[h=3]Aşk Ahlâkı, Tesir Aşkı ve `Yetiştiricileri Yetiştirme`[/h]
Birlikte var olmanın, var kalmanın ve var etmenin yolu; birbirimizi "ölmeyen" ve "öldürmeyen" bir hürriyet aşkına teşvik ve "sonsuz"a rabtolmuş bu yolun zevki kadar, sorumluluklarını ve zorunluluklarını da telkindir. Eski İngiliz Başbakanı Thatcher`in bir zamanlar meâlen söylediği gibi:
"Güzel sözler söylemeyi başkasına bırakıyor, ben iş yapmayı üzerime alıyorum"...
İş yapmak deyince, hemen bunaltıcı ve duygusuz bir "vazife"yi idealize etmediğimizi şu âna kadar yazdıklarımızda vurgulamaya çalıştık. O, kendini ve çevresini kula bahşedildiği ölçüde "var etme" zorunluluk ve sorumluluğunu, hürriyet zevki ve aşk ahlâkıyla kalbinin en muhkem köşesinde duymak; bir sanatçının "eser"ine eğildiğinde hissedebileceği en derin "estetik zevk"le bu "ahlâkî sorumluluk" duygusunu buluşturarak, insanlığın insanca "varolması" idealine bir "iş ihtirası"yla katılmak; ve bunu, ne bir fâniden korktuğu, ne fâni bir çıkar umduğu, ne de fâni gururunu alkışlatmak istediği için yapmaktır. Hür şahsiyetler medeniyetini kurmak; ailesinden başlayarak, sınıfını, toplumunu ve insanlığı bu muazzam, bu mukaddes "sanat eseri"nin tuvali görebilmek; insanları "obje-şey" görmeden, haklarını "zâyi" etmeden!.. Bir yandan kendini yetiştirirken, diğer yandan insanları yetiştirme ve "yetiştiricileri yetiştirme" sanatı. Sanatların ve eserlerin en büyüğü!..
Bir anne-babanın "en güzel eseri", "çocuk" değil midir? Böyle diyor Mütefekkir!.. Kendisi de bir "çocuk" olan insanın en güzel eseri, farklı müesseseler ve katmanlar boyunca yine yetiştirdiği diğer "çocuk"lardır, insanlık tuvaline vurduğu rengârenk sonsuzluk fırçasıdır. Hayata, kendimizi ve çevremizi resmetmeye geliyoruz, vereceğimiz "estetik biçim"e direnen fâni tortuları, maddenin ve görüntü varlıkların "direniş"ini bir heykeltraş gibi yontmaya geliyoruz.
Sanat Tarihi`nden çarpıcı ve murâdımıza denk düşen bir tablo:
Büyük İtalyan ressam ve heykeltraşı Mikelanj, ruhundan ruh, canından can verme ihtirasıyla, kan ter ve sancılar içinde, günler ve haftalar boyu çalışıp nihayet bitirir meşhur "Mois-Musa" heykelini. Kendisine bakan heykelin gözlerine diker gözlerini ve bir rivayete göre, çekicini heykelin dizine vurarak hırsla haykırır: "Ne duruyorsun, haydi yürüsene!". Diğer rivayete göreyse, şöyle bağırır: "Ne susuyorsun, konuşsana!"...
Fakat, ruh ve can taşıyan insan, ruhsuz, şuursuz ve aksiyonsuz bir kütle değildir. O, inanır, duyar, düşünür, "konuşur", "yürür", davranır, idealleri için çarpışır ve dünyanın dörtbir köşesine, maddeye, harflere, notalara, renklere, herkese ve herşeye sonsuzluk bestesini nakşeder. Böylesi hür, böylesi mübdî, böylesi faal bir varlığın ruhunu nakışlandırmaksa, fâni sanatların tümünden de yüksek bir sanat değil midir? "Çocuk" yetiştirme, "insan" yetiştirme sanatı!.. Ailenin de, toplumun da, medeniyetin de, tarihin de, sonsuzluğa perçinli tek bir sanat hedefi var o hâlde: O İDEAL ÇOCUĞU DOĞURMAK ve VAR ETMEK!.. Kendinde ve neslinde!..
İBDA idealinin gözettiği öncelikli prensibi hatırlatmanın tam yeri: "Yetiştiricileri yetiştirme ve yetiştiricilerin yetişmesi"...
Bu prensip önünde, "insan" olma sorumluluğu duyan herkese bir borç düşüyor, önce şu soruyu cevablama borcu: İnsan olarak varolma ve bu uğurda kendimi yetiştirme gereği duyuyor muyum; bu gayeyle en son "kime başvurdum", en son "neyi okudum"?.. Belki birkaç cümlelik bir cevab bulduk bu soruya; ya şuna: Kendim ve kendi gururum için mi yaşıyorum, herkesle birlikte o sonsuzluğu ruhuma doldurmak mı istiyorum; bu yolda en son kimi yetiştirmeye davrandım, idealimi başka insanlarla paylaşmak için en son hangi adımı attım?.. Son soru, çoğumuzun, eğer kendimize yalan söylemiyorsak ve hâlâ gururumuza mazeret tedârikine davranmıyorsak, pek cılız cevablar bulabildiğimiz sorudur. Egoizmini aşabilen, egosantrizme takılır çoğu; burasını da aşabilen "nâdide" insanlar, "aşk ahlâkı"nın kahramanları kimlerse, ruhumuzu en ziyâde nakışlandırmaya ve insanların idâresini üzerine almaya da ehil olanlar onlardır! Kendisi için yaşamayan, sonsuzluk nakkaşları!..
İnsanımız adına, tarihe lânetlenerek geçmemize sebeb olabilecek ne büyük utançtır ki; insanımızı ve insanlığı "yeniden" ve "birlikte" var etmenin en büyük ve en çilekeş sanatçısı-savaşçısı, yeniden "can" vermek istediği kitlelerin hissiz ve sorumsuz bakışları altında, üç-beş kemik peşinde yokoluşa sürüklenen ve "mide gurultusundan daha aziz" bir değer tanımayacak derecede "düşürülmüş" halkının cansız ve "camdan" gözleri önünde çakallara parçalatılmak, hiçbir hukukî kıstas umursanmaksızın ipe çekilmek istenmektedir. Kelimeler sussun, vicdan konuşsun; ki bu vicdan, eğer son bir "hayat hamlesi"yle silkinmezsek, yarının tarihçilerinin lânetleyici vicdanı olacaktır. Biz sorumsuz ve duygusuzların değil!..
Evet; "aşk ahlâkı", "yetiştiricileri yetiştirme ve yetiştiricilerin yetişmesi davası" ve "tesir etme aşkı"... Birlikte varolmanın "zorunlu" sacayağı... Mütefekkir`den dinleyelim gerisini; "Kültür Davamız" adlı eserinden:
«İnsana varlığını empoze eden her şey, "Mutlak Fikir" içinde izâhını bulur; yeter ki "İslâm`a muhatap anlayış"ın kavranmasıyla AŞK AHLÂKI hâlinde işin çetinliği yaşanabilsin. Varlık, hayat ve oluş kavramlarının genişliğince geniş meseleler, mevzuuna göre, dereceleri, belirişleri, değişimleri, davranışları ve gelişimleriyle, izâha kavuşturulur; yeter ki, sözkonusu anlayışla bunu becerebilecek liyâkate erilebilsin. Dikkat ediliyorsa, insan ve toplum meselelerini izâha kavuşturabilmenin bu anlayışla mümkün olabileceğini belirtme davası üzerindeyiz; yoksa Büyük Doğu, eşya ve hadiselerin her ân yeniliği içinde karşımıza çıkabilecek meselelerin çözüm şablonu değildir.
Her şeyden önce kabul etmek gerekir ki, dava önce YETİŞTİRİCİLERİ YETİŞTİRME VE YETİŞTİRİCİLERİN YETİŞMESİ davası olduğuna göre, ruhun derinliklerinden kaynaklanan estetik bir zevk hâlinde disipline girmedikçe, ne yetişmek ve ne de yetiştirmekten bahsedemeyiz... Hem teoride ve hem de pratikteki verilerle yanlışlığı ve uygulanamaz oluşu ortaya çıkmış olan Marksizmin yaygınlaşma sebeplerinden biri de, bu yolla öğretilebiliyor olmasındandır; hakikatiyle kof, teferruatçılığıyla avlayıcı... Uygulanmıyor, çünkü uygulanamıyor; ama öğretilebiliyor, bunun metoduna ermişler. Oysa biz, uzun seneler boyunca öğrenme ve öğretmenin ne olduğunu bile tartışmamışız, tartışmayı öğrenmemişiz. "İç"e doğru sonsuz "tek" ve "dış"a doğru sonsuz "çok"a açılı bir sisteme mensup oluşumuzun idrakıyla, derinleştikçe genişliğine ve genişledikçe derinliğine yol alarak, teferruatçılığın gereğini yerine getirelim. "Hiçbir şey yoktur ki, ilmi cehlinden iyi olmasın" şiarından pay almaya bakalım... Bu bakımdan kendimizi başlangıç sayabiliriz.» (Vurgular bize ait.)
Mütefekkir`in, yukarıdaki hikmet, işaret ve ihtarlarından önce sözünü ettiği ve yazımızda-denememizde de sık sık geçen "aşk ahlâkı" tâbiri, bizi yıllardır elimizin altında bulunan ama bir fırsatını bulup da okuyamadığımız bir kitaba başvurmaya sevketti:Hilmi Ziya Ülken`in "Aşk Ahlâkı" adlı eserine. İlk cümlelerimizden itibaren sık sık yararlandığımız bu kitab vesilesiyle belki daha pek çok şey söylenebilir. Bunu şimdilik ertelemek durumunda olsak da, her baktığımız yerde İBDA fikriyatının daha bir ihtişamla delillendirildiğini görme zevkini yaşamak; bugüne kadar gereğince okuyamadığımız için farkedemediğimiz, Külliyat`da mündemic kudret potansiyelini böyle küçük açılışlar hâlinde de olsa izleyebilmek, tarifi güç bir haz veriyor bize; hiç olmazsa bunu paylaşabiliriz sizinle.
Şu yüzden söyleme gereği hissettik ki; Külliyat, insanlığın yeniden ihyâ ve inşâı idealine gönül veren herkes için kâinatın bir "topoğrafya"sıdır, bir nevî haritasıdır. Kâşif, yolcu ve işçiye, hangi hazinenin, madenin, definenin nerede gömülü olduğunu gösteren; medeniyetimizin kuruluş ve inşâ mimarisini bazen kuşbakışı bazen en derin teferruatıyla çerçeveleyen, âlemi keşif ve semerelendirmek için nereye hangi yoldan ve hangi vasıtayla gidileceğini bildiren mütekâmil bir "yol" haritası; yani "seyirlik" değil...
Artık bize düşen, "harita" başında oyalanmak değil, haritayı elimize alıp, hangi hazineyi çıkaracaksak ve nerede hangi binayı kuracaksak, uygun âlet ve edevâtı sırtlanıp yola çıkmaktır. Hiçbir ilme önceden belli bir "metod" empoze edilemeyeceğine göre ve her ilim bir "metodlar kompleksi-çeşitliliği"yle çalıştığına göre, "sahamızda-branşımızda" karşımıza çıkabilecek ve "sahaya çıkmazdan önce" tam olarak kestirilemeyecek muhtevâyı (kestirilebilse zaten "keşfetmek", "ibdâ ve inşâ etmek" mevzubahis olmazdı!), yeni ihtiyaç veya problemleri çözümleyip işleyebilici bir ideolojik-teknik formasyon zaruridir.
Kısacası, Külliyat bize "dışa açılma"yı vazife kılmaktadır. Fakat her açılışta da, bütünle irtibatı kaybetmemeyi ve bataklıklara saplanmamak için, "harita" merkezinde "içte toplanma"yı şart kılarak!.. Ve "dayanışmalı fikir oluşumu" prensibiyle, her türlü keyfî, egoist, egosantrik, anarşist temâyülleri disipline ederek ve birbirini yetiştirmeyi, bu arada çevreye "tesir aşkı"nı da kaybetmemeyi "şiar" kılarak!.. Bu bünye disiplini tuttuktan sonradır ki, İBDA`dan fışkıran dallar ve çiçekler hâlinde farklı fikir-sanat-aksiyon "ekol-okul" ve tarzları neşvünemâ bulur; "Başyücelik Akademyası"nın kahramanları vücûd bulur! Önce insanımızın, sonra halka halka insanlığın "genel fikir çerçevesine Büyük Doğu`yu oturtma" dâvâsı, uygun kalkış ve toplanış merkez ve manivelâsına kavuşur; dileğimiz olmaktan önce, hiç olmazsa ilk adımı atmakla başlayarak, sorumluluğumuz budur.
Evet, son sözü, "Aşk Ahlâkı" adlı eserindeki "tesir etme aşkı" bahsi vesilesiyle Hilmi Ziya Ülken`e bırakalım:
"Tesir etme sevgisi, ruhun kendi dışında tamamlamak için yaptığı olgun (yetkin) hâlde bir gayrettir. Tesir aşkı inanışla vakalar arasında köprüdür; ruhla âlem arasında birliğe ulaşmak için yapılan en yüksek hamledir. İnsanın kendini aşması ve insanlara tesir etmesi için enginlere açılmasıdır. Ruhu zekâ kalesine kapanıp kalmadan, gurura ve bencilliğe kul olup yalnızlığa çekilmeden, inanışı bir his garabeti gibi zindanda bırakmakdan kurtarmaktır. Tesir sevgisi, telkinin İsrâfil sûru gibi esen yeliyle ruhları birlik haline koymaktır. Bir dâva uğrunda birleşenlerden kahramanlar, gönülsüz feragat adamları çıkarmaktır. İnanışı hareket hâlinde, fiil hâlinde zindanından, zincirlerinden kurtararak âlemle birleştirmektir.
Ruh, tesir etme sevgisi ile kendini toplumla tamamlar ve kişilik olur. Zincirlerini kırarak yeryüzüne ateşi indiren Prometheus olur. Tasavvuru fiil hâline getiren hürriyet olur. Tesir etme aşkı, parçayı bütünle, ferdi cemiyetle, insanı insanlıkla birleştiren en yüce fiil olur.
İnsanın kişi olması, ruhun hürlüğünü kazanması için hakikat ihtirası, iş ihtirası yetmez. Hakikat için yola çıkan fakat yolun mihnetine katlanmasını bilmiyen, işinin, cemiyetin kölesidir. Hakikat iksirini arayan, yolun cefasına katlanan, fakat tesir aşkının inancını yaymak şevkinden mahrum olan da henüz hürriyete kavuşamamıştır. Çünkü onun ruhu ya yalnız tasavvur hâlindedir, inanış hâlindedir. Ya yalnız hareket, fiil, irade hâlindedir. Tesir aşkına sahip olmak, ihtirasın kanatlanması demektir; güçsüz tasavvurun fiille güç kazanması, yoksul fiilin tasavvurla zengin olması demektir. Tesir aşkı varlığın birliğine doğru yol almaktır. Ruhun hürriyetinde ilk büyük merhaleyi aşmaktır."
Hayata sonsuzluk aşkını yaymaya değil de, ölmeye ve öldürmeye gelmiş "yaşayan ölü"lere yuh olsun!..