek isteriz. "Kendi olma", "şahsiyet olma", "kendinden zuhur diyalektiği" ve "aşk ahlâkı", hepsi birden, aynı derûnî maksada nisbetle değerlendirilebilir sanırız: Kendini aşma!.. Demiştik ki, "kendi olmak" ibâresinde geçen "kendi"den kasıd, şu “fânî-zahirî-organik” varlığımız olmasa gerek!.. Doğru değerlendiriyorsak şayet; "bir" olan "ruh", real âlemde şu organizmamızda tecellî ediyor ve "nefs-kendilik" kazanıyor. Ve, ruhun "mânevî" gıdası olarak "hürriyet" ihtiyacı ile, “sonlu-sınırlı” maddiyatı aşıp "sonsuzluk" vatanına kavuşma iştiyakı ile, aslına dönüş hâlindeki "aşk" yahut "kendini aşma" hamleleri ile, nefsin "organik-maddî" varlığa sımsıkı bağlı "dünyevî" ilgi ve ihtiyaçları kalbimizde buluşuyor.
Buluşmakla kalmıyor, sürekli bir "çatışma"ya da giriyor; ve sayısız insan, "seçim"ini bilerek yahut bilmeyerek "dünya" ve "dünyevî"den yana yapıyor. Farkında olmayabiliyor; çünkü "kendi"ni aramak ve bilmek gibi bir "zorunluluğun" şuuruna, "ölçü"lerine ve niyetine sahib değil. Pek kolay düşüyor "nefsin pususuna"... "İdeal-sonsuz" değerleri "fânî-dünyevî" çıkar ve "şey"lerle takas etme; insanlığı "şart-sınır"lara esir edip "fazilet-karşılıksız iyilik" meydanını "pazar-pazarlık" tezgâhına çevirme başlıyor artık. "Aşk" hamleleriyle kendini, nefsini aşmak ve yüce bir "küllî"de fânî olup mânen ölümsüzleşmektense, ölümlü dünyaya kazık çakma hevesine kapılırcasına "şahsîliğin-egoizmin-egosantrizmin" esiri oluyor, bu "nefs" kafesinde donmaya, çürümeye ve kokuşmaya başlıyor. "Şahsiyet" sahibi insanın "kendinden-ayniyetten" hamlelerinin yerini, egoistin "kendilikten-nefsîlikten" ve ruhun tabiatına zıd bir "başkalıktan-gayriyetten" doğmuş hamleler alıyor. Bu "mahlûk", "ideler-fikirler" için değil, dışındaki ve dışına bağımlı "şeyler-çıkarlar" için; kendinde “ölümsüz-sonsuz” olan için değil, vesilesiyle aksiyonunu yürüttüğü “fâni-ölümlü” vasıtalar için yaşıyor. Hep önde ve öncelikli olana değil de, arkasında bıraktığına tutunuyor. Nefs galebe çalıyor. Bağlandığı "şey"lerle birlikte, yokluğa karışıyor sonunda.
"Teknik", fikrin pratik gayelere, hedeflere hasredilmesi olarak, "şartlı" ve "şeylere dönük" bir yön belirtir diyebiliriz. Burada "tekniğin ahlâkîleşmesi", ideal değerlerin emrine verilmesi gereğinin altını çiziyoruz. Fakat, "ahlâkın da müşahhaslaşması", aynı şekilde insanî bir zarurettir; ki bu yön, ahlâkî olanın "faydalı" olana hükmedeceği zaman ve zemine işaret eder demek mümkün. "Nefs-kendilik" de hakkını alacak. Zaten, “vesile” olarak nefsin ortak olmadığı, fânî de olsa belli bir “reel” muhtevâsı olmayan fazilet, “ütopik” bir tahayyülden öte ne olabilir, bilmiyoruz. “Mânevî” olan için nasıl “sûret” şartı varsa, “düşünce” için nasıl “sezgi” şartı varsa, “ahlâkî” olan için de öylece “faydalı” bir muhteva şartından bahsedebiliriz. Tabiî, neye ve kime faydalı olduğu cevablanmak kaydıyla! İdealiniz için nefsinizi fedâ etmeniz, organizmanızın “hayrına” olmasa da, idealinizin “hayrına”dır meselâ. Menfî anlamda "ütopik-ayakları toprağa basmayan" bir fazilet, hayatta karşılığı olmayan, yaşamayan bir fazilet olmaz mı? Halbuki, bugün, burada, bu "ruhî-bedenî" varlığımızda yaşıyoruz. Fakat, hayvan gibi, sadece "korunmak, beslenmek, üremek" için varolmayacaksak, yani aslında "ölüm" için yaşamayacaksak, sonsuzu sonludan "tenzih" düzeni olarak diyalektik bir akışı, "ruhî-fikrî-iradî" hamlelerimizle kendimizi aşmayı, "aşk"la bu fânî varlığı terkedip "küllîye-ideale" kavuşmayı seçmişiz demektir, kanaatimizce. Burası "şahsiyet" ülkesidir ki, orada "kendilikten" ve "şarta bağlı" hamlelerden ziyâde, zorunluluğun kolayca farkedilip istenmesi, vicdanın "kendinden" sesinin her dâim işitilmesi, sonsuzluğun sonlu vesilelerde kesiksiz ışığını sürdürebilişi mevzubahistir sanki.
Muhakkak, nefs direnecek, vicdan "taşınmaz bir yük" hâline gelecek, "herkes için" iyilik istemenin "nefsi için yaşama"ya nazaran ağır sorumluluğu duyulacaktır. Ama, bu ıstırab, "şahsiyet"e, insan olmanın, "hür" olmanın tarifsiz hazzını da bahşedecektir. "Şahsiyet" bahsinde, mevzuumuza "anlaşılır" bir dille temas eden Ayhan Yücel`e kulak verelim dilerseniz. "Şahsiyet"i, üç basamaklı bir merdiveni olan bir eve benzeterek, şöyle devam ediyor:
"Birinci basamak, şahsiyetini kazanmak isteyen bütün insanlarla dolmuş. (...) Yine bu birinci basamakta, iyi ile kötünün tefrikinin insan nefsinde yapıldığı sübjektif denemeler yanında, ikinci basamağa atlayacaklarda müşâhede edilen ve iyiye söz vermek halinde beliren objektif denemeler de yer alıyor. (...) İkinci basamak nisbeten çok tenha, zira; birinci devrenin ıztırap ve tahammülü gerektiren denemelerinin yapıldığı çocukluktan gençliğe ulaşış ve gençlik devrelerindeki sabır, olgun değil. (...) Bu ikinci basamakta şahsiyetinde bize örnek veren kişi, gösterdiği sonsuz bir sabır, bulduğu mes`uliyet ve vazife kaynakları, birbiri sıra dile getirdiği vicdanının hükümleriyle artık kendini iyi, güzel ve doğrunun sonsuzluğuna bırakmış kişidir. Onun azâbı pek büyüktür; zira bütün davranış ve hükümlerine rağmen, o bu davranış ve hükümleri yanında, yetmezliğini görüyor ve her an ezici menfaatlarının altında çabalayarak, kolunu ve elini kendinden koparırcasına ve bir şey yakalayacakmış gibisine boşlukta sallıyor ve Mutlak Varlığa sığınıyor, O`nun af ve yardımını istiyor. Amma o bütün aczine rağmen hareketini zarûrî görüyor ve kolunu uzanabildiği yere kadar uzatıyor, geride kolunun ulaşamadığı büyük ve uzun mesafeyi, mutlaka, Mutlak Varlığın kapatacağına iman ederek büyük sabrı içine gömülüyor. Onun için, sabırlı adamın hislerinde şaşkınlık, irâdesinde zayıflık görülmez; o sadece zarûrî gördüğü hareketi yapmayı, artık hayatı pahasına vazife bilerek, işlemeyi ve bu arada sabretmeyi bilir. Sabır deyince artık o, göz boyayan ve göz korkutan imkân meselesi, zaman meselesi, mekân meselesi kalkıyor. (...) İdealistlerin hüviyetiyle gördüğümüz ikinci kademe insanlarının yine pek azı üçüncü basamağa ulaşmış olmakla, oranın hür ve temiz havasını sonsuz bir huzur içinde teneffüs etmiş, gerçekten imrenilecek insanlar oluyorlar. Evet üçüncü basamakta, zorlanmadan istemek gibi bir hürriyet havası, Mutlak Varlığa kavuşmuş insan iradesini sarmış görünüyor. Burada kişi, şahsî duyuşlarını fedâ etmiş, artık her sözü ve hareketi, büyük ve asıl geçerliği olan irâdenin, dışarıda müşâhede edilen sebep ve vesilesi haline gelmiştir. Nasıl penisilin bir şifa hassasının mümessili ise, artık o insan da benliğinde iyi, güzel ve doğrunun göründüğü bir vesile olmuştur. Ve o insan artık dışarıya bu vesile ve iştirakle atıldığı zaman, hareketlerinde bizi iyi, güzel ve doğrunun hayranı bırakır, ona doğru sürükler, hayatımız bir mânâ iktisab eder ve nihayet hayat bunun için yaşanmağa da değer kazanır." (9)
Neticede, nereye başvursak, herkesten benzer cevablar alıyoruz: Kendini tanı, kendini aş, sonsuzlukta fânî ol!..
Ve aşk, bin yerde bin şekilde tecellî etse de, verâındaki gaye bakımından aslında "bir" değil midir? Kişiyi "kendini aşma"ya sevkeden? Tecelligâha çakılıp, çoğu "mecazda-şekilde" yapışıp kalır sinekler gibi; "şey"leştirdiği mâşukuyla alışverişe girmek olur akıbeti, onu mülkü görüp daha bir azgınlaştırır nefsini... Kimiyse, kendini aşıp, asla, aslına, kendine, "sonsuz"a yol bulur; herkeste ve her yerde yaşar aşkı!.. İngiliz edebiyatçıLawrence`ın bir sözünü naklediyor Andre Maurois:
"Aşkın temel vasfı, ferdi kendi benliğinin dar çerçevesinden kurtarıp, enginlere salmaktır." (10)
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Bizce Yolun Kısası: Zorunluluk İdrakı

Nihâyet, toparlarsak; cezaevinde yazdığımız "İfâde Çetinliğini Yaşamak..." başlıklı, belki hem dağınık hem tashihe, tenkide muhtaç ama, doğrusu, korkutucu bir sorumluluk, zorunluluk duygusunun sevkiyle kaleme alınmış makaleden sonra, sırayla üç makale daha yazmış olduk. Akademik bir dizi makale olmayabilir bunlar, fakat "hakikat" ve "fazilet"e teşvik noktasında, dostlarımıza faydalı bir "seminer" sayılabilirse "bütün" olarak, bundan büyük bir sevinç duyacağız.
Tenkidlerimiz, aynı zamanda nefsimizedir de! Ne var ki, bir fazileti gereğince yerine getiremiyor olmak, onu bizlerden çok daha "tam" gerçekleştirebilecek dostlarımızın, muhatablarımızın istifâdesine sunmaktan kaçış mazereti olamaz. "İdeal yerinde dursun; varamasak da!"... Varabilecekler için!..
Yazdıklarımızın bize bakan yönü, bazı hususları çok geç farketmiş olmak... Okuyucularımıza bakan yönüyse, tekâmülleri bakımından, kendilerine şu ân için gösterebileceğimiz "en kestirme yol"un kuşbakışı taslağı olmak. Duâmız, değerini, bizden daha iyi değerlendirerek göstermeleridir. Jonathan Swift`in "genç bir şaire öğüt mektubu"nda söyledikleri, bizim için de hakikat olursa, ne mutlu bize! Hatalarımızın, sürç-ü lisânımızın affına vesile olur belki bu nokta:
"Yolun kısasını bulan herhangi bir kimse, seyahati esnasında bu yoldan geçmek suretiyle faydalanan halka veya veya ferde iyilik etmiştir." (11)
Zaman içinde tashih edeceğimiz yerler bulunsa da, tüm bunlarda, aslında tek bir maksad, maslahat ve mânânın, dilimiz döndüğü ve kapasitemiz müsaade ettiğince, muhtelif cebhelerini ele almaya çalıştık: İster fikre, ister sanata, ister aksiyona tâlib olalım; ilk adımda olanca cehdimiz, bir "sorumluluk ve zorunluluk" duygusu ve şuuru kazanmaya bakmak olmalı bizce! Her tür verime giden yollar kadar, belki en başta "insan-şahsiyet" olma yolu buluşuyor bu "merkezî" kavşakta!.. Sözlerimizin eksiğine, tortusuna, varsa arızî hatalarına hiç aldırmayıp, bu noktaya dikkat ederseniz, ümidimiz o ki, kazancınız, düşündüğünüzün de fevkinde olacaktır..
Dostlarımız ilk elde ne okurlarsa okusunlar, ruhlarındaki sonsuzluğu, zorunluluğu, sorumluluğu, bunun duygusunu doğuran her neyse, onu öne almalarıdır bizce gereken. Biz şahsen, Külliyatı ayrı ve üstün bir mevkîye koyarak tabiî; Şebüsterî Hazretleri’nin “Gülşeni Râz”ına, Tolstoy`un "Diriliş"ine, Dostoyevski`nin "Suç ve Ceza"sına, Zola`nın "Eser"ine, Papini`nin "Gog"una, Zweig`ın "Üç Büyük Usta"sına, Sartre`ın "Denemeler"ine çok şey borçluyuz.
Takib eden safha, "sıra ile oluş prensibince", kazanılmış ve nefsi gemlemeyi öğretmiş bu sorumluluk duygusuyla, "kesintisiz" bir ihtiras ve aşk hâlinde belli bir "mevzu-branş-meslek" için "oryantasyon kazanma"; "giriş" ve "temel" eserlere yönelmedir yine bizce gereken. Olur olmaz dağılma ve çeşitlemeler değil, temel, seçkin, toplayıcı, öğretici, klasik ve "zorunlu" olanlara; ki bu husus da Mütefekkir tarafından bilhassa uyarılmıştır. Bir şeyi tüm kalbiyle isteyen, oraya nasıl gideceğinin en kestirme yolunu ve en uygun vasıtasını da bulabilecek olandır. Hakikaten istemeyeninse, hep mazereti, tesellîsi ve başka daha mühim (!) işleri olacaktır. Onlara en büyük ceza, gözlerinin önündeki fikrin değerini, azametini, derinliğini ve zevkini çok az farkedebilmek ve anlayamamak olacaktır herhâlde. Biz de olsak, bu böyle!..
Üstad`ın, "mesuliyetimiz-sorumluluğumuz"a dair hitabı, hepimizedir:
- "Kim var?" diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "Ben varım!" cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur!" duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...


Kaynaklar:

1) Saint-Exupery, Küçük Prens, (Terc: Tomris Uyar, Cemal Süreya), Can Yay., İstanbul 1987, s. 4
2) A.g.e. s. 89
3) Prof.Dr. Orhan Münir Çağıl, Hukuka ve Hukuk İlmine Giriş, İstanbul Üniversitesi Yay., 4 Basım, İstanbul 1971, Önsöz, s. VII
4) A.g.e. s.XIV
5) Prof.Dr. Necip Taylan, Mantık -Tarihçesi, Problemleri-, Marifet Yay., İstanbul 1981, s. 103 (Yeni baskısı Marmara Üniversite Yayınları`ndan)
6) Paul Foulquie, Diyalektik, (Terc: Afşar Timuçin), Gelişim Yay., İstanbul 1975, s. 22
7) William Chittick, Varolmanın Boyutları, (Terc: Turan Koç), İnsan Yay., İstanbul 1997, s. 7-8
8) Prof.Dr. Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, 3 Basım, İstanbul 1983, s. 199
9) Orhan Okay, Ayhan Yücel; San`at ve Hayat / İnsan ve Şahsiyetin Teşekkülü, Milliyetçiler Derneği Neşriyatı, Seminer Çalışmaları, İstanbul 1956, s. 30-31-32
10) Andre Maurois, Duygular ve Adetler, (Terc: Vahdi Hatay), Remzi Kitabevi, 2 Basım, İstanbul 1960, s. 15
11) Remy de Gourmont, Fikir Üretimi, (Terc: Necip Tanyeli), MEB Yay., 2 Basım, İstanbul 1968, s. 168


 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt