Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

“Hakikatin Hatırı”2 (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
II. Bölüm:

YA BİRLİKTE VAROLUŞ
YA HİÇLİKTE KAYBOLUŞ:
İŞTE BÜTÜN MESELE



[h=3]Alacakaranlık Kuşağında Fikre Suikast[/h]
2000 yılının yazına doğru, birçoğumuz için herbiri diğerinden bunaltıcı hâdiselerin gerçekleştiği, geçmek bilmez günler... Yer: Kartal Özel Tip Cezaevi... Bu dönemde,dayanılmaz işkencelerin ve suikast teşebbüsünün hedefi, gelişen hâdiselerle kamuoyuna da yansıdığı üzere, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’dur! Hedef, aynı zamanda, "görünmez silahlar"la beyni ve bedeni imhâ edilmek istenen Mütefekkir`in fikridir; fikir soyunun kurutulması ve tesirinin bertaraf edilmesidir.
Lûgatların, «İnsan Hakları Evrensel Beyannameleri »nin, binlerce yıllık medeniyet kütübhânesinin, lânetlemek için hakettiği sıfatı bulmaktan âciz kalacağı böyle bir barbarlığa, vandalizme, fikir düşmanlığına hedef olacak kuvvet ve kudrette nasıl bir fikir sistemi, nasıl bir medeniyet projesi, nasıl bir insanlık tohumu üretti Mirzabeyoğlu?.. Biz kifâyetsiz bağlılarının, siz kifâyetsiz muhatablarının anlayamadığı; ama bu halka, bu vatana ve kendi dışındaki tüm insanlığa "parya" statüsünü revâ gören birilerinin, "Big Brother"in çok iyi anladığı? (Bkz. "www.mirzabeyoglu.com" ve "Özgürlük Projesi" linki)
İşte "Akademya`ya Doğru Platformu"nda biz, bir grup İBDA bağlısı yazar, bu vatanda toplumumuzla birlikte, bu dünyada insanlıkla birlikte "VAR OLMA" ve "VAR KALMA" ideal-gayesine mâtuf ve hasretli olarak, yıllardır gözler önünde bulunduğu hâlde sırrından gâfil kalınan bu azîm fikri bir nebze daha iyi anlamaya, anlayabildiğimizce de anlatmaya çalışacağız. Şübhesiz, ilmî ve akademik formasyonumuz tüm yazarlarımızda ortak bir yetkinlik seviyesinde değil; iddiamız da bu değil zaten. Biz, yepyeni ve "hayat dolu-kalıcı" bir fikrin yarın tüm fikir-ilim-sanat dallarında müesseseleşecek ve verimleriyle tüm bir medeniyet ağacını çiçeklendirecek ideal AKADEMYA`sına yazılan ilk öğrenciler sayılabilirsek; sizlere de, henüz tırmanamamış olsak bile bu fikir zirvesinden bir hayat soluğu getirebilirsek, ne mutlu bize. Dileğimiz o ki, samimiyet ve formasyonlarıyla bu mânâyı bizlerden daha iyi sezip kavrayabilecek hakikat âşıklarının bekledikleri "haberci" olabilelim ve fikrin hiyerarşisine tâbilikle onların da öğrencisi olalım.
Zaten işin sırrı da "aşk"ta; korku, çıkar, gurur kelepçelerini parçalamış "hür" insanların hak ve hakikat aşkında, "aşk ahlâkı"nda. Bu ahlâka da mecburuz aslında. Vatanımızın, insanımızın, insanlığın kıvrıldığı bu yokluk ve ölüm kokan "kaotik" tarih dönemecinde hiçliğe savrulmamak için! Virtüözü, enstrümanı ve "can" kulağıyla dinleyeni kalmamış; notalarını da çakallar parçalamış o yitik, o unutulmuş ebediyet şarkısının âhengini, yeni bestecisinin yepyeni icrâsıyla, semâlarımız ve sokaklarımızda, tüm insanlıkla beraber yeniden işitmek için! BİRLİKTE VAROLABİLMEK İÇİN; YENİDEN!..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Sadistten Yakınan Mazohistin Haklılığı (!)

İnsanların en çok ağırına giden şey nedir diye sorulsa, sayısız cevab alınabilir belki; ama şu husus bir umumiyet teşkil eder: Kendilerine bir "şey-obje"ymiş gibi muamele edilmesi; şahsî iradesinin tanınmaması ve bir yönüyle "olacağını kendi seçen" bir insan haysiyeti taşıdığının görmezlikten gelinmesi. Doğrudur ve Mütefekkir`in altını çizdiği gibidir:
"İnsan, kendisinden başka herşeyi «obje-nesne» haline koyabiliyor; hattâ kendi ruhî hallerini bile! Yalnız kendisini obje yapamıyor. Öyle ise kendisi, «şey» değil, kişidir".
Ve insan-kişi, "obje"leştirdiği âlemle farklılaşırken, bir hakikati de delillendirmiş oluyor: Onu "kişi-şahsiyet" yapan ruh, bu âlemden üstün ve aşkındır, "dünyanın bir parçası olamaz".
Lâkin "insan şahsiyeti"ne, "objektif" varlık veya varlık görünüşlerinden ayrılık ve üstünlük sağlayan bu nâdide "öz", değil başkaları, kendimiz-nefsimiz tarafından bile lâyık olmadığı bir mevkîde tutulup aşağılanmakta; ruhun âid olduğu âlemle bağını örseleyip koparabilecek hemen ne varsa ona tevessül edilmekte!.. Böyle olunca, bir insanın diğer insana "obje-şey" gibi davranmasına ad olan "sadizm", bizzat nefsimizin nefsimize ettiği olarak "mazohizm", yani kişinin kendine "obje-şey" gibi davranılmasından ve kendini öyle görmekten zevk alması gibi bir mukabil sapkınlıkla desteklenmekte değil midir?.. Başkalarını "sadist-zâlim" olmakla itham etmezden önce, galiba en başta kendimizi itham etmeyi bilmek gerekiyor. Kendini alçaltana alçaklık yapmamak ve onu ruhundaki yüksekliğe ulaşması için teşvik etmek fazilettir; ama alçaklarla alçakların itişip kakışması daha çok "etme bulma dünyası" sözünü hatırlatıyor bize. Alçalanların da, alçaltanların da unuttukları hikmet ortaktır ki, yine Mütefekkir çiziyor altını:
"Allah senin içindedir: Bu asaleti unutursan, nereden geldiğini ve içinde ne taşıdığını bilmezsin. Halbuki hayatının bütün hareketlerinde hatırlaman lâzım gelen budur."
Şâyet bunun idrâkında olunsaydı, kimse kimseyi haksız veya lüzumsuz bahanelerle, çıkar ve gurur taşkınlıklarıyla kırmaya ve hatta imhâya yeltenmezdi.
Gelmek istediğimiz bir yer var bunları serdederken: Keşke insanoğlu, içine düştüğü ve düşürüldüğü durumu kendi gözü ve iradesiyle farkedip tedbir almayı becerebilseydi. Bu kendiliğinden gerçekleşemediğindendir ki, "şahsiyet" olmak için ferdî-içtimaî etkileşim boyunca "korku, ümid, gurur, ihtiras, aşk" gibi bir sıra "oluş" içinden geçmek gerekebiliyor, doğduğumuz günden başlayarak aile, okul, meslek, cemiyet zemininde katman katman eğitim ve terbiye ocaklarında pişmek gerekebiliyor. Mademki istisnâsı zikre değmeyecek kadar az, öyleyse "gerekiyor" demek en doğrusu.
İnsanın varoluş şartı olan "dil", nasıl toplumdan ferde bir intikal zarureti belirtiyorsa, aynı "dil" vasıtasıyla, ilk "zorunluluk" ve "vazife" duyguları da içtimaî çevre tesiriyle oluşur insanda. Bu denetleyici tavır ve fikir tatbik ve telkin edilmeseydi, hayvandaki "duyum, refleks, şartlı refleks" çerçevesindeki "içgüdü" hayatına benzer bir beslenme, korunma ve çiftleşme peşinde geçerdi ömrümüz. Ki bu faraziye bile gerçekleşemezdi "dil" olmaksızın. Bugün çoğu insanın hayatında baskın olan karakter bu hayvanîlikse, insanların denetlenemediğinden ve denetleyici fikir yokluğundan bahis açabiliriz. Ama herşeyden önce açılması gereken ilk sahife; ferdlerin kendi içlerindeki "denetim-murakabe"yi başaramadıklarıdır ve bunun da en büyük sorumlusu, "düşünme"sini bilmesine rağmen "düşünmekten gayenin ne olduğu"nu umursamayan ferdlerin kendisidir herhâlde. Onlar ki, "hürriyet" ve "şahsiyet"in dışarıdan bahşedilemeyeceğinden gâfil olanlar!..
O hâlde, iki cebheli bir telkin ve terbiye programının lüzûmu aydınlanıyor; Ferdi denetlerken ve denetleyici fikri telkin ederken, ona en başta kendi hürriyetini kazanma ihtiras ve şevkini aşılamak... Ahlâk ve fikir polisinin varlığı, o polisi vicdanımıza yerleştirmemize ve dış müdahaleyi gereksizleştirmeyi başarabilmemize yardım içindir. Kuş diye, nasıl "kendi kanatlarıyla" uçabilene denir; "hür şahsiyet" de, onu benliğindeki "ruh-nefs" çatışmalarını ve kademe kademe "intibaksızlıklar"ını aşarak "kazanan"a denir.
"Mazohizm"imiz nedir; korku, çıkar ve gurura kul olup kendimizi yokluğa mahkûm etmek ve hiçbir utanma duymadan bundan zevk almak... Demek ki, başkasının "sadizm"inden yakınmadan önce, kendi "mazohizm"imizden kurtulmayı bilmek gerek. Sorumluluk "ortak" olduğu kadar, "karşılıklı"dır da!.. Sorumluluk ve vazife duygusunun kaynağı olan, ferdleri birbirine karşı "şahsiyet" gibi davranmaya sevkederek "aşkın" bir "birlik"te ruhlarını bağlayan "mutlak, şartsız, küllî" mihrak nerede? Ferdler-şahsiyetler arası anlaşma ve münasebetin, "objeler arası" değil, "hürriyetler arası" bir "bağ" kurmayla, birbirlerinin "hürriyet"iyle "bağ ve yakınlık" kurmayla tesis edilebileceğini vaz`eden ve "yol"unu gösteren fikir!..
Birbirini "anlamak", birbirini "açıklamak" değildir; "anlamak sevmektir; sevmekse anlamak"; anlaşılanın "hürriyet"iyle bağ kurmak ve ondaki "aşkın" hürriyet soluğunu onunla birlikte solumak... Kâinatı anlamak da böyledir ki; ondaki "aşkın" irade ve nizâmı "anlamak", onu sevmek, onda "tecellî" eden sonsuzluğu sevmekle mümkün. Buysa, bizi, "kuşatınca" anlayan akıl dairesini aşmaya ve "sır idrâkı"nı kuşanmaya götürür. Sonsuzluğu öne almadan, "sonlu"yu avuçlamaya çıkanın eline sadece "posa"sı geçer "cevher"in; tadsız ve tuzsuz. Yine Mütefekkir`den, yine onun Marifetname adlı eserinden:
"Sonsuzluk, sonlunun iç dinamiğidir: Gerçek anlamında anlaşılmış olarak iç dinamiği... O, sonluluğun, sadece kendi ötesine geçmekte bulunduğunu ifade etmektedir."
Bu öğrenildiği ve öğretilebildiği ân, artık sadizm ve mazohizm, bitmek bilmez korku-çıkar-gurur çatışmaları arasında insanları hiçlik uçurumuna savurabilecek gücü bulamayacaktır diyebiliriz.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=3]k Herkes ve Herşeye Sorumluluktur[/h]
Dışarıdan yüzümüze söylendiği zaman, "sorumluluk" sözü her lâfın başında vurgulandığı zaman, farketmişsinizdir ki, ya sıkılır ya bunalır ya tepki gösterir yahut gınâ getiririz. Bir bakıma haklıyızdır; psikolojik olarak "şahsî" bir iç zorunluluk duygusuna dayanır hakiki sorumluluk; ve onu içimizde duyamadığımız ânda bize empoze edilmesi kadar, başka bir sahada "zaten" ferdîleştirdiğimiz bir sorumluluk varken, bunun hiç düşünmediğimiz bir başka yer için gündeme getirilmesi savunma reaksiyonuna iter bizi.
Ancak, haksız olduğumuz taraf da genelde şudur: Sorumluluk, bir bütün olan varlığın belli bir köşesine hasredilmişse ve o köşeyi âlemden bağımsızmışcasına "ferdîleştirmişsek", aşk ve kinin bir kılıcın iki yüzü olması gibi, ihtirasla sevdiğimiz ve kendisine karşı sorumlu olduğumuzu kalbden duyduğumuz o köşenin dışındaki "herkes ve herşey"e haksızca bir umursamazlık duyabilir, hattâ içten içe nefret edebiliriz. Böyle bir "sorumluluğun" öbür yüzü zulümdür; varlığı bütün olarak görememe cehlidir ki, henüz "aşk ahlâkı"na ulaşamamış ama bencilliğini de kırmaya başlamış bir ihtirasın vasfıdır belki de. Gurura ve "egosantrizme-benmerkezliliğe" de bitişiktir. Sadece korkarak, sadece çıkar umarak, sadece mutlu günler ve zafer hayâliyle tutuşarak iş yapan "bugün var, belki yarın yok" nefslere nisbetle bir gömlek üstün bir safhadır.
Halbuki bize lâzım olan tam bu değil; "birlikte varoluş" ahlâkı, "aşk ahlâkı"... Ancak o, sorumluluğu, gökteki veya muhayyiledeki bir tasavvur olmaktan kurtararak "belli bir iş"e hasreder ve "sonsuz bir ihtiras"la mesleğinin hakkını verir. Ama yine ancak o, bu "iş"in kendisi adına olmadığının ve sonsuzlukta fâni olduğunun da şuuruyla, herkes ve herşeyde sonsuzluğun aksini görerek, hakettikleri sevgiyi verir onlara ve hepsine dönük "küllî" bir sorumluluğu bulunduğunu da hiçbir zaman unutmayarak, âlemde ve cemiyette "onlarla birlikte varoluş"un uyum ve âhengini arar, gözetir ve savaşır bu uğurda.
Hakiki bir âşık, parçayı "tek parça" olduğu için değil, "sonsuz" bir varlığın parçası-tezâhürü olduğu için sever ki, gözü "şekilde" değil, sonsuzun "tecellîsinde"dir. Bu sâikle benimsediğindendir ki, ihtirasına "obje" olan yerdeki eksik ve fazlalar, zafer ve hezimetler, süreklilik ve süreksizlikler, onun aşkını pörsütmez, ilgisini gevşetmez. "İyi gün dostu" değildir o; "Mutlak ve pörsümez iyi"nin âşığı olarak, "sonlu"nun pörsüyeceğini bilir. Fakat bilmesine rağmen, o "sonsuzca" vazife duygusu ve o "sonsuzca" sevgisiyle adâlet ve ilgiyi hiçbir kul ve hiçbir şeyden esirgemez.
Sonsuza çıkan "yolu sever", bir dinlenme tesisinde bitsin istemez ömrü. Emeklilik için çalışan çıkarcı ve "yarım yol" yolcusu değildir o. Korktuğundan, çıkar umduğundan, şaşaa umduğundan, alkış umduğundan, pohpoh umduğundan dolayı yola çıkanlar; ilk dinlenme tesisinde, korktuğu tehlike ortadan kalktığında yahut onu tehdid edemez olduğunda, umduğu çıkara dair bir parmak bal ağzına çalındığında, idealize ettiği alkışı aldığında yahut gururu okşanmaz olduğunda, birgün "aslında kahraman olmadığı; çünkü müraîlerin-gösterişçilerin asla kahraman sayılamayacağı" yüzüne haykırıldığında ve ilk yol kazasında tel tel dökülür, ebediyete değil fâni çıkarlara dayanan sahte-zahirî sorumluluklarına nokta koyarken, yüzü gözü kan revân içinde de kalsa, asfalt yol bitip tehlike ve ölüm kokan ıssız patikalara dalmak da gerekse, yalnızca o girer dünyanın karanlık meçhûlüne. Zaten onun dünyası da değildir bu; sonsuzluk ülkesinin vatandaşıdır ki, ölü leşine tamah eden çakallara bırakıp, çeker gider bir gün aslî vatanına!..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=3]Düşünüyoruz, O Hâlde Sorumluyuz[/h]
Sorumluyuz; çünkü insanız. Dostoyevski`nin söylediği gibi, "herkesten ve herşeyden!" hem de!.. Sorumluyuz; çünkü hürüz. İnanmak, bilmek ve istemek gibi bir hürriyet potansiyeliyle getirildik dünyaya. Sezerek, düşünerek ve seçerek, kendimizi ("ruhî hâllerimizi") ve real âlemi, kendimizdeki âlemi "obje"leştirip aşabiliyorsak; ahlâkın, fikrin, sanatın sonsuz "gaye-değer"lerine fânilik zincirlerini parçalayarak yol ve köprü kurabiliyorsak; dilersek bu ölümlü dünyamızı sonsuzluktan çektiğimiz "mânâ iplikleri"yle bir gergef gibi nakışlandırabiliyorsak; olanların-görünenlerin (fenomenlerin) ve olması gerekenlerin-yasaların (zorunlulukların) tenkidini yapabiliyorsak; seçim ve kararlarımız başka insanları etkileyebiliyorsa ve tekniklerimiz tabiî yahut sosyal çevremizi tanzim edip değiştirebiliyorsa; hakikatte ölmek yahut ölmemek bizim neyi seçtiğimize bağlıysa ve uysak da uymasak da, neyin "iyi" olduğuna dair bir "zorunluluk" duygusu vicdanımızı aydınlatıyorsa, evet hakikat böyleyse, artık, "Yaptıklarım beni bağlar, kendime karşı sorumluyum önce!" diyemeyeceğimiz gibi, "Elimden birşey gelmiyor; gücüm, mizacım, şartlarım elvermiyor!" dememiz de haklı olmaz.
Vazife duygumuz; öncelikle bizi varedene ve O`na kalbî şükranımız ve mesuliyetimiz dolayısıyladır ki, varoluşumuzda yoldaşımız ve yardımcımız olan herkes ve herşeye...Kant`ın, "şartsız, küllî, mutlak"lığını, yani her türlü iç-dış şartlılık, hazcılık, keyfîlik, hesabçılık veya çıkarcılıktan bağımsızlığını vurguladığı bu vazife duygusunun, bu "zorunluluk" duygusunun, ancak fâni "izâfet"lere esaretten kurtulup kalbimizi "Mutlak Varlık"a açmakla ruhumuzda yeredeceğini bilmezlikten geliriz. Kurtarmayı, "ego"muza hizmetçi ve pohpohçu görmek istediğimiz başkalarından bekleriz de, "nefsinin esiri bir uşak" olduğumuzu, yokluğa ve ölüme son hızla yolaldığımızı anlamazlıktan geliriz."Hürriyet, insanın kendi özünü isteyişidir." ki, "öz"ümüz bu fâni-hayvanî varlığımız değil, ruhumuzda duyduğumuz sonsuzluğa rabtolunmuşluktur. Ve hürriyetini istemek, sonsuz ve mutlak "gaye-değer"lere kalbî bir boyun eğiş ve kendinden geçiştir ki, içgüdülerinin güdülediği istikamette ve "havuç peşinde" dilediğince hareket etmek, hayvanî hürriyete nişânedir. Hayvansa, ruhsuz ve şuursuz bir ölümlüdür, malûm.
Kalkıp, "Niçin hürriyet bahşedilmiyor bize-bana?" diye ağlaşırız sonra; "sanki hürriyet dışarıdan kazandırılabilir bir nesneymiş gibi!"... Hürriyet, nefsine, çıkarına ve fizikî-sosyal çevresine kul olanların; kimi narsisist, kimi "egoist-bencil", kimi "egosantrik-benmerkezli" (bir gaye uğruna nefsini-bedenini-çıkarını fedâ etse bile gururunu fedâ edemeyen ve tüm bu fedâkârlıkları "kahraman desinler" diye olan) nefse tapar kulların harcı ve hakkı değildir. Hürriyet, bizim kurtuluş hamle ve faaliyetlerimizin neticesi ve kazancıdır ki, iç-dış sonlu varlığımızdan geçmeyi, kendimizi aşarak sonsuzlukta eriyip ölümsüzleşmeyi ve artık kurtuluşu benciller gibi "sadece kendisi ve avânesi"ne istemeyip herkes ve her zaman için "sonsuzca" istemeyi gerektirir. Kurtuluşun-hürriyetin "sonlu" vasıta ve müesseselerinin, "vasıta-değer"lerinin; devletlerin, devrimlerin, hukukî veya iktisadî, ferdî yahut içtimaî hak ve serbestiyetlerin ille de gözü açıkken gerçekleşip gerçekleşmemesiyle de kişinin hürriyeti kaybettirilemez ve kazandırılamaz; hürriyet aşk ve şevki de kırılamaz. Bir deyişle, kendinden hürdür o; neye nasıl bağlandığıyla seçmiştir hürriyetini ki, kurtuluş veya hürriyetin zahirî görüntülerini taşısa ve onların şemsiyesi altında yaşasa dahi; nefsine, çıkarına, çevresine, gururuna, hazzına, yokluğa ve sonlu varlığa dizginlerini kaptırdığı ânda kaybetmiştir zaten onu. Mutlak İrade sahibinden başka kim iade edebilir ona hürriyetini? Ve "Allah, hürriyeti ancak onu arayanlara verir." yazıyor Marifetname`sinde Mütefekkir`in.
İnsan, henüz insanlıktan istifa etmemişse, ruhuna vurduğu ve kurtulmak için en ufak bedeli göze alamadığı zincirlerini şıngırdatarak yürümekten utanmalı cemiyet ortasında. Kendi gibi kölelerin zincirlerine bakıp, suç ortaklığı müşterekliğinde mazeret tedariklememeli. İnsanlığa doğru bir adım atarcasına zorlamalı zincirini-nefsini. Bir yönü sonsuzluk olan vazife ve sorumluluk duygusunu kımıldatmayı denemeli.
Olabilir; fâni çıkar ve sığınaklar peşinde o en değerli varlığımızı, varlığımızın özünü, sonsuzluk köprümüzü, ruhumuzu, celladı da kurbanı da kendisi olan, ipini kendi çeken bir ahmak gibi ölüme terketmiş, yokluğa-sonluya hasretmiş olabiliriz. Bu yüzden, ruhî kudretini boğmuş, müessir cüretini hadım etmiş, dehâsını betonlaştırmış hemen herkes gibi, ya korkak ya çıkarcı ya egoist olmuşuzdur. Neticesinde, "herkese ve herşeye karşı sorumluluğundan" dolayı vicdanındaki "iyi"yi cemiyette yüklendiği "iş" ve "misyon"a tercüme ettirenlerden olamamış bulunabiliriz.
Pekiyi, yapamasak da, konuşmanın da mı bir yolunu bulamıyoruz?..
Sesimizi de çıkaramıyoruz diyelim; "hâl diliyle" gözlerimiz de mi konuşamıyor?..
Hiçbirini yapamayacak kadar haysiyetimizi alçalttık farzedelim; hakkı düşünmekten ve onu vicdanımızdaki müstesnâ yerine iâdeden bizi alıkoyan nedir?..
Âcizlerin kudretlilere duyduğu hasedin, kin ve intikam duygusunun o en sinsi ve zehirli silahına, dedikodu ve hafife alma, kimbilir daha da alçalarak alaya alma çirkefine mi tutunuyor, batıyoruz yoksa?..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=3]Hilkat Galatı: Sorumsuz Ahlâkîlik, Bedensiz İnsanîlik[/h]
Kişinin yaptığı her türlü faaliyet, iradî bir nitelik taşır; "gaye" veya "vasıta", "ideal" veya "pratik" değer hükümlerine göre bir "sezme" ve "seçme"ye dayanır.
Bu "seçim", ister "bedâhet-sezgi"lerin "ânı ânına çakışı" ve "bedâhetten bedâhete ilerleyişi" biçiminde olsun; isterse "bedâhet-sezgi"ler üzerinde ruhun "kesiksiz" akışından koparak "aklî" bir muhakeme yürütme neticesinde, yeniden ama "tenkidî-kritik" muhtevâlı bir "sezgi"ye varılarak gerçekleşiyor, "ontolojik" terminoloji içinde konuşursak "naiv-direkt-sezgi" anlayışına değil de "refleksiyonlu-dolaylı-düşünce" kavrayışına dayanan bir "seziş-seçim"le gerçekleşiyor olsun, yani "sezen" süjenin bu "sezgi"si üzerine kapanıp yeniden "iç"e dönerek bunu "mantıkî" bir süzgeçten geçirmesi neticesinde gerçekleşiyor olsun, "seçim" her defasında "ruha nisbetle" bir "değer" hükmüne göre oluşur. Bu değer hükmü, hayatımızın "sezgi-bedâhetler"le sürekli bir "akış" içinde gerçekleşmesine nazaran, iradî faaliyetlerimizde kendiliğinden tüter ve biz çoğu zaman onu ahlâkın "aklî" biçimde formüle edilmiş herhangi bir prensibini şuurlaştırarak da seçmeyiz. Yalnız, bir davranışı niçin yaptığımız sorulduğunda, yaptığımızın doğruluğuna dair bir vicdan muhasebesi yaptığımızda, mühim kararlar arifesinde en "iyi"yi seçme gereği hissettiğimizde ve benzeri, akışta "duraksama" hâllerinde "denetleyici" fikre, ahlâkın "aklî" biçimde formüle edilmiş "prensipler"ine başvurur, onları şuurlaştırırız. Yalnız bir davranışın gerçekten "ahlâkî" bir fiil niteliği taşıması, içimizde o fiili işlemeye dair bir "zorunluluk", bir "sorumluluk" duygusu hissetmemize bağlıdır ki, âdetlerden, alışkanlıklardan, insiyakî-organik sevk veya ihtiyaçlardan, korku-çıkar-gurur nevî "organik-nefsî" temelli duygu ve hesabçılıklardan, ayrıca dış zorlamalardan doğan tüm faaliyetler "sahte" ahlâkîlîk ve "sahte" sorumluluktur denilebilir. Çünkü, bu tür faaliyetlerde ahlâkî fiilin "başlıca" vasfı eksiktir: "Şartsız, küllî, mutlak" bir "zorunluluk", "sorumluluk" duygusu... Ahlâksızlık veya ahlâkdışılık, buralardan başlar. Veya şöyle de sorulabilir: Böylesi bir "zorunluluk" ve "sorumluluk" duygusu taşıyan kaç "kişi-şahsiyet" tanıyorsunuz?.. İçgüdülerin, alışkanlıkların, nefsânîliklerin zincirini parçalamış ve hayvanîliğini aşmış?..
İçgüdülere, alışkanlıklara, nefse, kupkuru bir tekerleme ifâdesiyle düşman olduğumuz sanılmasın; "aşma" ve onları "ideal-gaye" değerlerin emrine verebilme gereğini vurguluyoruz ki, "sonlu"ya hakettiği kadarını verip, "varoluş"u, "sonsuz"a yönelme ve "sonsuzca" sevilebilecek arzulara bağlanmada görmek, göstermek dileğimiz...
Hayatî kuvvetlerimiz, arzularımız, içgüdülerimiz, şehvetlerimiz, benlik hamlelerimiz, bir imhâ hedefi olmadıkları gibi, ruha "cüret" ve "hamle zevki" kazandırmak üzere bir sınıra kadar teşvik de edilmeli ki, "ferd-şahsiyet" ayakları üzerinde doğrulabileceği ve üzerinde "gaye-değer"lerini nakşetmek üzere harekete geçebileceği sağlam bir zemin ve sağlam bir beden edinsin. Bu anlamda "tabiata karşı savaş"tan, her "tabiî" vasfa sahib varlık yenik çıkar ve "yenik-ezik" bir ruhun "maddesine hâkim" ve "mânâsına uygun" bulunması, doğrusu pek tasavvur edilemez. Bir misâl olarak; bedenî spor, sağlığın korunması, egzersiz ve el işlerinin geliştirilmesi, ruha "yüksek gaye"leri için becerikli bir yoldaş ve âlet kazandırmak, bu âletine güvenen ruha "yüksek gaye"lerini gerçekleştirmek üzere "cüret" kazandırmaktan başka nedir ki?..
Zaten, ruhu ve bedeniyle insanı bir bütün olarak almadıktan sonra, insana dair her söylenen, içi başka dışı başka "ikiyüzlü-riyâkâr" bir tipin, "person-kişi" kavramının Romalılar zamanındaki Lâtincede "personna-maske" kelimesinden doğması gibi bir hilkat garibesinin cemiyette maya tutmasına ebelik edecektir. Stefan Zweig, Charles Dickens`in eserlerindeki "şehvetsiz" ve siyah-beyaz gibi ya iyi ya kötü olan (halbuki hemen her insan, "bazen iyi bazen kötü", "hem iyi hem kötü" tarzında, ruh-nefs çatışmasının akışıyla belirlenir ve ruhî zaferlerin çoğunluk olarak kutublaşmasıyla "iyi", ruhun nefs karşısında çoğu yenik olduğu durumdaysa "kötü" olarak tarif edilir) hayâlî kahramanlarına atıfla, "tipik İngiliz riyâkârlığı" tesbitini yapmakta ve bundaki "çocuksu"luğu tenkid etmektedir. Organik arzular, kendilerine esir ve düşkün olunmadıktan sonra, varlığın, varoluşun ve var kalmanın zemini olarak iyidir ve "insanlık" da, bunların aşıldığı ve sonsuzluğun başladığı yerde, diğer canlılardan farklı ve ölümsüz karakteristiğine kavuşur.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=3]Varoluş: Yaptığından ve Yapmadığından Sorumluluk[/h]
Jean-Paul Sartre`ın en meşhur temsilcisi olduğu Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm) okulunun temel kavramı "varoluş" ve temel tezi "Varoluş, özden önce gelir" tesbitidir, denilebilir.
İnsan için "varoluş"; şuurun uyanık olduğu her ânda, faaliyetlerinin niteliği ve "yapıp-etme"lerinin hedefi ne olursa olsun, her seferinde iradî seçimde bulunmaya ve değer hükümlerine göre "olacağını" seçerek "varlığını kendi oluşturma"ya, böylelikle bir yandan "faaliyetlerinin-eserlerinin toplamı" olurken, diğer yandan tüm fiillerinden "sorumlu" olmaya delâlet eden bir kavram olarak belirlenir bu "okul" içinde, Varoluşçuluk`ta.
Diğer canlı-cansız varlıklar (ki, cansızlıkları da peşin ve izâfî, insanı ölçü alan "antropomorfik bir kabul"dür yalnızca!), türlerinin "öz"ü tarafından "önceden" determine edilmiş, takdir edilmiş, belirlenmiş, yönetilmişken (ki bu da mutlak bir determinizm değildir, zorunsuzluklara, "imkân ve ihtimâllere açık"tır); yalnızca insan, "olacağını" kendi seçerek, seçtiği yolda kendini "varlaştırır", "oluşturur", der Varoluşçular. Diğerlerinde "öz" önce gelirken, insanda "varoluş, özden önce gelir" derler; yani, kişi kendi "öz"ünü gerçekleştirir...
İBDA diyalektiği içinde de yerliyerine oturtulmuş ve tâdil edilmekle birlikte, hakikat payı da takdir edilmiş böyle bir "varoluşçuluk", bilhassa ateist varoluşçularda, hep var olmanın ve var kalmanın ölçüsü -ki, Mutlak Varlık`tır- nedir ve "bağlanma" hangi ahlâka göredir, sorularını cevablayamazken, Külliyat`ta, varoluşu yokoluşa çevirmemenin elzem ve sadece İslâm`da bulunan yolu gösterilmiştir. "İnsan, eserlerinin toplamıdır"; doğru. Ama insan, varoluşunun âkıbeti olarak, "bir torba kemik toplamı" da değildir ve onu içilince biten bir sigara gibi görmek, izmaritine de mezarlığı yakıştırmak, yanlış ve yakışıksız bir fikirdir. İnsan ruhu, asıl öldüğümüzde ebedîleşir. Ve tabiat karşısında insana öncelik veren "öz", onun fânî varlığından "önce" ve "ölümsüz" olandır ki, gelip geçici, yıkılıp gelişici ve her dem değişici "insan iradesi" değildir bu!..
Tesbit doğrudur; "varoluş, sorumluluktur". Ve birlikte varolduğumuza göre, varoluş, "birlikte" ve "birbirimize karşı" sorumluluktur. Şu veya bu şekilde çevresine tesir etme ve dönüştürme kudretinde bulunan insan, bu tesirinin sorumluluğunu da yüklenmiş demektir ki, bu duyguyu taşıyıp taşımaması, hakikati değiştirmez.
Sartre`ın, altını çizdiği önemli bir bahis de, kişi neyi seçiyorsa, seçtiği "iş" veya "şey"in, yaptığı "davranış"ın içinde anlam kazandığı, kazanacağı, kazanabileceği "insan tasavvuru"nu, "insan projesi"ni ve "dünya görüşü"nü de seçmiş olmasıdır. Kişi, bu seçimiyle, farkında olsun veya olmasın; olunması, yapılması, bilinmesi "gereken" budur demektedir. Öyleyse, bu seçiminden müsbet veya menfi yönde etkilenecek başka insanların veya başka şeylerin de sorumluluğunu üzerine almış demektir. "Ama başkası böyle yapmaz ki!" mazeretinin de bir kıymet-i harbiyesi yoktur; "Ya yaparsa?"...
Yapmak kadar yapmamak da, konuşmak kadar konuşmamak da bir "seçim"dir ve hesabı verilmesi gerekir. Yapmak veya konuşmak nasıl bir "değişim"e, tesire yolaçıyorsa; susmak da bir başka değişim arzusuna yahut değiştirmeme iradesine işaret eder. Yapmak veya konuşmak, daha aktif bir değişme ve değiştirme iradesi olarak, meselâ şu soruların cevabını ister: Niçin "bunu" yaparak veya konuşarak, "bunu" değiştirmek istiyorsun da diğerlerini istemiyorsun veya önceliği niçin "bunun" değişimine veriyorsun? "Bunu" konuşuyorsun da, "diğerini" konuşmayarak onun hep değişmez kalmasını mı istiyorsun, "onu" konuşmayarak o işin yanlışlığında suç ortağı olmuyor musun ve insanları o yanlışa karşı tavır almaya çağırmamanın gizli bir suç ortaklığı olduğunu anlamıyor musun?.. O hâlde, konuşmak kadar, susmak da bir "konuşma tarzı"dır ve kişiye sorumluluk yükler. Bu yaklaşımıyla Sartre`ı anlamak, aslında bugünü ve İBDA fikir-sanat-aksiyon mücadelesini anlamak kadar, bu mücadeleye ve "var olma ve var kalma" problemine sağır olanları da anlamak demektir maalesef. Sartre`ın "Denemeler"inden:
"Adlanan şey masumluğunu kaybeder. Dil, bir bakıma masumlukları ortadan kaldırır"... "Saint-Just`ün dediği gibi nasıl masumca devlet yürütülmezse; masumca konuşulmaz da, yazılmaz da. Yazarlar, sanat için sanat tutumunu uzun zaman sürdürmekten suçludurlar"... "Biz yazarların önlememiz gereken şey, sorumluluğumuzun suçluluğa çevrilmesi ve elli yıl sonra bize şunun söylenmesidir: Bu adamlar dünyanın en büyük felaketinin geldiğini gördüler ve sustular"... "Düşmanın hoyratlığı bizi, barışta yan çizdiğimiz bazı sorunları kendimize soracak duruma sokuyordu: Karşı koymada olup bitenleri bilenlerin hepsi -ki bilmeyen Fransız kalmadı sayılır- kendi kendilerine korku ile soruyorlardı: «İşkence ederlerse dayanabilir miyim?» ve insanın kendi üstüne edinebileceği en derin bilginin kıyısında bulunuyorduk. Çünkü insanın sırrı Oedipus ya da aşağılık kompleksi değil, özgürlüğün sınırı, işkencelere ve ölüme dayanma gücüdür"... "Bizim için yazar ne bir Vestal, ne de bir Ariel`dir; ne yaparsa yapsın, ne kadar kenara çekilirse çekilsin, kavgaya karışmaya, damgalanmaya, lekelenmeye mahkûmdur. Yazar, sanatını hiç ses vermeyen biblolar yapmakta kullandığı zaman bile, bu hâli bir tutumun belirtisidir. Bu demektir ki, edebiyat ve toplum bir bunalım geçiriyor, toplumun yazgısını ellerinde tutanlar yazarın, devrimcilere katılmaktansa, süs eşyası yapmakla kalmasını istiyorlar"... "Madem ki, yazar, toplumun dışına çıkmaz, o halde çağına iyice sarılsın; tek çıkar yolu budur. O, çağının, çağı onun malıdır. Balzac`ın 1848 günlerinde kayıtsız kalmasını, Flaubert`in Komün hareketini anlamamasını üzüntüyle karşılıyoruz; onlar adına üzülüyoruz; bir daha ellerine geçmeyecek olan bu fırsatı kaçırmış oldular. Biz, zamanımızdan hiçbir şey kaçırmak istemiyoruz. Belki daha güzel zamanlar vardır; ama bizimki budur; bizim yaşayacak olduğumuz hayat bu savaşın, belki bu devrimin ortasındaki bu hayattır... Yazar, çağının adamıdır. Her söylediği, her SÖYLEMEDİĞİ sözün, çağında yankısı olur. Flaubert`i ve Goncourt`u, Komün hareketinden sonraki zorbalığa karşı koyan bir tek satır yazmamış olmaktan sorumlu tutuyoruz. Bu, onların işi değildi denebilir. Calas Davası Voltaire`in işi miydi? Dreyfus Davası Zola`nın işi miydi? Kongo`nun yönetimi Gide`in işi miydi? Bu yazarlardan her biri, hayatlarının bir dönemecinde, bir yazar olarak ne derece sorumlu olduklarını ölçmüşler"... "Geleceği düşünmüyor değiliz; ama düşteki bir geleceği değil, bizim günümüzün geleceğini düşünüyoruz. Her çağ zaten, bir insan gibi geleceğini içinde taşır: başlanmış işler, denemeler, tasarılar, kalkınmalar, ayaklanmalar, kavgalar, umutlar geleceğin içindedir. Savaş ne zaman bitecek? Memleket nasıl kalkınacak? Uluslararası düzen nasıl kurulacak? Statükocu güçler tutunabilecek mi? Bir devrim olacak mı? Nasıl olacak? Biz gelecek deyince bunları düşünüyoruz; başka türlüsüne karışmıyoruz. Biz, çağdaşlarımız için yazıyoruz; zamanımıza, dünyamıza geleceğin gözleriyle bakmak istemiyoruz. Kendimizi, kendi ölümlü gözlerimizle görmek istiyoruz. DAVALARI, İNSAN, SAĞKEN KAZANIR YA DA KAYBEDER"... "Aramızdan (yazarlardan) birini alıyorlar, onu öfkesinden ya da kederinden öldürüyorlar, yirmi beş yıl sonra da bir anıt dikiyorlar adına. Aynı adamlar, aynı çakallar hem öldürüyorlar, hem de anıtı başında nutuk çekiyorlar, bir ölüyü şana şerefe boğuyorlar ki, bir başkasının yaşamını zehir edebilsinler"...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
[h=3]Aşk Ahlâkı, Tesir Aşkı ve `Yetiştiricileri Yetiştirme`[/h]
Birlikte var olmanın, var kalmanın ve var etmenin yolu; birbirimizi "ölmeyen" ve "öldürmeyen" bir hürriyet aşkına teşvik ve "sonsuz"a rabtolmuş bu yolun zevki kadar, sorumluluklarını ve zorunluluklarını da telkindir. Eski İngiliz Başbakanı Thatcher`in bir zamanlar meâlen söylediği gibi:
"Güzel sözler söylemeyi başkasına bırakıyor, ben iş yapmayı üzerime alıyorum"...
İş yapmak deyince, hemen bunaltıcı ve duygusuz bir "vazife"yi idealize etmediğimizi şu âna kadar yazdıklarımızda vurgulamaya çalıştık. O, kendini ve çevresini kula bahşedildiği ölçüde "var etme" zorunluluk ve sorumluluğunu, hürriyet zevki ve aşk ahlâkıyla kalbinin en muhkem köşesinde duymak; bir sanatçının "eser"ine eğildiğinde hissedebileceği en derin "estetik zevk"le bu "ahlâkî sorumluluk" duygusunu buluşturarak, insanlığın insanca "varolması" idealine bir "iş ihtirası"yla katılmak; ve bunu, ne bir fâniden korktuğu, ne fâni bir çıkar umduğu, ne de fâni gururunu alkışlatmak istediği için yapmaktır. Hür şahsiyetler medeniyetini kurmak; ailesinden başlayarak, sınıfını, toplumunu ve insanlığı bu muazzam, bu mukaddes "sanat eseri"nin tuvali görebilmek; insanları "obje-şey" görmeden, haklarını "zâyi" etmeden!.. Bir yandan kendini yetiştirirken, diğer yandan insanları yetiştirme ve "yetiştiricileri yetiştirme" sanatı. Sanatların ve eserlerin en büyüğü!..
Bir anne-babanın "en güzel eseri", "çocuk" değil midir? Böyle diyor Mütefekkir!.. Kendisi de bir "çocuk" olan insanın en güzel eseri, farklı müesseseler ve katmanlar boyunca yine yetiştirdiği diğer "çocuk"lardır, insanlık tuvaline vurduğu rengârenk sonsuzluk fırçasıdır. Hayata, kendimizi ve çevremizi resmetmeye geliyoruz, vereceğimiz "estetik biçim"e direnen fâni tortuları, maddenin ve görüntü varlıkların "direniş"ini bir heykeltraş gibi yontmaya geliyoruz.
Sanat Tarihi`nden çarpıcı ve murâdımıza denk düşen bir tablo:
Büyük İtalyan ressam ve heykeltraşı Mikelanj, ruhundan ruh, canından can verme ihtirasıyla, kan ter ve sancılar içinde, günler ve haftalar boyu çalışıp nihayet bitirir meşhur "Mois-Musa" heykelini. Kendisine bakan heykelin gözlerine diker gözlerini ve bir rivayete göre, çekicini heykelin dizine vurarak hırsla haykırır: "Ne duruyorsun, haydi yürüsene!". Diğer rivayete göreyse, şöyle bağırır: "Ne susuyorsun, konuşsana!"...
Fakat, ruh ve can taşıyan insan, ruhsuz, şuursuz ve aksiyonsuz bir kütle değildir. O, inanır, duyar, düşünür, "konuşur", "yürür", davranır, idealleri için çarpışır ve dünyanın dörtbir köşesine, maddeye, harflere, notalara, renklere, herkese ve herşeye sonsuzluk bestesini nakşeder. Böylesi hür, böylesi mübdî, böylesi faal bir varlığın ruhunu nakışlandırmaksa, fâni sanatların tümünden de yüksek bir sanat değil midir? "Çocuk" yetiştirme, "insan" yetiştirme sanatı!.. Ailenin de, toplumun da, medeniyetin de, tarihin de, sonsuzluğa perçinli tek bir sanat hedefi var o hâlde: O İDEAL ÇOCUĞU DOĞURMAK ve VAR ETMEK!.. Kendinde ve neslinde!..
İBDA idealinin gözettiği öncelikli prensibi hatırlatmanın tam yeri: "Yetiştiricileri yetiştirme ve yetiştiricilerin yetişmesi"...
Bu prensip önünde, "insan" olma sorumluluğu duyan herkese bir borç düşüyor, önce şu soruyu cevablama borcu: İnsan olarak varolma ve bu uğurda kendimi yetiştirme gereği duyuyor muyum; bu gayeyle en son "kime başvurdum", en son "neyi okudum"?.. Belki birkaç cümlelik bir cevab bulduk bu soruya; ya şuna: Kendim ve kendi gururum için mi yaşıyorum, herkesle birlikte o sonsuzluğu ruhuma doldurmak mı istiyorum; bu yolda en son kimi yetiştirmeye davrandım, idealimi başka insanlarla paylaşmak için en son hangi adımı attım?.. Son soru, çoğumuzun, eğer kendimize yalan söylemiyorsak ve hâlâ gururumuza mazeret tedârikine davranmıyorsak, pek cılız cevablar bulabildiğimiz sorudur. Egoizmini aşabilen, egosantrizme takılır çoğu; burasını da aşabilen "nâdide" insanlar, "aşk ahlâkı"nın kahramanları kimlerse, ruhumuzu en ziyâde nakışlandırmaya ve insanların idâresini üzerine almaya da ehil olanlar onlardır! Kendisi için yaşamayan, sonsuzluk nakkaşları!..
İnsanımız adına, tarihe lânetlenerek geçmemize sebeb olabilecek ne büyük utançtır ki; insanımızı ve insanlığı "yeniden" ve "birlikte" var etmenin en büyük ve en çilekeş sanatçısı-savaşçısı, yeniden "can" vermek istediği kitlelerin hissiz ve sorumsuz bakışları altında, üç-beş kemik peşinde yokoluşa sürüklenen ve "mide gurultusundan daha aziz" bir değer tanımayacak derecede "düşürülmüş" halkının cansız ve "camdan" gözleri önünde çakallara parçalatılmak, hiçbir hukukî kıstas umursanmaksızın ipe çekilmek istenmektedir. Kelimeler sussun, vicdan konuşsun; ki bu vicdan, eğer son bir "hayat hamlesi"yle silkinmezsek, yarının tarihçilerinin lânetleyici vicdanı olacaktır. Biz sorumsuz ve duygusuzların değil!..
Evet; "aşk ahlâkı", "yetiştiricileri yetiştirme ve yetiştiricilerin yetişmesi davası" ve "tesir etme aşkı"... Birlikte varolmanın "zorunlu" sacayağı... Mütefekkir`den dinleyelim gerisini; "Kültür Davamız" adlı eserinden:
«İnsana varlığını empoze eden her şey, "Mutlak Fikir" içinde izâhını bulur; yeter ki "İslâm`a muhatap anlayış"ın kavranmasıyla AŞK AHLÂKI hâlinde işin çetinliği yaşanabilsin. Varlık, hayat ve oluş kavramlarının genişliğince geniş meseleler, mevzuuna göre, dereceleri, belirişleri, değişimleri, davranışları ve gelişimleriyle, izâha kavuşturulur; yeter ki, sözkonusu anlayışla bunu becerebilecek liyâkate erilebilsin. Dikkat ediliyorsa, insan ve toplum meselelerini izâha kavuşturabilmenin bu anlayışla mümkün olabileceğini belirtme davası üzerindeyiz; yoksa Büyük Doğu, eşya ve hadiselerin her ân yeniliği içinde karşımıza çıkabilecek meselelerin çözüm şablonu değildir.
Her şeyden önce kabul etmek gerekir ki, dava önce YETİŞTİRİCİLERİ YETİŞTİRME VE YETİŞTİRİCİLERİN YETİŞMESİ davası olduğuna göre, ruhun derinliklerinden kaynaklanan estetik bir zevk hâlinde disipline girmedikçe, ne yetişmek ve ne de yetiştirmekten bahsedemeyiz... Hem teoride ve hem de pratikteki verilerle yanlışlığı ve uygulanamaz oluşu ortaya çıkmış olan Marksizmin yaygınlaşma sebeplerinden biri de, bu yolla öğretilebiliyor olmasındandır; hakikatiyle kof, teferruatçılığıyla avlayıcı... Uygulanmıyor, çünkü uygulanamıyor; ama öğretilebiliyor, bunun metoduna ermişler. Oysa biz, uzun seneler boyunca öğrenme ve öğretmenin ne olduğunu bile tartışmamışız, tartışmayı öğrenmemişiz. "İç"e doğru sonsuz "tek" ve "dış"a doğru sonsuz "çok"a açılı bir sisteme mensup oluşumuzun idrakıyla, derinleştikçe genişliğine ve genişledikçe derinliğine yol alarak, teferruatçılığın gereğini yerine getirelim. "Hiçbir şey yoktur ki, ilmi cehlinden iyi olmasın" şiarından pay almaya bakalım... Bu bakımdan kendimizi başlangıç sayabiliriz.» (Vurgular bize ait.)
Mütefekkir`in, yukarıdaki hikmet, işaret ve ihtarlarından önce sözünü ettiği ve yazımızda-denememizde de sık sık geçen "aşk ahlâkı" tâbiri, bizi yıllardır elimizin altında bulunan ama bir fırsatını bulup da okuyamadığımız bir kitaba başvurmaya sevketti:Hilmi Ziya Ülken`in "Aşk Ahlâkı" adlı eserine. İlk cümlelerimizden itibaren sık sık yararlandığımız bu kitab vesilesiyle belki daha pek çok şey söylenebilir. Bunu şimdilik ertelemek durumunda olsak da, her baktığımız yerde İBDA fikriyatının daha bir ihtişamla delillendirildiğini görme zevkini yaşamak; bugüne kadar gereğince okuyamadığımız için farkedemediğimiz, Külliyat`da mündemic kudret potansiyelini böyle küçük açılışlar hâlinde de olsa izleyebilmek, tarifi güç bir haz veriyor bize; hiç olmazsa bunu paylaşabiliriz sizinle.
Şu yüzden söyleme gereği hissettik ki; Külliyat, insanlığın yeniden ihyâ ve inşâı idealine gönül veren herkes için kâinatın bir "topoğrafya"sıdır, bir nevî haritasıdır. Kâşif, yolcu ve işçiye, hangi hazinenin, madenin, definenin nerede gömülü olduğunu gösteren; medeniyetimizin kuruluş ve inşâ mimarisini bazen kuşbakışı bazen en derin teferruatıyla çerçeveleyen, âlemi keşif ve semerelendirmek için nereye hangi yoldan ve hangi vasıtayla gidileceğini bildiren mütekâmil bir "yol" haritası; yani "seyirlik" değil...
Artık bize düşen, "harita" başında oyalanmak değil, haritayı elimize alıp, hangi hazineyi çıkaracaksak ve nerede hangi binayı kuracaksak, uygun âlet ve edevâtı sırtlanıp yola çıkmaktır. Hiçbir ilme önceden belli bir "metod" empoze edilemeyeceğine göre ve her ilim bir "metodlar kompleksi-çeşitliliği"yle çalıştığına göre, "sahamızda-branşımızda" karşımıza çıkabilecek ve "sahaya çıkmazdan önce" tam olarak kestirilemeyecek muhtevâyı (kestirilebilse zaten "keşfetmek", "ibdâ ve inşâ etmek" mevzubahis olmazdı!), yeni ihtiyaç veya problemleri çözümleyip işleyebilici bir ideolojik-teknik formasyon zaruridir.
Kısacası, Külliyat bize "dışa açılma"yı vazife kılmaktadır. Fakat her açılışta da, bütünle irtibatı kaybetmemeyi ve bataklıklara saplanmamak için, "harita" merkezinde "içte toplanma"yı şart kılarak!.. Ve "dayanışmalı fikir oluşumu" prensibiyle, her türlü keyfî, egoist, egosantrik, anarşist temâyülleri disipline ederek ve birbirini yetiştirmeyi, bu arada çevreye "tesir aşkı"nı da kaybetmemeyi "şiar" kılarak!.. Bu bünye disiplini tuttuktan sonradır ki, İBDA`dan fışkıran dallar ve çiçekler hâlinde farklı fikir-sanat-aksiyon "ekol-okul" ve tarzları neşvünemâ bulur; "Başyücelik Akademyası"nın kahramanları vücûd bulur! Önce insanımızın, sonra halka halka insanlığın "genel fikir çerçevesine Büyük Doğu`yu oturtma" dâvâsı, uygun kalkış ve toplanış merkez ve manivelâsına kavuşur; dileğimiz olmaktan önce, hiç olmazsa ilk adımı atmakla başlayarak, sorumluluğumuz budur.
Evet, son sözü, "Aşk Ahlâkı" adlı eserindeki "tesir etme aşkı" bahsi vesilesiyle Hilmi Ziya Ülken`e bırakalım:
"Tesir etme sevgisi, ruhun kendi dışında tamamlamak için yaptığı olgun (yetkin) hâlde bir gayrettir. Tesir aşkı inanışla vakalar arasında köprüdür; ruhla âlem arasında birliğe ulaşmak için yapılan en yüksek hamledir. İnsanın kendini aşması ve insanlara tesir etmesi için enginlere açılmasıdır. Ruhu zekâ kalesine kapanıp kalmadan, gurura ve bencilliğe kul olup yalnızlığa çekilmeden, inanışı bir his garabeti gibi zindanda bırakmakdan kurtarmaktır. Tesir sevgisi, telkinin İsrâfil sûru gibi esen yeliyle ruhları birlik haline koymaktır. Bir dâva uğrunda birleşenlerden kahramanlar, gönülsüz feragat adamları çıkarmaktır. İnanışı hareket hâlinde, fiil hâlinde zindanından, zincirlerinden kurtararak âlemle birleştirmektir.
Ruh, tesir etme sevgisi ile kendini toplumla tamamlar ve kişilik olur. Zincirlerini kırarak yeryüzüne ateşi indiren Prometheus olur. Tasavvuru fiil hâline getiren hürriyet olur. Tesir etme aşkı, parçayı bütünle, ferdi cemiyetle, insanı insanlıkla birleştiren en yüce fiil olur.
İnsanın kişi olması, ruhun hürlüğünü kazanması için hakikat ihtirası, iş ihtirası yetmez. Hakikat için yola çıkan fakat yolun mihnetine katlanmasını bilmiyen, işinin, cemiyetin kölesidir. Hakikat iksirini arayan, yolun cefasına katlanan, fakat tesir aşkının inancını yaymak şevkinden mahrum olan da henüz hürriyete kavuşamamıştır. Çünkü onun ruhu ya yalnız tasavvur hâlindedir, inanış hâlindedir. Ya yalnız hareket, fiil, irade hâlindedir. Tesir aşkına sahip olmak, ihtirasın kanatlanması demektir; güçsüz tasavvurun fiille güç kazanması, yoksul fiilin tasavvurla zengin olması demektir. Tesir aşkı varlığın birliğine doğru yol almaktır. Ruhun hürriyetinde ilk büyük merhaleyi aşmaktır."
Hayata sonsuzluk aşkını yaymaya değil de, ölmeye ve öldürmeye gelmiş "yaşayan ölü"lere yuh olsun!..
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt