Cem haydi artık yat. Saat geceyarısını çoktan geçti! Sabahtan beri şu bilgisayarın başındasın! Eğer, onbeş dakikaya kadar ışığı kapatıp, yatağa girmezsen, bilgisayarını iade edeceğim. Bak, hem senin yüzünden Cemil de uyuyamıyor!"
- "Tamam baba, hemen yatıyorum".
Üf, babası yine içeriden sesleniyordu. İnsanı bir rahat bırakmazlardı... Ne olurdu, azıcık daha oturabilseydi, şu bilgisayarın başında... Yok efendim uykusuz kalıyormuş... Yok efendim Cemil'i de uyutmuyormuş... Oysa ki Cemil çoktan uyumuş, renkli, sinemaskop rüyalarını, görmeye bile başlamıştı.
Şu bilgisayarı aldırtmak için, tam bir yıl boyunca, babasına dil dökmüştü. Neler çektiğini bir kendisi biliyordu. Babası da, artık bu dil dökmeler ve yalvarmalardan usanmış, sınıf geçme hediyesi olarak, bilgisayarı alıvermişti. Ona sahip olalı, henüz birbuçuk ay olmuştu. O eve geldiğinden ve kardeşiyle paylaştığı odadaki masanın, üstündeki yerini aldığından beri, gözü başka hiçbir şeyi görmez olmuştu. Muhteşem bir bilgisayarı vardı artık... Şimdiye kadar, hep arkadaşlarının evinde, ya da "internet cafe"lerde oynadığı oyunları, kendi makinasında dilediğince oynayabiliyordu. Harçlığını, oyun CD'leri almak için harcıyor, bazen de arkadaşlarından ödünç aldığı oyunları kullanıyordu. Daha çok "adventure" oyunlarına meraklıydı. "Simulasyon"lar, "Role-Playing" veya "Strateji" türü oyunlar, onu pek ilgilendirmiyordu. Varsa yoksa "Adventure" yani macera oyunları... Neredeyse, piyasadaki tüm macera türü oyunlarını, şu birbuçuk aylık sürede oynamış, bitirmişti. "Broken Sword", "Sanitarium", Half-Life", "Grim Fandango", Monkey Island" ve daha pek çoğunun, içlerinde gizledikleri püf noktalarını, açığa çıkarabilmenin mutluluğu ile öğünmüş, arkadaşlarının arasında "adventure kralı" diye nam salmıştı.
Şu anda oynadığı oyunu ise, Türkiye'de bulmak imkansızdı. Arkadaşına Amerika'dan hediye olarak gelmişti ve yalvar yakar, sadece iki günlüğüne ödünç almıştı. Sabahleyin CD'yi geri vermesi gerekiyordu, çünkü söz vermişti. Çok güzel ve değişik bir oyundu. Adı "Neverhood" olan bu oyunda, kilden yapılmış bir kahraman vardı. Başına neler, neler gelmiyordu ki... Çıkmaz yollara giriyor, başka zamanlara seyahat ediyor, arkadaşlarını kaybediyor, kötü adamlarla karşılaşıyor ve daha pek çok macera yaşıyordu. Amaç, bu maceraların her birinde, kahramanı başarılı kılmaktı. Oyun, on bölümden oluşuyordu ve bir bölüm bitmeden, diğerine geçilemiyordu. Tam da, dokuzuncu bölümü bitirmek üzereyken, babasının sesleniği, hiç de iyi olmamıştı. Şimdi bilgisayarı kapatıp yatsa, tüm dokuzuncu bölümü yeni baştan oynamak zorunda kalacaktı; bu da zaman kaybı demekti. Ne yapsaydı da, hem babasını hem de kendisini mutlu kılabilseydi?
- "Cem, sana yat dediğimi hatırlıyorum! On'a kadar sayacağım, eğer hala yatmamışsan odana geleceğim! Biir..."
Hemen birşey yapmalıydı. Bilgisayarın, sadece monitörünü kapattı. Aceleyle çekmeceden el fenerini aldı ve lambayı söndürdü.
- "Tamam baba, bak yattım" diye içeriye seslendi.
Elbiseleriyle yatağa, kardeşinin yanına öylece uzanıverdi. El fenerini, pantolon cebine sıkıştırdı. Bilgisayarın kasasının üstündeki yeşil ışık yanıyordu. Program hala çalışıyordu ama ekran kapalı olduğu için dışarıya ışık gitmez ve babası da şüphelenmezdi. Yarım saat kadar, böyle beklemek zorundaydı. Herkes uyuyunca kalkar, el fenerinin ışığını yardımıyla önce oda kapısını örter, siyah renkli hırkasını, kapıdaki cama raptiyelerle tutturur, ekranın düğmesine basarak, monitörü tekrar açar ve oyununa kaldığı yerden devem ederdi. Kapıdaki cama gereceği hırka, o kadar kalındı ki, dışarıya ışık sızmayacağından emindi. Oyununa devam edebilme düşüncesinin verdiği rahatlıkla gevşedi, hayallere daldı.
Kendisine ait bir odası olsa, ne kadar rahat ederdi. Ama yoktu işte... Bu küçük odayı, kardeşiyle paylaşmak durumundaydı. Odanın küçük oluşu yetmiyormuş gibi, bir de şu anda üstünde yattığı koskoca yatak, o küçücük yere tıkıştırılmıştı. Keşke bir ranza alsalardı... Kardeşiyle altlı üstlü yatarlardı. Odada da biraz yer açılmış olurdu. Ama efendim, olmazmış, çünkü bu yatak, anneannesinden hatıra olarak kalmışmış... Hem de masif, ceviz bir yatakmış... Şimdilerde böylesini bulmak imkansızmış... Bütün bunlar, onu hiç ilgilendirmiyordu. O böyle hantal, yerden yarım metre yükseklikte, eski moda bir yatak istemiyordu ki... Onun istediği, şöyle hafif, fazla yer kaplamayan, suntadan yapılan, modern bir ranzaydı. Hem artık onbeş yaşındaydı ve sekiz yaşındaki kardeşiyle, aynı yatağı paylaşmak da hiç hoşuna gitmiyordu. Ama ne yapsın ki, annesine söz dinletemiyordu. Annesi her seferinde: "Annemin hatırası, atamam, başka yere de koyamam, bu yatak bu odada kalacak!" diyor ve tartışmayı bitiriyordu.
Fosforlu saati, ikibuçuğu gösteriyordu. Artık kalkmalı ve şu oyunu bitirmeliydi. Ortalıkta ses ve ışık yoktu. Babam da uyumuş olmalı diye düşündü. Herşey planladığı gibi yürümüştü. Kil adamın maceraları, kaldığı yerden devam edebilirdi. Çok susadığını hissetti ve masanın yanına yere koyduğu kola şişesini, başına dikti. Annesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen kolayı bardağa doldurup içmemesi, şişeyi odasına koyması, işte şimdi, şu anda çok işine yaramıştı. Aksi halde ya susuzluktan ölecek, ya da ev halkını uyandırmayı göze alarak, mutfağa gitmek zorunda kalacaktı. Evet, artık rahatlamıştı ve kil adam, yoluna güvenle devam ediyordu.
Birden, bir sarsıntı hissetti. Klavye masanın sağına, ekran soluna kaymaya başladı. Mouse ise, sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu. Kitaplar yere düşüyor, avize sarkaç misali sallanıyordu. Önündeki ekran, kapkara oldu. Diplerden bir yerlerden gelen korkunç bir uğultu, kulaklarını sağır ediyordu. Daha önce böyle bir şeyi hiç yaşamamıştı, ama bunun ne demek olduğunu biliyordu. El yordamıyla, yerdeki kola şişesini kaptı, cebindeki feneri çıkarıp yaktı. Yataktaki kardeşini uyandırdı.
- "Cemil kalk, deprem oluyor. Hemen yatağın altına girelim" dedi.
Cemil çok korkmuştu, ona sarıldı, yatağın altına kendilerini zor attılar. Bütün bunlar, birkaç saniyede oluvermişti. Sarsıntı, artarak devam ediyordu. Yatağın altında birbirlerine sarılmış yatarken, bir şeylerin çatırdadığını, koptuğunu, yıkıldığını hissediyor, ama göremiyordu. Sonra, dipsiz, karanlık bir kuyuya düşer gibi olduklarında, kardeşine daha bir sıkı sarıldı. En son duyduğu, annesinin haykırışları oldu.
Üzerinde "Kanal WYZ" yazılı, koskoca bir mikrofonu elinde tutan muhabir heyecanla anlatıyordu:
- "Evet sayın seyirciler, şimdi buradaki yüzlerce enkazdan birinin önündeyiz. Önceki gün olan ve 45 saniye süren 7,4 büyüklüğündeki deprem, bu bölgede felaket rüzgarlarını estirmeye devam ediyor. Yıkılan binaların altında, canlı ve ölü insanlar var. Kurtarma çalışmaları sürüyor. Arkamda gördüğünüz binanın, üç katı toprağın altına gömülmüş, sadece dördüncü ve beşinci katları toprağın üstünde kalabilmeyi başarmış, ama onlar da gördüğünüz gibi enkaz halinde"
Kamera, ufalanmış taş ve demir çubuk yığınlarına odaklanıyor ve bir zamanlar, buralarda var olan hayat işaretlerini seyircilere gösteriyordu. Orda bir yerlerde kolu kopmuş bir bebek, hemen yakında bir tek ayakkabı, ötelerde uçuşan tül perdeler ve şurada " and they lived happily ever-after" cümlesinin okunduğu, sayfası açık olan, ingilizce bir hikaye kitabı....
Sonra kamera, yine muhabire çevriliyor ve muhabir sözlerine devam ediyordu:
- "Bu binanın beşinci katında oturan ve hiç yara almadan kurtulabilen Sevil hanım ile Ahmet bey çocukları Cem ile Cemil'in de kurtulmuş olması için dua ediyorlar. Umarız ki onlar da kurtulur. Gelişen haberlerle tekrar karşınızda olacağız. Şimdi stüdyomuza bağlanıyoruz"
Bacağındaki korkunç acı ile uyandı. En son hatırladığı, kil adamı mağaradan çıkarmak için bir yol bulmaya çalıştığı idi. Yoksa yanlışlıkla, o da oyunun içine mi girmişti? Bu karanlık daracık yer, o mağara mıydı?
- "Abi, ne oldu? Hadi uyan"
Birisi omuzuna dokunuyordu. Birden herşeyi hatırladı. Deprem olmuştu. Cemil ile birlikte, yatağın altına girmişlerdi. Yüzükoyun yatıyorlardı. Ayağa kalkamıyorlardı. Elli santim yüksekliğinde, birbuçuk metre genişliğindeki, yatağın altında sıkışıp kalmışlardı. Duvarlar yatağın üstüne yıkılmış ve her açıklığı kapatmış olmalıydı.
- "Abi iyi misin?"
- "İyiyim, sadece bacağım sıkışmış, onun için kımıldayamıyorum. Çok da acıyor. Sen nasılsın?"
- "Ben iyiyim, bir şeyim yok. Burası çok dar, ayağa kalkamıyorum"
- "Korkma, sürünerek yanıma gel, pantolonumun arka cebinde fener var. Onu al ve yak da etrafı görelim. Bakalım ne durumdayız."
Fenerin ışığı ortalığı aydınlatınca, korkunç durumu daha iyi anladılar. Yatağın altına hapsolmuşlardı. Cem'in dışarıda kalan sol bacağının üstüne bir beton parçası düşmüştü. Cemil'de bir çizik bile yoktu.
- "Abi şimdi ne yapacağız?"
- "Bekleyeceğiz Cemil. Sakin ol, heyecanlanma! Bak ben yanındayım. Hadi bana biraz daha sokul da, elele tutuşalım. Feneri de kapat, ışığı bitmesin"
- "Abi ben çok susadım"
- "Demin ışık açıkken görmüştüm; kola şişesi, yatağın ayağının yanında duruyor. Al da biraz iç. Ama hepsini bitirme, idareli kullanmamız gerekiyor"
- "Abi, bizi bulurlar mı?"
- "Bulurlar, hiç merak etme. Discovery kanalında bir film izlemiştik. Hani dağcılar, çığ altında kalmışlardı. Onları nasıl buldular, hatırlasana... Bizi de öyle bulacaklar elbette..."
- "Abi, ben çok korkuyorum, ölmek istemiyorum"
- "Sus, öyle kötü şeyleri aklına getirme! Bu gibi durumlarda sakin olmak, panik yapmamak esastır. Televizyonda çizgi film yerine, benim yaptığım gibi, belgeselleri izleseydin, şimdi bu kadar korkmazdın!"
- "Söz veriyorum, buradan çıktıktan sonra sadece belgesel izleyeceğim. Abi, benim çişim geldi"
- "Altına yap, önemli değil. Sonra annem yıkar. Ortalık biraz kokar, ama boşver"
Birdenbire, annesini ve babasını hatırladı. Onlara ne olmuştu acaba? Muhakkak kurtulmuş olmalıydılar. Ya ölmüşlerse! Ne yapardı o zaman? Hayır, hayır böyle kötü ve karamsar düşünmemeliydi. Gözlerinin yaşlandığını hissetti. Neyse ki karanlıktı ve Cemil gözyaşlarını göremiyordu.
- "Sağol abi, çok rahatladım. Hiç altıma işeyebileceğimi düşünmemiştim, ama insan zorda kalırsa bunu da yapabiliyormuş demek!"
- "Hadi Cemil, gel yanıma uzan, biraz dinlenelim. Eğer bir ses duyar veya ışık hissedersek, olanca gücümüzle bağırırız olmaz mı?"
- "Tamam abi"
Cemil, Cem'e iyice sokuldu, elele tutuştular. Tek yapacakları şey, beklemekti. Cem'in gözleri karanlığa alışmıştı. Yanında yatan ve elini tutan kardeşinin düzenli nefes alışlarından, onun uykuya daldığını anlamıştı. İçinden sıcacık bir şeylerin aktığını hissetti. Kardeşini ne çok sevdiğini düşündü. Oysa normal zamanlarda, onunla hep kavga etmiş, "sen küçüksün, sus!", "sen bilmezsin otur!" diye onu azarlamıştı. Cemil'in istek dolu bakışlarını görmezden gelerek, bir kerecik bile olsun, bilgisayarını ona elletmemişti. "Ne kötü bir çocuğum ben!" diye düşündü. Ya babasına yaptıkları... Bilgisayarın başında oturma uğruna, onu kırmış, kızdırmıştı. Anneannesinin hatırası büyük ceviz yatak yüzünden, annesine çektirdiklerine ne demeliydi... Oysa, şimdi hayatta kalmış olmasını, o yatağa borçluydu. "Şuradan bir çıkayım; bir daha annemi de, babamı da hiç üzmeyeceğim. Yatağı da, odanın ortasına koyacağım vallahi... Hatalarımı tamir edebilmem için şuradan çıkmama izin ver Allahım" diye mırıldandı.
Orada ne kadar süre yattılar bilemiyordu. Fosforlu saati çalışıyor ve üçbuçuğu gösteriyordu. Ama gece miydi, gündüz müydü, hangi gündü, bunlar meçhuldu. Kola şişesinin dibi görünmüş, fenerin ışığı sönmeye yüz tutmuştu. Cemil artık sürekli ağlıyordu. Sessiz sessiz, sarsıla sarsıla ağlıyordu. Umutlar tükenmek üzereydi ki, çok derinden gelen bir havlama sesi duyuldu.
- "Cemil, kes şu ağlamayı artık, köpek sesini sen de işittin mi? Yoksa ben, gaipten sesler mi işitiyorum?"
Bir iki saniye nefeslerini tutarak beklediler. Aynı ses yine duyuldu. Bu sefer ikisi de duymuşlardı. Cemil abisine sarıldı.
- "Kurtulacağız abi, bizi arıyorlar"
- "Evet Cemil, nihayet bizi buldular. Hadi şimdi olanca sesimizle, bağıra bağıra şarkı söyleyelim. Tıpkı pikniğe gittiğimizde, kırlarda dolaşırken yaptığımız gibi..."
Bildikleri tüm şarkıları, sırayla söylemeye başladılar. Dışarıya çıkmalarının artık sadece bir hayal olmadığını anlamışlardı.
Üzerinde Kanal WYZ yazılı koskoca bir mikrofonu elinde tutan muhabir, heyecanla anlatıyordu:
- "Evet sayın seyirciler, bugün size güzel haberler verebildiğim için çok mutluyum. Köpekler, arkamda gördüğünüz enkazın altında canlılar olduğunu tespit ettiler. Deprem felaketinden dört gün sonra, bu enkazın altında canlı olması bir mucize olarak kabul ediliyor. Bütün gün devam eden kurtarma çalışmalarının sonucunu birazdan alacağız. İki gün önce size sözünü ettiğimiz Sevil hanım ile Ahmet beyin çocukları Cem ile Cemil'in sağ salim çıkarılmaları artık sadece bir an meselesi. Şimdi hep birlikte bu mutlu anı izleyelim."
Parlak ışık, Cem'in gözlerini kamaştırmıştı. İşte nihayet, onlara ulaşmışlardı. Kurtulmuşlardı... Yaşayacaklardı... Uzun bir süredir hangi yönden geldiği belli olmayan çekiç, kazma, makina seslerini dinlemiş ve umutla beklemişlerdi. Bağırmaktan boğazları ağrımıştı. İşte nihayet ışığı görüyorlardı.
- "Hadi Cemil, önce sen çıkacaksın. Ben biraz daha burada kalmak zorundayım"
Cemil, abisinin yanağına bir öpücük kondurdu.
- "Yukarıda görüşürüz, seni seviyorum abi"
Cem, Cemil'in küçücük bir delikten yukarı çekildiğini gördü. Kardeşi kurtulmuştu ve sıra kendisine gelmişti. Bacağına düşen betonu kırmak, ne kadar sürerdi acaba? Umudunu yitirmemeli ve sakince beklemeliydi.
Cem, saatler sonra açık havaya çıkarıldığında, bitkin ama çok mutluydu. Kendisini ikinci kez doğmuş gibi hissediyordu. Anne ve babasını tekrar yanıbaşında görmek, bitkinliğini unutturmuş, canına can katmıştı. Sedye üzerinde, enkaz yerinden uzaklaştırılırken, gözü, ekranı kırılmış, kasası parçalanmış bilgisayarına takıldı. İçinden gizlice, ona bir öpücük yolladı.
"Sağol, sağol beni yaşattın, ama ne yazık ki sen öldün. Hoşçakal arkadaşım..." diye fısıldadı.
- "Tamam baba, hemen yatıyorum".
Üf, babası yine içeriden sesleniyordu. İnsanı bir rahat bırakmazlardı... Ne olurdu, azıcık daha oturabilseydi, şu bilgisayarın başında... Yok efendim uykusuz kalıyormuş... Yok efendim Cemil'i de uyutmuyormuş... Oysa ki Cemil çoktan uyumuş, renkli, sinemaskop rüyalarını, görmeye bile başlamıştı.
Şu bilgisayarı aldırtmak için, tam bir yıl boyunca, babasına dil dökmüştü. Neler çektiğini bir kendisi biliyordu. Babası da, artık bu dil dökmeler ve yalvarmalardan usanmış, sınıf geçme hediyesi olarak, bilgisayarı alıvermişti. Ona sahip olalı, henüz birbuçuk ay olmuştu. O eve geldiğinden ve kardeşiyle paylaştığı odadaki masanın, üstündeki yerini aldığından beri, gözü başka hiçbir şeyi görmez olmuştu. Muhteşem bir bilgisayarı vardı artık... Şimdiye kadar, hep arkadaşlarının evinde, ya da "internet cafe"lerde oynadığı oyunları, kendi makinasında dilediğince oynayabiliyordu. Harçlığını, oyun CD'leri almak için harcıyor, bazen de arkadaşlarından ödünç aldığı oyunları kullanıyordu. Daha çok "adventure" oyunlarına meraklıydı. "Simulasyon"lar, "Role-Playing" veya "Strateji" türü oyunlar, onu pek ilgilendirmiyordu. Varsa yoksa "Adventure" yani macera oyunları... Neredeyse, piyasadaki tüm macera türü oyunlarını, şu birbuçuk aylık sürede oynamış, bitirmişti. "Broken Sword", "Sanitarium", Half-Life", "Grim Fandango", Monkey Island" ve daha pek çoğunun, içlerinde gizledikleri püf noktalarını, açığa çıkarabilmenin mutluluğu ile öğünmüş, arkadaşlarının arasında "adventure kralı" diye nam salmıştı.
Şu anda oynadığı oyunu ise, Türkiye'de bulmak imkansızdı. Arkadaşına Amerika'dan hediye olarak gelmişti ve yalvar yakar, sadece iki günlüğüne ödünç almıştı. Sabahleyin CD'yi geri vermesi gerekiyordu, çünkü söz vermişti. Çok güzel ve değişik bir oyundu. Adı "Neverhood" olan bu oyunda, kilden yapılmış bir kahraman vardı. Başına neler, neler gelmiyordu ki... Çıkmaz yollara giriyor, başka zamanlara seyahat ediyor, arkadaşlarını kaybediyor, kötü adamlarla karşılaşıyor ve daha pek çok macera yaşıyordu. Amaç, bu maceraların her birinde, kahramanı başarılı kılmaktı. Oyun, on bölümden oluşuyordu ve bir bölüm bitmeden, diğerine geçilemiyordu. Tam da, dokuzuncu bölümü bitirmek üzereyken, babasının sesleniği, hiç de iyi olmamıştı. Şimdi bilgisayarı kapatıp yatsa, tüm dokuzuncu bölümü yeni baştan oynamak zorunda kalacaktı; bu da zaman kaybı demekti. Ne yapsaydı da, hem babasını hem de kendisini mutlu kılabilseydi?
- "Cem, sana yat dediğimi hatırlıyorum! On'a kadar sayacağım, eğer hala yatmamışsan odana geleceğim! Biir..."
Hemen birşey yapmalıydı. Bilgisayarın, sadece monitörünü kapattı. Aceleyle çekmeceden el fenerini aldı ve lambayı söndürdü.
- "Tamam baba, bak yattım" diye içeriye seslendi.
Elbiseleriyle yatağa, kardeşinin yanına öylece uzanıverdi. El fenerini, pantolon cebine sıkıştırdı. Bilgisayarın kasasının üstündeki yeşil ışık yanıyordu. Program hala çalışıyordu ama ekran kapalı olduğu için dışarıya ışık gitmez ve babası da şüphelenmezdi. Yarım saat kadar, böyle beklemek zorundaydı. Herkes uyuyunca kalkar, el fenerinin ışığını yardımıyla önce oda kapısını örter, siyah renkli hırkasını, kapıdaki cama raptiyelerle tutturur, ekranın düğmesine basarak, monitörü tekrar açar ve oyununa kaldığı yerden devem ederdi. Kapıdaki cama gereceği hırka, o kadar kalındı ki, dışarıya ışık sızmayacağından emindi. Oyununa devam edebilme düşüncesinin verdiği rahatlıkla gevşedi, hayallere daldı.
Kendisine ait bir odası olsa, ne kadar rahat ederdi. Ama yoktu işte... Bu küçük odayı, kardeşiyle paylaşmak durumundaydı. Odanın küçük oluşu yetmiyormuş gibi, bir de şu anda üstünde yattığı koskoca yatak, o küçücük yere tıkıştırılmıştı. Keşke bir ranza alsalardı... Kardeşiyle altlı üstlü yatarlardı. Odada da biraz yer açılmış olurdu. Ama efendim, olmazmış, çünkü bu yatak, anneannesinden hatıra olarak kalmışmış... Hem de masif, ceviz bir yatakmış... Şimdilerde böylesini bulmak imkansızmış... Bütün bunlar, onu hiç ilgilendirmiyordu. O böyle hantal, yerden yarım metre yükseklikte, eski moda bir yatak istemiyordu ki... Onun istediği, şöyle hafif, fazla yer kaplamayan, suntadan yapılan, modern bir ranzaydı. Hem artık onbeş yaşındaydı ve sekiz yaşındaki kardeşiyle, aynı yatağı paylaşmak da hiç hoşuna gitmiyordu. Ama ne yapsın ki, annesine söz dinletemiyordu. Annesi her seferinde: "Annemin hatırası, atamam, başka yere de koyamam, bu yatak bu odada kalacak!" diyor ve tartışmayı bitiriyordu.
Fosforlu saati, ikibuçuğu gösteriyordu. Artık kalkmalı ve şu oyunu bitirmeliydi. Ortalıkta ses ve ışık yoktu. Babam da uyumuş olmalı diye düşündü. Herşey planladığı gibi yürümüştü. Kil adamın maceraları, kaldığı yerden devam edebilirdi. Çok susadığını hissetti ve masanın yanına yere koyduğu kola şişesini, başına dikti. Annesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen kolayı bardağa doldurup içmemesi, şişeyi odasına koyması, işte şimdi, şu anda çok işine yaramıştı. Aksi halde ya susuzluktan ölecek, ya da ev halkını uyandırmayı göze alarak, mutfağa gitmek zorunda kalacaktı. Evet, artık rahatlamıştı ve kil adam, yoluna güvenle devam ediyordu.
Birden, bir sarsıntı hissetti. Klavye masanın sağına, ekran soluna kaymaya başladı. Mouse ise, sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu. Kitaplar yere düşüyor, avize sarkaç misali sallanıyordu. Önündeki ekran, kapkara oldu. Diplerden bir yerlerden gelen korkunç bir uğultu, kulaklarını sağır ediyordu. Daha önce böyle bir şeyi hiç yaşamamıştı, ama bunun ne demek olduğunu biliyordu. El yordamıyla, yerdeki kola şişesini kaptı, cebindeki feneri çıkarıp yaktı. Yataktaki kardeşini uyandırdı.
- "Cemil kalk, deprem oluyor. Hemen yatağın altına girelim" dedi.
Cemil çok korkmuştu, ona sarıldı, yatağın altına kendilerini zor attılar. Bütün bunlar, birkaç saniyede oluvermişti. Sarsıntı, artarak devam ediyordu. Yatağın altında birbirlerine sarılmış yatarken, bir şeylerin çatırdadığını, koptuğunu, yıkıldığını hissediyor, ama göremiyordu. Sonra, dipsiz, karanlık bir kuyuya düşer gibi olduklarında, kardeşine daha bir sıkı sarıldı. En son duyduğu, annesinin haykırışları oldu.
Üzerinde "Kanal WYZ" yazılı, koskoca bir mikrofonu elinde tutan muhabir heyecanla anlatıyordu:
- "Evet sayın seyirciler, şimdi buradaki yüzlerce enkazdan birinin önündeyiz. Önceki gün olan ve 45 saniye süren 7,4 büyüklüğündeki deprem, bu bölgede felaket rüzgarlarını estirmeye devam ediyor. Yıkılan binaların altında, canlı ve ölü insanlar var. Kurtarma çalışmaları sürüyor. Arkamda gördüğünüz binanın, üç katı toprağın altına gömülmüş, sadece dördüncü ve beşinci katları toprağın üstünde kalabilmeyi başarmış, ama onlar da gördüğünüz gibi enkaz halinde"
Kamera, ufalanmış taş ve demir çubuk yığınlarına odaklanıyor ve bir zamanlar, buralarda var olan hayat işaretlerini seyircilere gösteriyordu. Orda bir yerlerde kolu kopmuş bir bebek, hemen yakında bir tek ayakkabı, ötelerde uçuşan tül perdeler ve şurada " and they lived happily ever-after" cümlesinin okunduğu, sayfası açık olan, ingilizce bir hikaye kitabı....
Sonra kamera, yine muhabire çevriliyor ve muhabir sözlerine devam ediyordu:
- "Bu binanın beşinci katında oturan ve hiç yara almadan kurtulabilen Sevil hanım ile Ahmet bey çocukları Cem ile Cemil'in de kurtulmuş olması için dua ediyorlar. Umarız ki onlar da kurtulur. Gelişen haberlerle tekrar karşınızda olacağız. Şimdi stüdyomuza bağlanıyoruz"
Bacağındaki korkunç acı ile uyandı. En son hatırladığı, kil adamı mağaradan çıkarmak için bir yol bulmaya çalıştığı idi. Yoksa yanlışlıkla, o da oyunun içine mi girmişti? Bu karanlık daracık yer, o mağara mıydı?
- "Abi, ne oldu? Hadi uyan"
Birisi omuzuna dokunuyordu. Birden herşeyi hatırladı. Deprem olmuştu. Cemil ile birlikte, yatağın altına girmişlerdi. Yüzükoyun yatıyorlardı. Ayağa kalkamıyorlardı. Elli santim yüksekliğinde, birbuçuk metre genişliğindeki, yatağın altında sıkışıp kalmışlardı. Duvarlar yatağın üstüne yıkılmış ve her açıklığı kapatmış olmalıydı.
- "Abi iyi misin?"
- "İyiyim, sadece bacağım sıkışmış, onun için kımıldayamıyorum. Çok da acıyor. Sen nasılsın?"
- "Ben iyiyim, bir şeyim yok. Burası çok dar, ayağa kalkamıyorum"
- "Korkma, sürünerek yanıma gel, pantolonumun arka cebinde fener var. Onu al ve yak da etrafı görelim. Bakalım ne durumdayız."
Fenerin ışığı ortalığı aydınlatınca, korkunç durumu daha iyi anladılar. Yatağın altına hapsolmuşlardı. Cem'in dışarıda kalan sol bacağının üstüne bir beton parçası düşmüştü. Cemil'de bir çizik bile yoktu.
- "Abi şimdi ne yapacağız?"
- "Bekleyeceğiz Cemil. Sakin ol, heyecanlanma! Bak ben yanındayım. Hadi bana biraz daha sokul da, elele tutuşalım. Feneri de kapat, ışığı bitmesin"
- "Abi ben çok susadım"
- "Demin ışık açıkken görmüştüm; kola şişesi, yatağın ayağının yanında duruyor. Al da biraz iç. Ama hepsini bitirme, idareli kullanmamız gerekiyor"
- "Abi, bizi bulurlar mı?"
- "Bulurlar, hiç merak etme. Discovery kanalında bir film izlemiştik. Hani dağcılar, çığ altında kalmışlardı. Onları nasıl buldular, hatırlasana... Bizi de öyle bulacaklar elbette..."
- "Abi, ben çok korkuyorum, ölmek istemiyorum"
- "Sus, öyle kötü şeyleri aklına getirme! Bu gibi durumlarda sakin olmak, panik yapmamak esastır. Televizyonda çizgi film yerine, benim yaptığım gibi, belgeselleri izleseydin, şimdi bu kadar korkmazdın!"
- "Söz veriyorum, buradan çıktıktan sonra sadece belgesel izleyeceğim. Abi, benim çişim geldi"
- "Altına yap, önemli değil. Sonra annem yıkar. Ortalık biraz kokar, ama boşver"
Birdenbire, annesini ve babasını hatırladı. Onlara ne olmuştu acaba? Muhakkak kurtulmuş olmalıydılar. Ya ölmüşlerse! Ne yapardı o zaman? Hayır, hayır böyle kötü ve karamsar düşünmemeliydi. Gözlerinin yaşlandığını hissetti. Neyse ki karanlıktı ve Cemil gözyaşlarını göremiyordu.
- "Sağol abi, çok rahatladım. Hiç altıma işeyebileceğimi düşünmemiştim, ama insan zorda kalırsa bunu da yapabiliyormuş demek!"
- "Hadi Cemil, gel yanıma uzan, biraz dinlenelim. Eğer bir ses duyar veya ışık hissedersek, olanca gücümüzle bağırırız olmaz mı?"
- "Tamam abi"
Cemil, Cem'e iyice sokuldu, elele tutuştular. Tek yapacakları şey, beklemekti. Cem'in gözleri karanlığa alışmıştı. Yanında yatan ve elini tutan kardeşinin düzenli nefes alışlarından, onun uykuya daldığını anlamıştı. İçinden sıcacık bir şeylerin aktığını hissetti. Kardeşini ne çok sevdiğini düşündü. Oysa normal zamanlarda, onunla hep kavga etmiş, "sen küçüksün, sus!", "sen bilmezsin otur!" diye onu azarlamıştı. Cemil'in istek dolu bakışlarını görmezden gelerek, bir kerecik bile olsun, bilgisayarını ona elletmemişti. "Ne kötü bir çocuğum ben!" diye düşündü. Ya babasına yaptıkları... Bilgisayarın başında oturma uğruna, onu kırmış, kızdırmıştı. Anneannesinin hatırası büyük ceviz yatak yüzünden, annesine çektirdiklerine ne demeliydi... Oysa, şimdi hayatta kalmış olmasını, o yatağa borçluydu. "Şuradan bir çıkayım; bir daha annemi de, babamı da hiç üzmeyeceğim. Yatağı da, odanın ortasına koyacağım vallahi... Hatalarımı tamir edebilmem için şuradan çıkmama izin ver Allahım" diye mırıldandı.
Orada ne kadar süre yattılar bilemiyordu. Fosforlu saati çalışıyor ve üçbuçuğu gösteriyordu. Ama gece miydi, gündüz müydü, hangi gündü, bunlar meçhuldu. Kola şişesinin dibi görünmüş, fenerin ışığı sönmeye yüz tutmuştu. Cemil artık sürekli ağlıyordu. Sessiz sessiz, sarsıla sarsıla ağlıyordu. Umutlar tükenmek üzereydi ki, çok derinden gelen bir havlama sesi duyuldu.
- "Cemil, kes şu ağlamayı artık, köpek sesini sen de işittin mi? Yoksa ben, gaipten sesler mi işitiyorum?"
Bir iki saniye nefeslerini tutarak beklediler. Aynı ses yine duyuldu. Bu sefer ikisi de duymuşlardı. Cemil abisine sarıldı.
- "Kurtulacağız abi, bizi arıyorlar"
- "Evet Cemil, nihayet bizi buldular. Hadi şimdi olanca sesimizle, bağıra bağıra şarkı söyleyelim. Tıpkı pikniğe gittiğimizde, kırlarda dolaşırken yaptığımız gibi..."
Bildikleri tüm şarkıları, sırayla söylemeye başladılar. Dışarıya çıkmalarının artık sadece bir hayal olmadığını anlamışlardı.
Üzerinde Kanal WYZ yazılı koskoca bir mikrofonu elinde tutan muhabir, heyecanla anlatıyordu:
- "Evet sayın seyirciler, bugün size güzel haberler verebildiğim için çok mutluyum. Köpekler, arkamda gördüğünüz enkazın altında canlılar olduğunu tespit ettiler. Deprem felaketinden dört gün sonra, bu enkazın altında canlı olması bir mucize olarak kabul ediliyor. Bütün gün devam eden kurtarma çalışmalarının sonucunu birazdan alacağız. İki gün önce size sözünü ettiğimiz Sevil hanım ile Ahmet beyin çocukları Cem ile Cemil'in sağ salim çıkarılmaları artık sadece bir an meselesi. Şimdi hep birlikte bu mutlu anı izleyelim."
Parlak ışık, Cem'in gözlerini kamaştırmıştı. İşte nihayet, onlara ulaşmışlardı. Kurtulmuşlardı... Yaşayacaklardı... Uzun bir süredir hangi yönden geldiği belli olmayan çekiç, kazma, makina seslerini dinlemiş ve umutla beklemişlerdi. Bağırmaktan boğazları ağrımıştı. İşte nihayet ışığı görüyorlardı.
- "Hadi Cemil, önce sen çıkacaksın. Ben biraz daha burada kalmak zorundayım"
Cemil, abisinin yanağına bir öpücük kondurdu.
- "Yukarıda görüşürüz, seni seviyorum abi"
Cem, Cemil'in küçücük bir delikten yukarı çekildiğini gördü. Kardeşi kurtulmuştu ve sıra kendisine gelmişti. Bacağına düşen betonu kırmak, ne kadar sürerdi acaba? Umudunu yitirmemeli ve sakince beklemeliydi.
Cem, saatler sonra açık havaya çıkarıldığında, bitkin ama çok mutluydu. Kendisini ikinci kez doğmuş gibi hissediyordu. Anne ve babasını tekrar yanıbaşında görmek, bitkinliğini unutturmuş, canına can katmıştı. Sedye üzerinde, enkaz yerinden uzaklaştırılırken, gözü, ekranı kırılmış, kasası parçalanmış bilgisayarına takıldı. İçinden gizlice, ona bir öpücük yolladı.
"Sağol, sağol beni yaşattın, ama ne yazık ki sen öldün. Hoşçakal arkadaşım..." diye fısıldadı.