“Müminlere söyle, gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar.Bu onlar için daha temiz ve yararlıdır.Şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır.” (Nur Suresi 30.Ayet)
İMANIN HALAVET VE LEZZETİNİ
DUYMAK
Şüphesiz bu, gözünü haramdan sakınmasaydı elde edeceği nefsani lezzetten kat kat daha fazla ve hoştur. Bir tat ve lezzet ki, kul onu Allah Teala için bir haramı terk etmekle elde ede etmiştir, bu tarif edilemez bir lezzettir. Zira sırf ilahi bir bağış ve mükafattır. Nefis ise aslında, güzel şeylere bakmakla lezzet duyar ve yaratılışı icabı bu gibi şeylere düşkündür. Göz ise kalbin bir nevi keşif kolu, öncüsü ve elçisidir.Gözü hoşlanıp lezzet duyduğuy o şeye gönderdiği zaman, eğer göz ona gördüğü şeyin çok güzel ve lezzetli olduğu haberi getirirse, kalb de be sebeble heyecanlanıp haraket eder ve o şey hakkında iştiyak duyar. Çoğu zaman, böylece kendisini yorar ve kendisinin elçisi ve habercisi olan gözü de yorar. Nitekim şair bu hususu bir vesile ile şöyle dile getirir:
“Gözü kalbin habercisi olarak her gönderişinde,
Gözün seyrettiği o güzelin manzaralar sebebiyle kalbini yorarsın…
Gördüğün şeylerin tamamına sahip olmana imkan yok!
Bazısından vaz geçmeye dahi sabrın bulunmamamktadır…”
Demek ki çeşitli manzaraları seyretmekten alı koyduğun zaman, kalbini arzu ve irade külfetinden kurtarıp dinlendirmiş olursun. Bakışlarını kayıtsız şartsız salı veren ise, hasretler içinde kalır. Zira bakmak, kalpdeki sevgiyi fazlalaştırır ve bakılın şey hakkında bir ilgi başlatır. Sonra bu iligi gittikçe artarak düşkünlük, bağlılık ve aşk halini alır. Aşk, çok aşırı derecede sevgidir. Sonra bu aşk, kalbin ta kökünü ve içini saran bir sevgi haline gelir ki buna "gönlünü kaptırma" da denir. Daha sonra bu aşk "tetyyüm" halini alır ki, bunuda ancak "tapınma" ile ifade edebiliriz. Kalbin kökünü ve tamamını saran ve tapınma halini alane gelen bir sevgi ile sevilen şey ise, şüphesiz "ilah" edinilmiş olur. Bu suretle kalp, tapınılmaya ve kulluk edilmeye layık olmayan bir şeye kul-köle olmuş olur. İşte bütün bunlar, kalbin habercisi olan gözün bakışı sebebiyle meydana gelmiştir ve büyük bir cinayettir. Bir hükümdar durumundaki kalbin, esir durumuna düşmesine vasile olmuştur. Kendi hürrüyetine sahip olan kalp, şimdi adeta zindana düşmüştür ve "Bütün bu başıma gelenler senin yüzündendir!" diyerek gözü suçlamaktadır. Göz ise kendisine şöyle karşılık vermektedir: "Hiç haksız yere beni suçlama! Ben sadece senin gözcülüğünü ve haberciliğini yaptım. Beni o manzaraları seyretmeye sen gönderdin."
Neticede böyle bir bela ve cinayete maruz kalan bir kalp, aslında Allah sevgisinden nasibsiz bulunan bir kalbdir. Zira kalb, sevgisiz ve ilgisiz yapamaz. Samimi ve tertemiz bir Allah yetine koymaya, Allah'ı severcesine onları sevmeye kalkışır. Halbuki insanın tapınırcasına ve kalbinin tamamını verircesine seveceği, sadece Allah'tır. Allahtan başka hak mabud bulunmadığı gibi, bu şekilde sevilecek ve yönelinecek bir varlıkda yoktur. Yegane mabud (kendisine ibadet edilen) O olduğu gibi, yegane mahbud ve matlub (istenilen) da yine o'dur. İşte kalb, böyle bir iman ve ihlastan mahrum bırakılınca, kalkıp yaradılmışlardan mabud ve mahbub edinmektedir. Hakiki sevgi ve aşkla dolu olan kalb ise, İmanın tadına ve lezzetine ermekte, ihlas ve Allah'a itaat sınırının dışına çıkmamaktadır. Nitekim gerçek manada kul olanlardan Yusuf (a.s.) ile ilgili bir ayette de bu hususu işaret edilmiş ve şöyle buyurulmuştur:
"Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmiş olduk çünkü o ihlasa erdirilmiş (seçkin ve gerçek) kullarımızdandır."(Yusuf 24)
İbret alınacak bir husustur ki, Mısır azizinin karısı müşrik olduğu için o duruma düşmüştür, e vli olmasına rağmen. Yusu (a.s.) ise, seçkin ve gerçek bir kul olduğu için, kalbinde Allah'a İman ve ihlas bulunduğu için, bekar ve genç olmasına rağmen fuhuş ve kötülükten korunmuştur.
KALBİN NURLANMASI VE FERASETİ
Gözü haramdan sakınmanın ikinci faydası da, kalbin nurlanmasını ve farasetidir. Bu hususta büyüklerimizden Ebu Şüca e--Kermani şöyle buyurur:
"Her kim, zahirini sünnete ittiba ile, batınını da mürakabeye(1) devam ile diri kılarda nefsini şehvetlerden, gözünü haramlardan korur ve daima helal rızık ile geçinecek olursa, kalbin ferasetinde hiç bir hataya düşmez."
Bilindiği gibi Yüce Allah, kitabında bize Lut (a.s.)'ın kavmini de anlatmıştır. Bunu hikaye ettikten sonra buyurmuştur ki:
"Şüphesiz bunda işaretten anlayanlara nice ibretler vardır."(Hicr 75)
İşte burada beyan edilen ve "işaretten anlayanlar" olarak vasıflandırılanlar, kalbleri feraset sahibi olanlardır.Bunlar, gözlerini haramlardan sakınan, fuhşa tenezzül etmeyen kimselerdir.Unutmayalım ki, aynı zamanda yüce Allah, İman ehli olanlara "gözlerini haramdan sakınmalarını, ırzlarını gerçek manada korumalarını" emrattikten sonra şöyle buyurmuştur: "Allah bütüngöklerin ve yeryüzünün nurudur." Gerçekten anlayanlar için, burdaki ibretler ne kadar büyüktür! Acaba bundaki sır nedir ve nasıl açıklanır? Biz burada şu kadarını söyleyelim:
Ceza ve mükafat daima işlenen işin cinsindendir. Her kim gözünü, Allah'ın kendisine haram kıldığı şeylerden sakınırsa, Allah Teala onu, onun cinsinden ve de ondan çok hayırlı olan bir şeyle mükafatlandırır. Göz nurunu haramdan sakınan kuluna, kalb ve gönül nurunu arttırmakla karşılık verir. Böylece bu kul, başkalarının (yani gözünü haramdan sakınmayanların) göremediği şeyleri görür gibi olur. Zira onun kalb gözü açılmış, basiretinin nuru artarak feraset ehli olmuş olur. İsan bu hali kendi nefsinde duyup taşıyabilir. Zira kalb aslında ayna gibidir. Nefsani ve hevai arzular ise, bu aynaya arız olan kirlerlerdir. Eğer kalb nefsani kirlerden korunmuş veya bunlardan temizlenmiş ise, hakikatlerin suretleri-yansımaları bu kalbe olduğu gibi akseder. Böyle bir kalb, hakikatleri olduğu gibi görür de, batılı hak zannetme hatasına düşmez. Daima İhlav ve Yakin halinde bulunur.
Nefsani ve hevai kirlerle hem hal olmuş bir kalb ise, hakikatleri olduğu gibi göremez. Böyle bir kalbdeki bilgiler, kat-i biilgi olmaktan uzaktır, zan ve tahmin kabilinden şeyerdir. Tabii kalbden dışa sızan, konuşulan kelamlar da hep saçma sapan şeylerdir.
************************************************** *******
(1) Mürakabe: “Allah herşeyi göztleyicir.” (Ahzab 52) ayeti gereğince, Allah’ın herşeye muttali olduğuna, görüp gözetlediğine kesinlikle inanmak, bu bilgi ve inanışı devamlı muhafaza etmektir. Bu her hayrın esasıdır, ancak muhasebeden sonra gerçekleşir. Kul, nefsini önce muhasebe, sonra ıslah eder. Sonra yola hakkıyla suluk eder. Hakk’ın hukukuna ve daima O’nun huzurunda bulunuşuna riayet eyler. Yani mükabenin bütün adab ve inciliklerine riayette bulunur.
KALBİN KUVVETLENMESİ-SEBATI VE METANETİ
Yüce Allah, böyle bir kuluna, artık nusret ve heccet saltanatınıda bahşetmiştir. Onu gerçekten aziz kılıp, “şeytanın gölgesinden bile korkup kaçtığı bir kul” haline getirmiştir. Niteki şu müjde verilmiştir: ”Şeytan, nefsani arzularına muhalefet eden bir kimsenin, gölgesinden bile korkup kaçar!” Bunun tersine, nefsine kulluk eden kişi de, zillet ve meskenet vadilerine yuvarlanır. Zira Allah’ın isyan kullarına vereceği, zillet ve meskenet; itaatkar kuluna vereceği de şeref ve izzettir. Nitekim Kuran-ı Kerim’in şu ayetleri bunu açıkça ortaya koymaktadır:
“…Üstünlük ancak Allah’a, Onun elçisine ve müminlere mahsustur. Fakat münafıklar bilemezler.”(Münafikun 8)
“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer gerçekten müminlerseniz, mutlaka siz üstün gelecveksiniz.” (Ali imran 139)
“Kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamen Allah’ındır. (Allah onu dilediğine verir.é (Fatır 10)
Demekki dünyada ve ukbada izzet ve şeref isteyen, izzet ve şerefin tamamının gerçek sahibi bulunan Allah’a itaat edecek ki buna nail olabilsin. Allah’a itaat yolunun ise, iki büyük prensibi; İman-ı Sahih ve amel-i Sahihdir. Bu iki esasın dışında elde dilmek istenen izzet ve şerefler, geçici ve yalancı şereflerdir. İslam büyüklerinden bazıları bu konuda şöyle demişlerdir; “İnsanlar çoğu kere izzet ve şerefi hükümdarların kapılarında aramaktadırlar. Halbuki bunun gerçek yolu, Allah’a taat ve kulluktur.”
Hasan Basri Şöyle demiştir; “Onlar, rahvan yürüyüşlü atlar üzerinde debdebe ve tantana ile yürüseler de Allah’a isyan halinde bulunmasının zilleti kalblerini sarmıştır. Allah, kendisine isyan edenleri aziz kılmaz. Allah’a itaat halinde bulunan kul ise, Allah’ın dostudur. Allah kendisini seven kulunu zelil eylemez. Nitekin Kunut Duasında da buna işaret edilmiştir. "
Kunut Duasında geçen cümleler şu mealdedir: “Ey Allah’ım, benide hidayet ve afiyet verdiğin, ilahi sevgine ve dostluğuna erdirdiğin kuların arasına kat. Sen elbette Seni yegane dost edinen kulunu zelil, Sana düşmanlık edeni de aziz eylemezsin. Rabbimiz, Sen ne kadar büyük ver yücesin.”
Burada esas bilinmesini istediğimiz şey, kalbin gelişip kemale ermesinin, önce temizlenmiş olduğu esasına bağlı olduğu esasıdır. Nitekim bedenin gelişip olgunlaşmasında da durum böyledir. Sıhati bozan şeylerde bedenin arınmış olması gerekmektedir. Aksi halde sağlığına kavuşamadığı gibi, gelişip olgunlaşamaz da.İşte Yüce Allah’ın bir ayeti de şu mealdedir:
“Ey insanlar, şeytanın adılarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, o ona edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer size Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, hiç biriniz asla temizlenemezdi. Fakat Allah dilediğini temizler. Allah işitendir, bilendir.” (Nur 21)
Yüce Allah bunu, zina ve iftira gibi kötülükleri haram kıldığını bildirdikten sonra buyurmuştur ve böylece, kalbin temizliğe ermesinin bu gibi kötülükleri bırakmaya bağlı buylunduğu hususnda biz kullarını uyarmıştır. Bir eve varıldığında o eve girmemek hususundaki ilahi buyruk da böyledir ve şu mealdedir:
“…Ve eğer size “dönün” denilecek olursa, (girmekte ısrar etmeksizin) dönünüz. Bu sizin için daha temşz bir harakettir. Allah yaptıklarınızı bilendir.”(Nur 28)
Demekki ev sahipleri “şimdi müsait değiliz dönünüz” demesi halinde girmek için ısrarda bulunmak, kalbin temizliğie ve islam adabına uygun değildir. Zira ev sahiplerinin bu durumda kendilerine göre bir özrü var demektir. Onların özrünü kabul ederek geri dönmekte ise, tıpkı gözü bir harama bakmaktan geri döndürmek gibi, temizlik ve iyilik vardır. Güzel ahlak ve manevi temizlik esaslarının kaynağı bulunan kitabımız Kuran-ı Kerim’in bu husustaki irşad ve uyarıları pek çoktur. Burada bunlardan bazılarını daha görmemizde, çok faydalar vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu mutluluğa ermiştir, hakkıyla temizlenip arınan, Rabbinin adını anıpda namaz kılan…” (Ala 14-15)
Yüce Allah kitabının bir yerinde de, Musa (a.s.)firavun’a şöyle hitap ettiğini bildirmektedir: “Ey firavun, nasıl güzelce arınmak istermisin?” (Naziat 18) Bu ayetin tefsiri üzerinde duran alimlerin çoğu bunu: “Nasıl, Allah’ın birliğine inanmaya gönlün varmı?” diye açıklamışlar, yani Tevhid ile tefsir etmişlerdir. Demekki Musa (a.s.) onu, “Allahtan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur” demeye ve bu suretle şirkten arınmaya çağırmıştır. Şüphesiz İmanın ve manevi temizliğin esasıda budur. Zira bu Tevhide inan kimse, Allah’tan başka varlıkların hiç birinin ibadet edilmeye layık olmadığına inanmış ve Allah’tan başka hiçbir varlığın tapılmaya layık olmadığına inanmış ve Allah’tan başkabsına tapmaktan kurtulmuş ve korunmuş olur.
Gerçi “tezekki” lügatta: gelişip artmak ve bereketlenmek anlamındaysa da, şerrin aslı olan şik ve küfrü izale etmedikçe, manevi bir arnmanın imkanı yoktur. İmanı ve iman sebebiyle kalbi kemale erdirmek için ilk şart hiç şüphesiz Allah’ın mutlak birliğine, O’ndan başka ilah olmadığına inanmak, asla O’ndan başkasına tapınmamaktır. Bu itibarla “tezekki” nin iki cephesi bulunmaktadır. Birincisi, tezekkinin aslı diğeri deolgunluk vasfı. Hiç şüphesiz bütün kalplerin ve ruhların tezekkisi için aslolan “ LA İALHE İLLALLAH” kelime-Tevhidir. Sonra bu tevhidin aslına, hak ve hukukuna riayetle, onu asla ihlal etmeksizin Allah’ın emir ve yasaklarına riayetle, tezekkinin kemale erdirilmesi gerekir.
KADININ TESETTÜRÜ BAKTIRMAMAK ERKEĞİN TESETTÜRÜ BAKMAMAKTIR
İMANIN HALAVET VE LEZZETİNİ
DUYMAK
Şüphesiz bu, gözünü haramdan sakınmasaydı elde edeceği nefsani lezzetten kat kat daha fazla ve hoştur. Bir tat ve lezzet ki, kul onu Allah Teala için bir haramı terk etmekle elde ede etmiştir, bu tarif edilemez bir lezzettir. Zira sırf ilahi bir bağış ve mükafattır. Nefis ise aslında, güzel şeylere bakmakla lezzet duyar ve yaratılışı icabı bu gibi şeylere düşkündür. Göz ise kalbin bir nevi keşif kolu, öncüsü ve elçisidir.Gözü hoşlanıp lezzet duyduğuy o şeye gönderdiği zaman, eğer göz ona gördüğü şeyin çok güzel ve lezzetli olduğu haberi getirirse, kalb de be sebeble heyecanlanıp haraket eder ve o şey hakkında iştiyak duyar. Çoğu zaman, böylece kendisini yorar ve kendisinin elçisi ve habercisi olan gözü de yorar. Nitekim şair bu hususu bir vesile ile şöyle dile getirir:
“Gözü kalbin habercisi olarak her gönderişinde,
Gözün seyrettiği o güzelin manzaralar sebebiyle kalbini yorarsın…
Gördüğün şeylerin tamamına sahip olmana imkan yok!
Bazısından vaz geçmeye dahi sabrın bulunmamamktadır…”
Demek ki çeşitli manzaraları seyretmekten alı koyduğun zaman, kalbini arzu ve irade külfetinden kurtarıp dinlendirmiş olursun. Bakışlarını kayıtsız şartsız salı veren ise, hasretler içinde kalır. Zira bakmak, kalpdeki sevgiyi fazlalaştırır ve bakılın şey hakkında bir ilgi başlatır. Sonra bu iligi gittikçe artarak düşkünlük, bağlılık ve aşk halini alır. Aşk, çok aşırı derecede sevgidir. Sonra bu aşk, kalbin ta kökünü ve içini saran bir sevgi haline gelir ki buna "gönlünü kaptırma" da denir. Daha sonra bu aşk "tetyyüm" halini alır ki, bunuda ancak "tapınma" ile ifade edebiliriz. Kalbin kökünü ve tamamını saran ve tapınma halini alane gelen bir sevgi ile sevilen şey ise, şüphesiz "ilah" edinilmiş olur. Bu suretle kalp, tapınılmaya ve kulluk edilmeye layık olmayan bir şeye kul-köle olmuş olur. İşte bütün bunlar, kalbin habercisi olan gözün bakışı sebebiyle meydana gelmiştir ve büyük bir cinayettir. Bir hükümdar durumundaki kalbin, esir durumuna düşmesine vasile olmuştur. Kendi hürrüyetine sahip olan kalp, şimdi adeta zindana düşmüştür ve "Bütün bu başıma gelenler senin yüzündendir!" diyerek gözü suçlamaktadır. Göz ise kendisine şöyle karşılık vermektedir: "Hiç haksız yere beni suçlama! Ben sadece senin gözcülüğünü ve haberciliğini yaptım. Beni o manzaraları seyretmeye sen gönderdin."
Neticede böyle bir bela ve cinayete maruz kalan bir kalp, aslında Allah sevgisinden nasibsiz bulunan bir kalbdir. Zira kalb, sevgisiz ve ilgisiz yapamaz. Samimi ve tertemiz bir Allah yetine koymaya, Allah'ı severcesine onları sevmeye kalkışır. Halbuki insanın tapınırcasına ve kalbinin tamamını verircesine seveceği, sadece Allah'tır. Allahtan başka hak mabud bulunmadığı gibi, bu şekilde sevilecek ve yönelinecek bir varlıkda yoktur. Yegane mabud (kendisine ibadet edilen) O olduğu gibi, yegane mahbud ve matlub (istenilen) da yine o'dur. İşte kalb, böyle bir iman ve ihlastan mahrum bırakılınca, kalkıp yaradılmışlardan mabud ve mahbub edinmektedir. Hakiki sevgi ve aşkla dolu olan kalb ise, İmanın tadına ve lezzetine ermekte, ihlas ve Allah'a itaat sınırının dışına çıkmamaktadır. Nitekim gerçek manada kul olanlardan Yusuf (a.s.) ile ilgili bir ayette de bu hususu işaret edilmiş ve şöyle buyurulmuştur:
"Böylece biz kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmiş olduk çünkü o ihlasa erdirilmiş (seçkin ve gerçek) kullarımızdandır."(Yusuf 24)
İbret alınacak bir husustur ki, Mısır azizinin karısı müşrik olduğu için o duruma düşmüştür, e vli olmasına rağmen. Yusu (a.s.) ise, seçkin ve gerçek bir kul olduğu için, kalbinde Allah'a İman ve ihlas bulunduğu için, bekar ve genç olmasına rağmen fuhuş ve kötülükten korunmuştur.
KALBİN NURLANMASI VE FERASETİ
Gözü haramdan sakınmanın ikinci faydası da, kalbin nurlanmasını ve farasetidir. Bu hususta büyüklerimizden Ebu Şüca e--Kermani şöyle buyurur:
"Her kim, zahirini sünnete ittiba ile, batınını da mürakabeye(1) devam ile diri kılarda nefsini şehvetlerden, gözünü haramlardan korur ve daima helal rızık ile geçinecek olursa, kalbin ferasetinde hiç bir hataya düşmez."
Bilindiği gibi Yüce Allah, kitabında bize Lut (a.s.)'ın kavmini de anlatmıştır. Bunu hikaye ettikten sonra buyurmuştur ki:
"Şüphesiz bunda işaretten anlayanlara nice ibretler vardır."(Hicr 75)
İşte burada beyan edilen ve "işaretten anlayanlar" olarak vasıflandırılanlar, kalbleri feraset sahibi olanlardır.Bunlar, gözlerini haramlardan sakınan, fuhşa tenezzül etmeyen kimselerdir.Unutmayalım ki, aynı zamanda yüce Allah, İman ehli olanlara "gözlerini haramdan sakınmalarını, ırzlarını gerçek manada korumalarını" emrattikten sonra şöyle buyurmuştur: "Allah bütüngöklerin ve yeryüzünün nurudur." Gerçekten anlayanlar için, burdaki ibretler ne kadar büyüktür! Acaba bundaki sır nedir ve nasıl açıklanır? Biz burada şu kadarını söyleyelim:
Ceza ve mükafat daima işlenen işin cinsindendir. Her kim gözünü, Allah'ın kendisine haram kıldığı şeylerden sakınırsa, Allah Teala onu, onun cinsinden ve de ondan çok hayırlı olan bir şeyle mükafatlandırır. Göz nurunu haramdan sakınan kuluna, kalb ve gönül nurunu arttırmakla karşılık verir. Böylece bu kul, başkalarının (yani gözünü haramdan sakınmayanların) göremediği şeyleri görür gibi olur. Zira onun kalb gözü açılmış, basiretinin nuru artarak feraset ehli olmuş olur. İsan bu hali kendi nefsinde duyup taşıyabilir. Zira kalb aslında ayna gibidir. Nefsani ve hevai arzular ise, bu aynaya arız olan kirlerlerdir. Eğer kalb nefsani kirlerden korunmuş veya bunlardan temizlenmiş ise, hakikatlerin suretleri-yansımaları bu kalbe olduğu gibi akseder. Böyle bir kalb, hakikatleri olduğu gibi görür de, batılı hak zannetme hatasına düşmez. Daima İhlav ve Yakin halinde bulunur.
Nefsani ve hevai kirlerle hem hal olmuş bir kalb ise, hakikatleri olduğu gibi göremez. Böyle bir kalbdeki bilgiler, kat-i biilgi olmaktan uzaktır, zan ve tahmin kabilinden şeyerdir. Tabii kalbden dışa sızan, konuşulan kelamlar da hep saçma sapan şeylerdir.
************************************************** *******
(1) Mürakabe: “Allah herşeyi göztleyicir.” (Ahzab 52) ayeti gereğince, Allah’ın herşeye muttali olduğuna, görüp gözetlediğine kesinlikle inanmak, bu bilgi ve inanışı devamlı muhafaza etmektir. Bu her hayrın esasıdır, ancak muhasebeden sonra gerçekleşir. Kul, nefsini önce muhasebe, sonra ıslah eder. Sonra yola hakkıyla suluk eder. Hakk’ın hukukuna ve daima O’nun huzurunda bulunuşuna riayet eyler. Yani mükabenin bütün adab ve inciliklerine riayette bulunur.
KALBİN KUVVETLENMESİ-SEBATI VE METANETİ
Yüce Allah, böyle bir kuluna, artık nusret ve heccet saltanatınıda bahşetmiştir. Onu gerçekten aziz kılıp, “şeytanın gölgesinden bile korkup kaçtığı bir kul” haline getirmiştir. Niteki şu müjde verilmiştir: ”Şeytan, nefsani arzularına muhalefet eden bir kimsenin, gölgesinden bile korkup kaçar!” Bunun tersine, nefsine kulluk eden kişi de, zillet ve meskenet vadilerine yuvarlanır. Zira Allah’ın isyan kullarına vereceği, zillet ve meskenet; itaatkar kuluna vereceği de şeref ve izzettir. Nitekim Kuran-ı Kerim’in şu ayetleri bunu açıkça ortaya koymaktadır:
“…Üstünlük ancak Allah’a, Onun elçisine ve müminlere mahsustur. Fakat münafıklar bilemezler.”(Münafikun 8)
“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer gerçekten müminlerseniz, mutlaka siz üstün gelecveksiniz.” (Ali imran 139)
“Kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamen Allah’ındır. (Allah onu dilediğine verir.é (Fatır 10)
Demekki dünyada ve ukbada izzet ve şeref isteyen, izzet ve şerefin tamamının gerçek sahibi bulunan Allah’a itaat edecek ki buna nail olabilsin. Allah’a itaat yolunun ise, iki büyük prensibi; İman-ı Sahih ve amel-i Sahihdir. Bu iki esasın dışında elde dilmek istenen izzet ve şerefler, geçici ve yalancı şereflerdir. İslam büyüklerinden bazıları bu konuda şöyle demişlerdir; “İnsanlar çoğu kere izzet ve şerefi hükümdarların kapılarında aramaktadırlar. Halbuki bunun gerçek yolu, Allah’a taat ve kulluktur.”
Hasan Basri Şöyle demiştir; “Onlar, rahvan yürüyüşlü atlar üzerinde debdebe ve tantana ile yürüseler de Allah’a isyan halinde bulunmasının zilleti kalblerini sarmıştır. Allah, kendisine isyan edenleri aziz kılmaz. Allah’a itaat halinde bulunan kul ise, Allah’ın dostudur. Allah kendisini seven kulunu zelil eylemez. Nitekin Kunut Duasında da buna işaret edilmiştir. "
Kunut Duasında geçen cümleler şu mealdedir: “Ey Allah’ım, benide hidayet ve afiyet verdiğin, ilahi sevgine ve dostluğuna erdirdiğin kuların arasına kat. Sen elbette Seni yegane dost edinen kulunu zelil, Sana düşmanlık edeni de aziz eylemezsin. Rabbimiz, Sen ne kadar büyük ver yücesin.”
Burada esas bilinmesini istediğimiz şey, kalbin gelişip kemale ermesinin, önce temizlenmiş olduğu esasına bağlı olduğu esasıdır. Nitekim bedenin gelişip olgunlaşmasında da durum böyledir. Sıhati bozan şeylerde bedenin arınmış olması gerekmektedir. Aksi halde sağlığına kavuşamadığı gibi, gelişip olgunlaşamaz da.İşte Yüce Allah’ın bir ayeti de şu mealdedir:
“Ey insanlar, şeytanın adılarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, o ona edepsizliği ve kötülüğü emreder. Eğer size Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, hiç biriniz asla temizlenemezdi. Fakat Allah dilediğini temizler. Allah işitendir, bilendir.” (Nur 21)
Yüce Allah bunu, zina ve iftira gibi kötülükleri haram kıldığını bildirdikten sonra buyurmuştur ve böylece, kalbin temizliğe ermesinin bu gibi kötülükleri bırakmaya bağlı buylunduğu hususnda biz kullarını uyarmıştır. Bir eve varıldığında o eve girmemek hususundaki ilahi buyruk da böyledir ve şu mealdedir:
“…Ve eğer size “dönün” denilecek olursa, (girmekte ısrar etmeksizin) dönünüz. Bu sizin için daha temşz bir harakettir. Allah yaptıklarınızı bilendir.”(Nur 28)
Demekki ev sahipleri “şimdi müsait değiliz dönünüz” demesi halinde girmek için ısrarda bulunmak, kalbin temizliğie ve islam adabına uygun değildir. Zira ev sahiplerinin bu durumda kendilerine göre bir özrü var demektir. Onların özrünü kabul ederek geri dönmekte ise, tıpkı gözü bir harama bakmaktan geri döndürmek gibi, temizlik ve iyilik vardır. Güzel ahlak ve manevi temizlik esaslarının kaynağı bulunan kitabımız Kuran-ı Kerim’in bu husustaki irşad ve uyarıları pek çoktur. Burada bunlardan bazılarını daha görmemizde, çok faydalar vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu mutluluğa ermiştir, hakkıyla temizlenip arınan, Rabbinin adını anıpda namaz kılan…” (Ala 14-15)
Yüce Allah kitabının bir yerinde de, Musa (a.s.)firavun’a şöyle hitap ettiğini bildirmektedir: “Ey firavun, nasıl güzelce arınmak istermisin?” (Naziat 18) Bu ayetin tefsiri üzerinde duran alimlerin çoğu bunu: “Nasıl, Allah’ın birliğine inanmaya gönlün varmı?” diye açıklamışlar, yani Tevhid ile tefsir etmişlerdir. Demekki Musa (a.s.) onu, “Allahtan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur” demeye ve bu suretle şirkten arınmaya çağırmıştır. Şüphesiz İmanın ve manevi temizliğin esasıda budur. Zira bu Tevhide inan kimse, Allah’tan başka varlıkların hiç birinin ibadet edilmeye layık olmadığına inanmış ve Allah’tan başka hiçbir varlığın tapılmaya layık olmadığına inanmış ve Allah’tan başkabsına tapmaktan kurtulmuş ve korunmuş olur.
Gerçi “tezekki” lügatta: gelişip artmak ve bereketlenmek anlamındaysa da, şerrin aslı olan şik ve küfrü izale etmedikçe, manevi bir arnmanın imkanı yoktur. İmanı ve iman sebebiyle kalbi kemale erdirmek için ilk şart hiç şüphesiz Allah’ın mutlak birliğine, O’ndan başka ilah olmadığına inanmak, asla O’ndan başkasına tapınmamaktır. Bu itibarla “tezekki” nin iki cephesi bulunmaktadır. Birincisi, tezekkinin aslı diğeri deolgunluk vasfı. Hiç şüphesiz bütün kalplerin ve ruhların tezekkisi için aslolan “ LA İALHE İLLALLAH” kelime-Tevhidir. Sonra bu tevhidin aslına, hak ve hukukuna riayetle, onu asla ihlal etmeksizin Allah’ın emir ve yasaklarına riayetle, tezekkinin kemale erdirilmesi gerekir.
KADININ TESETTÜRÜ BAKTIRMAMAK ERKEĞİN TESETTÜRÜ BAKMAMAKTIR