Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Genel hükümler (1 Kullanıcı)

HUSEYIN SASMAZ

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Eyl 2009
Mesajlar
1,204
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
GENEL HÜKÜMLER

1- Ümmet, İslâm'a bir akide, bir nizam, muayyen bir yaşayış tarzı, ona göre hayatını sürdürdüğü, bir hayat bakışı, dünyada uğruna yaşadığı ve bütün dünyaya götüreceği bir fikrî liderlik ve alemşümul bir risalet olarak inanmıştır.

2- İslâm, insanın Rabbisiyle, nefsiyle ve başka insanlarla olan ilişkisini tanzim için Allahu Teâlâ'nın Efendimiz Muhammed (SAV)'e indirdiği semavî dindir.

3- İslâm, ancak Kitap ve Sünnet ile temsil edilir.

4- Kitap ve Sünnet, Allah tarafından vahy yolu ile Efendimiz Muhammed (SAV)'e indirilmişlerdir. Kitap, hem lafzı hem de manası Allah tarafından vahy edilendir. Sünnet ise, manası Allah'tan, lafzı Resul (SAV)'den olmak üzere vahy edilendir.

5- Mükellef olan her müslümanın, bütün fiil ve davranışlarında şerî hükümlere bağlı kalması farzdır. Allah'a kulluk vasfına haiz bir kimsenin fiillerinden herhangi birini Şari‘in hitabından gelenin dışında yani şerî hükmün dışında yapması helâl olmaz. Nitekim Allahu Teâlâ; "Hayır, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çıkan ihtilafta seni hakem kılmadıkları müddetçe iman etmiş sayılmazlar..." [1] Hz. Peygamber ise bir hadisinde; "Bizim bu emrimize uygun olmayan bir işi işleyen bir kimsenin işi red edilir." [2]

Allahu Teâlâ: "Resul size neyi getirdiyse onu alın. Sizi neden yasakladıysa onu da bırakın." [3] buyurur. O halde şerî hükme bağlı kalmak İslâm akidesinin gereğidir. Bunun için Allahu Teâlâ;

"Hayır, Rabbine and olsun ki onlar aralarında çıkan ihtilafta seni hakem kılmadıkları müddetçe iman etmiş sayılmazlar..." [4] diye buyurmuştur.

6- İslâmî akide; Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret Günü'ne, Hayrının ve şerrinin Allah'tan olduğu kadere iman etmektir.

7- Akideler ancak, kesinlik ifade eden delilden alınır. Akidenin delilinin kesin olması lazımdır. Çünkü Allahu Teâla zannî olana itikat edenleri zemmederek şöyle buyurmuştur :

"Onlar zandan başkasına tabi olmazlar. Halbuki, zan haktan bir şey ifade etmez." [5] Bu hitapla akide hakkında konuşurken zanna tabî olanları teşhir edip azarlamıştır. Allahu Teâlâ zanna bir delalet (sapıklık) olarak itibar etmiştir. Nitekim Allahu Teâlâ; "Eğer sen yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başkasına uymazlar." [6] buyurmuştur. Allah zanna hiç bir zaman ilim (kesin delil) olarak itibar etmemiştir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu : "Onunla (inandıklarıyla) ilgili kendilerinde ilim (kesin delil) yoktur. Ancak, zanna uyarlar. Halbuki zan, haktan bir şeyi ifade etmez." [7]

8- Şerî hüküm, kesin delilden alınabildiği gibi zannî delilden de alınabilir. Nitekim, bütün şerî hükümlerde ahad haber delil kabul edilir. İbadete ait hükümler olsun, muamelâta ait hükümler olsun, cezalarla ilgili hükümler olsun veya bunun dışındaki hükümler olsun, ahad haberle sabit olmuşlarsa onunla amel vacip olur. Zira Resulullah (SAV); "Allah (C.C), benim sözümü işitip idrak ettikten sonra onu işitmeyenlere ulaştıran kulun yüzünü nurlu eylesin. Nice bilgi taşıyan kimse vardır ki, taşıdığını bilmez. Kendinden daha bilgili kimselere bilgi taşıyan bir çok insan vardır." [8] Bu hadiste Resulullah "kul" kelimesini çoğul değil tekil olarak kullanmıştır. (abd) "Kul kimse" kelimesi hem tek bir kimse için, hem de bir kişiden fazla kimselere kullanılabilir. Ayrıca Peygamber (SAV) aynı zamanda on iki elçiyi on iki krala İslâm Daveti'ni yaymak için her birini teker teker olarak göndermiştir. Eğer bir kişinin yaptığı davete uymak mecburiyeti olmasaydı, Peygamber (SAV) tebliğ için bir kişiyi göndermekle yetinmezdi. Şerî hükümlerde bir kişinin verdiği haberle amel edilebileceği üzerinde sahabenin icmaı gerçekleşmiştir.

9- Akide ve itikad, aynı anlamı taşırlar ki, bu da imandır. İman ise; bir delile dayalı vakıaya uygun kesinlik ifade eden tasdiktir. İmanın sahih olabilmesi yani akide olabilmesi için tasdik sırasında bu üç unsurun (kesin olması, vakıaya mutabık olması ve delile dayalı olması unsurlarının) bir arada bulunması lazımdır. Bunun için, Haber-i Ahadı kesin olmayan bir şekilde tasdik etmek haram olmaz. Çünkü, sadece tasdik itikat sayılmaz.

10- Şerî hüküm; iktiza ya da tahyir veya vaz‘i olarak Şari‘in kulların fiillerini ilgilendiren hitabıdır. Buna göre, Şari‘in hitabı, hüküm demektir. Bunun için Şari‘in hitabı olmayana şerî hüküm olarak itibar edilmez. Hüküm; kulun fiilini ilgilendiren mesele hakkında görüş ortaya koymaktır. Bu görüş, eğer Şari‘ tarafından gelmişse o, şerî hükümdür. Şari‘ tarafından gelmemişse o şerî hüküm değildir. Sahih bir içtihad neticesinde istinbat edilen şerî tarifler ve küllî kaideler de şerî hükümler olarak itibar edilirler.

11- Akide ve şerî hüküm, her biri birer fikirdir. Fakat bunlar, bu fikirle alakaları oranında değişiklik arzederler. Eğer fikir, kulun fiilini ilgilendiriyorsa bu şerî hükümdür. Bu, ister iman edilecek şeyleri ihtiva etsin isterse etmesin aynıdır. Eğer kulun fiilini ilgilendirmeyip sadece kalp ile ilgili fiillerle alakalı ise, yani tasdik etmeyi veya etmemeyi ihtiva ediyorsa bu, akidedendir. Meseleye Şari‘in hitabının geliş şekline göre bakılır. Eğer bu hitap bizden, iman etmeyi gerektiren şeyleri isteyip kıssalar ve gayb ile ilgili haberler gibi, amelle alakalı herhangi bir şeyi istemiyorsa, bu akideyi ilgilendirir. Eğer Şari‘in hitabında akide değil de amel ile ilgili bir husus isteniyorsa o takdirde bu, şerî hüküm sayılır. Meselâ ;

"Allah'a ve Resulü'ne iman ediniz." [9]

"Allah her şeyin yaratıcısıdır." [10]

"Hani İbrahim beytin temellerini yükseltiyordu." [11]

"Çevrelerinde gümüşten billur kaplar, kupalar dolaştırılır." [12] ayetlerinde olduğu gibi kapsamları itibarı ile bir ameli içermeyen naslar akide ile ilgilidir.

"Eğer o kadınlar sizin için çocuklarınızı emzirirlerse onların ücretlerini verin." [13]

"Allah alış verişi helâl, faizi haram kıldı." [14]

"Şayet onlar vazgeçer veya nikah düğümünü elinde bulunduran kimse vazgeçerse...." [15]

Ve Resulullah (SAV)'in;"Fatihasız namaz yoktur." [16] sözünde veya, "İki satıcı ayrılmadıkları müddetçe muhayyerdirler." [17]

"Biriniz son teşehhüdü bitirdiği zaman dört husustan dolayı Allah'a sığınsın; Cehennem azabından, Kabir azabından, hayat ve ölüm fitnesinden ve Deccal-Mesih şerrinden." [18]

Bu ayet ve hadislerde de olduğu gibi, muhtevası herhangi bir amel yapmayı talep eden şerî nasslar, şerî hükümlerden sayılır. Eğer Şari‘in hitabında yeni fikirlerden bir husus gelmemişse; o takdirde o fikirlerin vakıaları anlayabilen uzman kişiler tarafından anlaşılır. Ondan sonra bu vakıanın neviyle ilgilenen şerî nass veya onun türünü ilgilendiren illeti içeren husus anlaşılmaya tabî tutulur. Eğer o olay nassın muhtevasına girerse, o nassın hükmü, o olaya (vakıaya) tatbik edilir. Bu hüküm amelle ilgili olabileceği gibi, akideyi ilgilendiren bir husus da olabilir. İlletinden dolayı nassın hükmü altına giren hususlar da Şari‘in hitabından sayılır. Çünkü Şari‘in hitabı, onun hükmünü ortaya koymuştur. İşte bütün fikirler böyledir. Kulun fiilini ilgilendiren her fikir şerî hükümlerdendir. Kulun fiilini ilgilendirmeyen her fikir akideden sayılır.

12- Ümmet; tek bir akidenin bir araya getirdiği, nizamlarının da o akideden kaynaklandığı ve fışkırdığı insan topluluğudur. İslâmî akidenin bir araya getirdiği toplum İslâm Ümmetidir. İslâmî akide ise, şerî hükümlerin kendisinden fışkırdığı asıldır ve müslümanlar da tek bir ümmettir.

13- Müslümanları birbirine bağlayan bağ, İslâmî akidedir. Bu akideden İslâm kardeşliği ortaya çıkar. Nitekim Allah (C.C);"Ancak müslümanlar kardeştir." [19] diye buyurur. Resulullah (SAV) ise;"Müslüman müslümanın kardeşidir." [20] diyor. Böylece İslâma iman ile müslümanlar kardeş olmuşlardır.

14- Devlete halkı bağlayan bağ ise İslâmî akide olmayıp tabiiyettir. Tabiiyeti taşıyan herkes tabî oluşundan dolayı hakettiği bütün haklara sahip olduğu gibi, mükellef olduğu bütün görevlerden Müslüman olmasa dahi sorumludur. Tabiiyet niteliğini taşımayan bir kimse, müslümanların sahip olduğu hakları ve mecbur olduğu yükümlülükleri taşımaz. Şeriat; bu hakları zimmîye garanti etmiştir. Resulullah (SAV)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Aç olanı doyurun, hastayı ziyaret edin ve esiri çözün." [21] Ebu Ubeyde bu hadisi naklettikten sonra şöyle demektedir : "Aynı şekilde zimmîler de öyledir. Onların haklarını korumak için savaşa gidilir, esir olanları serbest bırakılır, kurtuldukları zaman tekrar hür olarak zimmet ve ahitlerine dönerler. Bu konuda bir çok hadis mevcuttur." İslâm sultası altında yaşamak için bulunduğu yerden hicret etmeyen bir müslümanın, İslâm otoritesi altında yaşayan müslümanların sahip oldukları hak ve görevlerden mahrum olması tabiîdir. Süleyman b. Büreyde'nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilir :

"Onları İslâm'a çağır. Eğer senin davetini kabul ederlerse onlardan vazgeç. Sonra yurtlarından muhacirlerin yurtlarına göç etmeleri için onlara çağrıda bulun. Eğer böyle yaparlarsa muhacirlerin sahip oldukları haklara sahip olabilecekleri gibi onların sorumlu olduklarından, da sorumlu olacaklarını onlara bildir." [22]

Bu hadis, küfür diyarında yaşayan müslümanların bizim sahip olduğumuz haklara sahip olabilmeleri ve yapmakla yükümlü bulunduğumuz şeylerden sorumlu olabilmeleri için göç etmeyi (ülkelerinden Dâr-ül İslâm'a göç etmeyi) şart koşan bir nasstır.

15- Tabiiyetlik; İslâm Devleti'ne ve İslâm Nizamına bağlılığı göstererek İslâm otoritesiyle idare edilen Dâr-ül İslâm'ı (İslâm ülkesini) daimi ikâmet yeri olarak ittihaz etmektir.

16- Kavmiyetçilik (milliyetçilik), çirkin bir çığırtkanlık ve İslâmî birliği parçalayan bir ırkçılıktır (kafatasçılıktır). İslâmiyet onu haram kılmıştır. Resulullah (SAV);

"Cahiliyye taassubu olan milliyetçilikle iftihar eden birisini gördüğünüz zaman kinaye kullanmadan ona babasının şeyini (zekerini) ısırtın." [23] buyuruyor. Cahiliyye taassubu olan milliyetçilik hakkında da; "Onu bırakın, zira o kokuşmuştur." [24] demektedir. Müslim, Resulullah (SAV)'den şöyle rivayet eder :

"Kim bir milliyete taassubundan dolayı kızgınlık göstererek ya da asabiyete (milliyetçiliğe) davet ederek ya da milliyetçiliğe yardım ederek savaşır ve öldürülürse cahiliyye ölümü ile ölmüş olur." [25]

Kâfir devletler, müslümanlar arasına bu kavmiyetçilik ve ırkçılık propagandasını yaydıkları zaman, müslümanların birliğini parçaladılar, onları çeşitli kavimlere ve ırklara ayırdılar. Müslümanlar arasında Türk Milliyetçiliği, Arap Milliyetçiliği, Kürd Milliyetçiliği ve İran Milliyetçiliği gibi duygular alevlenince İslâm ümmetinin safında çatlaklar meydana gelerek müslümanların birliğini dağıtıp, devletini kökünden parçaladı, memleketleri birbirinden ayırdı. Bu tehlike İslâm ümmetini helâk etti ve İslâm Devleti'ni yıktı. Milliyetçilik, müslümanlara tahakküm ettiği zaman onları çeşitli ümmetlere böldü. Ülkelerinin arasına geçilmesi hatta üzerine köprü kurulması dahi mümkün olmayan hendekler kazıldı. Aralarında kurşundan duvarlar gibi sınırlar konuldu ve birbirine karşı savaşır hale getirildiler. İşte bunun için milliyetçiliğe davet etmek büyük bir günah ve çirkin bir iştir. Milliyetçilik davasına sarılmak ve onu bir bağ olarak ittihaz etmek hem İslâm'ın hem de müslümanların hakkına karşı büyük cinayet ve günah işlemektir. Bu nedenle, milliyetçiliğe karşı savaşmak ve ona davete karşı koymak cihadın farziyeti gibi farzdır. Milliyetçilik, ne kadar günah ve şer ise, vatancılık ve mezhepçilik de o kadar günahtır. Bu gibi faaliyetlerin hepsi İslâm ümmetini parçalamaya ve zayıf düşürmeye götürür. Milliyetçilik, vatancılık ve mezhepçilik mefhumlarına çağıranlara, en büyük azabı görmeye müstehak mücrimler muamelesi yapılır.

17- İslâm beldeleri olsun olmasın bütün dünya iki statü içerisinde mütalaa edilirler. Dâr-ül İslâm ve Dâr-ül Harb veya Dâr-ül Küfür. Bir üçüncüsü ise kesinlikle yoktur. Dâr-ül İslâm; İslâmî otoritenin hakim olduğu ve İslâm hükümlerinin tatbik edildiği, emniyetin de müslümanların gücü ve otoritesi ile sağlandığı yerdir. Dâr-ül Küfür, bir başka ifade ile Dâr-ül Harb ise; İslâmî otoritenin hakim olmadığı, İslâm hükümlerinin tatbik edilmediği ve emniyetin müslümanlardan başka otoriteler tarafından sağlandığı yerdir. Çünkü "Dâr" kelimesinin "Harb" veya "Küfür" kelimesine izafeti, yahut "Dâr" kelimesinin "İslâm'a" izafeti hükme ve otoriteye izafedir. Orada oturanlara ve beldeye değil. (Hangi sistemin egemenliği hakim ise orası o sistem adıyla anılır. Orada oturanların kimliği önemli olmadığı gibi, ülkelerin durumu da önemli değildir. Önemli olan orada hakim olan otoritedir.) Zira Resulullah (SAV) İslâm otoritesi altında bulunan yeri Dâr-ül Muhacirin olarak kabul etmiş ve oraya gelenlerin İslâm ahkâmından yararlanabileceklerini ifade etmiştir. Süleyman b. Büreyde'nin rivayet ettiği bir hadiste;"Sonra onları kendi ülkelerinden Dâr-ül Muhacirine göçe davet et." [26] diyerek İslâm'ın egemen olmadığı beldelerinden İslâm'ın egemen olduğu beldelere göç etmelerini emretmiştir. Ve devamla dedi ki: "Onlara bildir ki eğer böyle yaparlarsa muhacirlerin sahip oldukları bütün haklara sahip olabilecekleri gibi onların sorumluluklarına da ortak olmuş olurar." [27] Böylece Resulullah (SAV), hükümleri göç etmeye bağlı kılmıştır. Muhacirlerin, yani İslâm sultası altında yaşayanların sahip olduğu her türlü hak ve sorumluluklara sahip olabilmeleri için göçü şart kılmıştır. O halde "Dâr" (ülke) orada hakim olan egemenliğe, hükümlere ve emâna göre değerlendirilir. Eğer bu üç şart, İslâm'a göre var ise orası Dâr-ül İslâm, eğer küfre göre var ise orası da Dâr-ül Küfür olur.

18- Dâr-ül Harb'de yani Dâr-ül Küfür'de daimi olarak yaşayan bir kimse Dâr-ül İslâm'a ancak emânla (izinle) girebilir. Yani giriş için özel bir izin alması gerekir. Zira harbî, emânsız olarak Dâr-ül İslâm'a girmekten men edilir. Fakat ülkesi bir İslâm ülkesi olup kendisi Hilâfet'ten dışarıda olması ya da ülkesi Hilâfet'in sultasına (otoritesine) birleşmemiş olması gibi bir halden dolayı kendisi Halifenin otoritesi altında olmayan kimse emânsız yani izinsiz olarak Dâr-ül İslâm'a girer. Bu durumda olan bir kimse Dâr-ül İslâm'a girdiğinde ona uygulanacak olan hüküm Halifenin sultası altında yaşayanlarla aynıdır. Aralarında herhangi bir fark yoktur.

19- İslâm beldeleri; müslümanların oralarda İslâmî otorite ve egemenliği ile hükmetmiş oldukları ve İslâm hükümlerinin uygulanmış olduğu yerlerdir. Bu yerler ister Kafkaslar gibi müslümanların halen yaşadığı yerler olsun veya İspanya adıyla bilinen Endülüs gibi müslümanların kovulduğu ve kâfirlerin vatan edindikleri yerler olsun aynıdır. Madem ki müslümanlar oralarda İslâm'ın hakimiyeti altında hükmetmişler, öyleyse bu beldelerin hepsi İslâm beldeleridir. Bu beldelerdeki araziler İslâm'ın hakimiyeti altına girdiği zaman hangi hükmü taşımışsa bugün de aynı hükmü taşır. Eğer o topraklar Endülüs gibi fetih ile alınmışsa o arazi haracî arazi sayılır. Endonezya halkı gibi kendiliğinden müslüman olmuş ise, o arazi de öşrî arazî sayılır. Aynı şekilde geçmişte İslâm'ın hakimiyeti altına girmemiş fakat halkının çoğu müslüman olan yerler de İslâm beldeleridir. Çünkü orada yaşayan halk o topraklar üzerinde müslüman olmuşlardır.

20- İslâm beldelerini birleştirmek müslümanlar üzerine farzdır. Çünkü İslâm, birden fazla İslâm Devleti'nin bulunmasını haram kıldı. Zira birden fazla halifenin bulunması haram kılınmıştır. Nitekim Resulullah (SAV) bir hadisinde;

"Kim bir imama biat ederse avucunun içini verir ve kalbiyle ona bağlanırsa gücünün yettiğince ona itaat etsin. Eğer bir başkası da ortaya imam olarak çıkarsa onun boynunu vurunuz." [28] buyuruyor. Görülüyor ki bu hadis İslâm Devleti'nin iki devlete bölünmesini nehyediyor. Çünkü, halifenin çatışması ülkenin bölünmesine ve orada ikinci bir halifenin bulunmasına neden olur. Yine Resulullah (SAV): "İki halifeye biat edildiği zaman son biat edileni öldürün." [29] Bu nedenle İslâm beldelerinde iki halifenin bulunması yasaklanmıştır. Çünkü, iki halifeye biat etmek iki devletin kurulması demektir. Halbuki, bütün bu nasslar birden fazla devletin bulunmasının haram olduğuna açıkça delildir. Şayet, birkaç devlet ortaya çıkarsa haram bir iş işlenmiş olduğundan bunun ortadan kaldırılması ve bir devlet haline getirilmesi farzdır.

21- Müslüman olmayanlar, dinin usullarında da ve furularında da müslümanlarla eşit olarak İslâmî hükümlerin muhatabıdırlar. Zira İslâm bütün insanlar için gelmiştir. Allah (C.C); "Biz seni ancak bütün insanlara gönderdik." [30] buyurur. Allah Subhanehu ve Teâlâ onları furuatın bir kısmından açıkça sorumlu tutmuştur. İbadeti emreden ayetler kâfirleri de kapsamakta-dır. Nitekim Allahu Teâlâ, şöyle buyurmuştur :

"Ey insanlar, Rabbinize ibadet ediniz." [31]

"Kâbe'yi ziyaret etmek (Haccı yapmak) Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır." [32] Eğer onlar furuatla sorumlu olmamış olsalardı, Allah onların üzerine azabı vaadetmezdi. Allahu Teâlâ müşrikler için şöyle buyurmuştur:

"Zekatı vermeyen müşriklere yazık olsun." [33]

"O ne tasdik etti ne de namaz kıldı. O sadece yalanladı ve yüz çevirdi." [34]

"Sizi (sakara) cehenneme koyan şey nedir? Onlar; biz namaz kılanlardan değildik, miskine yedirmezdik, dalanlarla beraber dalardık ve biz ahiret gününü yalanlardık." [35] Bütün bu ayetler, kâfirlerin bazı emir ve nehiylerden sorumlu olduklarını sabitleştiriyor. Bu ayetlerde olduğu gibi, diğer emir ve nehiylerle de kâfirler İslâmî hükümlerden sorumludurlar. Böylece onlar usul ile sorumlu oldukları gibi furu‘ ile de muhatapdırlar. Ancak onlar hiç bir zaman inançlarını değiştirme mecburiyetinde bırakılmazlar. Aynı zamanda onlar akidelerinden kaynaklanan hükümleri değiştirmek için de zorlanmazlar. Resulullah (SAV)'in onların amellerinden görüp sükut ettiği hususlara sükut edilir. O öyledir. Zira, Allahu Teâlâ; "Dinde zorlama yoktur." [36] diye buyurmaktadır. Resulullah (SAV) ise bir hadisinde şöyle buyurur :

"Yahudilik ve Hıristiyanlık dininden olanlar bu dini terk etmek için zorlanmazlar." Buna göre onlar inandıkları ve ibadet ettikleri şeyler üzerinde terk edilirler. İçki içmeleri ve evlenmeleri gibi fiillerden Resulullah (SAV)'in kendilerini serbest bıraktığı herhangi bir fiilde biz onlara taarruz edip karışmayız. Bunların dışındaki, ukubatlarda ve muamelatlardaki hükümler, müslümanlara uygulandığı gibi onlara da aynen uygulanır. Yalnız diplomatik elçiler bundan müstesnadır. Diplomatik dokunulmazlık denilen bu husus Resulullah (SAV)'in, Müseyleme'nin gönderdiği iki elçisine söylediği şu hadisten anlaşılmaktadır :

"Eğer elçiler öldürülselerdi ikinizin de boynunu vururdum." [37]

22- Babaları İslâm'dan dönenler, babaları mürted olduktan sonra dünyaya gelenler, yani mürted ve kâfir ana-babadan doğanlar, mürted olarak değerlendirilmeyip, kâfir olarak değerlendirilirler. Zira onlar kendileri İslâm'dan dönmediler. İslâm'dan dönenler onların atalarıdır. Bundan dolayı onlara mürted hükmü tatbik edilmez. Onların kâfir olarak değerlendirilmeleri ise, kâfir ana ve babadan doğduklarındandır. Kâfir ana ve babadan dünyaya gelen herkes kâfirdir. Bu hususta İbni Mes'ud (ra)'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir :

"Nebî (SAV) Ukbe b. Ebî Muayt'ı öldürmek istediği zaman, 'çocuğun durumu ne olacak' denince; Resulullah (SAV) : Onun yeri ateştir." [38] dedi. Bir başka rivayette ise, o (SAV) dedi ki: "Ateş, hem onlar hem de babaları içindir." Nebî (SAV)'e müşriklerin arasında yaşarken kadın ve çocuklarına bir felaket gelen insanların çoluk-çocuklarının durumu sorulduğunda;"Onlar da onlardandır" [39] dedi. Babaları dinden dönmüş olan kimseler, dönmüş oldukları dine göre muamele görürler. Eğer bu din, Hıristiyanlık veya Yahudilik ise; yahudi veya hıristiyan muamelesine tabî tutulurlar. Yani ehli kitap muamelesi görürler. Eğer müşrik iseler müşriklere uygulanan muameleye tabî tutulurlar. Kestikleri yenmez ve kadınları ile nikahlanılmaz.

23- Kapitalizm, komünizm gibidir. Zira, her ikisi de küfürdür. Sosyalizm, bütün çeşitleriyle küfürdür. Nitekim, dini devletten ayırma inancı küfür akidesidir. Materyalizm (maddecilik) ve maddenin gelişmesi (madde tekamülü ya da evrim) inancı da küfür akidesidir. Devlet sosyalizmi veya ziraî sosyalizm ve bunlara benzeyen her türlü sosyalizm de küfürdür. Hıristiyanlık bir küfür dini olduğu gibi kapitalizm de bir küfür ideolojisidir. Yine yahudilik dini küfür dini olduğu gibi sosyalizm de bir küfür ideolojisidir. Çünkü bunların hepsi de küfür milletleridir. Küfür ise tek millettir.


--------------------------------------------------------------------------------

[1] Nisa : 65

[2] Müslim, Akdiye, 3243

[3] Haşr : 7

[4] Nisa : 65

[5] Necm : 28

[6] En'am : 117

[7] Nisa : 157

[8] İbni Mace, Mukaddime, 232

[9] Hadid : 7

[10] Zümer : 62

[11] Bakara : 127

[12] İnsan : 15

[13] Talâk : 6

[14] Bakara : 275

[15] Bakara : 237

[16] Tirmizi, Salat

[17] Buhari, Buyu’, 1967

[18] Ebu Davud, Salat, 833

[19] Hucurat : 10

[20] Ebu Davud, İman, 2834

[21] Buhari, Mardi, 5217

[22] Müslim, Cihad ve’s-Seyr, 3261

[23] Ahmed b. Hanbel, Ensar, 20285

[24] Müslim, Birr, 4683

[25] Nisa, Tahrim, 4045

[26] Müslim, Cihad ve’s-Seyr, 3261

[27] Müslim, Cihad ve’s-Seyr, 3261

[28] İbni Mace, Fitne, 3946

[29] Müslim, İmarat, 3444

[30] Sebe' : 28

[31] Bakara : 21

[32] Ali İmran : 97

[33] Fussilet : 6-7

[34] Kıyamet : 31-32

[35] Müdessir : 42-46

[36] Bakara : 256

[37] Ebu Davud, Cihad, 2380

[38] Ebu Davud, Cihad, 2311

[39] Müslim, Cihad ve’s-Seyr, 3282
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt