Ravza_Nur yazdı:
İslamiyette kadın nasıl olmalı? Ve kadının eşine karşı görevleri neler olmalı?
kadının kocasına karşı vazifeleri:
1- Kanaat. çünkü kanatkar olmak kalp rahatlığının sebebidir.. bir kadın arsızlık ve açgözlülük ederek efendisini, kendisinden ve evinden soğutmaktan sakınmalıdır. Kanaat kafi gelecek miktar ile yetinmek tamahkarlık etmemek demektir.
2- Kocaya itaat. Peygamberimiz ( a.s.m.)" bir kadın kocası kendisinden memnun olarak ölürse cennete girer." buyurmuşlardır
3- temiz olma. kocanın göreceği yerlere itina ile dikkat etmek ve temizlemek. Bilinmelidir ki, güzellik ve temizliği getiren şeylerin en güzeli sudur. daima güzel kokular sürünmeli.
4- İhtiyaçların karşılanması. kocanın yemek yiyeceği vakte dikkat etmek. uyku saatini geçirmeme. kocanın adeti nasılsa o zamanlarda yemek ve yatağını hazırlamak
5- Malın korunması. kocanın mal ve eşyasını korumak, çünkü mal ve eşyayı korumak iş bilmekten geçer.
6- akrabaya saygı. kocanın akrabasına ve yakınlarına hürmet etmek. çünkü kadının kocanın akrabasına ve yakınlarına hürmet etmesi, güzel idare ve tedbirden ileri gelmektedir.
7- sır saklanması. kadın kocasından edindiği sırrını hiç kimseye duyurmaması. eğer duyuracak olursa kocasının itimadını kaybeder. kadında ondan emin olamaz.
8- Saygı ve hürmet. kocanın emrini yerine getirmek. ona karşı çıkmama ve asi olmamak. eğer ona karşı gelecek olunursa onu kendine kinlendirip düşman yapma ihtimali yüksektir.
Soru: Çocuk sahibi olmada hiçbir engel yokken kadın isterken erkek cocuk sahibi olmayı ıstemediğinde kadının durumu nedir, islam hukukunda boşanma sebebi sayılır mı?
Araştırdığımıza göre, ( 1 ) çocuk sahibi olmayı istememek boşanma sebeplerinden sayılmıyor. Bu iki taraf için de geçerlidir. Bazen erkek çocuk istiyor, kadın istemiyor. Bazen de kadın istiyor erkek istemiyor.
Allahtan her şeyin hayırlısını istemek gerekiyor. Boşanma helal olmakla beraber istenilmeyen bir durumdur. Onun için Peygamberimiz: Allahın hoşlanmadığı ama mubah kıldığı şey boşanmadır. buyurmuştur.
Çocuk sahibi olmak çok büyük bir nimet ama büyük mesuliyeti ve sorumluluğu olan bir iştir. Neyin hakkımız da hayırlı olacağını da bilmiyoruz. Bu sebeple eşimizin gönlünü alarak Allahtan hayırlısını isteyeceğiz.
(1) İbni Abidin Reddül Muhtar, cilt III, s:227
İslamiyet'te kadınların giyim şekli hakkında bilgi verir misiniz.
Müslüman kadının giyim şekli
Müslüman kadının giyiminde esas mesele, tesettürü sağlamasıdır. Eli, ve yüzü dışında bütün vücudunu örtmesi, açık kalmamasıdır. Giyilen bir elbisenin tesettüre uygun olması için de altını göstermeyecek şekilde kalın ve avret yerlerini örtecek kadar uzun olmalıdır. Bunun için altını gösterecek şekilde ince ve şeffaf olan bir elbise ile örtünme gerçekleşmiş olmaz.
Bu meseleye esas teşkil eden hadis-i şeriflerin meali şöyledir:
Hz. Âişe'nin rivayetine göre, kız kardeşi Hz. Esma birgün Peygamberimizin huzuruna gitti. Üzerinde altını gösterecek şekilde ince bir elbise bulunuyordu. Resulullah (a.s.m.) onu görünce yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu: "Ya Esma, bir kadın buluğ çağına erince yüzünü ve ellerini göstererek bunlardan başka bir tarafının görünmesi sahih olmaz."1
Sahihi Müslim'de Ebû Hüreyre (r.a.} tarafından bir rivayette Peygamberimiz, giyindiği halde açık olan, yani ince ve şeffaf elbise ile dolaşan kadınların Cehennemlik olduklarını, Cennetin kokusunu bile alamayacaklarını bildirirler.2
Alkame bin Ebi Alkame annesinin şöyle dediğini rivayet eder:
"Abdurrahman'ın kızı Hafsa'nın başında, saçını gösterecek şekilde ince bir başörtüsü olduğu halde Hz. Âişe'nin huzuruna girdi. Hz. Âişe başından örtüsünü alarak ikiye katladı, kalınlaştırdı.3
Hz. Ömer (r.a.) ise, cam gibi şeffaf olmasa da, giyindiği zaman altını iyice belli eden elbisenin kadınlara giydirilmemesi hususunda mü'minlere ikazda bulunmuştur.4
İmam Serahsî bu nakilden sonra, kadının giydiği elbise çok ince de olsa yine aynı hükmü taşır, şeklinde bir açıklama getirir. Daha sonra da, "Giyindiği halde açık" olan mealindeki hadisi kaydeder ve şöyle der: "Bu çeşit bir elbise şebeke (ağ) gibidir, örtünmeyi temin etmez. Bunun için yabancı erkeklerin bu şekilde giyinmiş bir kadına bakması helâl olmaz."5
Elbisenin şeffaf olmasındaki ölçü, tenin rengini belli etmesidir. Dışarıdan bakıldığı zaman elbisenin altından insanın teni görünüyorsa, elbise ince de olsa, kalın da olsa böyle bir elbise ile örtünme gerçekleşmiş olmaz. Bu mesele Halebîi Sağir'de şöyle belirtilir: "Elbise altını, tenin rengini belli edecek şekilde ince olursa, bununla avret yeri örtülmüş olmaz. Fakat kalın olsa da, uzva yapışsa ve uzvun şeklini alsa (uzvun şekli görünür hale gelse), bu durumda örtünme hasıl olduğu için men edilmemesi gerekir, namaz caiz olur.6
Mesele diğer mezheplerde de aynı şekilde ifade edilir. Mâliki mezhebinin görüşü şöyledir: Elbise şeffaf olur, cildin rengini hemen belli ederse, bununla örtünme olmaz. Bu şekilde kılınan namazın mutlaka iade edilmesi gerekir. İnce ve dar olduğu için azanın şeklini belli e-den elbiseyi giymek de mekruhtur. Çünkü bu bir şahsiyetsizlik sayılır ve selef ulemasının giyim tarzına muhalif hareket edilmiş olunur.7
Hanbelî mezhebinin görüşü ise şu şekildedir:
Vacip olan örtünme, cildin rengini belli etmeyecek şekildeki örtünmedir. Eğer giyilen elbise cildin rengini belli edecek tarzda ince olur da bedenin beyazlık ve kırmızılığı görünürse namaz caiz olmaz. Çünkü bununla örtünme gerçekleşmiş olmaz. Şayet rengini örter de, hacmini belli ederse namaz caiz olur. Çünkü örtü kalın da olsa bundan kaçınmak mümkün değildir.8
Şafiî mezhebinin görüşü ise şöyledir:
Vacip olan, cildin rengini belli etmeyecek elbiseleri giyinmektir. İnceliğinden dolayı cildin rengini belli eden bir elbiseyi giymek caiz olmaz. Çünkü böyle bir elbise ile tesettür gerçekleşmiş olmaz. Yani, inceliğinden dolayı cildin beyazlığını veya siyahlığını gösteren elbise tesettür için kâfi gelmez. Yine, elbise kalın olsa da, dokunuşu itibariyle altından avret yerlerinin bir kısmını gösterse yine yeterli şekilde örtünme sağlanmamış olur. Diz kapakları ve uyluklar gibi bedenin incelik ve kalınlığını belli eden bir elbise ile kılınan namaz sahihtir, çünkü tesettür sağlanmış demektir. Fakat azaları belli etmeyecek şekilde bir örtü kullanmak müstehaptır.
Bütün bu nakillerden şöyle bir neticeye varmak mümkündündür:
Kadının yabancı erkeklerin yanında giymiş olduğu tenin rengini belli edecek ve gösterecek şekilde ince ise bununla örtünme gerçekleşmiş olmayacağından giyilmesi caiz olmaz. Bu giyecek, bir elbise, gömlek ve etek olduğu gibi, başörtüsü ve çorap da olabilir. Fakat gerek çorap olsun, gerekse başörtüsü ve diğer giyecekler olsun kalın oluyor da, altını göstermiyorsa böyle bir elbisenin giyilmesi caizdir. Çünkü çorap ve başörtüsü ne kadar kalın olursa olsun mutlaka bacağın ve başın şeklini belli edecektir. Fakat vücudun azalarını iyice belli edecek şekilde giyilen dar pantolon ve dar gömlekle namaz sahih olsa da, bakanların dikkatini çekip tahrik edeceğinden meşru görülmez. Merhum İbn-i Âbidin de eserinde bu hususa işaret etmektedir.10
1.Ebû Dâvud, Libas:31.
2.Müslim, Libas.-125.
3.Muvatta', Libas:4
4.Beyhakî. Sünen, 2:235
5.el-Mebsût, 10:155-
6.Halebî-i Sağır, s.141. l.Menânü'l-Celü, 1:136
8.İbni Kudâme. el-Muğnî, 1:337.
9.Afeaeıtf. el-Mecmû, 3:170-172.
10.Reddü'l-Muhtar, 5:238.
(Kaynak: Mehmed Paksu, Kadın Evlilik ve Aile)
SUAL: bir kadın, herhangi bir iş yerinde erkek gibi çalışabilir mi?
CEVAP: Hem çalışabilir, hem çalışamaz. Şartları bulunursa çalışabilir, bulunmazsa çalışamaz.
Bir kadının iş yerinde çalışması için belli başlı şartlardan biri, tesettürüne mani olunmaması, vekar ve ciddiyeti hafife alınmamasıdır. Aynı zamanda bu iş yerinde başka insanlar da bulunması, kadın tek erkekle başbaşa kalmamasıdır.
Zira bir kadın bir erkekle başbaşa kalırsa üçüncülerinin şeytan olacağını Efendimiz bildirmiştir. Hem böyle bir yalnızlıkta halvet vaki olduğundan erkeğe mehri misil gibi maddî ceza, kadına da tâzir gibi dinî ceza terettüb eder.
Demek oluyor ki, ihtiyaç içinde olduğundan çalışmak zorunda kalan kadın, tesettürüne, iffet ve vekarına halel gelmeyen ciddi iş yerinde çalışabilir. Çevredeki yabancı erkeklere bu tesettür ve vekar içinde ciddi şekilde muhatap olabilir. Bu şartların yok olduğu yerde kadının çalışma şartı da yok demektir.
Zaten çalışıp kazanma mecburiyeti erkek içindir. Kadın evinde oturur, çoluk çocuğuna bakar. Erkek ise dışarda çalışıp çabalayarak kadının ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kalır. Bizim sözünü ettiğimiz şartlar, herhalde böyle hâmisi olmayan ihtiyaç içinde çırpınan kadınlar içindir. Kocası izin vermeyen kadın zaten çalışma hakkına da sahip sayılmaz. Kocasının kazancıyla idare etmesi şart olur, yahut beyinin izni gerekir.
Nur suresi üçüncü ayet-i kerimede "zina yapan erkek, zina yapan kadınla ya da bir müşrik kadınla evlenir. Zina yapan kadın da zina yapan bir erkekle ya da müşrik bir erkekle evlenir." buyurulmuştur. Peki yanlışlıkla bu yola sapmış birisi sonradan tevbe-i nasuh ile tevbe ederse durum ne olur?
Bu ayet ile ilgili açıklamaları Elmalı Merhumun Tefsirinden şöyle özetleyebiliriz. Önce farklı görüşleri verip, 7. maddede sonucu belirteceğiz:
1- Bazıları " bu ayette maksat, nikahın hükmünü açıklamak değil, zinanın kötülüğünü açıklamadır. Burada nikah çiftleşme manasındadır ve bu sebepten haramlık ta zinanın haramlığıdır" demişlerse de anlamsızdır. Çünkü Kur'an da nikah, hep akit "nikahlanma" manasına geldiğinden çiftleşme manası verilmesi doğru değildir. Bir de bu manaca ayetin hiçbir fayda ifade etmemiş olacağı gösterilmiştir.
2- Hz. Aişe (r.a) dan rivayet edilmiştir ki: "Bir erkek bir kadınla zina etse onu nikahlayamaz, bu ayette haramdır. O işe başladığında zina etmiş olur…" Ebu Hayyan tefsirinde: Ashab-ı kiramdan İbn-ü Mesud ve Bera b.Azib (r.anhüma) nin de görüşlerinin böyle olduğu bildirilmiştir.(1) Fakat buna karşılık Hz. Peygamber (sav)den bu konu sorulmuş "Evveli akılsızlık, ahiri nikahtır, haram, helali haramlaştırmaz." (2) buyurduğu nakledilmiştir. Ebu Bekr'i Sıdık, İbnü Ömer, İbnü Abbas ve Cabir'den ve Tavus, Said b. Müseyyeb, Cabir b. Zeyd, Ata, Hasen'den ve dört İmam'dan naklonunan görüşte caiz oluşudur. (3) Ancak Fahrür Razi tefsirinde zikredildiği üzere zina eden erkek ve zina eden kadının iffetli erkek ve iffetli kadın ile ve iffetli erkek ve iffetli kadının, zina eden erkek ve zina eden kadın ile evlenmesinin haram olması, Hz. Aişe ve İbnü Mes'ud gibi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali'nin de mezhepleridir, (4)deniliyor.
3- Hasen'in görüşüne göre bu haramlık, belirli zina eden erkek ve zina eden kadın haklarındadır. Had cezası dediğimiz sopa vurulmuş zina eden erkek, ancak zina etmiş bir kadınla evlenebilir, Hz.Ali böylesinin nikahını reddetti diye, rivayet edilmiştir.
4- Bazıları bu hükmün Medine de İslam'ın başlangıcında gelmiş olup, daha sonra nesh edildiğini söylemişlerdir. Said b. Müseyyeb bu süredeki "Aranızdaki bekarları evlendirin." (Nûr 24/32) ve Nisa süresindeki "Size helal olan kadınlardan nikahlayın." (Nisa 4/3)ayetlerinin umumlarıyla birlikte neshedildiği rivayet edilmiş ve bu görüş yaygınlık kazanmıştır.(5) Mutezilen Cübbai de icma ile nesholunmuştur, demiş. Fakat Fahrür-Razi tefsirinde açıkladığı üzere araştırmacı alimler bu iki görüşün ikisinin de zayıf olduğunu anlatmışlardır. (6) Çünkü neshedenin icma olduğunu söylemek ise, icmanın nasih olmayacağı Fıkıh usülü ilminde sabittir. Bir de Ebu Bekir, Ömer, Ali gibi zatların muhalefetleri bulunan bir konuda icma sahih olamaz. Bu sebepten icma ile nesholunmuştur, demek doğru olmayacağı gibi mensuh olduğuna icma edilmiş demek te doğru değildir. Çünkü açıklandığı üzere aksi sabittir. Gerçi " ve enkihul eyame minkum" ve "fenkihu ma dabe lekum" emirleri geneldir. Fakat bunların da dinen bir engel bulunmayanlara ait olduğunda şüphe yoktur. Bundan dolayı diğer haramlar gibi buradaki haram kılınmanın da engellerden biri olması düşünülebilir.(7)
5- Abdullah b. Ömerden, İbnü Abbastan (r.anhüm) Mücahidden, Said b. Cübeyr'den ve yine Said b. Müseyeb'den gelen rivayetlere göre bu ayetin iniş sebebi şudur: Cahiliye devrinde fahişeleri işleten kirahaneler (Kerhaneler) kerhaneciler vardı. İslam geldiği vakit Medine de bunlardan Ümmü Mehzûl gibi meşhur karılarla, kapıları bayraklı, alametli dokuz kadar kerhane bulunuyordu. Bu karılar, bu kerhaneciler hep müşriklerden idi.içlerinde servet edinmiş olanları vardı.İslamda zina haram olduğundan bu fahişelerden bazıları, yeni müslüman olmuş olan bazısına nikah teklif temiş ve kabul ederlerse nafakalarını taahhüt etmek istemiş, onlarda fakirlikleri ve ihtiyaç içinde bulunduklarından dolayı Resülullahtan izin istemişler, bunun üzerine bu ayet indirilmiş, o nikahın mü'minlere haram olduğu anlatılmıştır. Bundan dolayı bazı tefsirciler bu haramlığın nüzul sebebi olanlara mahsus olduğunu zannetmişlerdir ki, "elif lamlar" ahd için demek olur. Gerçi karine tamam olduğu zaman hüküm, nüzul sebebine tahsis oluna bilir. Fakat burada hüküm, umumi sıfat üzerine gelmiş ve bu suretle haramlığa sebep olanların şahıslarında değil; ötede zinakarlık, beride iman vasıfları arasında zıtlıkta gösterilmiştir. Bu ise tamim, yani umumilik karinesidir. Öyle ki "lam" ahde yorumlansa bile, hükmün kıyas ile genelleştirilmesi zorunlu olacaktır. Bundan dolayı, nüzul sebebine mahsustur, diyenlerin muradı da bu haram kılmanın özellikle kerhane fahişeleri hakkında olduğunu söylemektir.
Ve bu fahişelerin belirgin özelliği ise zinayı helal kabul etme veya hafife alma demektir ki, küfürdür. İslamiyetin hakimiyeti ile o cahiliyet kalıntısı olan kerhaneler kalkmış ve had cezalarının konulması ve uygulanması İslam topraklarında artı öylelerinin ortaya çıkmasına meydan bırakmamış olduğu müddetçe, bunların nevi şahıslarına münhasır kalmış olmasından dolayı bu, onların şahıslarına mahsus kaldı, diyenler de olmuştur. Bununla beraber:
6- Tefsircilerin çoğunun açılamasına göre, bu haram kılma, zina edenleri nikahlamaktan müminleri sakındırıp korkutmak için mübalağa içindir. Çünkü diyorlar; zina damgası basılmış fasıkların peşine takılmak caiz değil, mahzurludur. Fasıklara benzemesine, töhmet mevkiinde bulunmasına, hakkında kötü lakırdılar edilmesine ve daha birçok bozgunculuğa sebeptir. Günahkarlar topluluğunda oturmakta bile günahlar işlemeye maruz kalmak tehlikesi ne kadar çoktur! Artık zina eden kadınlar, kahpelerle evlenmek nasıl olur? " Aranızdaki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin" (Nur, 24/32) emrindeki "salah" "iyi olanlar" kaydında da bu manaya dikkat çekilmiştir.Ancak bir mümin, kaçınılması gereken böyle haram bir nikahı -faraza- yapmış olsa o nikah nikah olur mu? Yoksa o da bir zinamı olur?
7- Şimdi bunu özetlemekle ayetin manasını tesbit edelim: Burada üç kısım vardır: Müşrikler, zinayı helal kabul edip hafife alanlar, bir de böyle olmayanlar.
BİRİNCİSİ: Herhangi bir mümin erkeğin veya mümin kadının, şirk koşan bir kadın veya şirk koşan bir erkekle nikahı sahih olmaz, kesinlikle haramdır, o bir zina olur.
İKİNCİSİ: Zina eden erkek ve zina eden kadın, ayetin nuzul sebebi olan kerhaneciler ve sermaye olarak kullandıkları kadınlar gibi zinayı helal gören veya zinayı hafife alan takımdan ise, haramlığı nass ile benimsenmiş olanı helal kabul etme veya hafife alma küfür olduğu için, bunlar müşrik hükmünde olduklarından, nikahları nikah olmaz, kesinlikle haramdır, müşrik nikahı gibidir.Onun için ayette zina eden erkek ve kadın, müşrik erkek ve kadına denk tutulmuş, "Bu müminlere haram kılınmıştır" buyurulmuştur. Ayet bu iki kısmın nikahının haram oluşuna delildir. Ancak gerçekten tövbe etmiş olanlar başkadır.
ÜÇÜNCÜSÜ: Helal sayma veya hafife alma gibi küfür delili olmayarak zinası tesbit olunmuş, önceden de başından hiç nikah geçmemiş ise, iffet sahibi müminlerin bunları nikahlamaları tahrimen mekruh, fakat nikahları sahih olur. ayetin tahriminin bu kısmı içine aldığı hususunda bir çeşit şüphe vardır. Onun için içtihada yol açmıştır. İşte zikredilen ihtilaf, bu kısım hakkındadır. Yalnız Hz. Aişe ve İbnü Mesud ve Bera b. Azib hiçbirisinde nikahlanmayı uygun bulmamış, bu kısmın haramlığını da diğer iki kısım derecesinde tutmuşlardır.
Özetle söylemek gerkirse Zinayı helal sayanlar ancak zina eden biriyle evlenmelidir. Zinanın haram olduğunu kabul edip nefsini uyarak zina eden bir müminin zina etmeyen birisiyle evlenmesi helaldir. Ayrıca içten ve samimi yapılan tövbeler inşallah kabul edilir.
(1)Ebu Hayan a.g.c. VI, 430
(2) Alûsi a.g.c. XVIII, 88.
(3) Kurtubi, el-Camiu li Ahkami'l- Kur'an, XII, 169; Süyuti, ed-Durrul-Mansur,VI,126-130.
(4)Fahrü'r Razi, a.g.c.XXIII, 151.
(5) Alusi Ruhul Meani IX, 87
(6) Fahrür Razi a.g.e. XXIII,152
(7) Suyuti, ed durul Mansur,VI, 128, 130.
Soru: Kadınların Cennette evliliği nasıl olacak?
Fani hayatın sona ermesinden sonra ebedî bir saadet başlayacak. Orada Allah'ın rahmeti, lütuf ve ihsanı bütün haşmetiyle tecelli edecektir. İşte bu ebedî saadetin ve sonsuz nimet ve güzelliklerin merkezi Cennettir. Cennet hem mü'min erkeklerin, hem de mü'min kadınların nimetler içinde yüzdüğü bir mekândır. Yani Cennetin nimetlerinden erkekler kadar kadınlar da istifade edecek, bütün nimet ve ihsanlar her iki cinse de verilecektir.
Cennet ve Cennetlikler en güzel ve tatlı bir şekilde Kurân'da anlatılır. Çoğu yerde mü'min erkeklerle birlikte, mü'min kadınlar da zikredilir. Meselâ, Tevbe Sûresinin 72. âyetinin meali şöyledir:
"Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara devamlı kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Cennetler, Adn Cennetlerinde hoş meskenler vaad etmiştir. Allah'ın rızası için en büyük mükâfattır. İşte büyük kurtuluş budur."
Cennetlikler ve Cennet nimetleri Kur'ân'da anlatılırken Cennet ehli için "müttekiler (Allah'tan hakkıyla korkanlar)" ifadesi geçer. Bu kelime hem erkekler, hem de kadınlar için müşterek kullanılır. Biri öbüründen ayırd edilmez, ayrı tutulmaz.
Hadisi şeriflerde geçen ifadeler de hem erkekler, hem de kadınlar içindir. Bütün müjdeler, taltifler, nimetler, ikramlar herkese aynıdır. Bir hadisin meali şöyle:
"Cennet ehli Cennete girdiklerinde bir vazifeli şöyle seslenir: 'Şüphe yok ki, siz Cennette ebedî yaşayacak ve hiç ölmeyeceksiniz. Hastalanmayacak ve devamlı sıhhatli bulunacaksınız. Sonsuz nimetlere mazhar olacak ve hiçbir zaman hüzün ve keder görmeyeceksiniz."1
Başka bir hadis-i şerifte de Cennet ehlinin bir hâli şöyle anlatılır:
"Muhakkak, sizden biriniz Cennetin en alt derecesinde bulunsanız bile, ona Allah'ın emri ile melekler tarafından, 'Gönlünden geçenleri iste!' denir. O da devamlı temenni eder durur. Bunun üzerine ona, 'Kalbinden geçenleri tamamen temenni ettin mi?' diye sorulur. 'Evet' cevabı verince, 'Muhakkak temenni ettiğin şeyler bir misli fazlasıyla sana verilecek' denir."2
Esas itibariyle Cennetin nimetleri hem erkek, hem de kadın mü'minler için müşterek iken, bazı hususlarda her iki cins de birbirlerinden üstünlüklere sahiptirler. Bu üstünlüklerin bir kısmı erkeklere mahsus iken, büyük bir kısmı da kadınlara mahsustur. Kur'ân'da Cennetlik kadınlar "Ezvâcün mutahharatün" yani "temiz kadınlar" olarak vasfedilir. Bu ifadenin içinde şu mânâlar saklıdır: Cennet kadınlara mekân ve meskendir. O kadınlar o yüksek Cennette lâyıktırlar. Aynı zamanda Cennet derecelerinin yüksekliği nisbetinde onların güzellikleri de artar. Ve Cennet onlarla güzelleşir ve süslenir.3
Yani Cennetlik kadınlar, Cennetin güzelliğine güzellik katmakta, Allah'ın ebedî yurdunu süsleyen canlı bir unsur olmaktadır. Bu "mutahharatün (temiz)" ifadelerinden ayrıca şu mânalar çıkıyor: "Dünya kadınları Cennete girdikten sonra kötülüklerden, kıskançlık ve benzeri çirkin huylardan arınacaklar, içleri de dışları gibi berrak ve ter temiz olacak. Güzellikte hurileri geçecekler."
Peygamberimiz Cennetlik kadınları şöyle anlatır: "Onların vücutlarının güzelliği ile letafetinden dolayı her birinin baldırındaki kemiğin iliği etinin üstünden görünür. Onların aralarında ne ihtilâf vardır, ne düşmanlık, ne de çekememezlik."4
Yani Cennet ehli kadınlar güzellikte o kadar ileride bulunuyorlar ki, sadece bir tek tırnağı dünyaya görünse güneşin ışığını kapatacak kadar parlaklıkta olan hurilerden daha güzel olacaklar. Bir kadının bundan daha güzel bir şey tahayyül etmesi mümkün müdür?
Cenab-ı Hak hem erkek, hem de kadın mü'minlere kalblerinden geçenlerin bir misli fazlasını vereceğine göre nimet ve ihsanın derecesini siz düşünün. Artık bu kadar lütuf ve ikramdan sonra "Allah, Cennette bir erkeğe çok sayıda huri veriyor da, Cennet ehli kadınlara neden böyle bir imkân verilmiyor" denmez. Cennette "yok yoktur." Allah insan fıtratına en uygun şekilde her türlü nimet ve ihsanı verecek, kimseyi mahrum bırakmayacaktır.
Esas mesele Allah'ın rızasına nail olmak, ebedî saadete liyakat kazanmak, fâni dünyadan imanlı olarak ayrılıp, Cennetin kapısına ulaşabilmektir.
1. Müslim, Cennet 22.
2. Müslim, îman: 301.
3. Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü'l-İcaz, s. 175.
4. Müslim, Cennet: 14-17.
Kaynak: Mehmed Paksu, En Çok Sorulan Mes’eleler ve Çözümleri -2, 2. Baskı, Nesil yayınları, İstanbul, 2000, ss. 144-146.
Kadınların kaş almalarına cevaz veriliyor mu, caiz midir?
Cenab-ı Hak her insanı ayrı bir güzellikte yaratmıştır. Birlik mührünün açıkça okunduğu insan simasındaki güzellik, fıtrî ve tabiî olanıdır. Bunu muhafaza etmek, sahip olduğu özellik ve güzelliklere şükredip, Allah'ın uygun görüp ihsan ettiği kadarına razı olmak kulluğun bir derecesi ve işaretidir.
Bunun için hayatî ve zarurî bir maslahat yoksa, vücutta bulunan mevcut durumu değiştirmeye gitmemek lâzımdır. Çünkü böyle rast gele yapılan bir tasarruf insanı ağır bir mes'uliyet altına sokabilir.
Bir zaruret yokken insan bedeni üzerinde yapılan değişiklikleri şiddetle yasaklayan Peygamberimiz (a.s.m.), başına ilâve saç takana, cildine dövme yapana ve yaptırana, güzelleştirmek maksadıyla dişini inceltip seyrekleştirene, kaş ve kirpiklerini yolan kadınlara, Allah'ın yarattıklarını değiştirdikleri için ilahi rahmetten uzak kalmış olacaklarını bildirmiş ve ikazda bulunmuştur.
Fıkıh alimleri bu hadisten hareket ederek yüzünde sakal ve bıyık biten kadının onları gidermesinin caiz olacağını; ancak kaşları inceltmenin, tabi şeklinden çıkarmanın, kirpikleri düzeltmenin veya takma kirpik kullanmanın caiz olmadığını belirtirler. Çünkü diş, kaş ve kirpik birer aza mesabesindedir. Aslında olmayıp sonradan biten yüzdeki kıllar ise bu sınıfa girmediğinden, kadının bunları gidermesin de bir mahzur görülmemektedir. Aynı şekilde kadının bacağındaki kılları gidermesinde de bir mahzur yoktur. Çünkü bu kaş gibi bir uzuv mesabesin de değildir.
Fıkıh kitaplarına baktığımızda şu hükmü görmekteyiz:
– Kadını çirkinleştiren yüzdeki tüyler alınır. Erkeklerde görülen sakal, bıyık gibi şeylerin kadınlarda görülmesi halinde; alınması câizdir.
“İbn-i Âbidin, sakal ve bıyığın kadında fıtrat olmadığını, bu sebeple (eğer çıkarsa) kesilmesinin (müstehab) olacağını beyan etmiştir!
Bu kılları gidermenin en uygun yolu tıraş olmak değil, ağda, pudra veya benzeri tıbbî şeylerle yolmaktır.” ( Kadın İlmihali, Mürşide Uysal, s. 370)
Anlaşılan odur ki, dindar hanımın kendini beyine karşı cazip duruma getirmesi müstehabdır. Beyini yabancıların cazibesinden korumuş olma hikmeti de vardır bunda.
Sor: Eşitlik güzel midir? kadın ve erkek eşit midir?
'eşitlik güzel midir?' konusunda bir anket yapılsa, sanırım, çoğu kimse garip bir mahluk görmüşçesine irkilecek, bunun da sözü mü olur diyecektir. Ama, meseleye dikkatle yaklaşılırsa ibretle görülür ki, hemen bütün güzelliklerin kaynağında eşit olmamak yatar.
Bu kainat yaratılmadan bütün şu varlıklar yoklukta eşittiler. Cenabı hak bu alemi yaratmayı, irade buyurunca bu eşitliğin de ömrü sona erdi.
Kainat sarayı bildiğimiz kadarıyla, yüz yedi elementle, yani yüz yedi tip taşla bina edildi. Böylece çeşitlilik, değişiklik ve aykırılıklar da başlamış oldu. Zaten, saray dendi mi, mutlak eşitlik biter. Merdivenleriyle kanepeleri, panjurlarıyla kandilleri, eşit olacak değil ya! Sarayı güzel eden de bu başkalıklar değil mi? İşte kainat böylesine başkalıklarla bezendi ve sonunda bu saraya bambaşka misafirler gönderildi. Yosundan meyve ağaçlarına kadar bitkiler, pireden deveye kadar hayvanlar, kafileler halinde dünyaya geldi ve burayı şenlendirdiler. Ve en sonunda başkaların başkası halifeler halifesi ufukta göründü: insan.
Bilindiği gibi, bu alemde, görebildiğimiz varlıklar üç ana bölüme ayrılıyor. Cansızlar, yarı canlılar (bitkiler) ve canlılar. Mutlak eşitliği bu sınıflandırmaya uyarak biraz tahlil edelim. İşe cansızlardan başlayalım.
Cansızların eşit olabilmeleri için ya güneş taşlaşacak, ya taş alev saçacak; ya bütün hava su olacak veya bütün denizler havaya uçacaktı. Mesela, güneş sisteminde eşitlik olsaydı bu durumda her halde dünya güneşin gezegeni olmayacak, ay da dünyanın eteğini bırakacaktı; her gezegen güneş kadar büyüyecek, hepsi alev kesileceklerdi. Kısacası, bütün kainat iğne ucu kadar boşluk kalmaksızın ya tamamen ateş, ya hep su, veya hep toprak olacaktı. Diğer yandan, eşitlik için hiç olmazsa iki taraf bulunması gerekmez mi? Halbuki her şey eşit olunca, her şey bir şeye iner.
Bitkilerin eşitliğine gelince, laleden elma ağacına, ısırgan otundan çama kadar bütün bitkilerin eşit olması halinde, milyonu aşkın çeşitteki güzellikler bire inecek, ortada (adını dahi koyamayacağımız) bir tek bitki çeşidi kalacaktı.
Gelelim hayvanlar alemine; cenab-ı hak bütün hayvanları bir tek nev olarak yaratabilirdi. Ama, o zaman bülbül ötüşünden serçe cıvıltısına, aslan kükreyişinden kedi miyavlamasına, kurbağa viyaklamasından sinek vızıltısına, öküz böğürtüsünden kuzu melemesine kadar bütün sesler bire iner, bu harika ahengin yerini monoton bir uğultu alırdı. Diğer yandan, böyle bir eşitlik için ya balığın kavağa çıkması, ya bülbülün denize girmesi lazım. Sözü bu noktada kesip kendimize, insan nevine dönelim.
İnsandaki iki faktör yani beden ve ruha bakalım. Ruhla beden eşit olsaydı. Ortada ne ruh kalırdı, ne beden. İnsan, ancak ruhunun müstakim bir sultan, her bir organının da itaatkar bir nefer olmasıyla güzelleşir. Sultan neferle eşit olursa ortada devlet kalmaz.
ruh, mahiyetini ancak yaratan'ın bilebileceği harika bir alem. Bu alemde çok değişik ülkeler var. Ruhun güzelliği de akıl, kalp, hafıza, hayal gibi ana unsurların; sevgi, korku, merak, endişe gibi çeşitli hislerin bütününden ortaya çıkıyor. Bunları eşitlerseniz güzellikten eser mi kalır? Hayale eşit bir akıl, sevgiye denk bir korku ve daha nice manasız, neticesiz eşitlikler.
Ruhta uzaktan uzağa görebildiğimiz bu gerçeği, bedende çok daha rahat ve çok daha yakından seyredebiliriz. Göz kapağımızla diz kapağımız aynı özellikte mi? Göğüs çatımızla kafatasımız, içlerinde aynı şeyleri mi saklıyorlar? Beyin hücresiyle tırnak hücresi aynı vazifeyi mi görüyorlar? Akciğerle karaciğeri nasıl bir tutabiliriz? O zaman, alyuvarlarla akyuvarları da eşitlememiz, gözümüzün akıyla karasını da birbirine katmamız gerekmez mi. Organlar arasında eşitlik sağlamaya kalkarsak, ortada hiçbir şey kalmaz; kalsa bile dövülmüş et gibi bir şey kalır ki, ona da neyin organı diyeceğiz?
Cenabı hak, insan bedenini de tek hücrelilerde olduğu gibi çok sade bir makine olarak yaratabilirdi. Ama o zaman, bu küçük bedende yerleştirilen her biri ayrı şekil ve güzellikte, ayrı renk ve özellikteki yüzlerce çarkın, binlerce kayışın, yüz binlerce vidanın birlikte ve gayet düzenli çalışmalarından ortaya çıkan harika güzellik kaybolmaz mıydı?
Cansızlar, bitkiler ve hayvanlar alemini ve nihayet kendi duygularımızı ve organlarımızı seyrederken, onlardaki farklılıkların ne kadar hikmetli, ne kadar yerinde olduğunu hayret ve ibretle görürüz. İnsanlık alemini de aynı ibretli nazarla seyretsek görürüz ki, bütün insanların, bütün yönleriyle eşit olmaları halinde artık cemiyet hayatından söz edilemez. Bu faraziye ile, ne peygamber (a.s.) Ne ümmet, ne kumandan ne nefer, ne baba ne evlat, ne işveren ne işçi, ne öğretmen ne talebe kalır. Bilmem böyle bir cemiyet hayatı düşünülebilir mi?
Yalnız şu var ki, insanlar arasındaki farklılıklardan doğan güzellikler, daha çok ahiret hayatına bakıyor ve bu alemde yeterince anlaşılamıyor. Biz, mahşeri, cennet ve cehennemi, bu dünyada arar ve ilahi adaleti tam manasıyla burada anlamaya kalkışırsak, sadece kendimizi aldatmış yahut şeytana aldanmış oluruz.
Evet, cennet'in o eşsiz güzelliği ve cehennem'in o tüyler ürperten güzelliği yine farklılıklara dayanıyor. Şöyle bir düşünelim: cennet'te hadsiz mertebeler... Hepsi insanlar için... İman, ibadet, salahat, takva, tevekkül, rıza, şefkat, merhamet, ilim, irfan, güzel ahlak gibi birbirinden farklı nice güzelliklerin sahipleri, bunlardaki farklı mertebelerine göre ayrı ayrı lütuflara mazhar kılınmışlar, muhtelif derecede zevk ve safa ile meşguller. Bu seyrine doyum olmaz bir tablodur. Cehenneme gelince, onda da küfür, şirk, isyan, zulüm, ahlaksızlık, kadere itiraz, kibir, riya gibi oraya layık nice kötü sıfatların sahipleri, ayrı ayrı azap tabakalarında cezalarını çekmekle meşguller... Bu tablo da güzellikte birinciden geri değil... Eşitlik bu güzelliği bozar...
Şu noktayı da ayrıca belirteyim: çoğu zaman, eşitlik mefhumunun, adaletle karıştırıldığını görüyoruz. İnsana iki, koyuna ise dört ayak verilmesinde bir eşitsizlik vardır ama adaletsizlik yoktur. İnsana böylesi, koyuna da öylesi yaraşır...
Çoğu insan, eşitlikle adaleti bir sayıyor. Halbuki, mutlak eşitlik yâni her şeyin her yönüyle birbirinin aynı olması adalete zıt.
İnsanların sanatlarına bir göz atalım: Bir şair, kasidesinde her harfi kelimenin tamamını dikkate alarak yazar. Her kelimeyi, o manzumenin bütününü nazara alarak yerleştirir. Her mısrayı da kasidenin tümünü gözeterek kaleme alır. Burada mutlak eşitlik değil, adalet söz konusu... İlk mısra başa düşer, son mısra dipte kalır, ama hepsi aynı gayeye hizmet ederler.
Bir fabrikatör, fabrikasının büyüklüğünü, bölmelerini, motorlarını, kazanlarını, tâ en küçük cıvatasına varıncaya kadar her şeyini hikmet ve adaletle tanzim eder. Ve ortaya mükemmel bir fabrika çıkar. Mutlak eşitlik bu nizamı harap eder...
Bir ressam da öyle değil mi? O, çizdiği her bir tabloda her deseni yerli yerine oturtur. Renkleri, şekilleri mutlak eşitlikle değil, adaletle taksim eder. Neye ne yakışırsa onu onunla boyar. Kime ne münasipse ona o şekli verir. Ve ortaya harika bir eser çıkar...
Cenâb-ı hakk’ın şu âlemdeki icraatı da eşitlik” üzerine değil, adalet esasına göre cereyan ediyor. İnsanlar arasında mutlak eşitlik olsaydı her şeyden önce, anne, baba ve evlât mefhumlarından söz edilebilir miydi?. Ve yine böyle bir eşitlikte amiri ve memuruyla, çiftçisi ve tüccarıyla, öğretmeni ve öğrencisiyle, işçisi ve işvereniyle bir bütün teşkil eden cemiyet hayatı ortaya çıkabilir miydi?..
Diğer varlıklara da bir göz atalım: mutlak eşitlik olsaydı ne yer kalırdı, ne de gök!. Şimşek çakıyorsa, bulutların yüklerinin aynı olmadığındandır.
Ruhumuzla bedenimizi düşünelim. Mutlak eşitlik olsaydı hangisi hangisine hükmedecekti? Organlarımızın hepsi el yahut tamamı kalp olsaydı hayatımızı sürdürebilir miydik?.
Serçe ile kedinin eşit olmadıkları mâlûm. Ama, her ikisinde de ilâhî adalet bütün berraklığı ile okunmakta... kedilik mahiyeti neyi gerektiriyorsa, ruh hâletinden, diş ve tırnak yapısına, vücut çevikliğine kadar hepsi adaletle verilmiş; hiçbir şey noksan bırakılmamış. Aynı şekilde, serçelik mahiyeti de neyi icap ettiriyorsa, ona da o kabiliyetler ve o vücut yapısı eksiksiz takdim edilmiş.
İşte adalet budur. niçin o serçe oldu, bu kedi diye bir soru sormaya kimsenin hakkı yoktur. Sorulursa, Allah böylece irade buyurmuştur diye cevap verilecektir. Aksini irade buyursaydı o soru yine sorulacaktı.
Kaldı ki, ne o serçe, ne de o kedi, başka bir âlemde imtihana tabi tutulmuş değiller. Tâ ki, başarılarına karşılık, kendilerine verilen hayat makamını az bulsunlar. Onlar daha düne kadar, tabiri caiz ise, yokluk karanlıklarında Allahın lütfunu gözlemekteydiler. Hiçbir hakları yokken cenâb-ı hakk onlara, sırf bir lütuf olarak, şu hazır bedenlerini ve ruhlarını ihsan etti. Onlar da bunu şuuren biliyormuşçasına, hallerinden memnun olarak sürdürüyorlar hayatlarını... Ruhlarında, kadere itirazın zerresi dahi bulunmuyor.
İşte bütün bunlar ilâhî adaletin harika tecellileri.
Biz bu tecellileri ibretle seyretmeliyiz ve şu geçici dünya hayatında insanların farklı tarzlarda imtihan edilmelerini de bu şuurla değerlendirmeliyiz. Hikmeti, ancak âhirette anlaşılabilecek olan bazı farklılıkları hemen itirazla karşılamamalıyız.
İşin garibi, Allahın en büyük lütfuna mazhar olan insanoğlundan başka ilâhî adalete itiraz eden çıkmıyor.
Münkirlerin hayvandan daha aşağı olmalarının bir sırrı da bu isyan olsa gerek.
Soru: kadın ve erkek herşeyde eşit midir?
Kadın erkek eşitliği söz konusu mudur? Şeklindeki bir soruya hemen evet veya hayır demek çok zor. Çünkü, soru bu haliyle yeterince açık değil. Onu bir başka soru ile açmak gerekiyor. nerede? Hangi konuda? Ne yönden? gibi. Eğer, “hukuki açıdan” soruluyorsa, cevap olarak evet diyebiliriz.
Eğer, her hususta denilirse, o zaman, bu soruya cevap vermeye gerek kalmayacaktır. Zira, cevabı sorunun içindedir. Madem ki, iki ayrı cinsten söz ediliyor. Öyleyse mutlak eşitlik nasıl düşünülebilir?
Aynı cins, renk, şekil ve dolgunlukta iki elmayı yan yana koyup bunlar birbirine eşit mi? Diye sorabiliriz. Ama, aynı mantık içerisinde kadın - erkeğe eşit midir? Diyemeyiz. Kadınla erkeğin eşit oldukları sahalar bulunduğu gibi, erkeğin kadını çok gerilerde bıraktığı, yahut onun çok gerisinde kaldığı sahalar da mevcut. Onun için, meseleyi sadece bir tek kelimeyle çözümlemek mümkün değil.
Şayet, kadınla erkek arasında insanlık itibariyle, yani, iyi insan, üstün insan olma noktasında bir fark var mıdır?Diye sorulursa o zaman şunu hemen belirtmek isteriz: Hakimiyet başka, üstünlük ve fazilet daha başkadır. Bu ikincisinde hemen çalakalem şu yahut bu üstündür, demek çok zordur. Çünkü, ister kadın ister erkek olsun, her insan Allah'ın kuludur. O, hangi kulunu üstün tutuyor, daha çok seviyorsa ve hangi kulundan razı ise üstünlük ancak onundur. İlahi ferman olan kur' an’a baktığımızda, üstünlük ölçüsü olarak, karşımıza cinsiyetin değil takvanın çıktığını görüyoruz. Evet, Allah indinde üstünlüğün ölçüsü takvadır.
Nedir takva? En kısa ifadesiyle Allah'tan korkmak, günahlardan sakınmak, o'nun razı olmadığı hareket, tavır, hal ve sözlerden uzak durmak. O'nun rızasına ermeyi en büyük maksat bilip, bunu kaybetmekten son derece korkmak. İşte, kim böyle yaparsa üstün insan, faziletli insan odur. Bu noktada cinsiyete itibar edilmemiştir.
Takva dendi mi hemen salih ameli de hatırlıyoruz. Salih amel, yani, hayırlı, güzel işler görmek... Onda da cinsiyete itibar edilmiyor. Mesela okunan her kur'an harfine karşılık on sevap verilmişse, bu bütün insanlar için böyledir. Kadına daha az, erkeğe daha çok sevap söz konusu değil.
Soruyu bir de psikolojik yönden ele alabilir ve şöyle sorabiliriz: Kadınla erkek arasında psikolojik yönden farklılık var mıdır?
Bu soruya hiç tereddüt etmeden elbette diye cevap verebiliriz. Kadınla erkek arasındaki psikolojik farklılık kendini çocukluk çağından itibaren göstermeye başlar. Erkek ve kız çocukların oyuncakları farklıdır. Bir kız çocuğu en çok oyuncak bebekleri sever. Henüz evlilik nedir bilmediği o yaşlarda, bebeklerini bağrına basar, öper, elbiselerini değiştirir, beşikte sallar ve uyutur. Günün büyük bir kısmını onlarla geçirir. Erkek çocuk ise, taksi, uçak, tabanca gibi oyuncaklara daha fazla rağbet gösterir.
Bu çocuklar büyüdüklerinde bu defa, sohbetleri değişir. Erkeklerin toplantılarında daha çok, iş hayatı yahut politika konuşulurken, kadınlarda ön sırayı ev eşyaları ve örgüler alır.
Kabiliyet yönünden de iki cins arasında bariz bir fark var. Erkek, terkip ve tahlilde, kadın ise taklit ve ezberde daha ileri. Bir misal ile anlatmak gerekirse; erkek bir mimari eseri ortaya koymakta, onun bütün bölümlerini güzelce yerleştirmekte, kadından daha ileri. Kadın ise, o eserin herhangi bir bölmesini ince nakışlarla süslemekte erkekten çok daha hassas.
Erkek dış aleme daha açık. Şefkatte kadından geri, ama teşebbüs kabiliyetinde ileri. Kadın ise erkeğe nispeten daha içe dönük. Bunun en büyük faydası, yavrusuna ve yuvasına göstereceği ihtimam.
Bu iki cinsin zaafiyetleri de farklılık gösteriyor: erkekte, tahakküm ve baskı hastalığı mevcut. Kadında ise, gösteriş ve desinler belası. Kadının en bariz bir özelliği de hassasiyeti. Buna teessürilik deniliyor. Kadın, çevre tesirlerinden etkilenmekte erkekten daha hassas. Dolayısıyla, telkine kapılmaya, aldatılmaya ondan daha müsait. Yaldızlı sözlere kanmakta daha zavallı.
Kadında sezgi gücü, erkekten çok kuvvetli.değişikliğe ondan daha çok ihtiyaç duymakta. Yenilik ve heyecana daha açık. Vücut büyüklüğü itibariyle ve güç-kuvvet yönünden, kadın erkekten genellikle daha geri. Bunun neticesi olarak, sığınma ihtiyacı kadında kendini daha fazla hissettiriyor. Ama bazılarında bu ihtiyaç, aşağılık kompleksine dönüşüyor bu da erkeklik kompleksi olarak kendini gösteriyor.
Kadın, hayat arkadaşına ona nispetle daha çok bağlı. Ondan daha vefalı. Dünya sevgisinde ve şehvette erkekten çok ileri. Dolayısıyla, şeytana alet olmaya daha müsait.
Kadını bu psikolojisi içinde değerlendirmeli, onun erkekleşmesine değil, ideal bir kadın olmasına çalışmalıyız.
Etrafımıza şöyle bir göz atalım. Bütün canlılarda bedenler ve ruhlar arasında mükemmel bir uygunluk var. Ceylan ruhunu, aslan bedenine sokmak ve onu aslanca davranmaya zorlamak, en başta o sevimli ruha zarar verir. Her kükreyişte ruhundaki letafetten birazını kaybeder; her hamlede kendi öz güzelliğinden bir parçayı harap eder.
Bunun bir başka türlüsü, erkekle kadın arasında geçerli. Bu iki cinsin bedenlerindeki farklılık ruh yapılarında da görülüyor. Bunu bilmezlikten gelip, kadın-erkek eşitliği diyerek kadını erkekçe davranışlara itmek en başta kadına zarar verir.
Aslında, bu vadide gösterilen kasıtlı ve yoğun faaliyetler, bir bakıma hiçbir şeyi değiştirememiştir. hüküm çoğunluğa göre verilir kaidesinden hareketle şöyle diyebiliriz: kadınlar yine fabrikatör olmaktan çok işçi, hâkim olmaktan çok kâtip, amir olmaktan çok sekreter, pilot olmaktan çok hostes, patron olmaktan çok tezgâhtardırlar. Zira, yaratılışı değiştirmek mümkün değildir.
Maalesef, kadına lâyık olduğu yeri bir türlü veremedik. Ya zaifliğini bir suçmuş gibi değerlendirdik; onun rızkı bize bağlıymışçasına, kendisine aşırı derecede hükmetmeye kalktık, ona haksız muamelelerde bulunduk. Yahut, kendisine çok fazla fırsat verdik, onu erkekliğe heveslendirdik
-
Soru: Cuma günü alış-veriş yapmanın haramlığı kadın erkek herkese mi yoksa sadece cumayı kılmakla mükellef olanlara mı?
cevap: değerli kardeşim!
Cuma namazına acele etmek hatibin minbere çıktığı zamanda okunan ikinci ezan vaktinde farz olur. Hanefilerce en sahih olan görüşe göre, her ne kadar ilk ezan, Hz. Peygamber (a.s.) zamanında bulunmayıp Hz. Osman zamanında ihdas edilmişse de ilk ezan okunduktan sonra cumaya gitmek farz olur.
Alış veriş ve benzeri icare, sulh, sanat ve başka işlerle meşgul olup cuma namazından geri kalmak Hanefîlere göre tahrimen mekruh, onların dışındaki cumhura göre ise haramdır. Bu haramlık cumhura göre, hatibin önünde ezan okumaya başlandığı zamana mahsustur. Çünkü bu durumda cuma namazına gitmekten alıkonma söz konusudur. Nitekim Allah teâlâ bu hususta şöyle buyuruyor: "Cuma günü namaz için çağrıda bulunulduğu ,ezan okunduğu zaman, Allah'ı zikretmeye koşun, alış verişi bırakın." Bu vakitte alış verişin haramlığı hakkında nas bulunmaktadır. Alış veriş dışındaki meşguliyetler de ona kıyas edilir, ister akit olsun ister olmasın, fark etmez. Çünkü bu sayılanların hepsi elde edilmesi istenen gayeyi gerçekleştirmeye, yani cuma namazının eda edilmesine engel olur. (1)
Şafıfler bu hususa şunu da ekliyor: "Cuma günü zevalden sonra, ezandan önce alış veriş ve benzeri işlerin yapılması mekruhtur."
Hanbelflere göre (2) cuma günü namaz vaktinde, alış veriş dışındaki icare, sulh ve nikâh gibi işleri görmek ve akitleri yapmak mekruh değildir. Çünkü ayetteki yasak sadece alış verişe mahsustur. Alış veriş dışındaki işler cumaya gitmekten meşgul etme bakımından ona denk değildir. Çünkü bunlar az vuku bulan şeylerdir. Dolayısıyla bunları alış verişe kıyas etmek sahih değildir.
Alış verişin yasaklanması ve cumaya acele etmenin farz olması keyfiyeti, sadece cuma namazı ile muhatap olanlara mahsustur. Cuma namazı kılmakla muhatap olmayan kadın, çocuk ve seferî için böyle bir yasak söz konusu değildir.
Cuma günü ezan vaktinde yapılan alış veriş geçerli midir, yoksa batıl olup fesh mi edilir? (3) Hanefîlere göre ezan vaktinde yapılan alış veriş sahihtir. Fakat tahrimen mekruhtur. Çünkü onlara göre alış verişi terketmek alış verişin kendisi için değildir, belki o sebeple hutbeyi dinlemeyi terketmekten ötürüdür. Şafiflerin görüşü de buna yakın olup, alış veriş sahih fakat haramdır.
Malikîlere göre: Bu alif veriş fasittir. Meşhur olan görüşe göre feshedilir. Han-belfler de, bu alış veriş sahih değildir demişlerdir.
Alimlerin bu meselede farklı görüşlere sahip olmalarının sebebi, aslı mubah olan bir şeydeki yasak, eğer yasaktaki bir vasıf sebebiyle kayıtlandınlmışsa yasaklanan şeyin fasit olması sebebiyle bu yasağın geri dönüp dönmemesi meselesidir.
Bir çok alime göre Cuma saatinde yapılan bütün işler haramdır.
Fakat bu haramlılık ve alış verişi bırakıp camiye gitmek, Cuma namazı kendilerine farz olanlar içindir. Cuma namazı kılmakla sorumlu olmayan kadın, çocuk ve yolcular için böyle bir yasak söz konusu değildir. Onların alış veriş yapması helaldir.
Namaz kılmak, farz olan kimselere Cuma saati içinde her türlü dünyevi işlerde bulunması mekruhtur. Bu keraheti, harama yakın olan tahrimen mekruh sınıfına sokan müçtehitler çoğunluktadır. İbni Abidin ve Kasani’nin kayıtlarına göre namazın ve hutbenin terkini netice veren alışveriş tahrimen mekruhtur.(4)
1- ed-Dürrü'l-Muhtâr, I, 770 el-Bedâyi',I, 270; Bidâyetü'l-Müctehid, 1,160, II, 167; el-Kavânînü'l-Fıkhiyye, 31 el-Mühezzeb, I, 110; HâşiyetudDüssükî, I, 386 Muğnil-Muhtâc, I, 25 vd.
2 - el-Muğnî,II, 297 vd.
3- Tebsiratül – Hükkam, İbni Ferhun bi-Hamiş Fethıl- Ali, II, 378 eş- Şerhus Sağir, I, 514.
4-Reddül-Muhtar, 1. 552 Bedayiü’s-Sanayi, 1: 270
Prof. Dr. Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı, II.370
Mehmed PAKSU (HELAL – HARAM) Shf: 232
Soru: Tırnaklarını oje ile boyayan bir kadının durumu nasıldır? Yani abdesti veya guslü sahih midir, günahkâr olur mu?
CEVAP: Tırnakları oje ile boyamak haddi zatında haram
değildir. Ancak oje tırnak üzerine bir tabaka meydana getirdiğinden
abdest ve guslün sıhhatine manidir. Bunun için abdest almak, cünüp
veya hayızdan yıkanmak isteyen ojeli kadın mutlaka ojesini kazımak
zorundadır. Aksi takdirde abdesti veya guslü sahih olmadığından na-
mazı batıldır. Yalnız hayız halinde bulunan bir kadın hayızın sonuna
kadar tırnaklarını ojeli bulundurabilir. Aynı zamanda bir kadın abdest
aldıktan sonra yine tırnaklarını oje ile boyayıp ikinci defa abdest al-
maya muhtaç oluncaya kadar ojesini bırakabilir. Abdest almak istedi-
ğinde kazımak zorundadır.
Soru: Kur'ân kursu öğretmenliğini yapan bir kadın, kendisine adet gelirse nasıl görevini sürdürecektir? Adet halinde Kur'ân-ı Kerîm'i okuması ve okutması yasak olursa görevi aksar, yılda bir defa olsaydı buna katlanabilirdi ama, bu iş her ayda tekerrür ettiği ve her defada beş altı gün devam ettiği için öğretim ve öğrenim işi aksamaktadır, bunun çaresi yok mudur?
CEVAP: Şafiî ile Hanefî mezhebinin kuvvetli görüşüne göre
bunun hiç çaresi yoktur. Yalnız Hanefî âlimlerinden ve müctehid fîl-
mesail olan zevatlardan Tahavi'ye göre adet halinde bulunan mual-
lime kadının yarımşar âyet okumak suretiyle öğretim yapmasında bir
sakınca yoktur (1). Maliki mezhebine göre de adet halinde olan mual-
lime ile müteallime için zarurete binaen caizdir.
Bunun için içtihadın üçüncü tabakasını işgal eden bu zatı taklit
etmekte bir sakınca olmadığı gibi zarurete binaen Maliki mezhebini de
taklit etmekte bir sakınca yoktur. Buna göre adet halinde bulunan
muallime ve müteallimenin Kur'ân-ı Kerîm'i okumalarında bir beis
yoktur (2).
1 Resail İbn'i-Abidin S h f: 112
2 Cevahir el-ilklil 1-32
3 Mecma'ul-emhur c. I. s. 26
Soru: Avret ne demektir? Erkek ile kadın vücutlarından ne kadarının örtünmesi gerekir?
CEVAP: Avret, görülmeyecek şekilde örtünmesi gereken vü-
cudun belli yerleridir. Avret ne kadardır? Bu hususta ihtilâf vardır.
Şöyle ki: Erkeğin erkeğe nisbetle avreti, diz ile göbek arasıdır. Cer-
hed el-Eslemî diyor ki:
"Peygamber (sav) yanımızda oturdu bacağım açıktı, bunun
üzerine Peygamber (sav) buyurdu ki: "Bacağın avret olduğunu biliyor musun?" (1). Yine Peygamber (sav) Hazret-i Ali'ye buyurdu ki:
"Bacağını gösterme" (2). Maliki mezhebinin bazı âlimlerine göre erke-
ğin erkeğe nisbetle bacağı avret değildir. Sadece ön ve arka tarafı av-
rettir. Kadının kadına nisbetle avreti, erkeğin erkeğe nisbetle olan av-
reti gibidir. Yani diz ile göbek arasıdır. Buralara bakmak caiz değildir.
Geri kısımlarına bakmakta beis yoktur.
Erkeğin kadına nisbetle avreti ise: Şayet baba ve kardeşi gibi
mahremi olursa yine diz ile göbek arasıdır. Bu hususta ittifak vardır.
Mahremi değil yabancı olursa yani nikâh hususunda birbirine düşer-
lerse "avret diz ile göbek arasıdır" diyen olduğu gibi, bütün vücudu
avrettir diyen de olmuştur. Yani erkeğin kadına bakması haram olduğu
gibi kadının da erkeğe bakması haramdır. Şâfi'î mezhebi böyledir.
Kadının erkeğe nisbetle avretine gelince, sahih kavle göre, bü-
tün vücudu avrettir.
Şafiî mezhebiyle Hanbeli mezhebi böyledir. Hanefî ile Maliki
mezheblerine göre; yüz ve el müstesna bütün vücud avrettir.
Aynı zamanda kadının mahkemede ifâde vermesi için erkek
hakim veya alış-veriş için müşteri veya satıcı erkeklere görünmesinde
beis yoktur.
1"Ebû Davûd
2" Ebû Davûd
3' İbn-i Abidin. c. 1. s. 272
Soru: Kadının sesi avrettir, onu dinlemek haramdır diyen olduğu gibi mubahtır diyen de vardır. Bu hususta ne diyorsunuz. Biz nasıl davranalım?
CEVAP: Soruda belirtildiği gibi kadının sesi hakkında çeşitli
mütalaalar serd edilmiştir. Şâfi'î ulemâsının kaydettiklerine göre kadı-
nın sesi avret değildir. Yabancı erkeklere işittirecek kadar bir kadın
sesini yükseltirse günahkar olmadığı gibi onu dinleyen erkek de gü-
nahkar olmaz. Hanefî mezhebinde ihtilaflıdır. Ed-Durru'1-Muhtar ile
İbn-i Abidin'e göre en kuvvetli görüş kadının sesi avret değildir.
Nevazil ve el-Kafî ismindeki kitaplara göre avrettir. Bazı ulemâya
göre namazda avrettir, onun dışında avret değildir"( İbn-i Abidin. c. 1. s. 272).
Alusî: kanaatime göre kadının sesi avret değildir, ancak sesi şehveti tahrik edip fitneye vesile olursa o zaman haram olur. demektedir'.
Muhammed Ali es-Sabünî de şöyle diyor: Kadının sesi fitneye
vesile olmazsa avret değildir. Zira Peygamber (sav)'in zevceleri Pey-
gamber (sav)'in hadîslerini nakledip rivayet ederler ve içinde yabancı
erkek bulunan cemaatle konuşurlardı .
Halil Gönenç, GÜNÜMÜZ MESELELERİNE FETVALAR,142
Soru: Kadının yüzü veya vücudunun başka bir tarafı aynadan görünse ona bakmak caiz midir?
CEVAP: Aynaya akseden kadının yüzü veya vücudunun başka
bir tarafına bakmak dinen caizdir. Çünkü o hakiki değil hayalidir(el-Fetava el-Kübra. c. 4. s.5).
Ancak fitneye vesile olduğu takdirde hayalî de olsa haram olur. Kadın
fotoğrafı ile televizyonda görünen kadın da böyledir. Yani hayal ol-
duğu için fitneye vesile olmadıkça ona bakmak, İslâm dininde söz ko-
nusu olan haram nazar sayılmaz. Ama fitneye ve ahlakın bozulmasına
vesile olursa haram olur.
Halil gönenç
Soru: Maliki ile Hanefî mezhebinde sû-i niyyet olmazsa kadının yüzü avret sayılmadığından şehvetsiz ona bakmakta beis yoktur. Fakat Şâfi'î ile Hanbelî mezhebine göre şehvetsiz de olsa bakmak haramdır. Buna göre yüzü açık bir kadın ile alış-veriş yapmak caiz midir?
CEVAP: Zarurete binaen bir tüccar, yüzü açık bir kadına baka-
bilir. Sû-i niyyet olmazsa Allah'ın indinde mes'ûl sayılmaz.
( el-Mühezze.b, c. 2. s. 34).
Soru: Kadının örtünmesini emir eden âyet-i kerime de zikr edilen cilbab ne demektir, manto giymek haram mıdır?
CEVAP: Câhiliyette insanların birçokları terbiye ve edebden
yoksundu. Ahlâk, iffet ve namus meselesi lafta idi. Bugün olduğu gibi
kadın açılıp saçılıyordu, vücudunu, na mahrem yerlerini göstermekle
böbürleniyordu. İlahî rahmet olarak gelen İslâm dini, tefessüh etmiş
bu insanlığı ıslah etmek için birtakım emir ve prensipler getirdi. Bun-
lardan birisi de kadının cilbab ile örtünmesini emreder.
"Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin ha-
nımlarına söyle! Baş ve boyunlarını örtmek için cilbablarını üzer-
lerine alsınlar"(1).
Cilbab'ın mâhiyeti hakkında birkaç görüş vardır:
l- Cilbab. bütün vücudu örten uzun gömlek veya entaridir.
2-Entari üzerine giyilen geniş elbisedir.
3- Başı. boynu ve çevresini örten atkıdır.
4- Üst tarafı göbeğe kadar örten ve ridâ denilen örtüdür.
Sibeveyhrnin üstadı olan Halil; "Bu mânâlardan hangisi kasdedi-
lirse caizdir" diyor(2). Müslüman kadın, el ve yüzü müstesna bütün
vücudunu örtmek mecburiyetindedir. Bir kimse buna inanır fakat
uygulamazsa günahkâr olur. Amma inkâr ederse dinden çıkar, mürted
olur. İslâm'ın kabul etmediği tevillere baş vurup halkın inancını boz-
mak sapıklıktır. Tesettürün dinen makbul olabilmesi için birkaç şartı
vardır, onlara ri'âyet etmek gerekir:
1- Elbisenin vücudu gösterecek tarzda ince,
2- Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli,
3- Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmaması gerekir.
Bir memlekette manto giymek adet ise, dar olmamak şartıyla onu giy-
mekte beis yoktur. Çünkü İslâm dini, ne erkek ne kadın için belli bir
kıyafet getirmemiştir. Her memleketin kendisine has bir giysisi vardır.
Hatta buranın çarşafı, Suriye, Irak ve Hicaz'da giyilen çarşafa
benzemiyor. İlla şu veya bu kıyafet lazımdır demek doğru değildir.
1' Ahzab: 59
2 el-Sîracel-Münir c. 3. s. 271
Halil Gönenç, GÜNÜMÜZ MESELELERİNE FETVALAR, 148
Soru: Kadının camiye gidip cemaatle namaz kılması caiz mi değil mi?
CEVAP: Peygamber (sav)'in zamanında erkekler camiye gidip cemaatle namazlarını kıldıkları gibi kadınlar da camiye gidip namaz
kılarlardı. Ümmü Atiyye'den rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) genç, başkasına kendini göstermeyen örtülü ve hayızlı kadınları bay
ram namazı yerine götürürdü. Ancak hayızlı kadınlar namaza iştirak etmemekle beraber diğer hayır işleri ve müslümanların davetine katı-
lırlardı(1).
Peygamber (sav) Allah'ın kullan olan kadınların camilere gitmelerine engel olmayınız, buyurmuştur (Ebû Davûd).
Yalnız Şafiî mezhebine göre kadının evinde cemaatle kıldığı namaz, camide cemaatle kıldığı namazdan daha üstündür(2).
Hanefi mezhebine göre ise yaşlı müstesna, kadının camiye gitmesi doğru değildir(3).
1 hezzeb, c. l, s. 119
2 el-Fetava el-Kübra, c. I. s. 158
3 Mecme'ul-Enhür, c. l, s. 109
Halil Gönenç, GÜNÜMÜZ MESELELERİNE FETVALAR,160
Soru: Kadının kabir ziyareti yapması caiz midir?
CEVAP: Peygamber (sav) İslâm'ın ilk günlerinde hem erkek,
hem kadın için kabir ziyaretini yasaklamıştı. Çünkü birçok putperest
ölmüş ecdadlarının suretlerini tasvir edip onlara tapıyorlardı. İslâmiyet
kuvvetlenince Peygamber (sav) kabir ziyaretine müsaade edip şöyle
buyurdu: "Sizi kabir ziyaretinden men etmiştim. Artık kabirleri
ziyaret ediniz. Çünkü size âhireti hatırlatır." Bu itibarla ibret almak
ve ölülere dua etmek için kabir ziyareti erkekler için bilittifâk caizdir.
Fakat kadın için ihtilaflıdır. Bazı ulemâya göre caiz değildir. Çünkü
Peygamber (sav) şöyle buyurmuştuk Allah kabir ziyaretine giden ka-
dınları lanetlemiştir. Cumhur-u Ulemâya göre; kadın İslâm'a göre zi-
yaretini eda ederse, yani erkeklere karışmaz, gürültü yapmaz ve teset-
türe riâyet ederse onun da ziyareti sünnettir. Çünkü o da erkek gibi
ibret almağa muhtaçtır. Kadınların ziyaretini meneden hadîsler
İslâm'ın ilk günlerinde vârid olmuştur. Yani erkekler dahil herkes için
yasak olduğu zamanlarda Peygamber bunları söylemişti.
Abdullah bin Ebi Melike diyor ki: Bir gün Hazreti Aişe kab-
ristan ziyaretinden döndü. Bunun üzerine kendisine "Ey mü'minlerin
annesi nereden geliyorsun?" dedi. Aişe:
- Kardeşim Abdurrahman'ın kabrini ziyaret etmekten geliyorum.
- Peygamber (sav) kabirleri ziyaret etmekten men etmemiş miydi?
- Evet men etmişti. Sonra onu serbest bıraktı. Yine Peygamber
(sav) oğlunun kabri üzerine ağlayan bir kadının yanından geçti ve:
"Allah'tan kork ve sabret", dedi. Fakat onu men etmedi.
Buna benzer çok hadîs vardır.
Soru: Velîsi olmayan bir kadın hacca gidebilir mi?
CEVAP: Şafiî mezhebine göre haccın kadına vacip olabilmesi
için, kocası veya mahremi veya güvenilir bir kaç kadının bulunması
gerekir. Yani kadının kocası veya mahremi varsa onunla birlikte hacca
gider, yoksa bir kaç kadın bulunduğu takdirde onların refakatiyle hacca
gidebilir. Şayet bunlar da bulunmazsa emniyet olduğu halde hacca
gitmeye mecbur değildir. Amma isterse gidebilir(Muğni'l-Muhtac. c. I. s. 467). Yalnız kadın hac
farizasını eda etmiş, nafile olarak hacca gitmek isterse, ancak kocası veya
mahremiyle birlikte gidebilir. Kadınlarla birlikte gitmesi caiz değildir.(Aynı eser c. I. s. 467).
Hanefî mezhebine gelince kadın, kocası veya mahremi olmazsa hiç bir surette hacca gidemez. Mutlaka gitmek isterse nafile haccı olmamak şartıyla yolculuk hususunda Şafiî mezhebini taklîden gidebilir.
Halil Gönenç, HACVEKURBAN 271
Soru: Adet halinde olan bir kadın, Arafat vakfesini yapabilir mi?
CEVAP: Adet halinde olan bir kadın Arafat vakfesini yapabilir, Müzdelifede durup dua edebilir ve Mina'da Cemrelere
taşlarını atabilir. Bu husus için hiç bir sakınca yoktur. Yalnız
Mescidü'l-Haram ve başka camilere giremez. Dolayısıyla Kabe'yi de
tavaf etmesi haramdır. Şafiî mezhebinde o halde yapılan tavaf sahih
değildir. Hanefî mezhebine göre de sahih ise de tahrimen mekruhtur.
Ceza olarak bir deve kesmek de îcâb eder. Eskiden Safa ile Merve,
Mescidü'l-Haram'in dışında oldukları için adet halinde olan kadın
sa'y edebilirdi. Şimdi ise Safa ile Merve. Mescidü'l-Haram'ın
müştemilatından olduklan için sa'y etmesi de haramdır.
Halil Gönenç, HAC VE KURBAN, 283
Soru: Bir kadın ziyaret tavafını yapmadan evvel adet kanını görüp, kesilinceye kadar bekleyecek olursa arkadaşları memlekete döneceklerdir. Böyle bir durum karşısında ne yapmalıdır?
CEVAP: Ziyaret tavafını yapmadan adet halini gören bir kadının arkadaşları kendisini beklerse zaten adetten temizleninceye kadar beklemek zorundadır. Sonra normal olarak tavafı yapacaktır.
Arkadaşları kendisini beklemezlerse Şafiî mezhebine göre arkadaşlarıyla birlikte geri dönerse tavafı zimmetinde kalacaktır. Mekke'ye dönemeyecek bir mesafeye varıncaya kadar kocasıyla birleşmesi caiz değildir. Böyle bir mesafeye gittikten sonra ihramdan çıkmak niyetiyle bir kurban kestirir. Bu kurbanı olduğu yerde kestirebileceği gibi bir vekil tayin etmek suretiyle haremde de kestirebilir. Saçını
kısaltmamış ise saçını kısaltıp ihramdan çıkar ve böylece kocasıyla birleşmesi için bir sakınca kalmaz(2).
Ziyaret tavafını yapmayan bir kadın imkân bulduğu zaman tekrar Mekke'ye dönüp zimmetinde kalmış olan ziyaret tavafını yapacaktır. Hanefî mezhebine göre ise böyle bir kadın ya adet kanından temizleninceye kadar bekler veyahut
tahrîmen mekruh da olsa adette iken ziyaret tavafını yapar ve ceza
olarak bir deve keser.
1' Mugni'l-Muhtac. c. I. s. 534
2 el-Fetava el-Kübra. c. 2. s. 98
Soru: Annem, babamla birlikte daha önce hacca gitmişti. Bu defa birkaç kadınla birlikte umreye gitmek istiyor. Babam veya herhangi bir mahremi yanında olmadığı halde gitmesi caiz midir?
CEVAP: Hanefî mezhebine göre yanında mahremi veya kocası bulunmayan bir kadının doksan kilometre kadar uzak olan bir yere gitmesi caiz değildir. Bu hususta hac, umre ve başka yolculuk arasında fark yoktur. Ancak mahrem veya kocanın bulunması hacc'ın eda şartlarından biridir.
Şafiî mezhebinde ise kadının mahremi veya kocası bulunmadığı halde ilk hac için yani farz olan hac için birkaç kadınla birlikte hacca gidebildiği gibi emniyet olursa tek başına da gidebilir. Binaenaleyh Hanefî olan bir kadın mahremi veya kocası yanında bulunmazsa hacca gidemez. Ancak ilk hac olursa sadece yolculuk hususunda Şafiî mezhebini taklid edebilir. Amma mahremi veya kocası olmazsa Şafiî mezhebinde de birkaç kadın bulunsa da ne hacca, ne umreye gidemez(1).
1-Muğnil'l-Muhtâc, c. l, s. 467
Soru: İnsanı kışkırtıcı ve tahrik edici olan kadın seslerinin dinlenilmesi Günah mı acaba?
İslâm Dini, Peygamber Efendimizin (A.S.) Sünnetine uygun eğlenmeyi ve çalgıyı haram kılmamıştır. Çünkü insanın bazen bu gibi şeylere de ihtiyacı vardır. Dinî musikî ruhun gıdasıdır. İlahîler bu cümledendir. Halk arasında «Musikî ruhun gıdasıdır» sözü meşru ölçüler içinde düşünülürse, bir bakıma doğrudur.
Ancak hangi ölçülerdeki musikî, müzik ve çalgılar mubahtır? Bunun için konulan genel kaide nelerdir? İslâm'ın bu husustaki koymuş olduğu genel anlamda ölçüleri şöyle sıralayabiliriz.
Şehveti tahrik edici, ahlâk bozucu her türlü saz ve çalgı,
Kadın - erkek karışık bir şekilde toplanıp herhangi bir çalgı çalmak,
Kadınları sahneye çıkarıp şarkı - türkü söyletmek, şantözlük yaptırmak,
Toplum yapısında çalışma, ibâdet ve düşünme ruhunu öldüren, insanı havaî şeylere itip zamanı boşa harcamayı aşılayan her türlü eğlence ve çalgı haramdır.
Bunun dışında mubah olan musiki ve çalgılar :
Kafayı dinlendiren musiki; ruha gıda veren dinî musiki,
Allah'ı, âhireti ve sorumluluğu hatırlatan veya vatan ve millet aşkını uyandıran, kahramanlık ruhunu aşılayan her türlü şarkı, türkü ve çalgı.
Ahlâkî kurallara bağlı kalınarak kadınların kendi aralarında eğlenip çalgı çalmaları, şarkı ve türkü söylemeleri,
Ayni ölçüler içinde erkeklerin kendi aralarında bu kabil eğlence tertiplemeleri -ibâdet ve çalışmayı engellemediği sürece- mubahtır.
Bunun için fukaha genel anlamda şu hükmü koymuşlardır :
Söylenen şarkı - türkü ve şiirler ahlâk bozucu, ilâhî sınırları aşıcı ve şehveti gayr-i meşru yola itici olmadığı takdirde mekruh değildir. İçki, kadın ve benzeri şeyleri över mahiyette ise, mekruhtur. (1)
Düğünlerde Tef, Darbuka ve Benzeri Aletleri Çalmak:
Düğün ve derneklerde bu kabil âletleri çalmaya cevaz verilmiştir. Nitekim. Peygamber (A.S.) Efendimiz zamanında bayram günleri kadınların biraraya gelip bu tür çalgı çalıp eğlendikleri sahih rivayetlerle sabit olmuştur. Hattâ bir bayram günü Hz. Âişe Validemizin evinde kadınlar toplanıp tef çalıp eğlenirlerken Resûlüllah (A.S.) Efendimiz içeri girmiş, onlara bir şey demeden çekilip bir köşede uzanarak uyumak istemişti. Tanı bu sırada Ebûbekir SIDDIK içeri giriyor ve çalgı seslerini işitince üzülüyor, onları azarlayarak «Peygamber Efendimizin huzurunda caz ve sazın yer! mi olur?» diye uyarıda bulunuyor. Bunun üzerine Efendimiz yüzünün üstündeki örtüyü kaldırarak, Ya Ebabekir! Herkesin bir bayramı var, onda eğlenirler, vazgeç bunlar da kendi bayramlarında eğlensinler.» buyurarak bunun bir aşırılık olmadığını belirtiyor.
Efendimiz Mekke'den Medine'ye hicret edip Medine'ye girerken .coşkun bir tezahüratla karşılandı, bunların arasında neşide söyleyen kızlar ve kadınlar da. bulunuyordu. Efendimiz onların bu davranış; m o gün için yadırgamadı. Sonraları, kadınların erkekler arasında neşide, (şarkı ve türkü) söylemelerini yasakladı.
Aşırı şekilde çalıp oynamak ise mekruh kabul edilmiştir. İmam Ebû Yusuf bu görüştedir. (2)
Hızanetü'l-Müftîn adlı eserde bu konuya temas edilerek deniliyor ki: Bayram ve benzeri günlerde tef ve benzeri şeyleri çalmakta dinen bir sakınca yoktur.
(1) El-Muhit - Radiyüddin Serahsî
(2) El-Muhit - Radiyüddin Serahsi
Kaynak: Celal yıldırım İslam Fıkhı Adlı eseri