Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

“Hakikatin Hatırı”3 (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
III. Bölüm:

İŞBÖLÜMÜ YAPILAMAZ BİR VAROLUŞ SORUMLULUĞU:
[h=2]DÜŞÜNME VE FİKİR[/h]

[h=2]Varoluşun Çetin Sorusu: Kimiz?[/h]
İlk bakışta tuhaf gelebilir ancak, hiç olmazsa şahsımız adına söylemek gerekirse; "kim" olduğumuzu "tam" olarak bildiğimizi iddia edemeyiz şu ân. Veyahut biz soralım: Siz sahiden biliyor musunuz "kim" olduğunuzu? Cevabınız müsbetse, "Bravo!" demek düşer bize! İnsanoğlunun ilk atasından bugüne, binlerce yıldır cevabını aradığı en çetin soruyu bildiğinizi söylüyorsunuz çünkü!..
Şübhesiz, Descartes`in, "herşeyden" şübhe etse dahi, "şübhe eden" bir varlık olarak "kendini" duymasından ötürü "kendinden şübhe edemeyeceği" bedaheti üzerine,"Düşünüyorum, öyleyse varım!" demesi gibi, peşin bir sezgimiz, bilgimiz var "kim"liğimize dair. Lâkin, iş, adlandırmaya, anlatmaya, açıklamaya geldiğinde, kendisini cevablandırılması bazen imkânsız sorular içinde bulabiliyor insan. Öyle ya, aynı bedenî varlığımızla, burada değil de dünyanın bilmem hangi köşesinde doğsaydık, "kim" olduğumuz sorusuna bambaşka cevablar dökülecekti ağzımızdan; bambaşka şeyler düşünecek, bambaşka inançlarımız olacaktı belki de! Avrupa`da, Çin`de, Uzakdoğu`da, Afrika`da doğmuş olsaydık meselâ!..
Herşey bir "dil"i öğrenmekle başlıyor aslında. Anadilimiz, kendimizin, insanların, hayatın, kâinatın "ne" olduğuna dair, belli merkezî "değer ve hakikat" ilkeleri çevresinde örülmüş bir "kâinat planı", bir "dünya tablosu ve değerlendirmesi" empoze ediyor bize. Böyle insan oluyoruz, ama böylece "kendiliğinden" akan bir süreçte "hür bir şahsiyet" de olamıyoruz. Hürriyet ve şahsiyet, "öğrendiğimiz" değil, öğrendiklerimizi benliğimizde yeniden bir muhasebeye tuttuğumuz ve artık "kendi" olduğumuz ânda kazandığımız vasıftır. Ne yazık ki, insanların çoğu, bu keyfiyette bir "nefs muhasebesi" yapamadan, hep "çocuksu" ve çevresinin "kopyacı kuklası" kalır ve sanki hiç "yaşayamadan" ölür... Dille ilgili bir bilgi notunun yeri; Walter Porzig, "Dil Denen Mucize" isimli eserinde söylüyor:
"Fakat şahsiyetlerinin teşekkülü için en önemli rolü oynayan dil, ilk öğrendikleri dil olan anadili (Muttersprache)dir. Onu, dünyada ayakta durabilme yollarını öğrenirken öğrenmişlerdir; anadilini öğrenmekle dünyadaki yerini öğrenmek, dünyayı kazanmak aynı yaşantı anlamına taşımıştır. Bir insan diğer bütün dilleri, sahip olduğu bir dünya temeli üzerine ve o dünyadan hareketle öğrenir, sadece anadiline dünya ile beraber sahip olur." (1)
Dil öyle bir "varlık alanı"dır ki, her insan faaliyeti ve yapıp-etmesiyle "birlikte" ortaya çıkar ve insanın "inandığı, istediği, bildiği, öğrendiği, dikkat ettiği vb." neyse, ona "onu" gösterir. Kendini aşmak, kendi olmak ve bunun yolunu "samimiyetle" aramak istemeyenlereyse, neredeyse kendini tekrar ettirir ve "statik" bir dünya içinde kabuklaştırıp çürütür insan dehâsını.
Dil, “insan” demektir ki, onun ayırdedici vasfı olarak “konuşmak” ve “bilmek” birbirinin aynıdır bu bakımdan. Her ân, kendimiz veya başkasıyla “konuşuruz”; her ân “biliriz” bir deyişle. Hani “İnsan, konuşan hayvandır” derler ya; kaldırın “konuşan”ı, geriye kalan yalnızca “hayvan”dır...
İnsan kesiksiz bir iç-dış "uyaran bombardımanı"na mâruzdur ki, "gerçeklik" deriz buna. Sürekli bir "akış" ve "oluş" hâlinde bizden anlamlandırılmayı, mânâlandırılmayı bekleyen bu "uyaran"lar, hâlihazırdaki dilin "dünya tablosu" panoraması içinde sınıflandırılmış herhangi bir mevkîye oturduldukları, tarafımızdan "görüldükleri-biçimlendirildikleri" ân, o artık belli bir "söz"le ifâde edilmiş bir "şey-obje"dir. “Ruha mukavemet eden” varlığı, her tür varlık görünüşünü sayesinde kavradığımız ve bir “teknik-pratik” ifâdesiyle de kendisini oluşturduğumuz “dil”; demek ki, varlığın ve bilginin şartı. “Var” demek, onu “ifâde etmek”, ortaya bir “fikir” sermek değil midir? “Ruh”un, kendisini “uyaran” vesileler boyunca ortaya serdiği fikirler... Ve her fikri, “değişmez” ruhî aksiyonumuz sürecinde yeni fikirler takib eder ki, ruh “faal-aktif”, verim olarak “fikir-ifâde” ise “Beşerî Bilginin Prensipleri” adlı seçkin eserinde George Berkeley’in deyişiyle “pasif”tir bu yönden. Dilin “ruh”a nazaran “aktif” ve teknik olarak “ifâde-verim”e bakan “pasif” yönü... İBDA Mimarı’nın ifâdesiyle “teknik”: “Varlığı kavramak için, yapma varlık”...
Sanılanın tersine, eşyâ ve hâdiseleri "nasılsalar aynen öyle" görüp mânâlandıramayız. Sadece, bizimle aynı "dünya tablosu"nu paylaşanların dikkat ettikleri "genellikler" içinde, ama ferdî bir "sezgi"ye, bilgiye, objeleştirmeye kavuşuruz. Sanki göremeyiz de, dil bize kendinde mündemic "duygu ve düşünce yapısı"nın müsaade ettiğini, toplumun "şuur süzgeci"nde karşılığı bulunanı "gösterir". Kısacası, hiçbir ferd, birbirinin aynısını göremediği gibi, bir toplum da diğer toplumların gördüğünü "aynen" göremez. Her dil, herkes ve her yerde farklı olan "ham tecrübe"yi, sembolik bir "dönüşüm" ve sanki "çarpıtma"yla işler, ferdin değer ve bilgi yapısıyla dikkat ettiği yönde ona "istediği"ni görebileceği "formu-çerçeveyi" hediye eder.
Dilin "iki yönlü ve zıd görünen" tesirinden bahsedilir. İlki, dilde karşılığı olan belli çeşit uyaranları, artık "farketmeye" başlarız. "Astronomi dersi" almış birinin gökte bir yıldız bolluğu değil de, burçlar, galaksiler, süpernovalar ve belli kimliği olan yıldızları ayırdedebilişi gibi. Ama dilin bir de zıd tesiri vardır ki, belli çeşit uyaranlar belli bir isimle "isimlendirildikleri" ve mevcud kültürce belli bir kimlikte "kodlandırıldıkları" ân, kendisini aşma cehdi yaşamayan insanların ufkunu sığlaştırır ve onlara "statik-taşlaşmış" bir bakış verir. "Fizik dersi" almış bir insan için, "taş", artık çoğunun zannettiği üzere "taş gibi" hareketsiz olmayıp, bir "enerji", sürekli hareket edip yer değiştiren elektronların deveranına beşiklik eden bir "oluş"tur. Ama "taş"ı günlük dildeki anlam çerçevesiyle bilenler, "taş" şeklinde "statikleştirilmiş-objeleştirilmiş" bu gerçekliğin çok zengin tüm bu yönlerini "farkedemeyecek"lerdir. Evet, dilin bu hususiyetlerine dikkat çeken John C. Condon`dan dinleyelim gerisini ve "dil" tesirine dair "sağlıklı" bir anlayışa kapı açalım:
"Bütün düzeylerde gerçekliği karakterize eden, bir şeyin değil, bir sürecin varlığıdır. Dünyadaki şeylerden değil, oluşlardan söz etmeliyiz.
Dilimiz yüzyılların ürünüdür ve kelime dağarcığımız eski, bilimsellik öncesi dünya görüşünü yansıtmaktadır. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu bildiğimiz halde, sabitlik iddiasında bulunan bir kelime dağarcığını muhafaza ediyoruz. Onların daha çok alevlere benzediğini bilmemize rağmen, mecazî biçimde sanki taşlarmış gibi bahsediyoruz dünyadaki şeylerden. Bir zamanlar isim zannettiğimiz şeyler şimdi daha çok fiillere benziyor. (...)
Şu söylenebilir ki, gördüğümüz herşey beklentilerimizin, aldığımız eğitimin, değerlerimizin, hedeflerimizin sonucu olan optik yanılsamadır. Sihirli çocuk kitaplarında, ve Pazar gazetesi ilâvelerinde görülen alışılmış optik yanılsamalar gibi, neyi gördüğümüz nasıl baktığımıza ve bakışı yapanın kim olduğuna bağlıdır. (...)
İnsan mümkün olan bütün uyaranlara seçici olma ihtiyacı duyar. Açıkça ilgisiz (ve bazen tehdit edici) şeyleri ihmal etmek ve algıladığımız uyaranları anlamlandırmak için onları düzenlememiz gerekir. Her saniye bizi bombardımaneden milyarlarca uyarana karşı hassas olsaydık, hiçbir şey yapamaz hale gelirdik. (...)
Şunu bilmeliyiz ki, sürekli seçiciyiz ve algıladığımız, algılanabilir olanın çok küçük bir parçasıdır. (...)
Çoğunlukla bakmayı öğrendiğimiz şeyleri görürüz. Bakmaya ihtiyaç duyduğumuzu düşündüklerimize bakarız. (...)
Geçmiş tecrübeye dayanan hafızanın ve beklentilerin etkisi o kadar güçlüdür ki, sık sık gerçekte orada olmayan şeyleri görürüz ve orada olan şeyleri göremeyiz." (2)
Dil ve çevre tesirinin ne kadar öncelikli olduğuna dair bu izahat, insan çoğunluğunun ve çoğumuzun hayata ne kadar "dar" çerçevelerden bakabildiğimizi, üstelik "bakar kör" ve "keyfince görür" olduğumuzu çok çarpıcı tasvir ediyor. Gerek Külliyat bütünü ve gerekse "Tilki Günlüğü" merkezinde "dil"e verilen öncelik ve belirleyicilik, insanoğlunun hangi imkânla donatılmış olduğunu gösterdiği kadar, hangi tehlikelerle yüzyüze bulunduğunu da "ehline" ifşâ ediyor. Bir nebze seziyor olsak da, henüz ehil olmadığımızın farkında olsak da!..
O hâlde şöyle diyebilir miyiz: "Kim"liğimize dair verdiğimiz cevabların çoğunu, henüz biz doğmadan, başkaları verip hazırlıyor bizim adımıza. Hattâ adımızı bile "başka" insanlar koyuyor ve zaten onlar da "başka"larından öğrenmişlerdi "ad"ımız olan o kelimeyi. İtiraf etmek gerekirse, konuştuğumuz dilden başlayarak, o dille ifâde ettiğimiz ideal, inanç, fikir, görüş ne varsa; hemen hepsinin, "unsur" veya "terkib" olarak "hazırlop" verilmiş bir yönü yahut vasfı var. Birinin bu bâbda meâlen söylediği gibi aslında:
"Benim dediğimiz, sahiblik iddiasında bulunduğumuz şeyler, hakikaten ilk sahiblerine iade edilseydi, bize ne kalırdı?"
Demek oluyor ki, "ezbere" konuşmak istemiyorsak, malının "menşe"inden habersiz bir mirasyedi tavrıyla, "Ben buyum, bunlar da benim düşüncelerim!" derken dikkatli olmalıyız. Bugün olmasa da belki yarın, kapımıza bir "Molla Kasım" dayanıp, "Bre utanmaz hırsız; benimdir dediklerinin tek tek kime âid olduğunu gel göstereyim sana!" diyebilir. "Kimlik Kartı"mızdaki boşlukları tek tek kimlerin yazdığını isbatlayabilir. İşte o ân,Giovanni Papini`nin "Gog"a söylettiği, şaşkınlık, boşluk, bilgisizlik ve istifham ifâdesi, bizim de ifâdemiz olabilir:
"Kimsenin doğurmadığı, benden başkasının katılmadığı, mutlak surette benim diyebileceğim, bağımsız ve gizli çekirdek nerede? Sahiden bir borç yığını, dev bir cüssenin esiri bir zerreden gayri bir şey değil miyim? Ve sahiden kendimizin zannettiğimiz yegane şey, `benlik` bütün öteki şeyler gibi, gururumuzun basit bir kuruntusu mudur?" (3)
Bir parantez: Bugün Batı düşüncesindeki sayısız hikmetin, İslâm`dan, Müslümanlardan çalıntı olduğu da bir hakikat değil mi?..
Günlük "ezbere" hayat içinde dikkatimizi çekmemiş olsa bile; insan, dünyaya gelmekle kimliğini ve hafızasını kaybetmiş bir varlık sanki; son nefesine dek hep bu "yitik" kimliğini arıyor ve aynı kaderi paylaşan başka insanlarla birlikte, âlemdeki "âyet-işaret"lerde "aslî" hafızasını kazandıracak, "aslî" kimliğini hatırlatacak ipuçlarını izliyor. Bir imtihan kağıdı gibi, üzerinde kendi fotoğrafı yapıştırılmış o kimliği, diğerlerinden de yardım alarak dolduruyor ve nihayet, teslim ediyor son nefeste.
Besbelli ki insanlar, çevresinden "kopya" çekmeyi daha fazla tercih ediyor. Ya o başkaları da "yanlış" biliyorsa?.. Burada böyle, Afrika`da öyle, Avrupa`da şöyle birbirinden farklı cevabları bir koro hâlinde veriyorsa insanoğlu, "tesadüfen" anlamlandırıyor değil midir varlığı, varlığını?.. İnsan ki, ayırdedici hususiyet ve mükellefiyeti, "varlığı, kendi varlığında anlama, anlamlandırma, mânâlandırma" olan! "Varoluşçu" Martin Heidegger`in, "(insan)ın ontik özelliği, onun ontolojik olmasıdır" dediği... (4)
"Kim" olduğumuzu bilmek, "varlığı, varlığımızda hakikatiyle mânâlandırabilmek" demekse şayet, herkesin bilgiç bir edâyla verebileceği "ezbere-kopya" cevablar bir yana, baştaki sorumuzu hatırlarsak, "kim"liğimizi şahsen biz de bilemiyoruz "tam" olarak. Bildiklerimiz, inandıklarımızdır. Ama "varlık-bütünü"nü; alanlar, dereceler, belirişler hâlinde kendimizde "tam" olarak bütünleştirebildiğimizi, bu bütündeki parça alanları, parça belirişleri, parça tezahürleri "hakikate uygun" noktalardan yine "tam" olarak bağlantılandırabildiğimizi iddia edemiyoruz. Garib ama apaçık gerçeği, büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovsky de "Zaman Zaman İçinde" adlı günlüğünde hayretle itiraf ediyor:
"İnsan bunca zamandır varolmasına rağmen hâlâ daha en önemli şey olan varlığının anlamı konusunda emin değildir; şaşırtıcı olan budur işte." (5)
"Ezbere" ve "kekeme" cevablara, İslâm dışı mevhûmelere, asıl Üstad`ın tokadına dikkat:
"Çözdük her müşkülü derlerse, de ki:
Sonunda var olma müşkülü kaldı."
Yalnız tek birşeye tüm kalbimizle inanıyor ve her baktığımız yerde, onun "kaosu kozmosa çeviren" prensiplerinin tecellîlerine şâhid oluyoruz ki, "VAR OLMA MÜŞKÜLÜ"nün kördüğümlerini çözücü, bugün, biricik mihraktır İBDA anlayış ve sistemi!.. Ve "kim"iz sorusuna verebileceğimiz cevab da, ancak şu kadar olabilir belki: Varlığı, varlığını İBDA aynasında mânâlandırma liyakatine ilk adımı atma ve bunun lâfta iddiacısı olmamak için "fikrî formasyon"unu kazanma cehdinde "yolcu"lar!..
Sokrat, "Kendini tanı!" demiş ya; şunun bunun "ezbere" yapıştırıverdiği "etiket"lerden ibaret değildir insanoğlu. "Kim"liğini bulmak ve "kendini tanımak", varlığının Mutlak Varlık`ta fâni oluşunu kalbinde duyma ve kalb gözüyle görmeye dairdir ki, muazzez ölçü meâli:
"Kişi kendini bildiğince Rabbini bildi."
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=2]Öze `Yalnız` ve `Oyuncaksız` Gidilir![/h]
Mütefekkir`in, "Marifetname" adlı eserinde altını çizdiği hikmet:
"Varlığı bütün şiddetiyle hissetmeniz için öze tek başınıza gitmeye çalışmalısınız."
Hemen ardından ekliyor:
"Kuvvetli insan yalnız insandır." (6)
"Varlığı bütün şiddetiyle hissetme" niçin istensin ki, diyebilirsiniz. Haklısınız; o zaman, "hissettiğimiz" varlığın "verâı-ötesi" ve mânâsına dair bir parantez açmamız uygun olur. Bu mesele, aynı zamanda, biraz önce "dil" bahsinde sözünü ettiğimiz "uyaranlar"ın hakikatine de dair. Evet, S. Ahmet Arvasî`den:
"Bize kendisini tasdik ettirmek isteyen bir gerçeklik her ân bizi içimizden ve dışımızdan uyarmaktadır. Bütün varlığın bağrından taşan ve bütün varlık tezahürlerini aşan, bu arada her varlık gibi bizi de uyaran bir vakıaya `hakikat` diyoruz. Hakikat, bizi her yönden uyaran, etki altına alan, bilgili olmaya zorlayan vakıadır. Bu vakıanın mahiyeti üzerinde insanların anlaşamadıklarını, çeşitli ekollere, dinlere ve mezheplere ayrıldıklarını görüyoruz. Biz burada şimdilik bu kadar söyleyelim: Mutlak hakikat Mutlak Varlık`tan ibarettir. Mutlak Varlık ise görülen ve tasavvur edilen bütün varlık tezahürlerini aşar. Mutlak Varlık, varlığın sırrıdır; O`nu duyularla ele geçirmek mümkün değildir.
Mamafih, hakikati kavramak hususunda insanları ihtilâftan kurtarmak kolay gözükmemektedir. İnsanlar arasındaki bu ihtilâfların birçok basit ve köklü sebepleri bulunabilir. Çevre farkları, kavramlara verdiğimiz mânâlar ve imajlar, eğitim ve kültür farkları, zaman ve mekân farkları bu çatışmalara sebep vesile oluyor denebilir. Bizce, basit sosyal ve tabiî çevre şartlarından daha önemli sebepler insanın zihin yapısı ile ilgilidir." (7)
Varoluşu "ferden" yaşadığımız gibi, ölümü de "ferden" tadarız. Hayatımız da, reel alanda sürekli bir "yokoluş", lâkin ruhumuzda duyduğumuz ideal "öz" bakımındansa "sonsuzluk" belirtir diyebiliriz ki, "şuurun kendi özünü isteyişi" olarak hürriyet de "ferden" aranır, yaşanır ve kazanılır. Başka insanlar, içimizdeki sonsuzluğun aynası olarak, bizi bize gösterirler yalnızca; fakat biz olamazlar, duyduklarımızı kendi kalblerinde "aynen" duyamaz, gördüklerimizi "aynen" göremez, düşündüklerimizi akıllarıyla "aynen" düşünemezler. Elimizi tuttuklarından belki daha çok, bizi bizimle yalnız bırakırlar. Çünkü onlar da yalnız, onlar da "tek başına bırakılmış"lardır. Batı felsefesinde "dindar varoluşçular" sınıfından sayılan Blaise Pascal`ın meşhur sözündeki gibi:
"Bizim gibi aciz olan, o yüzden bize medet etmeleri mümkün olmayan dostlarımızın refakatine dayanıp güvenmek tam bir saçmalıktır. Dostlarımızın bize bir yardımı olmayacak. Yalnız başımıza öleceğiz." (8)
Ne var ki, insanlar garib; çoğu, başkaları, başka fâniler ve fâni düşünceleri adına yaşıyor, üstelik hayatlarını da, yüzü varlığa dönük değil de yokluğa dönük ne varsa ona adıyor. İman yönü varlığa dönük olanlarsa, "pratik materyalizm" tesbitini haklı çıkarırcasına, çoğu, "inandığı başka, yaşadığı başka" bir çizgide, yokluğu varlığa tercih edercesine, neye taptığı belirsiz denilebilecek bir ikiyüzlülüğü yaşatıyor. Her iki sınıf birden, dininden, kendinden ve âlemden "sorumsuz"luklarını hâl diliyle ilân ediyor. Yokluğun "oyuncak"larını birbirlerine medhederek; insan olma haysiyetine vurulmuş zincirleri koparmak ne kelime, yenilerini de ekleyerek çekip gidiyor. Birbirlerinin fâni varlığına güvenerek, fâni oluyorlar, ezcümle.
Oysa, fâni olmayan "öz" içimizdedir ve oraya ancak "kendimiz", dışarının "yokluk" ve "boşluk" kokan rüzgârına penceremizi kapatarak, "yapayalnız" gideriz. Ebediyet ülkesinin yolu kalbimize döşeli ki, âlemdeki yalnızlığımızdan, ancak "her yerde" olana yüzümüzü dönerek sıyrılır ve artık hiçbir fâninin yıldıramadığı bir "kuvvet" buluruz kendimizde. Ve, diğer "yalnız"ların da bizimle "birlikte" kuvvetlenmelerine, "var olma"larına hasrederiz ömrümüzü.
Öyleyse, "öz"e dönüş, bizim için, "yalnız"lığın hikmetini anlamaktan ve onun hakkını vermekten geçiyor ki, "ezbere-kopya" cevabların, "fâni" birlikteliklerin değeri yok burada. Kendi gözüyle görme, kendi kalbinde duyma, kendi aklını işletme yolu bu!.. Egoizm, egosantrizm ve "başkası"na saygısızlık değil kasdımız; "birlikte" varolabilmek için, "bilenler"den ve birbirinden öğrenebildiğince öğrenmek, ama bunu, ruhunda tartıp "şahsiyet"ine mâletmek!..
Nietzsche, "Zerdüşt Böyle Diyordu" isimli kitabında, şöyle seslenir "çömez"lere:
"Yalnız gidiyoruz artık, çömezlerim! Siz de gidin şimdi, yalnız gidin! Böyle istiyorum ben.
Gerçek, size ben salık veririm; ayrılın benden, ve karşı koyun Zerdüşt`e! Daha iyisi; utanç duyun ondan! Aldatmıştır o belki sizi.
Bilgi adamı sadece düşmanlarını sevebilmekle kalmamalı, dostlarından da nefret edebilmelidir.
Hocasına borcunu iyi ödememiş sayılır insan, sırf öğrenci kalırsa. Ve siz benim çelengimi niye yolmıyasınız?
Saygı gösteriyorsunuz bana; ya saygınız çökerse bir gün? Bir heykel altında ezilip kalmıyasınız sakın!
İnandığınızı mı söylüyorsunuz Zerdüşt`e? Ama ne önemi var Zerdüşt`ün! Sizler bana inanan kişilersiniz; ama bütün inanan kişilerin ne önemi var!
Siz kendinizi henüz aramamıştınız; o zaman buldunuz beni. Böyle yaparlar bütün inananlar; onun için bu kadar azdır önemi bütün inançların.
Beni kaybetmenizi ve kendinizi bulmanızı diliyorum şimdi sizlerden; ve ancak hepiniz inkâr ettiğiniz zaman beni, döneceğim sizlere.
Gerçekten, başka gözlerle, kardeşlerim, arıyacağım o zaman kaybettiklerimi; başka bir sevgiyle seveceğim o zaman sizleri.
Ve bir gün yeniden benim dostlarım olacaksınız, ve bir tek umudun çocukları; o zaman, üçüncü bir kez aranızda olacağım, sizinle kutlamak için büyük öğleyi." (9)
"Kör" inancın her ân çökebilir temelsizliği ve çürüklüğünü, başkasının sorumluluğunu yerine getirişinden "oduncunun hınk deyicisi" gibi kendisine tesellî devşirenlerin kofluğunu tenkid eden bu parça, bize, şekil ve muhteva yönünden tabiî ki böyle olmamakla beraber, Mütefekkir`in, geçtiğimiz dönemde biz "çömez"lerine yaptığı tenkidleri hatırlattı. Doğrusu, hayatın "muhtevasını-maddesini" yeterince tanımamaktan ve meselelere yanaşmanın usûlünü gereğince kavrayamamaktan gelen dar bir bakışla, ilk eldeki şahsî kritiğimiz bakımından, bu tenkidlerdeki "doğru"ları "herkese ve her yere şâmil" kılmış, "doğru olanı genelleştirerek" ayrıca hataya düşmüştük yer yer. Hani bir "tenkid" belli bir durumda senin veya herkesin hakettiğidir de, sen veya herkes "sadece o tenkid edilen vasıftan ibaret" değildir. "Reşahat Ayn-El Hayat"tan, merâmımıza da ışık tuttuğuna inandığımız çarpıcı bir tabloyu bu vesileyle nakletmek uygun olur sanırız:
"- Senin hakkında kötü şeyler söylendiği vakit, dikkat etmelisin, sende o kötülükler var mıdır, yok mudur? Eğer sana "domuz", "köpek" gibi sıfatları yakıştırırlarsa bil ki, sende bunlardan birer pay bulunsa gerektir. Zira insan bütün sıfatları toplayıcıdır; onda melek sıfatlarından bulunduğu gibi, can sıfatlarından da hisse vardır. Bir büyük kişi bu taifenin efendisi Cüneyd`in huzurunda ve Şiblî`nin yüzüne karşı Şiblî`yi göklere çıkarmış, medh ve senalara boğmuş. Sözü bitince Cüneyd, Şiblî`yi göstererek buyurmuş: `Bütün bu medihleriniz bu domuz hakkında mıydı?` Ve Şiblî`nin tavrında en küçük bir teessür ve infial eseri görülmemiş." (10)
Gerçi Mütefekkir`in tenkidlerini nakledip kritik ederken, tercih ettiğimiz şahsî bakış usûlü bakımından burada gizli bir murâdımız vardı ki, o da şuydu: Fikir ve fikir işçiliği bahsinde ahlâkî "zorunluluk-sorumluluk" duygusunu uyandırmaya mâtuf olarak, mübahlar, müsaadeler alanına pek yüz vermemek!.. Meâlen "Nefs ağlayınca, ruh güler" diyen Fikirci`nin bu sözünü, "kendimizce" nefsi acıtıcı bir üslûbla değerlendirmelerimize tatbik etmek. Kasdımızdaki hâlisiyet, hatalarımızı affettirecektir ümidindeyiz.
Umûmî bir hükümdür ki, nefse düşen payları şayet ahlâkî zorunluluk duygusu denetleyemezse, tüm bu müsaadeler, ahlâksızlığın bahanesi olmaya kadar gider.Benedetto Croce`un vurguladığı üzere:
"İzin verilen ve müsaade edilen şey kategorisi, kısaca, daima ahlâkî bozulmanın sebebi veya onun kopyasıdır." (11)
Nefsânî olanın bir vasfı da, şahıstan şahısa farklılaşması, "fayda ve çıkar" hedeflerinin her ferdde farklılık belirtmesidir. Böyle bir şahsîliği, fânîlikle eşanlamlı da kullanabilirsiniz. Lâkin, ahlâkî zorunluluğun vasfı, "herkes ve her yer için geçerli, küllî" olmaya dairdir ki, tezahür çerçeveleri değişse, muhteva bakımından farklı algılansa dahi, ondaki "yönetici" duygu "tek"tir. Böyle bir "değer-duygusu" olmayan, kalbi yüksek "ideal-gaye değer"lere kapalı insanların, yani hayatlarını ferdden ferde değişen "fayda ve çıkar" çerçevesindeki "vasıta-değer"lerin yönettiği insanların eline "mübah"ları tutuşturmak, eşkiyaya silah satmaya benzer ve "bütünlük" idealinden vazgeçmeye çıkar. Onlarda uyandırılması gereken ilk duygu, yüksek bir "sorumluluk-zorunluluk" duygusudur. Bu duygu; ne kadar farklı karakter ve işlerde bulunurlarsa bulunsunlar, "fayda ve çıkar" dairesindeki işlerde bile insanların anlaşabilmelerini temin eder. Murâd, "tek"tir çünkü. Anlaşmazlıkların çözümünde başvurulacak mercî de öyle: Vicdan, hak ve adalet duygusu, bunun hukuku!..
İdeali bu; fakat "pratikte" tam olarak böyle davranabildiğimizi kim iddia edebilir? Tamamen "kötü" olmasak da, tamamen "iyi" de olamıyoruz. Ne yapalım ki, imtihana çekildiğimiz sorular bunlar; ulvîsinden süflîsine kâinatta ne varsa, "âlemin nüshası" olarak bizde de var. Mesele, bunları yerli yerine iade etmek, güzeli yükseltip, çirkini nefyetmek. Hayatın maddesini, insanın malzemesini tanırken, "çocuksu" bir darlıkla ne nefsin "kuduzluğu"nu inkâr etmek ne de bütün gayreti "kâfir nefs"in avukatlığına, onu haklı çıkartmaya hasretmek. Pascal`ın "Daha fazla aydınlandıkça, insanda daha fazla ulvîlik ve daha fazla suflîlik keşfediyoruz" demesi gibi, içimizdeki düşmana karşı hep tetikte olmak! İmam-ı Gazalî Hazretlerinin tesbitine kulak kesilmek:
"Bil ki, ahmaklığı fazla olan kimsenin kendine hüsnü zannı fazla olur. Aklı ve zekası fazla olanın kendine su-i zannı fazla olur. Mü`minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.) Hz. Huzeyfe`ye (r.a.) `Resûlullah münafıkların alâmetinden sana anlatmıştır. Bende münafıklık alâmetlerinden ne görürsün?` diye sordu" (12)
"Fikir" bakımındansa, bu "duygu"nun kalblere "ortaksız" olarak yerleştirilmesinin "ayrıca" bir ehemmiyeti var ki, varlık-bütününü çok geniş bir "spektrum"da izleyebilmek için, parçaları anlamak üzere "bütün" bir bakış edinebilmek için, fikir işçisine en başta lâzım gelen şiardır "yüksek ve küllî" bir gâyeyi her dem "üstte" tutmak.
Dil bahsinden hatırlayacaksınız: Kişi, neyi görmek istiyor ve neye dikkat ediyorsa, ancak onu görür. Fâni şahsının, dar çerçevesinin, kalbinde ve zihninde kabuklaşmış sınırlı kalıbların, sığ seviyedeki "vasıta-değer"lerin üstüne çıkmak, bunları aşıp piramidin en üst noktasından bakarak varlık-bütününü mânâlandırmak isteyen, buna tâlib olan her fikir işçisinde bunun için yer etmek zorundadır bu duygu. Aksi hâlde, sığ ve dünyevî, sınırlı ve şahsî "vasıta-değer"lerin esiri ve kuklası olacak, onların kalbine ve zihnine taktığı tasma zincirinin uzandığı yere kadar bakışını ilerletebilecektir ancak. Varlığı "bütün" olarak görememenin diğer adı "cehil" olduğuna göre, fikre tâlib olanın istememesi gereken ilk şey nefsî "rüşvet"tir, fayda ve çıkar nevînden oyuncaklar, mazeretler ve ardı arkası kesilmeyen "müsaade"lerdir. Rüşvet, bir yer gelir, şefkat istemekle aynı mânâya da gelir.
Fikir işçisi olmasa da, fikretmek, her ferde düşen bir varoluş sorumluluğu olduğuna göre, insan olmak için varlığı mânâlandırması gereken her insanın da olabildiğince "yüksek" bir "ideal değer"e, Kant`ın vurguladığı "küllî, şartsız, mutlak" sorumluluk-zorunluluk duygusuna kalbini açması gerekir. "Ümmî imanı" da, böyle yüksek ve derûnî bir bilgiye işaret eder. Fakat, imanındaki "taklid" keyfiyetinin farkında olan ve imanını "kültürüyle" pekiştirmek zorunda olana başka bir iş düşer: Gerektiği gibi düşünmek!..İmam-ı Gazalî Hazretleri buyuruyorlar:
"Zira taklidde bulunmanın şartlarından birisi de, taklid eden kimsenin taklid edici durumda olduğunu bilmemesidir. Mukallid olan kimse mukallid olduğunu bildiğinde onun taklid bardağı kırılır. Geride kalan cam parçaları ateşte eritilip, yeniden başka bir kalıba dökülmedikçe tekrar bardak hâline getirilemez." (13)
"Mübahlar"ın, Müslümanca, insanca yaşamak kadar, Müslümanca ölmek bakımından da denetlenmesi gereken bir diğer yönü var. İnsanî "zaruret"ler olabilen mübahlar, başıboş bırakılırsa öldürücü "oyuncak"lara da dönebilir. En güzelini yapalım ve gerisini yineİmam-ı Gazalî Hazretlerinden dinleyelim:
"Gerçi nar mübahtır ama, takva ehli helâl ve haram arzusunu bir görürler. Çünkü nefse mübah kapısını kapamayıp zaruret miktarından fazla verirsek, cür`et bulur, haram şeyleri de istemeye başlar, derler. (...) Diğer bir sebeb de, nimetlere düşkün ve dünyanın mübah olan şeylerini seven nefis, dünyaya gönül bağlar. Dünya onun cenneti olur. Ölüm ona çok zor gelir, ondan (dünyadan) şaşkınlık ve gaflet doğar. (...) Mübah arzuları menettiği zaman, kırılır, rencide olur, gönül yaralanır, üzülür, dünyadan nefret eder ve ahiret nimetlerinin hevesine düşer." (14)
Vesile yapıp, kendi kendimizin de tenkidçisi olduktan sonra, başta sözünü ettiğimiz;Mütefekkir`in, "kabuğumuzu çatlatıp" fikir ülkesine "yapayalnız" ama "hür" açılabilmemiz için biz "çömez"lerine yaptığı "hayat dolu" tenkidlerinin mânâsını bir nebze kavramaya çalışalım: Kendi "öz"ünü istemeye, "ezbere-kopya" cevabları bırakmaya, başkalarına havâle etmekten vazgeçerek fikrî sorumluluğu vicdanında duymaya, kendi gözleriyle görmeye, kendi ayaklarıyla yürümeye, başkalarının yokluğuna değil de içindeki ölmez varlığa dayanmaya, ruhî "öz" zımnında "dehâ"yı kat kat sarmalamış kabuğu parçalamaya, mevhûmelerden hakikate terfîye, insan haysiyetini anlamaya, "birlikte varoluş" ahlâkını kazanmaya, dar çerçevelerden kurtulup varlık-bütününe açılmaya ve daha nelere dönük bir "oldurucu dâvet" vardı bunlarda ki, değerini, "doktor neşteri"nin değerini takdir edebilen bilir.
Öyle oldu ki, İBDA fikrinin azameti kadar, Mimarı`nın, sanki "hakiki insan"ın son temsilcisi olduğu sezgisi istilâ etti kalbimizi. Ve bu azamet karşısındaki liyakatsizliğin ıstırabından, fikrin değer ve zevki daha bir güçlü işledi gönlümüze. Tökezlediğini farketmeden, ayağa kalkıp yürümeye davranmıyor demek ki insan!..
"Eğer şairi anlayacaksan, şairin ülkesine gitmen gerek" diyen Tarkovsky haklı; fâni teselliler, ezbere cevablar, geçici beraberlikler ülkesinin tâbiiyetinden kurtulmaya bakmadıkça, hakîm ve şairin "sonsuzluk" ülkesinin değeri gereğince anlaşılamıyor. Fikir zevkinin her zevkten üstünlüğü de idrak edilemiyor. Fikir; varlığın mânâ ve "modeli"... Ve, Mütefekkir`in ihtar ettiği üzere; "Düşünme ve anlamaya çalışmanın işbölümü olamayacağı, bunun herkese âit bir iş olduğu" hususu!.. (15)
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=2]`Kendimiz` Olmak, `Kopyacı` Olmamak![/h]
"Dehâ" derken, çoğu kendi "öz"ümüz, kendi "göz"ümüzdür kasdımız. Fikirdeyse, "ruh"a, "süje"ye, "fevkalâde anlayış"a ve benzer mânâlara işaret eder bir kelimedir bu. Ve "kendi" derken de sözü edilen, "kendi kendisinden ibaret" addedilebilen şu isim ve şu bedendeki "fâni-zâhirî" varlığımız olmasa gerek. İnsan, içinde sonsuzluğu taşıyan "kendi kendisinden gizli" bir varlık ki, "kendimiz olmak", "dehâ"nın hür ibdâ ve inşâlarına varlığımızı tecelligâh kılmak, o "kendinden zuhur" hikmetine mazhar olmak; hakkını veremesek ve hakikatiyle öğrenememiş olsak dahi, "varlığının-belirişinin" anlamını "kelâm ve mânâ toplayıcılığı" vasfıyla mümeyyiz "Gâye İnsan ve Ufuk Peygamber"in bâtınına, "Küllî Ruh-Küllî Mânâ"ya nisbet edebilmeye dair... "Küllî Ruh" veya "dehâ", belki diyebiliriz ki, "ruhumuz" yahut "dehâmız" lafzıyla "ferdîleştirirken", mazharı, tecelligâhı olduğumuz...
Bilsek de bilmesek de, farkında olsak da olmasak da, adını koysak da koymasak da; anlamak, anlamlandırmak, mânâlandırmak, bilmek dediğimiz her yerde, bu "nisbet"i kurabildiğimizce "kendi"miz oluyor, "hakikat"in tecellîsine ayna oluyor, "dehâ"nın ifâdecisi oluyoruz. Aksine, "nisbet"i kuramadığımız her yer ve zamanda "hiçliğe", "yokluğa" ve "hataya" düşüyoruz.
"Varlık-dünyası"nın, O`nun yüzüsuyu hürmetine var oluşu ve O`nun bâtınına, "Küllî Ruh"a nisbetle mânâlandırılışı o kadar besbelli ki, bu olmasaydı, insanlar ne "var" hükmünde, ne "hakikat" hükmünde, ne "iyi-doğru-güzel" hükümlerinde buluşabilir ve anlaşabilirlerdi! Herkes, "kendi" ruhuyla, "kendi" dehâsıyla anladığını söylüyor belki, ama ruh "bir" olmasaydı, müşterek bir "dehâ" vasfını paylaşmasaydı, nasıl mümkün olabilirdi anlaşmak?.. Ruh; "mânâlar âleminin merkezi"...
Hernekadar insanoğlu, bilgiyi, mânâyı "başka"larından devşirdiğini zannetse ve "vesile" olarak bunda haklılık payı olsa dahi, aslında, her ferdin taşıdığı "ruhî-mânevî" müştereklik sâyesinde, kendi içindeki sonsuzluktan, aynası olduğu "Küllî Ruh"tan pay devşiriyor. Başkalarıyla birlikte ve başkalarından öğrendiğini sanıyor ama, aslında "yapayalnız" idrak ediyor. Çünkü, "varoluş ferden yaşanır" ve bilgisinin "süje"si, kendisidir! "Süje", hiçbir zaman "başkası" değildir!..
Varoluş ve idrak "ferdî" olduğu kadar, "mükellefiyet-mesuliyet-sorumluluk" da ferdîdir!.. İnsan, olacağını, bağlanacağını, inanacağını, iyilik ve kötülüğü, doğruluk ve yanlışlığı, güzellik ve çirkinliği, hakikat ve hatayı "ferden" seçer, "ferden" ister!.. "Başkasına-fâniye" tâbi olmak da, Sartre`ın sözü malûm, "Başkası, cehennemdir!" ama, onun seçimidir, isteğidir; "istemeyi istemekte hür olup olmadığı" bir kader sırrı da olsa!.. Yalnız şurası karıştırılmamalı ki, İslâmî bağlılık "başkası"na bağlılık değildir ve "kendine bağlı"lığın tâ kendisidir. Nefsine bağlılıktır, nefsî veya fânî ne varsa ona bağlılıktır "cehennem"; ister içinde, isterse dışında!.. Bizim için tüm dâvâ, nefsimizden bu anlamda kaçış dairesindedir ki, ferde veya fikre tüm bağlılıklarımızın mânâsıdır bu. Mesele, neye ve nereye bağlı olunması gerektiğini bilmekte ve bilmekle kalmayıp bunu becerebilmekte! Böylece bağlanamayan kişi, "fanî" bir esirden başka nedir?..
"Başkası", onu ne kurtarır, ne batırır, ne de mâzur kılar; "seçim"i ve "irade"sidir onu kurtaracak yahut batıracak, suçlu yahut mâzur kılacak olan. Ruh nasıl "bir"ken her insanda "ferdîleşir", sorumluluk da "bir"ken her insanda "ferdîleşir". Her insan kendisinden "mesul-sorumlu" ki, Mütefekkir`in biraz önce altını çizdiğimiz ihtarı da buna dairdi. Herbirimizin, vicdan aynamızın karşısına geçip ne derece sorumlu yahut sorumsuz olduğumuzu tartmamız ve ne mikyasta pay sahibi olduğumuzu tesbit edip gereğini yapmamız gereken "devamını" da getirelim bu tenkidin. 1981 yılında tarihe şöyle kayıd düşmüş Mütefekkir:
"Düşünme ve anlamaya çalışmanın işbölümü olamayacağı, bunun herkese âit bir iş olduğunu anlatmak gibi bir gariblik içindeyim. Yaygınlaştırmaya çalıştığımız fikre, yaygınlaştırmaya hizmet eden talib değil. Ne feci! İçimizde görünen, bize, dışımızdakinden daha uzak ve habersiz!.." (16)
Yine aynı eserden, "ferdî" sorumluluğumuzla irtibatlı bir ihtar daha:
"Nasıl ki doyurulmayan açlık bir müddet sonra açlık hissinin iptaline ve neticede ölüme yol açıyorsa, okuma ve fikretme davası için de aynı şeyler sözkonusu... Açlık bir yana, hiç olmazsa böyle olabilmenin özencinde olsa gençler... İnsan olma özenci!.." (17)
Toparlarsak, varlığını mânâlandırmak, bu mânâyı "Küllî Ruh"a nisbetle "hakikat" hükmüne kavuşturmak, bu yolda okuyup anlamaya çalışmak, anladığını tatbik etmek, kendini ve çevresini yetiştirmek, var olma ve var etmeyi "birlikte varoluş" ahlâkıyla hem ferdî hem içtimaî muvazenede tesis etmek, kendi "göz"üyle görmek, "öz"e tek başına yolalmak, "başkası"nın hâl ifâdesi olan "ezbere-kopya" cevabları kendi imtihan kağıdına ("Kimlik Kartı"na) aparmaktan vazgeçmek, ferd ferd herkese düşen bir sorumluluktur ki, "işbölümü" mevzuu addedilemez.
"Ferdî-fikrî" sorumluluğu başkasına havâle, kaskatı bir "sorumsuzluk" ifâdesi olduğu kadar, fikrin hayata tatbiki bahsinde henüz hiçbir ciddi bakış kazanamadığının, fikre en başta kendisinin değer vermediğinin, fikri "olsa da olur, olmasa da olur" mevkiinde kıymetsizleştirdiğinin, belki en başta "insan olma-var olma" sorumluluğunun "varlığı kendi gözüyle mânâlandırma" olduğunu anlamadığının hazin bir ifâdesidir o kişi için. "Fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek" şiarının herkesten ve herşeyden fazla yükselticisi İBDA, bu tür "sorumsuz"lara "insan-şahsiyet" demekten bile imtinâ edecektir belki!..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=2]Okuyup Düşünmüyorsan, Gözünde Fikir `Hiç`[/h]
Fikir, düşünce, bilgi öyle birşeydir ki, insanları kendi prensibince harekete geçirmesi, insanı ve çevreyi tanzimi, ancak ve ancak, fayda-çıkar-ilgi-heves gibi "vasıta-değer"lerin üstünde bir "gaye-değer" olarak benimsenebildiğince mümkün. "Gaye-ideal" olmayan, kendisine hakettiği değer verilmeyen fikir, (ki ona değer vermenin biricik mihengi onu anlamaya, düşünmeye, sindirmeye, varlıkla irtibatlandırmaya dönük kesiksiz bir cehddir) bir "imkânlar alanı" olarak "morgda" sayılır ve onu "gerçek"leştirecek, fikre saygılı "insan"ları bekler. Kitablarda kalan ve kalblerle zihinlerin kendisiyle her dem meşgul olmadığı fikir, idealde ölümsüz de olsa, realitede ölü yahut ölüme terkedilmiştir. Ki, insanlık haysiyetini ideal mevkiine iade eden ve insanlığın son kâmil tohumu hüviyetindeki biricik fikir sistemi olarak İBDA`nın mâruz kalabileceği en büyük tehlike belki budur. İslâmî esaslar, olanca berraklığıyla ortadayken, nasıl muhatablarının hakettiği değeri veremeyişiyle realitedeki insanî tatbikten uzaklaştırılmışsa; Külliyat da, olanca berraklığıyla ortada olsa dahi, muhatablarının kayıtsızlığında, realitede hakettiği tesiri işletemeyecektir.
İBDA`nın akademik ve siyasî mahfillerde nasıl bir dikkatle izlendiğini bilenlerdeniz. Ama onun, insanları "lafta" insan olmaktan ve fâniliklere, "vasıta-değer"lere (faydaya, çıkara, şana, şöhrete, hazza vb.) tapınmaktan vazgeçmeye dair dâvet ve ihtarı, "fikrî formasyonları" İBDA`daki fikir azametini görmeye az çok elverişli olsa da, "gaye-değer"lere kalbleri kapalı ve nefsini fedâ etmekten çekinen "ahlâkî" zaafları, bu kişileri İBDA`nın fikrî değerini anmamaya ve kayıtsızlığa sevketmektedir. Burada asıl ve aslî sorumluluk, İBDA`ya herşeyin üstünde değer veren, böyle bir iddianın sahiblerine düşüyor ki, bu iddianın takibçi ve tatbikçisi olmaları, mazeretsiz bir vazifedir şayet böyleyseler. Kendilerinin, hakettiği değeri veremedikleri bir fikre, kültür-sanat piyasasında imaj parlatan zayıf iradeli yahut samimiyetsiz kalabalığın "değer" vereceğini vehmetmek, eşyânın tabiatına aykırıdır çünkü. Takiyettin Mengüşoğlu, fikrin hayata tatbiki bakımından "insanın tabiatı"nı şöyle dile getiriyor:
"Bir Sophokles`in, bir Aischylos`un, bir Homer`in, bir Goethe`nin, bir Yunus`un başarıları da kendilerinden sonra gelenleri (yani kendilerinden sonraki başarıları) determine ederler. Fakat daha önce de işaret edildiği gibi, böyle bir determinationun meydana gelebilmesi, onların başarılarının bilinmesine, okunmasına, onların üzerinde `düşünülmesine` bağlıdır." (18)
"Gerçi felsefe için de bir düşüncenin etkigücü, onun önemini gösterir; onun tarihselliğini meydana çıkarır; fakat bu etki, burada kendiliğinden olup-biten birşey değildir. Bu düşüncelerin başka insanlar tarafından bilinmesi gerekir; bilinmeyen bir düşünce, varolmayan bir şey gibidir; nasıl ki, varolmayan bir şeyin etki yapması beklenemezse, aynı şekilde bilinmeyen bir düşüncenin etkilemesi de olası değildir." (19)
"Çünkü düşüncelerin etkisi, onların bilinmesine, anlaşılmasına bağlıdır. Hiçbir düşüncenin kendiliğinden etkisi olamaz. Fakat bazı bilim adamları ve filozoflar, içinde yaşadıkları çağı, bu çağın bilgi ve anlayış düzeyini aşıyorlar. Ancak gelecek bir zamanda anlaşılması, benimsenmesi mümkün olan düşünceler ortaya koyuyorlar; ve çok ileriye ait olan bu düşüncelere karşı bazı çağlar, bir anlayışsızlık gösteriyorlar; kör olabiliyorlar. Nitekim Schopenhauer ve özellikle Nietzsche gibi filozoflara, uzun zaman felsefenin dışında, kenarında bulunan filozoflar gözüyle bakılmış, düşünceleri ciddiye alınmamıştır. Hele Nietzsche ancak zamanımızda anlaşılabilmiştir." (20)
Netice olarak; artık şu noktanın apaçık anlaşılmış olduğu kanaatindeyiz: Nasıl okula başlayan bir öğrenci, "okur-yazar" olmanın birbirine bağlı "tek" bir oluş olduğunu anlamaksızın, "Ben okumayı öğreneceğim ama yazmayı da başka arkadaşlar öğrensin, okumak benim, yazmak onların sorumluluğu olsun!" diyemezse; insan olmak, fikre tâlib olmak, Fikirci`yi tanımak ve o fikri hayata tatbik etmek gibi birbirine bağlı "tek" bir varoluşu "ferdî bir sorumluluk" olarak paylaşan herkes de, aynı şekilde, "Ben inanıyorum, ama fikretmek ve düşünmekten başkaları sorumlu olsun, ben de onlara hesab sorayım; ne işim öğretmenlik ne idealim yazarlık!" diyemez. "Yazarlık", bir nevî ressamlığa benzer; herkes "kendince" görür fakat, herkes gördüğünü aynı kudrette resmedemez. Ama her insan, "görmek" müşterekliğinde "bir"dir. Kısacası, yazar olsun olmasın, herkes, "varlığı inancına nisbetle mânâlandırma sorumluluğu"nda birdir ve bu "üleştirilemez" insan olma sorumluluğu dolayısıyladır ki, "düşünme ve anlamaya çalışmanın işbölümü olamayacağı" besbellidir.
İman, nasıl "bu ân"ın gereği olarak tehir edilemez ve "yarın inanacağım" denilemezse, İslâmî ve insanî sorumluluğu "âkil" oluşuyla başlayan her ferd de, "akletmekle mükellef" olduğundan gâfil bir edâyla "yarın düşünüp anlamaya çalışacağım" diyemez, dememelidir. Hâlâ imandan, inançtan mı dem vuruluyor? Bu durumda "böyle" çürük ve temelsiz "iman sahibleri"ne Nietzsche`nin söylediğini tekrarlamaktan başka birşey gelmez elimizden:
"Siz kendinizi henüz aramamıştınız; o zaman buldunuz beni. Böyle yaparlar bütün inananlar; onun için bu kadar azdır önemi bütün inançların."
Haklı; Hindlisi de, Çinlisi de, Zencisi de "inanıyor"lar, artık o herneyse!.. Oysa, şöyle deseydi daha doğru olurdu: "Herşey inançla başlar, ama inançla bitmez; adı üstünde: Başlar!"...
Meâlen "Aklı olmayanın, dini de olmaz!" ki, yalnız "akıl sahibleri" imanla "mükellef"tir; ama yalnız "kalb sahibleri"nin aklı makbuldür. "İslâm aklı", "selim akıl"...
İBDA Mimarı diyor ki:
"Ruhun, kendini dünyada yeniden bulma mecburiyeti vardır; dünya ruhla uyum içine girmek zorunda... Hazret-i Adem`in kaburga kemiğinden yaratılan ve O`nun bizzat nefsine meylini temsil eden Havva gibi, Ademoğlunun dünyada aramak zorunda olduğu akıl, kendi aklıdır, aklının hakikatidir... Ve herkesin aklı kendine!.." (21)
Henüz yetersiz de olsa, aslı İBDA Külliyatından tahkik edilmek ve gerektiğinde tashihe muhatab olmak kaydıyla, ilk elde "anlaşılır" bir giriş yapmak bakımından, akıl ve "fikir-düşünce" vesilesiyle şunları söyleyebiliriz:
Akıl, fikirde ve lûgatte "bağ" ve "bağlamak" mânâlarına da gelir ki, herşeyin herşeyle alâka ve bağı olduğunu öne alıcı "ontolojik" bir görüş, "Bilgi, süje ile obje arasındaki bağdır" mütearifesinden hareketle; bilgilenmeyi, varlığın mânâsını kendinde bütünleştirip hakikatin hakikatine ircâ ile, "var olan"lar arasındaki "bağ"ı bulmak, görmek ve göstermek tarzında anlayacaktır sanırız. "Sezgi-bedahet"le "görülen", düşünceyle "tahlil ve terkib" edilir. "Var olan", zihnî bir operasyonla dondurulup parçalanabilir, başka "var olan"larla bağlantıları gösterilebilir, bağlantıların bağlantıları ve bağlantıların bağlantılarının "kanun ve prensipler"i keşfedilebilir, aynı düşünce akışı içinde.
Böylece "düşünen" kişinin zihninde varlık-dünyası, bir "bağlantılar düzeni" olarak "aklî" bir bütünlüğe kavuşacak, böylece "model"lendirilecektir diyebiliriz. Bu "bağlantılar"ın da "bağlantılar"ını idrak edebilecek bir "tecrid" bütünlüğü, bir fikir örgüsü oluşacaktır zihninde. "Bağlantılar"ı "doğru" kurabilmenin "tenkid"ini de yapacak, "mantıklı" da düşünecektir aynı zamanda. Neticede, "neyin nereye âidliğini gösterir", sanki piramidal bir bütünlük olacaktır bu; tabiî, "piramid" gibi kaskatı bir çerçeve ve inşâ olmamak şartıyla! Her dem "sırra açık" ve gelişip zenginleşebilici esneklikte "ucu açık" bir yapı... Parçaların bütünlere, bütünlerin alt sistemlere, alt sistemlerin sistemlere, sistemlerin "kuşatıcı" sisteme ircâını temin edebilici ve bu arada, tüm bunların da birbirleriyle irtibatını gösterebilici bir "norm şuuru"... Aslında, hayat, tüm "statik" kalıb ve şablonları parçalar, "sır" her noktadan varlığı sarar ki, akıl bu mânâda, hakikat kaygısı ve saygısı taşıyan herkes için, ancak bir "sıçrama taşı" olabilir. Varlığın hep yeni tecellîlerle "tekrarsız" akışını yakalayabilici esneklikte organize edilecek bir düşünce yapısı...
Bu düşünce ve bu mantık, "statik" bir dünya görüşüne ayarlı değil, hayatın içinde hayatın meselelerini kavrayıcı bir "bakış" ve "anlayış"a paralel olacaktır ki, "zihnî spekülasyon ve inşâlar"ı hayata tasdike çalışmayacak, "varlık-fenomenleri"nden, "bedahetler"den hareket edecek ve üzerinde olduğu alanın gereğine uygun bir metod takib edecektir, diyebiliriz. "Diyalektik" bir akış ve "sır idrâklısı" bir bakış; "düşündüğü" şey, "hissettiği-sezdiği" şey olan...
Kısacası, bu düşünce tarzı, hayatı "nasılsa öyle" resmetmeye dairdir ki, gerek "bağlantılar-düşünceler", gerekse "bağlantıların bağlantıları-mücerred fikir", var olandan hareketle ve onun hakikatine nisbetle... Varlığın da, Hakikat`in de "Bir"liğine nisbetle!.. Bu bahiste, Bedia Akarsu`nun Walter Porzig`e yaptığı atıf, kasdımızın vuzûha kavuşmasına yardımcı olacaktır kanaatindeyiz:
"Porzig`e göre dil, asıl başarısını düşüncede gösterir. Düşünce, bağlantıları kavramaktır. Düşüncenin başarısı asıl olanı seçmede ve kendisi için, düşündüğü şey için gerekli olmayanı bırakmadadır. Bu da bir soyutlamadır-tecriddir (Abstraktion). Tecridin şuurda kendini temsil ettirmesi gereklidir, bunu da kelimeler yapar. Kelimeler her yana doğru bağlantılarla yüklüdürler, anlamları değişmez değildir, düşünce gidişinin ihtiyaçlarına uyarlar. Gerçi dil, düşüncenin bir aracı durumundadır, ama, dilin kendisi de düşünce içinde meydana gelir, onda serpilir. Dil ve düşünce karşılıklı olarak birbirlerini oluştururlar. Dil, düşünce içinde ve düşünceyle birlikte hareket eden bir semboller sistemidir. Ama düşünce, bir bağlantıdan bir bağlantıya ilerler, yani bir düşünüşler dizisidir. Düşünüşler dizisi de düşünüşler arasında bağlantılar kurar, yani bağlantıları kavramış olur. Böylece ilerlemiş düşünce yalnız nesnelerin bağlantısını değil, bağlantıların bağlantısını da kavrar. Düşünce bu basamakta sembollerin yardımı olmaksızın artık mümkün değildir. Burada dil en yüksek başarısına erişmiştir. Büyük düşünürlerin büyük düşünce yapılarını kurabilmelerini yalnız dil sağlayabilir, ama bunu yapmak için de dil yeniden araç olur." (22)
"Akıl sahibi" insanın fikir, düşünce yapısından, dilimiz döndüğünce, "heceleme" mikyasınca bahsettik. Fakat aynı insan, aklının eremediği ve eremeyeceği yere "ruh"unu erdirecek, aklın diz çöktüğü yerde "iman"ını şahlandıracaktır. Varlığın "sır" kapısından, iman süzülebilir ancak. Problem metafiziğinin kurucusu Kant, yalnız imanla çözülebilir bu alanı şöyle tasvir ediyor:
"İnsan aklı, bilgisinin belli bir çeşidinde özel bir kaderle karşı karşıyadır; insan aklı bu bilgisinde öyle sorular tarafından rahatsız edilmektedir ki, akıl onları ne cevaplayabiliyor, ne de inkâr edebiliyor."
Sözün özü, imanın gerektiği yerle, akıl yürüterek düşünmenin gerektiği yer başka başka olabilir, ama "okur-yazar" olmanın "tek" bir oluşun farklı vecheleri olması gibi, "iman ve akıl" da, birlikte deverân eden bir "varoluş" borcunun içiçe yönleridir. Demek ki, "inanıyorum ama düşünme ve anlamaya çalışma sorumluluğunu kendimde görmüyorum" mazereti, "Akılsız bir deliyim, o yüzden mükellef değilim!" mazeretiyle(!) birdir. Bu kişi, aklı olduğu hâlde böyle bir iddiayla çıkmışsa, ona "akılsız" yerine, sadece "sorumsuz" damgası vurmakta maalesef mâzuruz.
Bunun mukabil kutbu olan sorumsuzluksa, "Aklı işte, gözü oynaşta!" hesâbı, "öz"e tek başına, "oyuncaksız" ve "mazeretsiz" gideceği yerde, kendine sürekli oyuncaklar ve nefsânîlikler icâd eden, "Oyuncağım olmadan asla!" dercesine fikrî meşgûliyet ve konsantrasyonunu sekteye uğratan, bu yüzden de daha iki basamak çıkmadan dermanı kesilen "tıknefes" fikir işçiliğidir.
İyiyi kötüden ayırdedici "temyiz" vasfı, ahlâkî-insanî "zorunluluk-sorumluluk"la nefsânî "keyfîliği-sorumsuzluğu" birbirinden tefrik edebilici aynı vasıf olsa gerektir. Fikir borcu, "değiştiremeyeceğimiz" ve mutlaka tâbî olmamız gereken, "ferdî" bir varoluş sorumluluğudur. Ancak, bizi insanlık özümüz ve yolumuzdan alıkoyan "nefsânîlikler-keyfîlikler", samimi bir iradî cehd ve "sıra ile oluş prensibi"yle kökünden "değiştirebileceğimiz" sorumsuzluklarımızdır. Madem öyledir, şu hâlde bize gereken,Reinhold Neibuhr`un duâsına, ilk adımı hemen şimdi atma samimiyetiyle ve "duâyı icrâda arayarak" katılmak değil midir?:
"Allahım bana, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sükûnet; değiştirebileceklerimi değiştirmek için cesaret; ikisini birbirinden ayırdedebilmek için de akıl ver!"
Şimdilik bitirir, serdettiğimiz doğruların tafsilini ve hatalarımızın tashihini sonraya bırakırken, olunması gerekenin ne olduğunu, bir kitabın ismine havâle ediyoruz. S. Ahmet Arvasî`nin, fikrî altyapının alfabesini heceletmek bakımından, bizce "İBDA`ya Giriş" zımnında en başta zikredilmesi gereken eserlerden olan kitabının başlığı, herkes ve hepimizin "ferdî" sorumluluğudur:
"Kendini Arayan İnsan" olmak!..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İBDA Mimarı’ndan...

“Her şeyin yeri ve değeri, O’nun gösterdiği yoldan Allah’a bağlı olmanın ölçülerine nisbetle ve O’nda... Her çeşidiyle varlık, ruha kendini doğrudan doğruya kabul ettirişiyle birbirine ait “oluş-tavır”larla açıklanamazken, insan mihrakında toplanışıyla, “iç”e doğru sonsuz BİR, “dış”a doğru sonsuz ÇOK’a açılışın dereceleri olarak görülür.
Eğer “herşey Allahtan’dır, O değil” sırrını seziyorsak ve her şeyin Sevgilisi için varolduğunu gözönünde tutarsak, bütün insanların tek tek oluşunda gerçekleşen hakikatlerin müsbetleriyle “hakikatin hakikati olarak” O’na nisbetle ve O’nda, herşeyin zıddıyla varolması hakikatiyle menfiliklerin de O’na nisbetle varolduğunu anlarız.” (23)
“ –Paskal’ın bir sözü var, çok severim. Der ki; “yapayalnız ölürüz!”... Aslında yapayalnız da yaşıyoruz... Evet, yalnız yaşıyoruz ve dünyaya insan olma memuriyetinin gereğini yerine getirmek için gelen her insan, tek tek bu imtihanı verecek... Hiç kimse diğerinin yerini alamaz; onun insan olma adına yüklendiği mesuliyeti, onun yerine ifa edemez... Bütün dış bahanelerin ötesinde, kendi kendinin aksiyon mevzuu olarak, sefillerin en sefili bir aleme gönderilmiş olan insan, “ruh” ve “nefs” kutuplarından birinden birini gerçekleştirecek ve hesap alemine buranın hasadıyla gidecek... Herkes tek tek... Hiç benim yediğim yemeği sen hazmedebiliyor musun?..” (24)
“Bütün kâinat, görünen ve görünmeyen mevcudu ile küllî ruhun emrinde bir filmden başka bir şey değildir; kendisiyle yok, onun billûrlaşması hâlinde var... İnsan, tesir edici eser hüviyetiyle enerji merkezi ve tabiat onun karşısında istihsâl sahası, iş sahası... Ve bilen olmadan bilinen olamayacağı hakikatiyle, ruhun “nasıl” tavrı ve arkasından aklın “niçin” arayışına muhatap olmadan, tabiâtın kendi kendisinin “izâh”ı ve kendi kendisinin keyfiyetini ifâde eder bir teselli kelimesi olmadığının şuuru... İşte derli toplu ilk ipucu!.. Tabiî anlayana... Sonraya bırakmıştım ama, şimdi söyleyeyim: Kendini insana empoze eden varlık, varlığın ruha mukavemet edişidir ve bu karşılıklı tesir içinde insan, ruha mukavemet eden varlığı kavramak için, yapma varlığı, yani tekniği meydana getiriyor; varlığı kavramak için, yapma varlık... (...) İnsan, bütün mevcutlar arasında kendini çoklukta ifade ediyor; insan çok olunca, emek de çok oluyor... İnsan emeği de çeşit çeşit; hilkatin bünyesi bu... Önce insanın tabiât planı karşısındaki ifadesizliğinin ve kemmiyet zaruretinin getirdiği emek çeşitliliği üzerinde duralım: Dış dünyanın uyaranlarına karşı ruh tepki gösterirken, ruha mukavemet eden varlığın keyfiyeti ve niteliği, insanın harcadığı emek ve çabanın niteliğini de gösteriyor. Kısaca; ilgilenilen mevzularla emek arasındaki alâka... Varlık çeşidi boyunca emek görünüşü. Şimdi ne oluyor?.. Eşya ve hadiseler karşısında ruhun “nasıl” tavrına karşı akıl “niçin”lerle yaklaşıyor ve fikir zuhura geliyor; mevzulara tahsis olmuş “ruh”un fikirleri mânâsına fikir... Bilmem anlatabiliyor muyum?.. Meselâ ruh su ise, soğukta donarak buz, sıcakta kaynayarak buhar hâlinde, aslî keyfiyetin soğuk ve sıcaklıktaki görünüşleri olarak, mevzuya tahsis edilmiş fikirler oluyor... (...) Nasıl ki kendimizi ifadeye geçerken ruhumuzu birbirinden farklı kelime klişelerine bindirerek, “farklılık” içinde ruhî muhteva pelteleşiyorsa, demek ki varlığı kavramaya dair teşekkül eden her uygulama, kaynağı ruh olan bilginin değişik derecelerdeki tezahürü olarak “pratik” ifâde ediyor... İşte, belli bir mevzuya tahsis edilmemiş ve özel bir mânâ yüklenmemiş olarak teknik budur; uygulama, hareket, pratik...” (25)
“Ruhî çabayı nihayetin nihayetinde “ruhun ruhla bilinişi” olarak ruhun pratiği olarak görürsek, duygu, düşünce ve iradî faaliyet olarak ayırdığımız her türlü teorik ve pratik faaliyetin, ruha nisbetle gerçekleştirilen pratik olduğunu görürüz... Burada karşımıza daha ince bir mesele çıkıyor: Yukarıda söylediklerimden anlaşıldı ki, ruha mukavemet eden varlığı kavramak için, insanın “yaptığı” düşünce, hem teorik, hem pratik, hem metod olarak, bir yapma varlıktır. Dikkat ediyor musun?.. İş gele gele, “insan” kelâmının, lisânının, dilinin, ne dersen de, evet; dilin de, “ilk dil ilk emirdi”den türeyen bir yapma varlık, teknik olduğuna geliyor... Söylemeye gerek var mı?.. Dil olmadan düşünce olmaz ve düşünce olmadan da dil kurulmaz... (...) O hâlde “varlığın muhtevasından şuurun çıkardığı form” mânâsına insan kelâmı yapma varlık olduğuna göre, dilin “mamul” terkibi bilinmeden, uçsuz bucaksız hırıltı ve dırıltıdan, kâinatın plânı olan dil çıkmaz... (...) Dil olmasaydı, dil olmayacaktı. (...) Mutlak Fikir gerek; gerekli olan... Yapılması gereken de, adı üstünde, “yapmak”; yani pratik ve tatbik... Bu söylendiği zaman, zaten kelâmın varlıktan önce olduğu anlaşılıyor... Ölçü: “Her şeyden önce kelâm vardı!”... (...) İlk doğru, ilk fikir, ilk dil, ilk insanla vardı. Biliyorsun ilk Peygamberden, bütün zaman ve mekânın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı Gaye İnsan – Ufuk Peygamber’e kadar hepsinin şeriatı “Mutlak Fikir”dir. Demek ki bütün insan dilleri, tek kökten gelişen ağacın dalları hâlinde, tek kökte toplu!.. Nasıl yarış için yetiştirilen cinsleri, kadanası, binek için olanı, Midillisi, Orta Asya’da görülen cinsleri gibi tüylü ve bodur olanı, evet, bütün hepsi at ise, “lisân” da türeyiş olarak pratiğin, pratiğin, pratiğin, (...) yayılışı hâlinde, tabiî, coğrafî, iktisadî, sosyal, siyasî, teknolojik, tek kelimeyle içtimaî dokuyu temin eden unsurların tesiri boyunca, mânâ ve klişelere bürünür...” (26)
“Buna göre; insan ve toplum hayatının sonsuz girift şubeleri içinde, her fert “bütün”e sorumlu “şahsiyet” olmak mecburiyetindedir ve bu, gerek işin mahiyeti ve gerekse “işi ehline verme” bakımından, nihayet “asıl” ve “aslî sahibine” bağlanacak bir şuurla, bağlılıkta kendini ortaya koymaktır. Evet; bağlanmak ve tesir altında kalmak, hele iş Allah yolu davası olunca, büyük istidattır... İnsan önce etkilenir ve bunun doyumunda etkilemeye geçer; önce etkilenir, sonra orijinalitesinde bunu tüttürür, şahsiyet olur...” (27)


Kaynaklar:

1- Walter Porzig, Dil Denen Mucize, (Terc: Prof.Dr. Vural Ülkü), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1985, c. 1, s. 93
2- John C. Condon, Kelimelerin Büyülü Dünyası -Anlambilim ve İletişim-, (Terc: Murat Çiftkaya), İnsan Yay., İstanbul 1995, s. 28, 30, 31, 32
3- Giovanni Papini, Gog, İş Bankası Yay., 3 Basım, İstanbul 1999, s. 109
4- Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, 3 Basım, İstanbul 1983, s. 152
5- Andrey Tarkovsky`den aktaran: Bahattin Yeşiloğlu, Bedîiyyat Dergisi, Sayı 5, Nisan 1999, s. 180
6- Salih Mirzabeyoğlu, Marifetname -Süzgeç ve Şekil-, İBDA Yay., İstanbul 1986, s. 200
7- S. Ahmet Arvasî, Kendini Arayan İnsan, Başak Yay., 3 Basım, Ankara 1980, s. 43-44
8- Blaise Pascal`dan aktaran: Bahattin Yeşiloğlu, Bedîiyyat Dergisi, Sayı 6, Ağustos 1999, s. 92
9- Friedrich W. Nietzsche, Zerdüşt Böyle Diyordu, (Terc: Osman Derinsu), Varlık Yay., 3 Basım, İstanbul 1983, s. 99
10- Sâfi Mevlânâ Ali Bin Hüseyn (Şeyh Sâfîyüddin), Reşahat Ayn-El Hayat, Sadeleştiren: Necib Fazıl Kısakürek, Alem Yayıncılık, 4 Basım, s. 328
11- Benedetto Croce, İfade Bilimi ve Genel Linguistik Olarak ESTETİK, (Terc: İsmail Tunalı), Remzi Kitabevi, 2 Basım, İstanbul 1983, s. 168
12- İmam-ı Gazalî, Kimyâ-yı Saâdet, (Terc: Ali Arslan), Merve Yay., İstanbul 1996, s. 345
13- İmam-ı Gazalî, El-Munkızu Mine`d-Dalâl, (Terc: Yahya Pakiş), Umran Yay., 2 Basım, İstanbul 1996, s. 35
14- İmam-ı Gazalî, Kimyâ-yı Saâdet, (Terc: Ali Arslan), Merve Yay., İstanbul 1996, s. 346
15- Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya -Yılanlı Kuyudan Notlar-, İBDA Yay., 2 Basım, İstanbul 1997, s. 145
16- Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya, s. 145
17- Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e. s. 52
18- Takiyettin Mengüşoğlu, a.g.e. s. 177
19- A.g.e. s. 314
20- A.g.e. s. 28
21- Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği -Kurtuluş Yolu-, İBDA Yay., 3 Basım, İstanbul 1995, s. 167
22- Bedia Akarsu, Wilhelm Von Humbold`ta Dil-Kültür Bağlantısı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, s. 40, 41
23- Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa –İntibâ ve İlhâm-, İBDA Yay., 2 Basım, İstanbul 1989, s. 17, 18
24- A.g.e. s. 39, 40
25- A.g.e. s. 94, 95, 96
26- A.g.e. s. 103, 104, 105
27- A.g.e. s. 136, 137


 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt