Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
Fundamentalizm/İrtica Söylemi: Ötekileştirme ve "Yeni Efendiler"i Meşrulaştırma "Aygıt"ı
Batı medeniyetinin modernlikle birlikte gerçekleştirdiği seküler meydan okuma, Türkiye'yi de, İslâm dünyasını da derinden sarstı: Bu sarsıntının göğüslenmesi ve aşılabilmesi için hem Türkiye'de, hem de İslâm dünyasında çeşitli siyasi, kültürel ve entelektüel tepkiler geliştirildiğini gözlemliyoruz: Modernliğin meydan okumasına karşı geliştirilen tepkiler, iki ana eksende tezahür etti: Birinci eksen Batılılaşma ekseni. İkinci eksen ise adına "İslâmcılık" denen yeniden-İslâmileşme ekseni.
Giriş: Yenilgi Psikolojini Yenilgiye Uğratmak İçin...
Tarihsel süreç içinde "milliyetçilik" şeklinde ortaya çıkan bir üçüncü eksenin varolduğundan da sözetmek gerekir. Ancak milliyetçilik ekseninin, kimi zaman "İslâmcılık"la, kimi zamansa Batıcılıkla dirsek teması halinde olan geçici/muğlak bir durum olduğunu gözlemliyoruz. Geçici/muğlak bir durum diyorum, çünkü milliyetçilik akımının esas itibariyle Batıdaki modernlik paradigmasının ana unsurlarından biri olması, Batılılaşma projelerinin milliyetçilik ve ulus-devlet çerçevesinde hayata geçirilmesini icbar etti. Her ne kadar, İslam dünyasındaki milliyetçi akımlar, esas itibariyle İslâm'la irtibatını koparmamışlarsa da, sonuç itibariyle Müslümanların tarihsel deneyimlerine ve İslâm'ın anlam haritalarına yabancı olan ırk kavramı ekseninde şekillenen milliyetçilik akımlarının zamanla ya Batıcı söylemler içinde eridiklerini, ya İslâmî söylemlere eklemlendiklerini ya da tümüyle yok olup gittiklerini görüyoruz. Ki, bu, zaten kaçınılmaz bir şeydi/r. Çünkü ırk kavramına ve fikrine dayalı bir millet kavramı, İslâm'ın anlam haritalarında da, dolayısıyla Müslüman toplumların tarihsel tecrübelerinde de karşılığı ve gerçekliği olmayan bir kavramdır. Kaldı ki, bizde millet kavramı her zaman "ümmet", "din" kavramının muadili olarak algılana ve kullanılagelmişti/r.
Bugün gelinen noktada birbirine karşıt iki ana eksen belirginleşmiş durumda: Batıcılık ve "İslâmcılık". Her iki ekseni de tanımlayan ve konumlandıran itici güç, laikliktir. Laikliği eksene alıp almamasına ya da olumsuzlayıp olumsuzlamamasına göre bu iki eksen ötekileştirme ve kendilerini meşrulaştırma biçimleri ve söylemleri geliştirmektedir. Bu yüzdendir ki, sonuçta gelinen noktada, laiklik ve İslâm arasında bir gerilim icat edilmiştir.
Burada dikkat çekilmesi gereken hayatî nokta şu: Bu gerilim, tarihsel, kültürel, siyasal, toplumsal ve düşünsel gerçekliği, derinliği ve tekabüliyeti olan bir gerilim değil; büyük ölçüde ideolojik ve dolayısıyla yapay bir gerilimdir. Ayrıca bu iki eksende geliştirilen söylemlerin aynı zihin kalıbının yansıması veya ürünü olduğu henüz pek farkedilememiştir: Laiklik ve "İslâmcılık" ekseninde geliştirilen tüm söylemler, yenilgi psikolojisine dayanan ya reaksiyoner ya da savunmacı söylemlerdir: Laikler, İslâm'a karşı reaksiyoner ve savunmacı tavırlar geliştirirlerken; "İslamcılar" da laiklere karşı reaksiyoner ve savunmacı tavırlar geliştirmektedirler. Laiklerin de, "İslâmcılar"ın da zihin yapılarını belirleyen şey aynı şeydir: İslâm dünyası, modernliğin meydan okuması karşısında "geri kalmış", dolayısıyla "yenilmiş"tir. Laikler, "geri kalmışlık durumu"ndan kurtulmanın yolunun Batılılaşmaktan; İslâmcılar ise Batıcılığın ve Batılılaşmanın reddedilmesinden geçtiğini savunuyorlar. Bu durum, Müslüman toplumlarda yapay sorunların ve gerilimlerin ihdas edilmesini kolaylaştırmakta, hatta meşrulaştırmaktadır.
Yapay sorunların ve gerilimlerin ihdas edilmesini önlemenin tek esaslı yolu var: Hem laikliği, hem de Müslümanların yaşadıkları sorunları, travmaları yenilgi psikolojisinden kurtularak anlamlandırmaya çalışmak. Böylesi bir yöntem, Batıya GÖRE (=Batıyı onaylayarak) ya da Batı'ya KARŞI geliştirilen tavırların sonuçta Batı'yı (Batılı söylemleri) merkeze, Özne konumuna yerleştirdiğimizi kavramamıza yardımcı olacak; Batı'ya RAĞMEN İslâm'ın sunduğu kendi dinamiklerimizden, anlam haritalarımızdan, referans çerçevemizden yola çıkarak ve Batı'yı da iyi tanıyarak kendimizi (dolayısıyla İslâm'ı, İslâmî referans çerçevesini) merkeze, Özne konumuna yerleştirmemizi mümkün kılacaktır. Böylelikle Nesne (=reaksiyoner, tanımlanan, belirlenen, asalak, tüketen, yönlendirilen, söyleneni söyleyen, ötekileştirici, köleleştirici) konumundan, Özne (=aksiyoner, tanımlayan, belirleyen, asalet ve şahsiyet sahibi, yaratıcı, üreten, yönlendiren, kendine özgü iddia ve sözleri olan, kendileştirici, özgürleştirici) konumuna geçmemiz mümkün olacaktır. Nesne konumundan Özne konumuna geçtiğimiz andan itibaren yaşadığımız tecrübenin "geri kalmışlık"/"yenilgi" durumu olmadığını, bir meydan okuma ile karşı karşıya olduğumuzu, bir medeniyet krizi yaşadığımızı, bu medeniyet krizinin farkedilmesi ve bu krizin aşılması için gerekli entelektüel donanıma ve duruşa sahip olmamız gerektiğini görecek; karşı karşıya kaldığımız sorunların büyük ölçüde yapay ve sahte sorunlar olduğunu kavrayacağız.
Yenilgi psikolojisi ile hareket ettiğimiz için bugüne kadar yaşadığımız sorunların, örneğin laiklik sorununun sahte bir sorun olduğunu kavrayabilmiş değiliz. Laiklik veya sekülerlik sorunu, Batı Avrupa'lı toplumlara özgü tarihsel bir sorundur. Hıristiyan teolojisinin ve sosyal teorisinin "ilk günah" (original sin) veya düşüş (fall from grace) teorisine dayalı olarak geliştirdiği insanı, işlemediği suçlardan sorumlu tutan ve insanın özgür iradesini bastıran, hiçe sayan insan algısı, Batı'da Rönesans ve Reformasyon süreçleriyle birlikte sorgulanmaya başlanmış ve sonunda insanın aklını, yeteneklerini kullanmasını, keşfetmesini esas alan ama bu kez insanı her şeyin merkezine yerleştiren bir yönelim benimsenmiştir. Oysa İslâm'da insanın özgür iradesini kullanamaması gibi bir sorun yoktur ve İslâm tarihinde de böylesi bir sorun yaşanmamıştır. Sekülerliği doğuran insanın özgür iradesi sorunu çerçevesinde yapılan tartışmaların hiç biri İslâm tarihinde yaşanmamıştır. Dahası, İslâm'ın din-dünya ayırımı veya karşıtlığı gibi bir sorun olmadığı için İslâm hayatın her alanını kuşatan bir dünya tasavvuru vaz'etmiştir.
Görüldüğü gibi sadece Batı Avrupa toplumlarına özgü "tarihsel" bir sorunla karşı karşıyayız. Ayrıca sekülerlik bizde olduğu gibi bir din konumuna da getirilmemiştir. Elbette ki, modernlikle birlikte Batı'daki otorite, hegemonya ve meşruiyet kaynakları din-dışı kaynaklara göre tanımlanmış ve buradan yola çıkılarak din sadece bireyle insan arasında olup biten bireysel bir inanç meselesine indirgenmiştir. Sekülerlik ve protestanlık böylesi bir sürecin sonrasında ortaya çıkmıştır.
Şu an benzer bir süreç, İslâm için de var kılınmaya ve icat edilmeye çalışılmaktadır. Oysa buraya kadar kısaca yaptığım açıklamalardan da anlaşıldığı gibi İslâm'ın sekülerleştirilmesi gibi bir sorun sahte ve son derece maksatlı bir sorundur (bkz. Cabiri, 2001: 77-109). İslâm'ın sekülerleştirilmesinden maksat, İslâm'ın küresel seküler sisteme karşı direnme gücünün ve kendi olarak varoluş dinamizminin kırılması ve böylelikle küresel seküler sistemin ömrünün bir süre daha uzatılması çabasıdır.
Ayrıca bugün Batı'da sekülerlik yoğun bir şekilde tartışılmaya, "seküler aklın ötesi"nden (Millbank, 1999), "post-seküler felsefe"den (Blond, 1998) sözedilmeye başlanmış durumdadır. Bu konuda yapılan tartışma ve arayışların çağdaş sosyal teorinin en önemli tartışma alanlarından birini oluşturduğunu hatırlatmak yararlı olabilir.
Sahte sorunlarla boğuştuğumuz için "modernleşme" tarihimiz süresince yapabildiğimiz tek şey, kaygan zeminlerde patinaj yapmaktan ibaret oldu: Tam bir muğlaklıklar, muammalar, esrarengizlikler, anlamsızlıklar, yapaylıklar; dar alanda sığ paslaşmalar, hesaplaşmalar, kapışmalar; yapay, tabansız, köksüz, ruhsuz, temelsiz, nevzuhur gerilimler, kavgalar yumağının ortasında hallaç pamuğu gibi oradan oraya savrulup duruyoruz. Kafamız allak bullak, hayatımızsa tarumar olmuş durumda. Her kes/im farklı tellerden çalıyor; hiç kimse bir diğerinin ne dediğini, ne çaldığını anlamıyor; anlamak da istemiyor. "Gürültü", kulağımızı "sağırlaştırıyor"; gözümüzü, gönlümüzü ve zihnimizi "köreltiyor": Kaygan zeminlerde patinaj veya "cambazlık" yaparak "işi götüreceğimizi", vaziyeti idare edeceğimizi, günü kurtaracağımızı düşünüyoruz. İşin kötüsü, "işi götürebilmenin", "vaziyeti idare edebilmenin", günü kurtarabilmenin tek ve çıkar yolunun kaygan zeminlerde patinaj veya cambazlık yapmaktan geçtiğine inanıyor olmamız.
Burada yoğun metaforik imgelerle tasvir etmeye veya çizmeye çalıştığım tablonun bizim modernleşme tarihimiz süresince yaşadığımız veya yaşamaya mahkum edildiğimiz traji-komik serencamı iyi ifade ettiğini, özetlediğini zannediyorum.
Traji-komik Bir "Filim" ya da
Kaygan Zeminlerde Patinaj Yapmak
Yazının başındayken irtica sorununa ilişkin, dolayısıyla Türkiye'nin modernleşme tarihimiz süresince içine sürüklendiği serencama dair esaslı bir şeyler söyleyebilmenin mümkün tüm enstrümanlarının ve imkanlarının varolmadığına da özellikle dikkat çekmek için yazıya son derece bilinçli bir şekilde böylesine metaforik yoğunluklu bir dille giriş yapma ihtiyacı hissettim. Çünkü gerçek bir durumu değil, bir "gerçek şakası" halini yaşıyoruz: Teorinin pek fazla elle tutulur, dişe dokunur bir şeyler söyleyemeyeceği, dolayısıyla bilim adamlarından, akademisyenlerden çok sanatçıların başa çıkabilecekleri, tasvir ve tarif edebilecekleri bir gerçek şakası hali, bir traji-komedi, bir hiper-gerçek durum'la karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum: Yaşadığımız şeyin, bir gerçek durum, bir trajedi değil, bir hiper-gerçek (abartılı, sanal, sığ bir) durum ve traji-komedi olduğu gerçeğine dikkat çekmekte yarar görüyorum: Özlü bir şekilde söylemek gerekirse, yaşadığımız şey trajedi (ayıltan bir deneyim) değil, traji-komedi (bayıltan bir deneyim): Trajedide, insan felaketlerle karşı karşıya kaldığını fiilen görür, yaşar ve bu felaketleri aşması gerektiğini düşünür ve felaketleri aşmanın yollarını aramaya koyulur; dolayısıyla trajedi, ayıltıcı, uyarıcı bir durumdur. Oysa yaşadığımız deneyim, trajedi olmadığı için sadece Türkiye'de değil dünyada da ne/ler olup bittiğini anlamakta, kavramakta zorlanıyoruz.
Çünkü yaşadığımız şey, trajedi değil, traji-komedi: Müslüman olduğumuz için, belki de, yaşadığımız şeyin trajedi olması biraz zor. Müslüman bir toplum, Allah'a inandığı ve her daim -ister bilinç düzeyinde, isterse bilinçaltı düzeyinde tezahür etsin- havf ve reca (korku ile ümit) arasında olduğu, dolayısıyla hiçbir zaman ümidini yitirmediği, Allah'ın her zaman kendisiyle olduğunu, bu dünyada asla yalnız olmadığını, her şeyin yaratıcısı ve hakimi olan Allah'ın tüm olup bitenlerde dahli olduğunu yakînen (kalben ve fiilen) bildiği, hissettiği ve kabul ettiği için, trajik durum, bizim kültürümüze, ontolojik gerçekliğimize ve gerçeklik algımıza yabancıdır. Müslümanlık, İslâm'la sorunlu olan çevreler de dahil olmak üzere toplumumuzun yegâne ontolojik, epistemolojik ve fenomenolojik gerçekliği olduğu ve bu gerçeklik/hakikat, kolektif hafızamızda ve kolektif bilinçaltımızda kurucu bir aktör olarak varlığını sürdürdüğü için, Türkiye'deki bütün kesimlerin trajedi yaşamalarının zor olduğuna dikkat çekmek istiyorum.
O yüzden ben, bizim yaşadığımız deneyimin trajedi değil, traji-komedi şeklinde tezahür ettiğini düşünüyorum. Bu toplum Müslümanlıkla ilişkisini sıfırlamadığı sürece, bu toplumda trajik olabilecek tüm deneyimlerin traji-komediye dönüşmesi kaçınılmazdır. Yaşadığımız deneyimin trajedi değil de, traji-komedi olarak tezahür etmesinin bir diğer nedeninin de, bu ontolojik gerçekliğin yanısıra modernleşme tarihimiz süresince yaşadığımız sosyo-politik durumla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz: Sözünü ettiğim sosyo-politik durum, çift yönlü temassızlık olarak adlandırdığım fenomendir: Türk toplumu, modernleşme tarihimizin başlangıcından itibaren, özellikle de Cumhuriyet modernleşmesi tecrübesiyle birlikte iyice belirginleşen travmatik bir deneyim yaşamaya mahkum oldu: Hem kendi kültürel dinamiklerimizle, tarihsel, kültürel, entelektüel ve toplumsal derinliğimizle, dolayısıyla anlam haritalarımızla temasımızı yitirmeye başladık; hem de kavramsal ve kurumsal düzlemlerde model olarak benimsediğimizi, örnek aldığımızı söylememize rağmen Batı'yla, Batı düşüncesi, kültürü, kodları ile analitik, eleştirel ve derinlikli temaslar kurmayı başaramadık: Bir yandan kendi anlam haritalarımızı olumsuzladık, öte yandan da Batı ile eklektik, naif ve sığ temaslar kurduk; dolayısıyla Türkiye'de hayali bir Batılılaşma tecrübesi icat etmeye çalıştık: Sonuçta Batı'yla ilişkilerimiz de, kendi dinamiklerimizle, kendi dinamiklerimizin omurgasını, ruhunu, kurucu özelliklerini oluşturan Müslümanlıkla kurduğumuz ilişkiler de, simülatif ilişkiler şeklinde tezahür etti: Ortaya simülatif bir Müslümanlık algısı, simülatif bir modern/Batı algısı çıktı: Müslümanlığımızın Müslümanlığın hakikati ile, Batılılığımızın Batı'nın hakikati ile ilişkisi simülatifti (=sığ, sanal, yapay). Sonuçta, gele gele kendi dinamiklerimize de (dolayısıyla Müslümanlığa da), Batı'ya da kapatılan nevzuhur bir durum temel durumumuz haline geliverdi.
Bu hiçbir şeye tekabül etmeyen nevzuhur ve yapay durumun oluşmasında belirleyici olan bir başka sosyo-politik tercih de, Türkiye'nin elitlerinin Türkiye'de benim kendi-kendini sömürgeleştirme (self-kolonization) olarak adlandırdığım bir deneyimin hayata geçirilmesi oldu: Batılılar tarafında sömürgeleştirilemeyen tek ülke olan Türkiye, bir yandan Batılılara (yedi düvele) karşı bir bağımsızlık mücadelesi verdi; ama öte yandan da Türkiye'de hayali/simülatif bir Batılılaşma projesi gerçekleştirmeye, yani kendi-kendini sömürgeleştirmeye (=sömürgecilerin sömürgeleştirdikleri ülkelerde yaptıkları şeyleri, bizim ülkemizde kendi elitlerimizin girişimleriyle yapmaya) kalkıştı.
Batı medeniyetinin modernlikle birlikte gerçekleştirdiği seküler meydan okuma, Türkiye'yi de, İslâm dünyasını da derinden sarstı: Bu sarsıntının göğüslenmesi ve aşılabilmesi için hem Türkiye'de, hem de İslâm dünyasında çeşitli siyasi, kültürel ve entelektüel tepkiler geliştirildiğini gözlemliyoruz: Modernliğin meydan okumasına karşı geliştirilen tepkiler, iki ana eksende tezahür etti: Birinci eksen Batılılaşma ekseni. İkinci eksen ise adına "İslâmcılık" denen yeniden-İslâmileşme ekseni.
Giriş: Yenilgi Psikolojini Yenilgiye Uğratmak İçin...
Tarihsel süreç içinde "milliyetçilik" şeklinde ortaya çıkan bir üçüncü eksenin varolduğundan da sözetmek gerekir. Ancak milliyetçilik ekseninin, kimi zaman "İslâmcılık"la, kimi zamansa Batıcılıkla dirsek teması halinde olan geçici/muğlak bir durum olduğunu gözlemliyoruz. Geçici/muğlak bir durum diyorum, çünkü milliyetçilik akımının esas itibariyle Batıdaki modernlik paradigmasının ana unsurlarından biri olması, Batılılaşma projelerinin milliyetçilik ve ulus-devlet çerçevesinde hayata geçirilmesini icbar etti. Her ne kadar, İslam dünyasındaki milliyetçi akımlar, esas itibariyle İslâm'la irtibatını koparmamışlarsa da, sonuç itibariyle Müslümanların tarihsel deneyimlerine ve İslâm'ın anlam haritalarına yabancı olan ırk kavramı ekseninde şekillenen milliyetçilik akımlarının zamanla ya Batıcı söylemler içinde eridiklerini, ya İslâmî söylemlere eklemlendiklerini ya da tümüyle yok olup gittiklerini görüyoruz. Ki, bu, zaten kaçınılmaz bir şeydi/r. Çünkü ırk kavramına ve fikrine dayalı bir millet kavramı, İslâm'ın anlam haritalarında da, dolayısıyla Müslüman toplumların tarihsel tecrübelerinde de karşılığı ve gerçekliği olmayan bir kavramdır. Kaldı ki, bizde millet kavramı her zaman "ümmet", "din" kavramının muadili olarak algılana ve kullanılagelmişti/r.
Bugün gelinen noktada birbirine karşıt iki ana eksen belirginleşmiş durumda: Batıcılık ve "İslâmcılık". Her iki ekseni de tanımlayan ve konumlandıran itici güç, laikliktir. Laikliği eksene alıp almamasına ya da olumsuzlayıp olumsuzlamamasına göre bu iki eksen ötekileştirme ve kendilerini meşrulaştırma biçimleri ve söylemleri geliştirmektedir. Bu yüzdendir ki, sonuçta gelinen noktada, laiklik ve İslâm arasında bir gerilim icat edilmiştir.
Burada dikkat çekilmesi gereken hayatî nokta şu: Bu gerilim, tarihsel, kültürel, siyasal, toplumsal ve düşünsel gerçekliği, derinliği ve tekabüliyeti olan bir gerilim değil; büyük ölçüde ideolojik ve dolayısıyla yapay bir gerilimdir. Ayrıca bu iki eksende geliştirilen söylemlerin aynı zihin kalıbının yansıması veya ürünü olduğu henüz pek farkedilememiştir: Laiklik ve "İslâmcılık" ekseninde geliştirilen tüm söylemler, yenilgi psikolojisine dayanan ya reaksiyoner ya da savunmacı söylemlerdir: Laikler, İslâm'a karşı reaksiyoner ve savunmacı tavırlar geliştirirlerken; "İslamcılar" da laiklere karşı reaksiyoner ve savunmacı tavırlar geliştirmektedirler. Laiklerin de, "İslâmcılar"ın da zihin yapılarını belirleyen şey aynı şeydir: İslâm dünyası, modernliğin meydan okuması karşısında "geri kalmış", dolayısıyla "yenilmiş"tir. Laikler, "geri kalmışlık durumu"ndan kurtulmanın yolunun Batılılaşmaktan; İslâmcılar ise Batıcılığın ve Batılılaşmanın reddedilmesinden geçtiğini savunuyorlar. Bu durum, Müslüman toplumlarda yapay sorunların ve gerilimlerin ihdas edilmesini kolaylaştırmakta, hatta meşrulaştırmaktadır.
Yapay sorunların ve gerilimlerin ihdas edilmesini önlemenin tek esaslı yolu var: Hem laikliği, hem de Müslümanların yaşadıkları sorunları, travmaları yenilgi psikolojisinden kurtularak anlamlandırmaya çalışmak. Böylesi bir yöntem, Batıya GÖRE (=Batıyı onaylayarak) ya da Batı'ya KARŞI geliştirilen tavırların sonuçta Batı'yı (Batılı söylemleri) merkeze, Özne konumuna yerleştirdiğimizi kavramamıza yardımcı olacak; Batı'ya RAĞMEN İslâm'ın sunduğu kendi dinamiklerimizden, anlam haritalarımızdan, referans çerçevemizden yola çıkarak ve Batı'yı da iyi tanıyarak kendimizi (dolayısıyla İslâm'ı, İslâmî referans çerçevesini) merkeze, Özne konumuna yerleştirmemizi mümkün kılacaktır. Böylelikle Nesne (=reaksiyoner, tanımlanan, belirlenen, asalak, tüketen, yönlendirilen, söyleneni söyleyen, ötekileştirici, köleleştirici) konumundan, Özne (=aksiyoner, tanımlayan, belirleyen, asalet ve şahsiyet sahibi, yaratıcı, üreten, yönlendiren, kendine özgü iddia ve sözleri olan, kendileştirici, özgürleştirici) konumuna geçmemiz mümkün olacaktır. Nesne konumundan Özne konumuna geçtiğimiz andan itibaren yaşadığımız tecrübenin "geri kalmışlık"/"yenilgi" durumu olmadığını, bir meydan okuma ile karşı karşıya olduğumuzu, bir medeniyet krizi yaşadığımızı, bu medeniyet krizinin farkedilmesi ve bu krizin aşılması için gerekli entelektüel donanıma ve duruşa sahip olmamız gerektiğini görecek; karşı karşıya kaldığımız sorunların büyük ölçüde yapay ve sahte sorunlar olduğunu kavrayacağız.
Yenilgi psikolojisi ile hareket ettiğimiz için bugüne kadar yaşadığımız sorunların, örneğin laiklik sorununun sahte bir sorun olduğunu kavrayabilmiş değiliz. Laiklik veya sekülerlik sorunu, Batı Avrupa'lı toplumlara özgü tarihsel bir sorundur. Hıristiyan teolojisinin ve sosyal teorisinin "ilk günah" (original sin) veya düşüş (fall from grace) teorisine dayalı olarak geliştirdiği insanı, işlemediği suçlardan sorumlu tutan ve insanın özgür iradesini bastıran, hiçe sayan insan algısı, Batı'da Rönesans ve Reformasyon süreçleriyle birlikte sorgulanmaya başlanmış ve sonunda insanın aklını, yeteneklerini kullanmasını, keşfetmesini esas alan ama bu kez insanı her şeyin merkezine yerleştiren bir yönelim benimsenmiştir. Oysa İslâm'da insanın özgür iradesini kullanamaması gibi bir sorun yoktur ve İslâm tarihinde de böylesi bir sorun yaşanmamıştır. Sekülerliği doğuran insanın özgür iradesi sorunu çerçevesinde yapılan tartışmaların hiç biri İslâm tarihinde yaşanmamıştır. Dahası, İslâm'ın din-dünya ayırımı veya karşıtlığı gibi bir sorun olmadığı için İslâm hayatın her alanını kuşatan bir dünya tasavvuru vaz'etmiştir.
Görüldüğü gibi sadece Batı Avrupa toplumlarına özgü "tarihsel" bir sorunla karşı karşıyayız. Ayrıca sekülerlik bizde olduğu gibi bir din konumuna da getirilmemiştir. Elbette ki, modernlikle birlikte Batı'daki otorite, hegemonya ve meşruiyet kaynakları din-dışı kaynaklara göre tanımlanmış ve buradan yola çıkılarak din sadece bireyle insan arasında olup biten bireysel bir inanç meselesine indirgenmiştir. Sekülerlik ve protestanlık böylesi bir sürecin sonrasında ortaya çıkmıştır.
Şu an benzer bir süreç, İslâm için de var kılınmaya ve icat edilmeye çalışılmaktadır. Oysa buraya kadar kısaca yaptığım açıklamalardan da anlaşıldığı gibi İslâm'ın sekülerleştirilmesi gibi bir sorun sahte ve son derece maksatlı bir sorundur (bkz. Cabiri, 2001: 77-109). İslâm'ın sekülerleştirilmesinden maksat, İslâm'ın küresel seküler sisteme karşı direnme gücünün ve kendi olarak varoluş dinamizminin kırılması ve böylelikle küresel seküler sistemin ömrünün bir süre daha uzatılması çabasıdır.
Ayrıca bugün Batı'da sekülerlik yoğun bir şekilde tartışılmaya, "seküler aklın ötesi"nden (Millbank, 1999), "post-seküler felsefe"den (Blond, 1998) sözedilmeye başlanmış durumdadır. Bu konuda yapılan tartışma ve arayışların çağdaş sosyal teorinin en önemli tartışma alanlarından birini oluşturduğunu hatırlatmak yararlı olabilir.
Sahte sorunlarla boğuştuğumuz için "modernleşme" tarihimiz süresince yapabildiğimiz tek şey, kaygan zeminlerde patinaj yapmaktan ibaret oldu: Tam bir muğlaklıklar, muammalar, esrarengizlikler, anlamsızlıklar, yapaylıklar; dar alanda sığ paslaşmalar, hesaplaşmalar, kapışmalar; yapay, tabansız, köksüz, ruhsuz, temelsiz, nevzuhur gerilimler, kavgalar yumağının ortasında hallaç pamuğu gibi oradan oraya savrulup duruyoruz. Kafamız allak bullak, hayatımızsa tarumar olmuş durumda. Her kes/im farklı tellerden çalıyor; hiç kimse bir diğerinin ne dediğini, ne çaldığını anlamıyor; anlamak da istemiyor. "Gürültü", kulağımızı "sağırlaştırıyor"; gözümüzü, gönlümüzü ve zihnimizi "köreltiyor": Kaygan zeminlerde patinaj veya "cambazlık" yaparak "işi götüreceğimizi", vaziyeti idare edeceğimizi, günü kurtaracağımızı düşünüyoruz. İşin kötüsü, "işi götürebilmenin", "vaziyeti idare edebilmenin", günü kurtarabilmenin tek ve çıkar yolunun kaygan zeminlerde patinaj veya cambazlık yapmaktan geçtiğine inanıyor olmamız.
Burada yoğun metaforik imgelerle tasvir etmeye veya çizmeye çalıştığım tablonun bizim modernleşme tarihimiz süresince yaşadığımız veya yaşamaya mahkum edildiğimiz traji-komik serencamı iyi ifade ettiğini, özetlediğini zannediyorum.
Traji-komik Bir "Filim" ya da
Kaygan Zeminlerde Patinaj Yapmak
Yazının başındayken irtica sorununa ilişkin, dolayısıyla Türkiye'nin modernleşme tarihimiz süresince içine sürüklendiği serencama dair esaslı bir şeyler söyleyebilmenin mümkün tüm enstrümanlarının ve imkanlarının varolmadığına da özellikle dikkat çekmek için yazıya son derece bilinçli bir şekilde böylesine metaforik yoğunluklu bir dille giriş yapma ihtiyacı hissettim. Çünkü gerçek bir durumu değil, bir "gerçek şakası" halini yaşıyoruz: Teorinin pek fazla elle tutulur, dişe dokunur bir şeyler söyleyemeyeceği, dolayısıyla bilim adamlarından, akademisyenlerden çok sanatçıların başa çıkabilecekleri, tasvir ve tarif edebilecekleri bir gerçek şakası hali, bir traji-komedi, bir hiper-gerçek durum'la karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum: Yaşadığımız şeyin, bir gerçek durum, bir trajedi değil, bir hiper-gerçek (abartılı, sanal, sığ bir) durum ve traji-komedi olduğu gerçeğine dikkat çekmekte yarar görüyorum: Özlü bir şekilde söylemek gerekirse, yaşadığımız şey trajedi (ayıltan bir deneyim) değil, traji-komedi (bayıltan bir deneyim): Trajedide, insan felaketlerle karşı karşıya kaldığını fiilen görür, yaşar ve bu felaketleri aşması gerektiğini düşünür ve felaketleri aşmanın yollarını aramaya koyulur; dolayısıyla trajedi, ayıltıcı, uyarıcı bir durumdur. Oysa yaşadığımız deneyim, trajedi olmadığı için sadece Türkiye'de değil dünyada da ne/ler olup bittiğini anlamakta, kavramakta zorlanıyoruz.
Çünkü yaşadığımız şey, trajedi değil, traji-komedi: Müslüman olduğumuz için, belki de, yaşadığımız şeyin trajedi olması biraz zor. Müslüman bir toplum, Allah'a inandığı ve her daim -ister bilinç düzeyinde, isterse bilinçaltı düzeyinde tezahür etsin- havf ve reca (korku ile ümit) arasında olduğu, dolayısıyla hiçbir zaman ümidini yitirmediği, Allah'ın her zaman kendisiyle olduğunu, bu dünyada asla yalnız olmadığını, her şeyin yaratıcısı ve hakimi olan Allah'ın tüm olup bitenlerde dahli olduğunu yakînen (kalben ve fiilen) bildiği, hissettiği ve kabul ettiği için, trajik durum, bizim kültürümüze, ontolojik gerçekliğimize ve gerçeklik algımıza yabancıdır. Müslümanlık, İslâm'la sorunlu olan çevreler de dahil olmak üzere toplumumuzun yegâne ontolojik, epistemolojik ve fenomenolojik gerçekliği olduğu ve bu gerçeklik/hakikat, kolektif hafızamızda ve kolektif bilinçaltımızda kurucu bir aktör olarak varlığını sürdürdüğü için, Türkiye'deki bütün kesimlerin trajedi yaşamalarının zor olduğuna dikkat çekmek istiyorum.
O yüzden ben, bizim yaşadığımız deneyimin trajedi değil, traji-komedi şeklinde tezahür ettiğini düşünüyorum. Bu toplum Müslümanlıkla ilişkisini sıfırlamadığı sürece, bu toplumda trajik olabilecek tüm deneyimlerin traji-komediye dönüşmesi kaçınılmazdır. Yaşadığımız deneyimin trajedi değil de, traji-komedi olarak tezahür etmesinin bir diğer nedeninin de, bu ontolojik gerçekliğin yanısıra modernleşme tarihimiz süresince yaşadığımız sosyo-politik durumla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz: Sözünü ettiğim sosyo-politik durum, çift yönlü temassızlık olarak adlandırdığım fenomendir: Türk toplumu, modernleşme tarihimizin başlangıcından itibaren, özellikle de Cumhuriyet modernleşmesi tecrübesiyle birlikte iyice belirginleşen travmatik bir deneyim yaşamaya mahkum oldu: Hem kendi kültürel dinamiklerimizle, tarihsel, kültürel, entelektüel ve toplumsal derinliğimizle, dolayısıyla anlam haritalarımızla temasımızı yitirmeye başladık; hem de kavramsal ve kurumsal düzlemlerde model olarak benimsediğimizi, örnek aldığımızı söylememize rağmen Batı'yla, Batı düşüncesi, kültürü, kodları ile analitik, eleştirel ve derinlikli temaslar kurmayı başaramadık: Bir yandan kendi anlam haritalarımızı olumsuzladık, öte yandan da Batı ile eklektik, naif ve sığ temaslar kurduk; dolayısıyla Türkiye'de hayali bir Batılılaşma tecrübesi icat etmeye çalıştık: Sonuçta Batı'yla ilişkilerimiz de, kendi dinamiklerimizle, kendi dinamiklerimizin omurgasını, ruhunu, kurucu özelliklerini oluşturan Müslümanlıkla kurduğumuz ilişkiler de, simülatif ilişkiler şeklinde tezahür etti: Ortaya simülatif bir Müslümanlık algısı, simülatif bir modern/Batı algısı çıktı: Müslümanlığımızın Müslümanlığın hakikati ile, Batılılığımızın Batı'nın hakikati ile ilişkisi simülatifti (=sığ, sanal, yapay). Sonuçta, gele gele kendi dinamiklerimize de (dolayısıyla Müslümanlığa da), Batı'ya da kapatılan nevzuhur bir durum temel durumumuz haline geliverdi.
Bu hiçbir şeye tekabül etmeyen nevzuhur ve yapay durumun oluşmasında belirleyici olan bir başka sosyo-politik tercih de, Türkiye'nin elitlerinin Türkiye'de benim kendi-kendini sömürgeleştirme (self-kolonization) olarak adlandırdığım bir deneyimin hayata geçirilmesi oldu: Batılılar tarafında sömürgeleştirilemeyen tek ülke olan Türkiye, bir yandan Batılılara (yedi düvele) karşı bir bağımsızlık mücadelesi verdi; ama öte yandan da Türkiye'de hayali/simülatif bir Batılılaşma projesi gerçekleştirmeye, yani kendi-kendini sömürgeleştirmeye (=sömürgecilerin sömürgeleştirdikleri ülkelerde yaptıkları şeyleri, bizim ülkemizde kendi elitlerimizin girişimleriyle yapmaya) kalkıştı.