Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

futbol tuzağı (1 Kullanıcı)

andelib

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Nis 2007
Mesajlar
434
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Konum
izmir
apartmanın bahçesinden dışarıya adım atıyordum ki; aniden şiddetlenen rüzgarla beraber birkaç adım ötemde duran siyah poşet bir anda yukarıya doğru yükselmeye başladı. İşte o zaman takıldı gözüme gökyüzü. “Kadîr ve Rahîm bir Kumandanın emriyle hareket eden” semavât orduları, bulutlar vardı semânın arza bakan yüzünde.

Gökyüzü, an be an değişen haliyle “yazan, ‘ifade eden’, bozan, yeniden yazan” , “gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir Sultanın” muhteşem bir tablosuydu. Büyük bir Kur’an olan kainatın bir Ayet-i tekvîniyesiydi. Haşmetli Sultan, bulutları hareket ettirmekle, ibâdına emirlerini ve nehiylerini bir nevî “ifade ediyordu.” Genelde sakin ve yumuşak hatlar çizen bulutlar, o gün nedense oldukça celâl yüklü mânâlar taşıyor, çok çabuk değişerek ve karma karmaşık tablolar çizerek şiddetli bir ikazın haberini veriyorlardı sanki.

Bu kadar kalbî ve aklî idmânı yaptıktan sonra hızlı adımlarla durağa gidip otobüse bindim. İnsanlarda farklı bir hareketlilik vardı. Gün, akşama doğru ilerledikçe sokaklarda gürültüler çoğalıyor, “O’nun” için camiler garîp ve mahzun bir yalnızlığa bürünmeye, insanlar da kahvehanelere doğru hızla sürünmeye başlamıştı. “O’nun” yüzünden nefisler heyecan içinde, ama kalpler üzgündü. Bir iki İslamî gazete dışında bütün gazeteler “O’nu” baş sayfa haberi yapmıştı. Bütün bunlara sebep olan “o” şey ise; yüz yirmi dakikalık bir “maç”idi.

Saat yaklaştıkça sokaklardaki sesler azalmıştı. Gözler “aptal kutusu” olan televizyona odaklanmaya, gönüller de, dünyevîliğin örümcek ağı ve frenklerin içimize soktuğu bir illet olan “menfî milliyetçiliğe” yani, Nebiyy-i Zîşan (asm) Efendimizin “ümmetin helak sebebi” saydığı “ırkçılığa” doğru kayıyordu. Bu arada gökyüzünde de sabah ki beyaz, seyrek, hareketli bulutların yerini koyu gri devâsa kütleler almış ve kâbus gibi şehrin üzerine çökmüştü. Kahhâr-ı Zülcelâl’in hücum orduları mevzilenmiş gibiydi.

O ilk dakika... Altmış beş milyonun ekseriyeti heyecanla spikerin sunduğu maçı dinliyor, ekalli kalîl olan diğer kısım ise, ibretle minarede okunan yatsı ezanıyla, semâyı yırtarcasına çıkan şimşeklerin ardından gelen--melek-i râdın zikri olan-- gökgürültüsünü dinliyordu. Ekser ehl-i din yatsı namazını, sünnet-i seniyye olan cemaatle kılmak yerine, önce maçı izlemeyi “tercih” etti. Aynı, ehl-i dünyanın kırılacak cam şişeler hükmünde olan dünyayı, bakî elmaslar hükmündeki ahiretlerine “tercih” ettikleri gibi. Ayrıca namaz, Allah’ın ayetlerinden değil miydi? Bir futbol maçı—uhrevîliği bir kenara koyduk—ne kadar dünyevî menfaat sağlayabilirdi? Bu sorular zihnimde çözüm ararken, o sırada gönül eri bir mü’min mütevâzi ve küçük odacığına çekilmiş, “Bakara sûresi kırk bir”de yer alan “Benim ayetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin ve yalnız Benden korkun, yasaklarıma karşı gelmekten sakının” ayetini okuyordu.

Hayatımızın her ânının Allah için yaşanması gerekmez miydi? Zîra bu da kâmil bir mü’minin yaşantısının her film karesini ubudiyet şuuru içinde devam ettirmesi demek değil miydi? Maç izlemek, ubudiyet ile paralellik arz etmediğinden “Allah rızası için maç izlemek” diye bir şey olamazdı. Maç esnâsında “ayine-i samed olan bâtın-ı kalb”ler maalesef Allah için değil de “milli” bir karşılaşma için atıyordu. “kalplerimiz seninle”diyordu seyirciler. Türkiye ayaktaydı, ama kimin içindi? Avrupa’nın bir çok ülkesinden gelen gurbetçi, destek için oraya gitmişti. O maç bütün dünyadaki Türkleri, “İslamiyet” değil de “o takımın” bayrağı altında toplamıştı.

Bu hâdise; küre-i arzı herc ü merce getiren , İslamın mukaderâtıyla alâkadar olan eski, dehşetli harb-i umumiden daha mı önemliydi? Buna ancak; enelerin, gaflet sahasına inip nefis topunun peşinden koşturması denilebilirdi.

İzleyiciler, maç süresince taraftarların ettiği küfürlere, haksız ithamlara, kendi ırkını yüceltmelere sırf “milli” bir maç diye ses çıkarmadıkları için zulümlerine şerik olmuyorlar mıydı? Maçı izleyenin adı üzerindeydi, “taraftar.” Tarafgirlik yapıyordu. İster istemez yapacaktı zaten.

Olayın bir başka boyutu da, Peygamber Efendimiz göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede bile, nefsin şerrinden Allah’a sığındığı halde, bize ne oluyordu da fitnelerin at oynattığı, nefislerin cirit attığı bu maçı iki saat boyunca izleyebiliyorduk! His ve hevâsının oyununa gelip karşı tarafa düşmanlık besleyen beşer, en büyük düşmanı olan nefsine karşı çoktan yenik düşmüştü bile.

Acaba bu ve bunun gibi hâdiseler “zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bakî ve daimi bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası gibi büyük bir davaya avukatlık yapabilir miydi? Dâr-ı imtihana gönderilmiş olan bizlere, iman vesikasını sağlam olarak elde ettirebilir miydi?

Netice-i kelâm; geçen süre içerisinde kitap okunsaydı ne kazanılırdı? Dünyadaki bütün maçlara gitsek, hakaik-ı imaniyenin ince noktaları ne kadar açılırdı? Ve, marifetullah basamaklarında kısa ve sağlam adımları ne kadar atabilirdik?

Ömür sermayesi pek azdı, lüzümlu işler pek çoktu. Mesaimizin ne için sarf edileceği iyi tahlil edilmeliydi.

Evren Teke

alıntıdır bir iki yeri değiştirilmiştir
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt