ismail fakihullah
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 15 Haz 2006
- Mesajlar
- 280
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Değer verene, elbette değer verilecekti. Korumaya çalışan,
korunacaktı. Seven, sevilecek; muhabbet duyana, muhabbet duyulacaktı.
Evet, Peygamber seni çok seviyordu. Çünkü sen de O'nu çok
seviyordun. O ve O'na ait her şeye derin bir muhabbet besliyordun.
Asırlar süren ömrünce de bunu hemen her fırsatta göstermiştin.
Daha gencecik iken, O'nun getirdiği kitaba saygısızlık olur
diyerek, bütün bir gece, Kur'an'ın bulunduğu odada ayaklarını
uzatıp yatmamıştın.
Tarih boyunca onlarca devletin, kapısına gelip gelip hüsran içinde
geri döndüğü İstanbul'u, sırf O'nun müjdesine ermek için
fethetmiştin. Bu güzel beldeyi alınca, "Kendinize bir saray
yaptırmayacak mısınız?" diye sorduklarında, "O güzel Peygamberin
mihmandarını bulup, ona bir türbe yaptırmadan kendime bir saray
yaptırmaya haya ederim." demiştin.
Senin fikrinde hep O, güzeller güzeli olduğu gibi, zikrinde de,
faaliyetlerinde de hep O vardı. O'nun yüzyıllar evvel verdiği
müjdeyi gerçekleştirme şevkiyle İstanbul'a yüklendiğinde,
Boğaz'ı tutmak için Rumeli yakasına bir kale inşa etmen
gerektiğinde, kale duvarlarını, Kufi hatla Muhammed yazarak inşa
etmiştin. Sen bu anlamlı davranışınla, Diyar-ı Rum denen
toprakları, O mübarek isimle mühürleyerek Diyar-ı İslâm haline
getirmiştin.
Ülkeyi yönetme vazifesi sana verildiğinde, vazifenin bilincinde
olarak ilk önce Yüce Peygamber'in mihmandarı Eba Eyyube'l-Ensari'nin
huzuruna gitmiş, ceddin Osman Bey'in kılıcını O'nun huzurunda
kuşanmıştın. Aslında imkân olsa, sen ey güzel Osmanlı, gider, o
mübarek kılıcı Sevgililer Sevgilisi'nin huzurunda, Medine'de,
Ravzayı Mutahhara'da kuşanırdın; ama halkın selâmeti için
fedakârlık yapmaya, başkaları için yaşamaya mecburdun ve
İstanbul'dan da ayrılamazdın. Bu sebepledir ki sen, Hicaz
topraklarına hiç gidemedin. Oralara hiç yüz süremedin. Seni
oralarda, hep rüyalarda, yakazalarda gördüler. Ve Sen hep oraların
hicranıyla yandın.
Sen: "Ben senin bastığın yerlerin hadimiyim." demiştin. Bunu
söylerken samimiyetini gösterme adına da, Kâbe'nin avlusunu
süpürttüğün tavus tüylerinden birini tacına takmıştın.
Bununla da yetinmemiş, O'nun mübarek ayak izini, "N'ola başımda
taçım gibi taşısam daim.." diyerek, sorguç gibi tacının üzerine
koydurmuştun.
Her işinde o güzel Rasûl'ün işaretini beklemiştin. Kıbrıs
fethedilip bunun şükrünü eda etme adına bir cami yaptırmak
istediğinde, camiyi inşa edeceğin yeri bile O söylemişti sana. Ama
sen de O'na karşı son derece saygılıydın. Sultan Ahmet Camii'ne,
altıncı minareyi, O'nun mescidine yedincisini ekletmeden yaptırmayı
saygısızlık addetmiştin.
Mısır'ı fethettiğin zaman, Kutsal Emanetler ile Hicaz Emiri sana
bağlılığını bildirdiğinde, gözlere sürme bu emanetlerin
başında, kesintisiz Kur'ân okumayı başlatmış, bu iş için otuz
dokuz hafız görevlendirmiş, kırkıncı hafız olarak da kendini
vazifeli kılmıştın.
O gözlere sürme Sakal-ı Şerifleri, cam ampullere bir bir
koydurarak, Güzeller Güzeli'nin bu mübarek hilyelerini her insan
görsün diyerek, dünyanın dört bir yanına dağıtmıştın.
Sadece mübarek sakallar mı? Sen O'na ait her şeye düşkündün. Hz.
Peygamber'in Kâb Bin Züheyr'e hediye ettiği mübarek hırkası,
dönüp dolaşıp senin ülkene geldiğinde, heyecanlanmış, onu
muhafaza etmek için hemen bir cami yaptırmıştın. Hırka-ı
Şerif'in adıyla anılacak bu camide korunacak olan Peygamber
Hırkası, bundan böyle halka buradan sergilenecek, sen muhafaza
edecektin.
Sen O'nun adına da müştaktın. Bu nedenledir ki her yerde O'nun
adını anmış, O'nun türkülerini söylemiştin. Çocuklarını bile
O'nun adıyla uyutmuş, O'nun adıyla büyütmüştün. Çocuklarına
hep O'nun ve sevdiklerinin adlarını vermiştin. Tarihte kaç sülâle
vardır senin kadar Peygamber adını nesillerine çok koyan. Sen
çevreni Ahmetlerle, Mahmutlarla, Mehmetlerle süslemiştin.
Topkapı Sarayı avlusunda, o Güzeller Güzeli'nin sancağını
selâmlamadan hiçbir sefere çıkmamıştın.
Avrupa'da O'nu alaya alan bir oyun sergilendiğinde, hasta halinle bile
kükremiş ve: "Tiz o oyunu kaldırın, yoksa tüm Âlem-i İslam'ı
aleyhinize ayaklandırırım." diyerek vefanın en güzel örneğini
sergilemiştin.
O'nun beldesinden demiryolu hattı geçirirken, bu mübarek toprakları
gürültüye boğmamak için, tren raylarına keçe döşetmiştin.
O'nun ümmetidir diyerek, her sene Sürre Alayları ile, Hicaz
bölgesinin halkına altın ve mücevher dağıtmıştın. Sürre
Alayları'na o kadar çok önem veriyordun ki, kervanların
İstanbul'dan ayrılma zamanı geldiğinde, bütün işlerini bir yana
koyuyor, onları uğurlamak için bizzat yollara çıkıyordun. Sürre
Alayları'nı uğurlama vazifesinden seni en ağır hastalıklar bile
alıkoyamıyordu. I. Abdülhamid'in hastalığının en ağır
döneminde, Sürre Alayı'nın çıkış gününü bir gün öncesine
aldırarak onları uğurlama törenine katıldığını, tören
bitiminde de daha Topkapı Sarayı avlusundan ayrılamadan bir köşeye
yığılarak Hakk'ın rahmetine kavuştuğunu hatırlıyor ve sendeki
vazife şuurunun hassasiyeti karşısında hayretler içinde
kalıyoruz.
Sen, O'nu sevdiğin gibi; O'nun sevdiklerini de seviyordun. O neye
düşkünse, sen de ona düşkündün. O, Âlemlerin Rahmeti, Medine'de
yüzünü Kudüs'e dönüp namaz kılarken; gönlünün asıl kıblesi
olan mekânı özlediği gibi, buraları da özlememesi
düşünülemezdi. Sen de orayı ve orasıyla ilgili her şeyi çok
seviyordun. Her sene bu kutsal evin örtüsünü İstanbul'da bizzat
altın yaldızlarla hazırlatıyor, Sürre Alayları ile oralara
gönderiyordun. Bir önceki örtüyü de, "Allah'ın evine tam bir sene
dokundu." diyerek, kutsal sayıyor, en değer verdiğin mekânların
başköşesine özenle asıyordun. Bugün hangi Selâtin Camiine
girsek, duvarlarında senin eserin bir mübarek bez görüyor ve senin
O'na muhabbetin karşısında iki büklüm oluyoruz, ey Osmanlı!
Sadece örtü mü? Hayır değil. Sen oraların taşına bile
hayrandın. Kâbe'nin köşesinde duran Hacerü'l-Esved'i, sırf
Peygamber öptü diye korumuş, etrafını altınla kaplatmıştın. Bu
kaplama esnasında taşın küçük bir parçası kırılmıştı. Sen
o taş parçasını eller üzerinde dualarla İstanbul'a kadar
getirtmiş, camilerinin ve türbelerinin kapılarına koydurmuştun.
Bugün Kanunî Sultan Süleyman'ın Türbesi ve Sokullu Camii'nin
kapısının üzerine bakıp da kara bir taşı, altın çerçeveler
içinde orada görünce, hayran olduğun değerlere sahip
çıkamadığımızı görüyor ve utancımızdan yerin dibine
geçiyoruz.
O'na duyduğun sevgiyle coşarak, O'nun çizdiği yoldan bir nebze
olsun ayrılmadın. Medine'de diğer din mensupları ile diyaloğu
kollayan hoşgörü Peygamberinin has bir ümmeti olarak, sen de dinler
arası hoşgörüde tarihin şahit olmadığı manzaraları meydana
getirmiştin. Bugün, yaşlılar için yaptırdığın Darü'l-Aceze'de
yan yana duran cami, kilise ve havrayı görüyor ve seni anlayamamış
olmanın ızdırabını duyuyoruz.
Evet, sen çok müşfiktin, sen çok vefalıydın, sen o Güzeller
Güzeli Peygamberimiz'i en iyi anlayanlardandın. Sen O'nu çok sevdin
ve bu anlattıklarımız gibi daha nice güzelliği O'nun adına
sergiledin. Başta da söylediğimiz gibi, değer verene elbette değer
verilecekti. Korumaya çalışan, korunacaktı. Seven, sevilecek;
muhabbet duyana, muhabbet duyulacaktı. Elbette ki, O da seni
unutmadı, seni çok sevdi. Ve ne zaman ki sen O'nun o ağızlara tat,
güzel adını anarak O'nu çağırdın, O, hemen senin yanında oldu.
Örnek mi istiyorsun, hani sen zorlu İstanbul surlarına tüm
gücünle yüklendiğinde, Ulubatlı'n surların en yükseğine
tırmanmış ve burçlara sancağı dikmişti. Kanlar içinde,
gözlerini ötelere açmak üzere iken; tebessüm ediyordu. Sen, ona
neden tebessüm ettiğini sormuştun. O da sana, Peygamberimiz'i az
önce surlarda gezerken gördüğünü söylemişti. O Güzeller
Güzeli, o gün seni yalnız bırakmamıştı.
Mısır seferine çıkmıştın. Yazın sıcağında, dünyada hemen
hiçbir canlının göze alamayacağı bir şeye girişmiştin.
Kavurucu Sina çölünü geçmek... Hem de dev bir ordu ile. Çölün
ortalarında Peygamber'i önünde sana yol gösterirken görmüştün.
Öyle saygılıydın ki; hemen atından inmiş, kavurucu kumları
yürüyerek katetmeye başlamıştın. Sen attan inersin de ordun durur
mu, kalabalık ordunun tamamı atından inmiş, ve seni takip etmişti.
Bu, tarihin durup kulak vereceği bir sahne idi: O, seni oralarda da
yalnız bırakmamıştı.
Ya Çanakkale! O bambaşka bir destan idi. Dünyaya altı yüz sene
huzur ve adalet dağıtmış iken, bir zaman sonra zaafa
düşmüştün. Hastalanmış ve elden ayaktan kesilmiştin. Sen
güçlü iken, köşe bucak saklanacak yer arayanlar, senin bu durumun
karşısında meydanlarda ileri geri konuşmaya başlamıştı. En
büyük arzuları da seni bitirmek ve dünyayı arzu ettikleri gibi
paylaşıp tüketmekti. Ve onlar senin üzerine üşüştüler. Bu
senin varlık ve yokluk savaşındı. Düşmanın bu üstün güçleri
kapına dayanmıştı. Ya ölecek, ya da öldürecektin. Çanakkale
sırtlarında sıkıştığın bir anda yürekten bir haykırışla
yardım istemiştin O'ndan, "Yetiş, Ya Muhammed kitabın gidiyor!"
demiştin. Sen çağırırdın da O hiç durur muydu? Sen O'nun
getirdiği din adına bu sırtlarda can verirken, O'nun gönlü hiç
razı olabilir miydi Medinelerde kalmaya? Zaten Ravzayı Mutahhara'nın
türbedârına da öyle dememiş miydi rüyasında; "Ben şimdi
Medine'mde değilim, Çanakkale'deyim... Çok zor durumda olan asker
evlâtlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara
yardım ediyorum."
İşte dinine yüzyıllarca kol kanat gerdiğin Yüce Rasûl'ün sana
düşkünlüğü.
Ne mutlu sana Ey Osmanlı! Ne mutlu senin ahlâkî seciyeni anlayarak
sana gerçek torun olabilenlere. Ne mutlu sevdiklerini sevenlere, ve
yine ne mutlu düşkün olduklarına düşkün olabilenlere.
korunacaktı. Seven, sevilecek; muhabbet duyana, muhabbet duyulacaktı.
Evet, Peygamber seni çok seviyordu. Çünkü sen de O'nu çok
seviyordun. O ve O'na ait her şeye derin bir muhabbet besliyordun.
Asırlar süren ömrünce de bunu hemen her fırsatta göstermiştin.
Daha gencecik iken, O'nun getirdiği kitaba saygısızlık olur
diyerek, bütün bir gece, Kur'an'ın bulunduğu odada ayaklarını
uzatıp yatmamıştın.
Tarih boyunca onlarca devletin, kapısına gelip gelip hüsran içinde
geri döndüğü İstanbul'u, sırf O'nun müjdesine ermek için
fethetmiştin. Bu güzel beldeyi alınca, "Kendinize bir saray
yaptırmayacak mısınız?" diye sorduklarında, "O güzel Peygamberin
mihmandarını bulup, ona bir türbe yaptırmadan kendime bir saray
yaptırmaya haya ederim." demiştin.
Senin fikrinde hep O, güzeller güzeli olduğu gibi, zikrinde de,
faaliyetlerinde de hep O vardı. O'nun yüzyıllar evvel verdiği
müjdeyi gerçekleştirme şevkiyle İstanbul'a yüklendiğinde,
Boğaz'ı tutmak için Rumeli yakasına bir kale inşa etmen
gerektiğinde, kale duvarlarını, Kufi hatla Muhammed yazarak inşa
etmiştin. Sen bu anlamlı davranışınla, Diyar-ı Rum denen
toprakları, O mübarek isimle mühürleyerek Diyar-ı İslâm haline
getirmiştin.
Ülkeyi yönetme vazifesi sana verildiğinde, vazifenin bilincinde
olarak ilk önce Yüce Peygamber'in mihmandarı Eba Eyyube'l-Ensari'nin
huzuruna gitmiş, ceddin Osman Bey'in kılıcını O'nun huzurunda
kuşanmıştın. Aslında imkân olsa, sen ey güzel Osmanlı, gider, o
mübarek kılıcı Sevgililer Sevgilisi'nin huzurunda, Medine'de,
Ravzayı Mutahhara'da kuşanırdın; ama halkın selâmeti için
fedakârlık yapmaya, başkaları için yaşamaya mecburdun ve
İstanbul'dan da ayrılamazdın. Bu sebepledir ki sen, Hicaz
topraklarına hiç gidemedin. Oralara hiç yüz süremedin. Seni
oralarda, hep rüyalarda, yakazalarda gördüler. Ve Sen hep oraların
hicranıyla yandın.
Sen: "Ben senin bastığın yerlerin hadimiyim." demiştin. Bunu
söylerken samimiyetini gösterme adına da, Kâbe'nin avlusunu
süpürttüğün tavus tüylerinden birini tacına takmıştın.
Bununla da yetinmemiş, O'nun mübarek ayak izini, "N'ola başımda
taçım gibi taşısam daim.." diyerek, sorguç gibi tacının üzerine
koydurmuştun.
Her işinde o güzel Rasûl'ün işaretini beklemiştin. Kıbrıs
fethedilip bunun şükrünü eda etme adına bir cami yaptırmak
istediğinde, camiyi inşa edeceğin yeri bile O söylemişti sana. Ama
sen de O'na karşı son derece saygılıydın. Sultan Ahmet Camii'ne,
altıncı minareyi, O'nun mescidine yedincisini ekletmeden yaptırmayı
saygısızlık addetmiştin.
Mısır'ı fethettiğin zaman, Kutsal Emanetler ile Hicaz Emiri sana
bağlılığını bildirdiğinde, gözlere sürme bu emanetlerin
başında, kesintisiz Kur'ân okumayı başlatmış, bu iş için otuz
dokuz hafız görevlendirmiş, kırkıncı hafız olarak da kendini
vazifeli kılmıştın.
O gözlere sürme Sakal-ı Şerifleri, cam ampullere bir bir
koydurarak, Güzeller Güzeli'nin bu mübarek hilyelerini her insan
görsün diyerek, dünyanın dört bir yanına dağıtmıştın.
Sadece mübarek sakallar mı? Sen O'na ait her şeye düşkündün. Hz.
Peygamber'in Kâb Bin Züheyr'e hediye ettiği mübarek hırkası,
dönüp dolaşıp senin ülkene geldiğinde, heyecanlanmış, onu
muhafaza etmek için hemen bir cami yaptırmıştın. Hırka-ı
Şerif'in adıyla anılacak bu camide korunacak olan Peygamber
Hırkası, bundan böyle halka buradan sergilenecek, sen muhafaza
edecektin.
Sen O'nun adına da müştaktın. Bu nedenledir ki her yerde O'nun
adını anmış, O'nun türkülerini söylemiştin. Çocuklarını bile
O'nun adıyla uyutmuş, O'nun adıyla büyütmüştün. Çocuklarına
hep O'nun ve sevdiklerinin adlarını vermiştin. Tarihte kaç sülâle
vardır senin kadar Peygamber adını nesillerine çok koyan. Sen
çevreni Ahmetlerle, Mahmutlarla, Mehmetlerle süslemiştin.
Topkapı Sarayı avlusunda, o Güzeller Güzeli'nin sancağını
selâmlamadan hiçbir sefere çıkmamıştın.
Avrupa'da O'nu alaya alan bir oyun sergilendiğinde, hasta halinle bile
kükremiş ve: "Tiz o oyunu kaldırın, yoksa tüm Âlem-i İslam'ı
aleyhinize ayaklandırırım." diyerek vefanın en güzel örneğini
sergilemiştin.
O'nun beldesinden demiryolu hattı geçirirken, bu mübarek toprakları
gürültüye boğmamak için, tren raylarına keçe döşetmiştin.
O'nun ümmetidir diyerek, her sene Sürre Alayları ile, Hicaz
bölgesinin halkına altın ve mücevher dağıtmıştın. Sürre
Alayları'na o kadar çok önem veriyordun ki, kervanların
İstanbul'dan ayrılma zamanı geldiğinde, bütün işlerini bir yana
koyuyor, onları uğurlamak için bizzat yollara çıkıyordun. Sürre
Alayları'nı uğurlama vazifesinden seni en ağır hastalıklar bile
alıkoyamıyordu. I. Abdülhamid'in hastalığının en ağır
döneminde, Sürre Alayı'nın çıkış gününü bir gün öncesine
aldırarak onları uğurlama törenine katıldığını, tören
bitiminde de daha Topkapı Sarayı avlusundan ayrılamadan bir köşeye
yığılarak Hakk'ın rahmetine kavuştuğunu hatırlıyor ve sendeki
vazife şuurunun hassasiyeti karşısında hayretler içinde
kalıyoruz.
Sen, O'nu sevdiğin gibi; O'nun sevdiklerini de seviyordun. O neye
düşkünse, sen de ona düşkündün. O, Âlemlerin Rahmeti, Medine'de
yüzünü Kudüs'e dönüp namaz kılarken; gönlünün asıl kıblesi
olan mekânı özlediği gibi, buraları da özlememesi
düşünülemezdi. Sen de orayı ve orasıyla ilgili her şeyi çok
seviyordun. Her sene bu kutsal evin örtüsünü İstanbul'da bizzat
altın yaldızlarla hazırlatıyor, Sürre Alayları ile oralara
gönderiyordun. Bir önceki örtüyü de, "Allah'ın evine tam bir sene
dokundu." diyerek, kutsal sayıyor, en değer verdiğin mekânların
başköşesine özenle asıyordun. Bugün hangi Selâtin Camiine
girsek, duvarlarında senin eserin bir mübarek bez görüyor ve senin
O'na muhabbetin karşısında iki büklüm oluyoruz, ey Osmanlı!
Sadece örtü mü? Hayır değil. Sen oraların taşına bile
hayrandın. Kâbe'nin köşesinde duran Hacerü'l-Esved'i, sırf
Peygamber öptü diye korumuş, etrafını altınla kaplatmıştın. Bu
kaplama esnasında taşın küçük bir parçası kırılmıştı. Sen
o taş parçasını eller üzerinde dualarla İstanbul'a kadar
getirtmiş, camilerinin ve türbelerinin kapılarına koydurmuştun.
Bugün Kanunî Sultan Süleyman'ın Türbesi ve Sokullu Camii'nin
kapısının üzerine bakıp da kara bir taşı, altın çerçeveler
içinde orada görünce, hayran olduğun değerlere sahip
çıkamadığımızı görüyor ve utancımızdan yerin dibine
geçiyoruz.
O'na duyduğun sevgiyle coşarak, O'nun çizdiği yoldan bir nebze
olsun ayrılmadın. Medine'de diğer din mensupları ile diyaloğu
kollayan hoşgörü Peygamberinin has bir ümmeti olarak, sen de dinler
arası hoşgörüde tarihin şahit olmadığı manzaraları meydana
getirmiştin. Bugün, yaşlılar için yaptırdığın Darü'l-Aceze'de
yan yana duran cami, kilise ve havrayı görüyor ve seni anlayamamış
olmanın ızdırabını duyuyoruz.
Evet, sen çok müşfiktin, sen çok vefalıydın, sen o Güzeller
Güzeli Peygamberimiz'i en iyi anlayanlardandın. Sen O'nu çok sevdin
ve bu anlattıklarımız gibi daha nice güzelliği O'nun adına
sergiledin. Başta da söylediğimiz gibi, değer verene elbette değer
verilecekti. Korumaya çalışan, korunacaktı. Seven, sevilecek;
muhabbet duyana, muhabbet duyulacaktı. Elbette ki, O da seni
unutmadı, seni çok sevdi. Ve ne zaman ki sen O'nun o ağızlara tat,
güzel adını anarak O'nu çağırdın, O, hemen senin yanında oldu.
Örnek mi istiyorsun, hani sen zorlu İstanbul surlarına tüm
gücünle yüklendiğinde, Ulubatlı'n surların en yükseğine
tırmanmış ve burçlara sancağı dikmişti. Kanlar içinde,
gözlerini ötelere açmak üzere iken; tebessüm ediyordu. Sen, ona
neden tebessüm ettiğini sormuştun. O da sana, Peygamberimiz'i az
önce surlarda gezerken gördüğünü söylemişti. O Güzeller
Güzeli, o gün seni yalnız bırakmamıştı.
Mısır seferine çıkmıştın. Yazın sıcağında, dünyada hemen
hiçbir canlının göze alamayacağı bir şeye girişmiştin.
Kavurucu Sina çölünü geçmek... Hem de dev bir ordu ile. Çölün
ortalarında Peygamber'i önünde sana yol gösterirken görmüştün.
Öyle saygılıydın ki; hemen atından inmiş, kavurucu kumları
yürüyerek katetmeye başlamıştın. Sen attan inersin de ordun durur
mu, kalabalık ordunun tamamı atından inmiş, ve seni takip etmişti.
Bu, tarihin durup kulak vereceği bir sahne idi: O, seni oralarda da
yalnız bırakmamıştı.
Ya Çanakkale! O bambaşka bir destan idi. Dünyaya altı yüz sene
huzur ve adalet dağıtmış iken, bir zaman sonra zaafa
düşmüştün. Hastalanmış ve elden ayaktan kesilmiştin. Sen
güçlü iken, köşe bucak saklanacak yer arayanlar, senin bu durumun
karşısında meydanlarda ileri geri konuşmaya başlamıştı. En
büyük arzuları da seni bitirmek ve dünyayı arzu ettikleri gibi
paylaşıp tüketmekti. Ve onlar senin üzerine üşüştüler. Bu
senin varlık ve yokluk savaşındı. Düşmanın bu üstün güçleri
kapına dayanmıştı. Ya ölecek, ya da öldürecektin. Çanakkale
sırtlarında sıkıştığın bir anda yürekten bir haykırışla
yardım istemiştin O'ndan, "Yetiş, Ya Muhammed kitabın gidiyor!"
demiştin. Sen çağırırdın da O hiç durur muydu? Sen O'nun
getirdiği din adına bu sırtlarda can verirken, O'nun gönlü hiç
razı olabilir miydi Medinelerde kalmaya? Zaten Ravzayı Mutahhara'nın
türbedârına da öyle dememiş miydi rüyasında; "Ben şimdi
Medine'mde değilim, Çanakkale'deyim... Çok zor durumda olan asker
evlâtlarımı yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Şimdi onlara
yardım ediyorum."
İşte dinine yüzyıllarca kol kanat gerdiğin Yüce Rasûl'ün sana
düşkünlüğü.
Ne mutlu sana Ey Osmanlı! Ne mutlu senin ahlâkî seciyeni anlayarak
sana gerçek torun olabilenlere. Ne mutlu sevdiklerini sevenlere, ve
yine ne mutlu düşkün olduklarına düşkün olabilenlere.