Rahman ve Rahiym olan ALLAH'ın adıyla,
İlk önce göz zinası olayına biraz daha yakından bakmak gerekirse;
Hayatın en açık gerçeklerinden biri, kuralsız yaşanmadığıdır. En başta, hayat, bir kuralın meyvesidir. İçinde yaşadığımız kâinat, her zerresiyle, bir `kural` la birlikte vardır. En küçük zerreden en büyük galaksilere kadar her bir şey, bir düzene tâbidir. Tüm mevcudlar ve tüm canlılar, varoluşlarıyla, `kural` denilen evrensel bir gerçeğin varlığını fısıldar. Öte yandan, insan, sair mahlukların aksine, duygu ve tutkularına sınır konulmamış bir canlıdır. Karnı doymuş bir aslan, yanından geçen en körpe ceylana bile yan gözle bakmaz. Bir ağaç ihtiyacı kadar suyu alır, biraz daha almaya kalkmaz. Oysa insan, sınır konulmamış duygularıyla, hep daha fazlasını ister. Dünyayı da yutsa, yine tok olmaz. Karnı doysa, yarın için saklar. Yarın için saklasa, önümüzdeki hafta için biriktirir. İşi aylara, yıllara, çoluk-çocuğuna ve sonraki tüm nesillere kadar uzatır; durmaksızın yığar, durmaksızın biriktirir. Duygularına sınır konulmadığı için, sık sık, diğer insanların hakkına da göz diker. Hatta, başka bütün varlıkların hukukuna ilişir.
Dolayısıyla, bir `kural` ın varlığı kadar küllî bir gerçek daha vardır: Duygularına fıtraten had konulmayan insan için, onu sınırlayan belli kurallar koyma zarureti.
Bunun alternatifi bazı insanların başka insanların hakkına saldırmasıdır. Hatta, şu asırda yaşanan ekolojik ve nükleer felâketlerin açıkça gösterdiği gibi, bütün canlıların ve bütünüyle kâinatın varoluşunu tehlikeye atmasıdır.
İnsan için bir `kural` koyma gereği böylece anlaşıldığında ise, karşımıza şu soru çıkar: Kuralı kim koyacak`
İnsanlık tarihinin belki de en can alıcı sorusudur bu. İnsan, tek bir Yaratıcının varlığını anlayarak `Hüküm O` nundur` mu diyecektir` Yoksa, o Yaratıcıya ortaklar koşmasıyla birlikte, kural koymada da ortaklar mı icad edecektir` Meselâ, tüm kâinatta geçerli kuralları `tabiat,` `tesadüf,` `zaman` ve `kuvvetler` e mi mal edecektir` Keza, beşerî hayatta `ben,` `toplum,` `çağ,` `ulusal çıkarlar,` `devletin bekası` gibi kural koyucular mı öngörecektir` Veya, bu unsurlardan sadece birini, meselâ kendisini kural koyucu ilan ederek `biricik ben` e mi tapacaktır` Yahut, kural koyuculuk payesini faşizm ile devlete, sosyalizm ile işçi sınıfına, kapitalizm ile sermayedar kesime, aristokrasi ile asillere, milliyetçilik ile ırka mı verecektir`
Bir bütün olarak insanlık tarihine şekil veren en can alıcı hususlardan biri, budur. Bütünüyle düşünce tarihi, baştan sona, bu eksende döner durur. Ve dönüp kendi hayatımıza baktığımızda, o kısacık ömür içinde en temel konularımızdan biri olarak karşımıza yine bu husus çıkar.
Öte yandan, bu sorunun, insan, âlem ve kâinat anlayışımız ile doğrudan bir ilgisi vardır.
İnsanı kendiliğinden var olmuş varsayan birinin, kuralı ben koyarım demesi herhalde beklenen bir durumdur. Onu var eden devlet ise, kural koyma hakkı elbette devletindir. Keza var eden ırk ise, kuralı koyan da ırk olacak; yok eğer toplum ise, kuralı toplum koyacaktır.
Bu bakımdan, `Kuralı ben koyarım` diyen bir kişinin, bunu temellendirmesi, yani kendi kendine varolduğunu isbat etmesi gerekir. Keza, `Kuralı toplum koyar` diyen birinin varoluşunu topluma borçlu olduğunu göstermesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Var eden başka, kural koyan başka ise, açık bir çelişki sözkonusudur.
En başta insan fıtratı, bu çelişkiyi berrak bir şekilde ortaya çıkarır. Bir anne, kendisi çocuğunu dövüyorsa bile, başkasının en ufak bir fiskesine razı olmaz: `Sen benim çocuğumun terbiyesine karışamazsın.` Eşinin kendisine kulak asmayıp başkalarını dinleyerek hareket etmesini normal karşılayan bir koca yoktur. Sahibi olduğu fabrikayı, kendisinin görevlendirmediği birilerinin kendi akılları uyarınca yönetmesine ses çıkarmayan bir patron; memurlarının emri kendinden değil, başkalarından almasına izin veren bir müdür hayal bile edilemez.
İnsanlık tarihine mührünü vuran ve de gündelik hayatımızda yaşadığımız böylesi hakimiyet mücadeleleri bir gerçeğin altını çizer: `Malikiyet kiminse, hâkimiyet onundur.` Diğer bir deyişle, birşeye ilişkin kuralı, o şeyin sahibi koyar.
İşte bu sırdan olsa gerek, Kur` ân sayfaları arasında, insana sık sık sahibi ve maliki hatırlatılır. Tesadüfen var olmadığı, onu yapan Birinin olduğu uyarısı yapılır. Meselâ Şems sûresi, güneşe, aya, gündüze, geceye, semaya ve yeryüzüne dikkat çekerek başlar ve birdenbire insanın yaratılışına geçer. Başka birçok sûrede insana `anılmaya değer birşey değil` iken, `değersiz bir su` dan aşama aşama insan sûretini alışı; doğumundan sonra acizler acizi bir vaziyette iken en saf gıdayla beslenişi; bizatihî yürümeye ve karnını doyurmaya bile kâdir değilken hadsiz nimetlere mazhar edilişi sık sık vurgulanır.
Ve bütün bunlar arasında, tekrar tekrar, şu soru sorulur: `İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?
Cevap bellidir. En küçük bir sineği bile birçok hikmetle yaratan, insanı elbette başıboş bırakacak değildir. Kâinatı şeriksiz ve nazirsiz idare eden, elbette insanı başka ellere teslim etmeyecektir.
Mâlik-i Zülcelâl O'dur. Mülk O'nundur. O halde, hüküm de O'nun olacak; lâf olsun diye yaratmadığı ve de başıboş bırakmadığı insan için, varediş amacı uyarınca belli kurallar koyacaktır.
Nitekim, Kur'ân, bir yanda insana kâinatın mâlikini ve kendi sahibini hatırlatırken, öte yandan kurallar koyar. Bu kuralların `şakacıktan` konulmadığı konusunda da çok net uyarılarda bulunur. Gelen emri kulak ardı eden kimi geçmiş kavimlerin akıbetine dikkat çeker sözgelimi. Yahut, `Kuralı ben koyarım` diyen Nemrut, Kârun veya Firavun` un hüsranıyla uyarır.
Gelen her bir emir, açık bir imanî talim de taşır. Kur` ân` la gelen her bir kural, imanî bir hatırlatma da yüklüdür. Meselâ, duygularına had konulmayan insan, midesini doldurma pahasına ona buna saldırabilir. Oysa Kur` ân, o midenin ve ona giren nimetlerin Rabbi namına konuşur: `Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.` İnsan iki ayağını sokaktan bulmuş değildir. O ayaklar adi birşey olup, başkalarınca verilmiş de değildir. Kur` ân, ayağı veren Biri namına hitap eder: `Yeryüzünde böbürlenerek yürüme.` Kadınlara daha latif bir hal verilmiştir. Ama ola ki sahiplenir, ve nefisleri namına kullanırlar. Meselâ, sair insanları kendilerine râm edecek yürüyüşler icad ederler. Kur` ân, o latif biçimi veren Biri namına konuşur: `Cahiliye kadınları gibi, vücudunun hatlarını belli edecek şekilde yürüme.` Keza, bir kudret harikasıdır göz. Bütün bir kâinatı küçük bir noktaya sığdırır, aklımızın önüne koyar. Ama insan o gözün malikini unutup, nefsine mal edebilir. Kur` ân, o gözün sahipsiz olmadığını, insanın da malı olmadığını hatırlatarak, o gözü veren Biri namına konuşur: `gözünü kaydırma.` `gözünü haramdan koru.`
Böylesi tüm emirler, açık bir mesaj taşır: Malikiyet kimin ise, hâkimiyet onundur. Mülk kimin ise, hüküm de onundur.
Açıkçası, böylesi âyetler bizi yaşadığımız çelişkiyi gidermeye davet eder. Çelişki, mülkü başkasına, kuralı bir başkasına vermemizdir. İnsan, gerçekten gözünün asıl sahibi ise, onu istediği gibi kullanır` burada bir çelişki yoktur. Ama o göz ona emaneten verilmiş ise, asıl sahibi başkası ise, o gözü ancak o Mâlik-i Hakikî` nin izni ve emri uyarınca kullanabilir. Emaneten verilmiş olan, asıl sahibi olmadığı gözü kendi keyfince kullanamaz` çelişki buradadır. Bu çelişkiyi aşmanın ise yalnızca bir yolu vardır: gözü, onu verenin veriş amacına göre kullanma.
İşte Kur'ân, bütün olarak kâinatı yaratanın, kâinat içinde insanı yaratanın ve insana `görecek gözler` verenin O olduğunu hatırlatmasıyla birlikte emirler verir: `gözlerini haramdan korusunlar.`
Bu emirler, bir yönüyle celâl yüklüdür. Çünkü, emre kulak asmayanlar için, çok açık tehditler de içerir. O emri veren emanet sahibinin herşeyden haberdar olan, izzetli, hesabı çabucak gören bir Rab olduğunu da bildirir; emrine uymayanları `va` dedilen azab` la müjdeler! Ateşin azabını tadacağı gün konusunda uyarır.
Öte yandan, celâl yüklü bu emirler, bir cemal de içerir. Onlar, meselâ şu azametli gökyüzünü ürpertici ama son derece güzel bir manzara sûretinde gözümüze arzeden; dağların ve dağ gibi dalgaların azameti içinde eşsiz bir güzellik ve son derece hayatî faydalar derceden bir Rabbin emirleridir. Dolayısıyla, nefse ağır gelen bütün bu emirler, esasen insan içindir. Hatta, nefsin tüm duygular üzerindeki tahakkümünü kırdığı halde, nefsin de hayrınadır. Şefkat haddi aşmış bir hırsıza seyirci kalmayı mı gerektirir; yoksa `Vazgeç, haddini bil, cezadan kurtul` diye uyarmayı mı`
Kur'ân'da yer alan bütün emirlerin hem celâl, hem de cemal barındıran bir muhtevası vardır.
Kur'ânî emirlerden özellikle biri ise, açık-saçıklığın kol gezdiği, çıplak bacaklar karşısında akılların baştan gittiği, hayasızca gözler önüne serilen vücut hatları karşısında kalblerin nefislere esir edildiği bir vasatta, akıl, kalb ve ruhuna rağmen gözlerini adi bir röntgenci durumuna düşüren bizler için manidar dersler taşır:
` Mü` min erkeklere söyle: gözlerini harama kapasınlar, ırzlarını da korusunlar. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah onların yapmakta olduklarından haberdardır.`
Bu âyetin ardından, hanımlara yönelik bir âyet gelir. Bu âyette de, her iki emir tekrarlanır.
Her iki âyetin başlangıç hitabı manidardır: `Mü` min erkeklere söyle...` `Mü` mine kadınlara söyle...`
Açıkçası, iki âyet de `iman` vurgusu taşır. Devamla gelen emre uymanın `iman` la ilgisini açıkça gözler önüne seren bir vurgudur bu. Her iki âyet, `gözünü haramdan koruma` nın ancak mü` min için sözkonusu olduğunu; onun da bunu imanı derecesinde başarabileceğini ihsas eder. Saniini ve Sahibini tanımayan biri, gözün kendisine Rabbi tarafından verilmiş bir emanet olduğunu hiç mi hiç tanımaz. gözü emanet olarak tanımayan biri, elbette, onu emanet sahibinin emir ve izni dairesinde kullanma yükümlülüğünü de derketmez. Bunu derketmeyen biri, elbette, aksi halde emanete hıyanet edeceğini de düşünmez. Sonuç olarak, böyle birinin gözünü haramdan koruması sözkonusu olamaz.
Aynı şekilde, bir Yaratıcıya inandığı halde, o inancı hayatına taşımayan; yalnızca kendisini darda hissettiği anlarda bir `emniyet sübabı` veya bir `yedek lastik` olarak o imana müracaat eden bir gaflet ehli de bu emre kulak asmayacaktır. İstese bile, asamayacaktır. Çünkü, iç dünyasını her daim o Yaratıcının huzurunda olma şuuruyla diri ve uyanık kılmayan biri, vitesi boşalmış bir araba yahut dümensiz bir kayık misalidir. Eğime ve akıntıya uyar, nefis ve hevası onu nereye sürüklerse, oraya sapar. Vicdanı onu Yaratıcının emri ve de ahiret konusunda uyarsa bile, bunun bir faydası olmaz. Çünkü, ahiret o gaflet anında çok uzaklarda gözükür. Oysa, önünde nefsinin iştihasını kabartan bir manzara vardır. Ve nefis tam bir miyoptur; yalnız önündekini görür, ileriyi görmez, âhireti düşünmez.
Aynı şekilde, bir Yaratıcıya inanan, ama onu esma-i hüsnasıyla tanımayan biri de bu emri uygulamakta zorlukla karşılaşacaktır. Sözgelimi o Yaratıcıyı Hakîm ismiyle tanımayan; her bir mevcuda birçok hikmetler yüklediğini; meselâ bir ele veya bir ağaca binlerce vazife gördürdüğünü bilmeyen biri, o emirde de hikmet görmeyecektir. Görmediği için de, o hikmetli emre uymayacaktır.