III. Bölüm:
İŞBÖLÜMÜ YAPILAMAZ BİR VAROLUŞ SORUMLULUĞU:
[h=2]DÜŞÜNME VE FİKİR[/h]
[h=2]Varoluşun Çetin Sorusu: Kimiz?[/h]
İlk bakışta tuhaf gelebilir ancak, hiç olmazsa şahsımız adına söylemek gerekirse; "kim" olduğumuzu "tam" olarak bildiğimizi iddia edemeyiz şu ân. Veyahut biz soralım: Siz sahiden biliyor musunuz "kim" olduğunuzu? Cevabınız müsbetse, "Bravo!" demek düşer bize! İnsanoğlunun ilk atasından bugüne, binlerce yıldır cevabını aradığı en çetin soruyu bildiğinizi söylüyorsunuz çünkü!..
Şübhesiz, Descartes`in, "herşeyden" şübhe etse dahi, "şübhe eden" bir varlık olarak "kendini" duymasından ötürü "kendinden şübhe edemeyeceği" bedaheti üzerine,"Düşünüyorum, öyleyse varım!" demesi gibi, peşin bir sezgimiz, bilgimiz var "kim"liğimize dair. Lâkin, iş, adlandırmaya, anlatmaya, açıklamaya geldiğinde, kendisini cevablandırılması bazen imkânsız sorular içinde bulabiliyor insan. Öyle ya, aynı bedenî varlığımızla, burada değil de dünyanın bilmem hangi köşesinde doğsaydık, "kim" olduğumuz sorusuna bambaşka cevablar dökülecekti ağzımızdan; bambaşka şeyler düşünecek, bambaşka inançlarımız olacaktı belki de! Avrupa`da, Çin`de, Uzakdoğu`da, Afrika`da doğmuş olsaydık meselâ!..
Herşey bir "dil"i öğrenmekle başlıyor aslında. Anadilimiz, kendimizin, insanların, hayatın, kâinatın "ne" olduğuna dair, belli merkezî "değer ve hakikat" ilkeleri çevresinde örülmüş bir "kâinat planı", bir "dünya tablosu ve değerlendirmesi" empoze ediyor bize. Böyle insan oluyoruz, ama böylece "kendiliğinden" akan bir süreçte "hür bir şahsiyet" de olamıyoruz. Hürriyet ve şahsiyet, "öğrendiğimiz" değil, öğrendiklerimizi benliğimizde yeniden bir muhasebeye tuttuğumuz ve artık "kendi" olduğumuz ânda kazandığımız vasıftır. Ne yazık ki, insanların çoğu, bu keyfiyette bir "nefs muhasebesi" yapamadan, hep "çocuksu" ve çevresinin "kopyacı kuklası" kalır ve sanki hiç "yaşayamadan" ölür... Dille ilgili bir bilgi notunun yeri; Walter Porzig, "Dil Denen Mucize" isimli eserinde söylüyor:
"Fakat şahsiyetlerinin teşekkülü için en önemli rolü oynayan dil, ilk öğrendikleri dil olan anadili (Muttersprache)dir. Onu, dünyada ayakta durabilme yollarını öğrenirken öğrenmişlerdir; anadilini öğrenmekle dünyadaki yerini öğrenmek, dünyayı kazanmak aynı yaşantı anlamına taşımıştır. Bir insan diğer bütün dilleri, sahip olduğu bir dünya temeli üzerine ve o dünyadan hareketle öğrenir, sadece anadiline dünya ile beraber sahip olur." (1)
Dil öyle bir "varlık alanı"dır ki, her insan faaliyeti ve yapıp-etmesiyle "birlikte" ortaya çıkar ve insanın "inandığı, istediği, bildiği, öğrendiği, dikkat ettiği vb." neyse, ona "onu" gösterir. Kendini aşmak, kendi olmak ve bunun yolunu "samimiyetle" aramak istemeyenlereyse, neredeyse kendini tekrar ettirir ve "statik" bir dünya içinde kabuklaştırıp çürütür insan dehâsını.
Dil, “insan” demektir ki, onun ayırdedici vasfı olarak “konuşmak” ve “bilmek” birbirinin aynıdır bu bakımdan. Her ân, kendimiz veya başkasıyla “konuşuruz”; her ân “biliriz” bir deyişle. Hani “İnsan, konuşan hayvandır” derler ya; kaldırın “konuşan”ı, geriye kalan yalnızca “hayvan”dır...
İnsan kesiksiz bir iç-dış "uyaran bombardımanı"na mâruzdur ki, "gerçeklik" deriz buna. Sürekli bir "akış" ve "oluş" hâlinde bizden anlamlandırılmayı, mânâlandırılmayı bekleyen bu "uyaran"lar, hâlihazırdaki dilin "dünya tablosu" panoraması içinde sınıflandırılmış herhangi bir mevkîye oturduldukları, tarafımızdan "görüldükleri-biçimlendirildikleri" ân, o artık belli bir "söz"le ifâde edilmiş bir "şey-obje"dir. “Ruha mukavemet eden” varlığı, her tür varlık görünüşünü sayesinde kavradığımız ve bir “teknik-pratik” ifâdesiyle de kendisini oluşturduğumuz “dil”; demek ki, varlığın ve bilginin şartı. “Var” demek, onu “ifâde etmek”, ortaya bir “fikir” sermek değil midir? “Ruh”un, kendisini “uyaran” vesileler boyunca ortaya serdiği fikirler... Ve her fikri, “değişmez” ruhî aksiyonumuz sürecinde yeni fikirler takib eder ki, ruh “faal-aktif”, verim olarak “fikir-ifâde” ise “Beşerî Bilginin Prensipleri” adlı seçkin eserinde George Berkeley’in deyişiyle “pasif”tir bu yönden. Dilin “ruh”a nazaran “aktif” ve teknik olarak “ifâde-verim”e bakan “pasif” yönü... İBDA Mimarı’nın ifâdesiyle “teknik”: “Varlığı kavramak için, yapma varlık”...
Sanılanın tersine, eşyâ ve hâdiseleri "nasılsalar aynen öyle" görüp mânâlandıramayız. Sadece, bizimle aynı "dünya tablosu"nu paylaşanların dikkat ettikleri "genellikler" içinde, ama ferdî bir "sezgi"ye, bilgiye, objeleştirmeye kavuşuruz. Sanki göremeyiz de, dil bize kendinde mündemic "duygu ve düşünce yapısı"nın müsaade ettiğini, toplumun "şuur süzgeci"nde karşılığı bulunanı "gösterir". Kısacası, hiçbir ferd, birbirinin aynısını göremediği gibi, bir toplum da diğer toplumların gördüğünü "aynen" göremez. Her dil, herkes ve her yerde farklı olan "ham tecrübe"yi, sembolik bir "dönüşüm" ve sanki "çarpıtma"yla işler, ferdin değer ve bilgi yapısıyla dikkat ettiği yönde ona "istediği"ni görebileceği "formu-çerçeveyi" hediye eder.
Dilin "iki yönlü ve zıd görünen" tesirinden bahsedilir. İlki, dilde karşılığı olan belli çeşit uyaranları, artık "farketmeye" başlarız. "Astronomi dersi" almış birinin gökte bir yıldız bolluğu değil de, burçlar, galaksiler, süpernovalar ve belli kimliği olan yıldızları ayırdedebilişi gibi. Ama dilin bir de zıd tesiri vardır ki, belli çeşit uyaranlar belli bir isimle "isimlendirildikleri" ve mevcud kültürce belli bir kimlikte "kodlandırıldıkları" ân, kendisini aşma cehdi yaşamayan insanların ufkunu sığlaştırır ve onlara "statik-taşlaşmış" bir bakış verir. "Fizik dersi" almış bir insan için, "taş", artık çoğunun zannettiği üzere "taş gibi" hareketsiz olmayıp, bir "enerji", sürekli hareket edip yer değiştiren elektronların deveranına beşiklik eden bir "oluş"tur. Ama "taş"ı günlük dildeki anlam çerçevesiyle bilenler, "taş" şeklinde "statikleştirilmiş-objeleştirilmiş" bu gerçekliğin çok zengin tüm bu yönlerini "farkedemeyecek"lerdir. Evet, dilin bu hususiyetlerine dikkat çeken John C. Condon`dan dinleyelim gerisini ve "dil" tesirine dair "sağlıklı" bir anlayışa kapı açalım:
"Bütün düzeylerde gerçekliği karakterize eden, bir şeyin değil, bir sürecin varlığıdır. Dünyadaki şeylerden değil, oluşlardan söz etmeliyiz.
Dilimiz yüzyılların ürünüdür ve kelime dağarcığımız eski, bilimsellik öncesi dünya görüşünü yansıtmaktadır. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu bildiğimiz halde, sabitlik iddiasında bulunan bir kelime dağarcığını muhafaza ediyoruz. Onların daha çok alevlere benzediğini bilmemize rağmen, mecazî biçimde sanki taşlarmış gibi bahsediyoruz dünyadaki şeylerden. Bir zamanlar isim zannettiğimiz şeyler şimdi daha çok fiillere benziyor. (...)
Şu söylenebilir ki, gördüğümüz herşey beklentilerimizin, aldığımız eğitimin, değerlerimizin, hedeflerimizin sonucu olan optik yanılsamadır. Sihirli çocuk kitaplarında, ve Pazar gazetesi ilâvelerinde görülen alışılmış optik yanılsamalar gibi, neyi gördüğümüz nasıl baktığımıza ve bakışı yapanın kim olduğuna bağlıdır. (...)
İnsan mümkün olan bütün uyaranlara seçici olma ihtiyacı duyar. Açıkça ilgisiz (ve bazen tehdit edici) şeyleri ihmal etmek ve algıladığımız uyaranları anlamlandırmak için onları düzenlememiz gerekir. Her saniye bizi bombardımaneden milyarlarca uyarana karşı hassas olsaydık, hiçbir şey yapamaz hale gelirdik. (...)
Şunu bilmeliyiz ki, sürekli seçiciyiz ve algıladığımız, algılanabilir olanın çok küçük bir parçasıdır. (...)
Çoğunlukla bakmayı öğrendiğimiz şeyleri görürüz. Bakmaya ihtiyaç duyduğumuzu düşündüklerimize bakarız. (...)
Geçmiş tecrübeye dayanan hafızanın ve beklentilerin etkisi o kadar güçlüdür ki, sık sık gerçekte orada olmayan şeyleri görürüz ve orada olan şeyleri göremeyiz." (2)
Dil ve çevre tesirinin ne kadar öncelikli olduğuna dair bu izahat, insan çoğunluğunun ve çoğumuzun hayata ne kadar "dar" çerçevelerden bakabildiğimizi, üstelik "bakar kör" ve "keyfince görür" olduğumuzu çok çarpıcı tasvir ediyor. Gerek Külliyat bütünü ve gerekse "Tilki Günlüğü" merkezinde "dil"e verilen öncelik ve belirleyicilik, insanoğlunun hangi imkânla donatılmış olduğunu gösterdiği kadar, hangi tehlikelerle yüzyüze bulunduğunu da "ehline" ifşâ ediyor. Bir nebze seziyor olsak da, henüz ehil olmadığımızın farkında olsak da!..
O hâlde şöyle diyebilir miyiz: "Kim"liğimize dair verdiğimiz cevabların çoğunu, henüz biz doğmadan, başkaları verip hazırlıyor bizim adımıza. Hattâ adımızı bile "başka" insanlar koyuyor ve zaten onlar da "başka"larından öğrenmişlerdi "ad"ımız olan o kelimeyi. İtiraf etmek gerekirse, konuştuğumuz dilden başlayarak, o dille ifâde ettiğimiz ideal, inanç, fikir, görüş ne varsa; hemen hepsinin, "unsur" veya "terkib" olarak "hazırlop" verilmiş bir yönü yahut vasfı var. Birinin bu bâbda meâlen söylediği gibi aslında:
"Benim dediğimiz, sahiblik iddiasında bulunduğumuz şeyler, hakikaten ilk sahiblerine iade edilseydi, bize ne kalırdı?"
Demek oluyor ki, "ezbere" konuşmak istemiyorsak, malının "menşe"inden habersiz bir mirasyedi tavrıyla, "Ben buyum, bunlar da benim düşüncelerim!" derken dikkatli olmalıyız. Bugün olmasa da belki yarın, kapımıza bir "Molla Kasım" dayanıp, "Bre utanmaz hırsız; benimdir dediklerinin tek tek kime âid olduğunu gel göstereyim sana!" diyebilir. "Kimlik Kartı"mızdaki boşlukları tek tek kimlerin yazdığını isbatlayabilir. İşte o ân,Giovanni Papini`nin "Gog"a söylettiği, şaşkınlık, boşluk, bilgisizlik ve istifham ifâdesi, bizim de ifâdemiz olabilir:
"Kimsenin doğurmadığı, benden başkasının katılmadığı, mutlak surette benim diyebileceğim, bağımsız ve gizli çekirdek nerede? Sahiden bir borç yığını, dev bir cüssenin esiri bir zerreden gayri bir şey değil miyim? Ve sahiden kendimizin zannettiğimiz yegane şey, `benlik` bütün öteki şeyler gibi, gururumuzun basit bir kuruntusu mudur?" (3)
Bir parantez: Bugün Batı düşüncesindeki sayısız hikmetin, İslâm`dan, Müslümanlardan çalıntı olduğu da bir hakikat değil mi?..
Günlük "ezbere" hayat içinde dikkatimizi çekmemiş olsa bile; insan, dünyaya gelmekle kimliğini ve hafızasını kaybetmiş bir varlık sanki; son nefesine dek hep bu "yitik" kimliğini arıyor ve aynı kaderi paylaşan başka insanlarla birlikte, âlemdeki "âyet-işaret"lerde "aslî" hafızasını kazandıracak, "aslî" kimliğini hatırlatacak ipuçlarını izliyor. Bir imtihan kağıdı gibi, üzerinde kendi fotoğrafı yapıştırılmış o kimliği, diğerlerinden de yardım alarak dolduruyor ve nihayet, teslim ediyor son nefeste.
Besbelli ki insanlar, çevresinden "kopya" çekmeyi daha fazla tercih ediyor. Ya o başkaları da "yanlış" biliyorsa?.. Burada böyle, Afrika`da öyle, Avrupa`da şöyle birbirinden farklı cevabları bir koro hâlinde veriyorsa insanoğlu, "tesadüfen" anlamlandırıyor değil midir varlığı, varlığını?.. İnsan ki, ayırdedici hususiyet ve mükellefiyeti, "varlığı, kendi varlığında anlama, anlamlandırma, mânâlandırma" olan! "Varoluşçu" Martin Heidegger`in, "(insan)ın ontik özelliği, onun ontolojik olmasıdır" dediği... (4)
"Kim" olduğumuzu bilmek, "varlığı, varlığımızda hakikatiyle mânâlandırabilmek" demekse şayet, herkesin bilgiç bir edâyla verebileceği "ezbere-kopya" cevablar bir yana, baştaki sorumuzu hatırlarsak, "kim"liğimizi şahsen biz de bilemiyoruz "tam" olarak. Bildiklerimiz, inandıklarımızdır. Ama "varlık-bütünü"nü; alanlar, dereceler, belirişler hâlinde kendimizde "tam" olarak bütünleştirebildiğimizi, bu bütündeki parça alanları, parça belirişleri, parça tezahürleri "hakikate uygun" noktalardan yine "tam" olarak bağlantılandırabildiğimizi iddia edemiyoruz. Garib ama apaçık gerçeği, büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovsky de "Zaman Zaman İçinde" adlı günlüğünde hayretle itiraf ediyor:
"İnsan bunca zamandır varolmasına rağmen hâlâ daha en önemli şey olan varlığının anlamı konusunda emin değildir; şaşırtıcı olan budur işte." (5)
"Ezbere" ve "kekeme" cevablara, İslâm dışı mevhûmelere, asıl Üstad`ın tokadına dikkat:
"Çözdük her müşkülü derlerse, de ki:
Sonunda var olma müşkülü kaldı."
Yalnız tek birşeye tüm kalbimizle inanıyor ve her baktığımız yerde, onun "kaosu kozmosa çeviren" prensiplerinin tecellîlerine şâhid oluyoruz ki, "VAR OLMA MÜŞKÜLÜ"nün kördüğümlerini çözücü, bugün, biricik mihraktır İBDA anlayış ve sistemi!.. Ve "kim"iz sorusuna verebileceğimiz cevab da, ancak şu kadar olabilir belki: Varlığı, varlığını İBDA aynasında mânâlandırma liyakatine ilk adımı atma ve bunun lâfta iddiacısı olmamak için "fikrî formasyon"unu kazanma cehdinde "yolcu"lar!..
Sokrat, "Kendini tanı!" demiş ya; şunun bunun "ezbere" yapıştırıverdiği "etiket"lerden ibaret değildir insanoğlu. "Kim"liğini bulmak ve "kendini tanımak", varlığının Mutlak Varlık`ta fâni oluşunu kalbinde duyma ve kalb gözüyle görmeye dairdir ki, muazzez ölçü meâli:
"Kişi kendini bildiğince Rabbini bildi."
İŞBÖLÜMÜ YAPILAMAZ BİR VAROLUŞ SORUMLULUĞU:
[h=2]DÜŞÜNME VE FİKİR[/h]
[h=2]Varoluşun Çetin Sorusu: Kimiz?[/h]
İlk bakışta tuhaf gelebilir ancak, hiç olmazsa şahsımız adına söylemek gerekirse; "kim" olduğumuzu "tam" olarak bildiğimizi iddia edemeyiz şu ân. Veyahut biz soralım: Siz sahiden biliyor musunuz "kim" olduğunuzu? Cevabınız müsbetse, "Bravo!" demek düşer bize! İnsanoğlunun ilk atasından bugüne, binlerce yıldır cevabını aradığı en çetin soruyu bildiğinizi söylüyorsunuz çünkü!..
Şübhesiz, Descartes`in, "herşeyden" şübhe etse dahi, "şübhe eden" bir varlık olarak "kendini" duymasından ötürü "kendinden şübhe edemeyeceği" bedaheti üzerine,"Düşünüyorum, öyleyse varım!" demesi gibi, peşin bir sezgimiz, bilgimiz var "kim"liğimize dair. Lâkin, iş, adlandırmaya, anlatmaya, açıklamaya geldiğinde, kendisini cevablandırılması bazen imkânsız sorular içinde bulabiliyor insan. Öyle ya, aynı bedenî varlığımızla, burada değil de dünyanın bilmem hangi köşesinde doğsaydık, "kim" olduğumuz sorusuna bambaşka cevablar dökülecekti ağzımızdan; bambaşka şeyler düşünecek, bambaşka inançlarımız olacaktı belki de! Avrupa`da, Çin`de, Uzakdoğu`da, Afrika`da doğmuş olsaydık meselâ!..
Herşey bir "dil"i öğrenmekle başlıyor aslında. Anadilimiz, kendimizin, insanların, hayatın, kâinatın "ne" olduğuna dair, belli merkezî "değer ve hakikat" ilkeleri çevresinde örülmüş bir "kâinat planı", bir "dünya tablosu ve değerlendirmesi" empoze ediyor bize. Böyle insan oluyoruz, ama böylece "kendiliğinden" akan bir süreçte "hür bir şahsiyet" de olamıyoruz. Hürriyet ve şahsiyet, "öğrendiğimiz" değil, öğrendiklerimizi benliğimizde yeniden bir muhasebeye tuttuğumuz ve artık "kendi" olduğumuz ânda kazandığımız vasıftır. Ne yazık ki, insanların çoğu, bu keyfiyette bir "nefs muhasebesi" yapamadan, hep "çocuksu" ve çevresinin "kopyacı kuklası" kalır ve sanki hiç "yaşayamadan" ölür... Dille ilgili bir bilgi notunun yeri; Walter Porzig, "Dil Denen Mucize" isimli eserinde söylüyor:
"Fakat şahsiyetlerinin teşekkülü için en önemli rolü oynayan dil, ilk öğrendikleri dil olan anadili (Muttersprache)dir. Onu, dünyada ayakta durabilme yollarını öğrenirken öğrenmişlerdir; anadilini öğrenmekle dünyadaki yerini öğrenmek, dünyayı kazanmak aynı yaşantı anlamına taşımıştır. Bir insan diğer bütün dilleri, sahip olduğu bir dünya temeli üzerine ve o dünyadan hareketle öğrenir, sadece anadiline dünya ile beraber sahip olur." (1)
Dil öyle bir "varlık alanı"dır ki, her insan faaliyeti ve yapıp-etmesiyle "birlikte" ortaya çıkar ve insanın "inandığı, istediği, bildiği, öğrendiği, dikkat ettiği vb." neyse, ona "onu" gösterir. Kendini aşmak, kendi olmak ve bunun yolunu "samimiyetle" aramak istemeyenlereyse, neredeyse kendini tekrar ettirir ve "statik" bir dünya içinde kabuklaştırıp çürütür insan dehâsını.
Dil, “insan” demektir ki, onun ayırdedici vasfı olarak “konuşmak” ve “bilmek” birbirinin aynıdır bu bakımdan. Her ân, kendimiz veya başkasıyla “konuşuruz”; her ân “biliriz” bir deyişle. Hani “İnsan, konuşan hayvandır” derler ya; kaldırın “konuşan”ı, geriye kalan yalnızca “hayvan”dır...
İnsan kesiksiz bir iç-dış "uyaran bombardımanı"na mâruzdur ki, "gerçeklik" deriz buna. Sürekli bir "akış" ve "oluş" hâlinde bizden anlamlandırılmayı, mânâlandırılmayı bekleyen bu "uyaran"lar, hâlihazırdaki dilin "dünya tablosu" panoraması içinde sınıflandırılmış herhangi bir mevkîye oturduldukları, tarafımızdan "görüldükleri-biçimlendirildikleri" ân, o artık belli bir "söz"le ifâde edilmiş bir "şey-obje"dir. “Ruha mukavemet eden” varlığı, her tür varlık görünüşünü sayesinde kavradığımız ve bir “teknik-pratik” ifâdesiyle de kendisini oluşturduğumuz “dil”; demek ki, varlığın ve bilginin şartı. “Var” demek, onu “ifâde etmek”, ortaya bir “fikir” sermek değil midir? “Ruh”un, kendisini “uyaran” vesileler boyunca ortaya serdiği fikirler... Ve her fikri, “değişmez” ruhî aksiyonumuz sürecinde yeni fikirler takib eder ki, ruh “faal-aktif”, verim olarak “fikir-ifâde” ise “Beşerî Bilginin Prensipleri” adlı seçkin eserinde George Berkeley’in deyişiyle “pasif”tir bu yönden. Dilin “ruh”a nazaran “aktif” ve teknik olarak “ifâde-verim”e bakan “pasif” yönü... İBDA Mimarı’nın ifâdesiyle “teknik”: “Varlığı kavramak için, yapma varlık”...
Sanılanın tersine, eşyâ ve hâdiseleri "nasılsalar aynen öyle" görüp mânâlandıramayız. Sadece, bizimle aynı "dünya tablosu"nu paylaşanların dikkat ettikleri "genellikler" içinde, ama ferdî bir "sezgi"ye, bilgiye, objeleştirmeye kavuşuruz. Sanki göremeyiz de, dil bize kendinde mündemic "duygu ve düşünce yapısı"nın müsaade ettiğini, toplumun "şuur süzgeci"nde karşılığı bulunanı "gösterir". Kısacası, hiçbir ferd, birbirinin aynısını göremediği gibi, bir toplum da diğer toplumların gördüğünü "aynen" göremez. Her dil, herkes ve her yerde farklı olan "ham tecrübe"yi, sembolik bir "dönüşüm" ve sanki "çarpıtma"yla işler, ferdin değer ve bilgi yapısıyla dikkat ettiği yönde ona "istediği"ni görebileceği "formu-çerçeveyi" hediye eder.
Dilin "iki yönlü ve zıd görünen" tesirinden bahsedilir. İlki, dilde karşılığı olan belli çeşit uyaranları, artık "farketmeye" başlarız. "Astronomi dersi" almış birinin gökte bir yıldız bolluğu değil de, burçlar, galaksiler, süpernovalar ve belli kimliği olan yıldızları ayırdedebilişi gibi. Ama dilin bir de zıd tesiri vardır ki, belli çeşit uyaranlar belli bir isimle "isimlendirildikleri" ve mevcud kültürce belli bir kimlikte "kodlandırıldıkları" ân, kendisini aşma cehdi yaşamayan insanların ufkunu sığlaştırır ve onlara "statik-taşlaşmış" bir bakış verir. "Fizik dersi" almış bir insan için, "taş", artık çoğunun zannettiği üzere "taş gibi" hareketsiz olmayıp, bir "enerji", sürekli hareket edip yer değiştiren elektronların deveranına beşiklik eden bir "oluş"tur. Ama "taş"ı günlük dildeki anlam çerçevesiyle bilenler, "taş" şeklinde "statikleştirilmiş-objeleştirilmiş" bu gerçekliğin çok zengin tüm bu yönlerini "farkedemeyecek"lerdir. Evet, dilin bu hususiyetlerine dikkat çeken John C. Condon`dan dinleyelim gerisini ve "dil" tesirine dair "sağlıklı" bir anlayışa kapı açalım:
"Bütün düzeylerde gerçekliği karakterize eden, bir şeyin değil, bir sürecin varlığıdır. Dünyadaki şeylerden değil, oluşlardan söz etmeliyiz.
Dilimiz yüzyılların ürünüdür ve kelime dağarcığımız eski, bilimsellik öncesi dünya görüşünü yansıtmaktadır. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu bildiğimiz halde, sabitlik iddiasında bulunan bir kelime dağarcığını muhafaza ediyoruz. Onların daha çok alevlere benzediğini bilmemize rağmen, mecazî biçimde sanki taşlarmış gibi bahsediyoruz dünyadaki şeylerden. Bir zamanlar isim zannettiğimiz şeyler şimdi daha çok fiillere benziyor. (...)
Şu söylenebilir ki, gördüğümüz herşey beklentilerimizin, aldığımız eğitimin, değerlerimizin, hedeflerimizin sonucu olan optik yanılsamadır. Sihirli çocuk kitaplarında, ve Pazar gazetesi ilâvelerinde görülen alışılmış optik yanılsamalar gibi, neyi gördüğümüz nasıl baktığımıza ve bakışı yapanın kim olduğuna bağlıdır. (...)
İnsan mümkün olan bütün uyaranlara seçici olma ihtiyacı duyar. Açıkça ilgisiz (ve bazen tehdit edici) şeyleri ihmal etmek ve algıladığımız uyaranları anlamlandırmak için onları düzenlememiz gerekir. Her saniye bizi bombardımaneden milyarlarca uyarana karşı hassas olsaydık, hiçbir şey yapamaz hale gelirdik. (...)
Şunu bilmeliyiz ki, sürekli seçiciyiz ve algıladığımız, algılanabilir olanın çok küçük bir parçasıdır. (...)
Çoğunlukla bakmayı öğrendiğimiz şeyleri görürüz. Bakmaya ihtiyaç duyduğumuzu düşündüklerimize bakarız. (...)
Geçmiş tecrübeye dayanan hafızanın ve beklentilerin etkisi o kadar güçlüdür ki, sık sık gerçekte orada olmayan şeyleri görürüz ve orada olan şeyleri göremeyiz." (2)
Dil ve çevre tesirinin ne kadar öncelikli olduğuna dair bu izahat, insan çoğunluğunun ve çoğumuzun hayata ne kadar "dar" çerçevelerden bakabildiğimizi, üstelik "bakar kör" ve "keyfince görür" olduğumuzu çok çarpıcı tasvir ediyor. Gerek Külliyat bütünü ve gerekse "Tilki Günlüğü" merkezinde "dil"e verilen öncelik ve belirleyicilik, insanoğlunun hangi imkânla donatılmış olduğunu gösterdiği kadar, hangi tehlikelerle yüzyüze bulunduğunu da "ehline" ifşâ ediyor. Bir nebze seziyor olsak da, henüz ehil olmadığımızın farkında olsak da!..
O hâlde şöyle diyebilir miyiz: "Kim"liğimize dair verdiğimiz cevabların çoğunu, henüz biz doğmadan, başkaları verip hazırlıyor bizim adımıza. Hattâ adımızı bile "başka" insanlar koyuyor ve zaten onlar da "başka"larından öğrenmişlerdi "ad"ımız olan o kelimeyi. İtiraf etmek gerekirse, konuştuğumuz dilden başlayarak, o dille ifâde ettiğimiz ideal, inanç, fikir, görüş ne varsa; hemen hepsinin, "unsur" veya "terkib" olarak "hazırlop" verilmiş bir yönü yahut vasfı var. Birinin bu bâbda meâlen söylediği gibi aslında:
"Benim dediğimiz, sahiblik iddiasında bulunduğumuz şeyler, hakikaten ilk sahiblerine iade edilseydi, bize ne kalırdı?"
Demek oluyor ki, "ezbere" konuşmak istemiyorsak, malının "menşe"inden habersiz bir mirasyedi tavrıyla, "Ben buyum, bunlar da benim düşüncelerim!" derken dikkatli olmalıyız. Bugün olmasa da belki yarın, kapımıza bir "Molla Kasım" dayanıp, "Bre utanmaz hırsız; benimdir dediklerinin tek tek kime âid olduğunu gel göstereyim sana!" diyebilir. "Kimlik Kartı"mızdaki boşlukları tek tek kimlerin yazdığını isbatlayabilir. İşte o ân,Giovanni Papini`nin "Gog"a söylettiği, şaşkınlık, boşluk, bilgisizlik ve istifham ifâdesi, bizim de ifâdemiz olabilir:
"Kimsenin doğurmadığı, benden başkasının katılmadığı, mutlak surette benim diyebileceğim, bağımsız ve gizli çekirdek nerede? Sahiden bir borç yığını, dev bir cüssenin esiri bir zerreden gayri bir şey değil miyim? Ve sahiden kendimizin zannettiğimiz yegane şey, `benlik` bütün öteki şeyler gibi, gururumuzun basit bir kuruntusu mudur?" (3)
Bir parantez: Bugün Batı düşüncesindeki sayısız hikmetin, İslâm`dan, Müslümanlardan çalıntı olduğu da bir hakikat değil mi?..
Günlük "ezbere" hayat içinde dikkatimizi çekmemiş olsa bile; insan, dünyaya gelmekle kimliğini ve hafızasını kaybetmiş bir varlık sanki; son nefesine dek hep bu "yitik" kimliğini arıyor ve aynı kaderi paylaşan başka insanlarla birlikte, âlemdeki "âyet-işaret"lerde "aslî" hafızasını kazandıracak, "aslî" kimliğini hatırlatacak ipuçlarını izliyor. Bir imtihan kağıdı gibi, üzerinde kendi fotoğrafı yapıştırılmış o kimliği, diğerlerinden de yardım alarak dolduruyor ve nihayet, teslim ediyor son nefeste.
Besbelli ki insanlar, çevresinden "kopya" çekmeyi daha fazla tercih ediyor. Ya o başkaları da "yanlış" biliyorsa?.. Burada böyle, Afrika`da öyle, Avrupa`da şöyle birbirinden farklı cevabları bir koro hâlinde veriyorsa insanoğlu, "tesadüfen" anlamlandırıyor değil midir varlığı, varlığını?.. İnsan ki, ayırdedici hususiyet ve mükellefiyeti, "varlığı, kendi varlığında anlama, anlamlandırma, mânâlandırma" olan! "Varoluşçu" Martin Heidegger`in, "(insan)ın ontik özelliği, onun ontolojik olmasıdır" dediği... (4)
"Kim" olduğumuzu bilmek, "varlığı, varlığımızda hakikatiyle mânâlandırabilmek" demekse şayet, herkesin bilgiç bir edâyla verebileceği "ezbere-kopya" cevablar bir yana, baştaki sorumuzu hatırlarsak, "kim"liğimizi şahsen biz de bilemiyoruz "tam" olarak. Bildiklerimiz, inandıklarımızdır. Ama "varlık-bütünü"nü; alanlar, dereceler, belirişler hâlinde kendimizde "tam" olarak bütünleştirebildiğimizi, bu bütündeki parça alanları, parça belirişleri, parça tezahürleri "hakikate uygun" noktalardan yine "tam" olarak bağlantılandırabildiğimizi iddia edemiyoruz. Garib ama apaçık gerçeği, büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovsky de "Zaman Zaman İçinde" adlı günlüğünde hayretle itiraf ediyor:
"İnsan bunca zamandır varolmasına rağmen hâlâ daha en önemli şey olan varlığının anlamı konusunda emin değildir; şaşırtıcı olan budur işte." (5)
"Ezbere" ve "kekeme" cevablara, İslâm dışı mevhûmelere, asıl Üstad`ın tokadına dikkat:
"Çözdük her müşkülü derlerse, de ki:
Sonunda var olma müşkülü kaldı."
Yalnız tek birşeye tüm kalbimizle inanıyor ve her baktığımız yerde, onun "kaosu kozmosa çeviren" prensiplerinin tecellîlerine şâhid oluyoruz ki, "VAR OLMA MÜŞKÜLÜ"nün kördüğümlerini çözücü, bugün, biricik mihraktır İBDA anlayış ve sistemi!.. Ve "kim"iz sorusuna verebileceğimiz cevab da, ancak şu kadar olabilir belki: Varlığı, varlığını İBDA aynasında mânâlandırma liyakatine ilk adımı atma ve bunun lâfta iddiacısı olmamak için "fikrî formasyon"unu kazanma cehdinde "yolcu"lar!..
Sokrat, "Kendini tanı!" demiş ya; şunun bunun "ezbere" yapıştırıverdiği "etiket"lerden ibaret değildir insanoğlu. "Kim"liğini bulmak ve "kendini tanımak", varlığının Mutlak Varlık`ta fâni oluşunu kalbinde duyma ve kalb gözüyle görmeye dairdir ki, muazzez ölçü meâli:
"Kişi kendini bildiğince Rabbini bildi."