Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

FİKRİN F* Sİ-Selim Gürselgil. (1 Kullanıcı)

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
45
FİKRİN F'Sİ

AYDINLAR ARİSTOKRASİSİ

Selim Gürselgil



Nedir şeref? Bir münevverin gözüne görünmek, şereftir! Fakat o şereften göze görünmeyecek kadar kaçınmak, bir asalet nişanı, bir aydınlanma içgüdüsü olsa gerektir... Böyle kimseler görüyoruz, bugün İslâmcılar arasında. Başka hiçbir tarafta, böyle sessizce yükselen güneşler görmüyoruz.

Hakikat nedir? Bir “münevver”in -şeytanın değil- gör dediğini görmek, hakikattir. Münevverler, “Sefillerin En Sefili-Esafil-i Safilîn” dedikleri şu karanlık dünyamızı aydınlatan nûrlu bakışlardır. Münevver sözü “nûr”dan gelmiştir. Nûr ise, Allah’ın bir ismi, Allah Resûlü’nün bir sıfatı, Kur’ân’da bir sûre; ki buna nisbetle “münevver”, aydın...

Bir münevver yaşardı, bundan bir buçuk asır kadar önce; bugünkü dünya haritaları tepetaklak olduğu için başımızın üstü gibi görünen, şu aşağı âlemde: Atası Puşkin’in vefat yıldönümünde milletinin arasına inmiş ve “Batı Çıkmazı” adında o büyük nutku irâd etmiş o büyük Rus, Dostoyevski... O sezmiştir, bize sorarsanız ilk, güneşin battığı taraflarda kurulan düğünün, cenaze havasını; insanlığın o en büyük musîbetini, “Garp mikrobu”nu!

Bizde ise, ondan yüz yıl sonra hâlâ, güyâ onun mukallidi cüceler, Osmanlılar’ı gece-gündüz birbirini boğazlayan ve fırsat buldukça Viyana kapılarında boğazlanacak adam aramaya koşan bir topluluk sanıyorlardı. Hattâ birisi, kaç şehzade boğazlandığını saymaya kalkmıştı! Evet, sert adamlardı Osmanlılar; ama Romalılar gibi barbar ve gaddar bir kavim değildiler. Hakk’ın önünde eğilmesini bilirlerdi; isterse o “hak”, kendi soylarından olmayan birinde tecelli etmiş olsun... İnsandılar, domuz eti yemezlerdi!

Sanıldığının aksine, ince ruhlu insanlardı Osmanlılar... 16’ıncı veya 17’inci yüzyılda İstanbul’a yolu düşmüş İtalyalı bir papaz, burada hiçbir evin gece bile kapılarının kapatılmadığını, her şeyin emniyet altında olduğunu, hiç kimsenin bir şeyinin kaybolmadığını gıbta ile anlatmıştır... 19’uncu yüzyılda Urfa’daki misyoner hastahanesinde çalışan bir Amerikalı’nın hatırâtından ise, buraya “bütün modernliğine rağmen” Türkler’in uğramak istemediğini, zoraki yolları düştüğünde de, tedavi masrafını ödemek için, herbirinin adetâ kavga ettiklerini öğreniyoruz... Batı Emperyalizmi’ne ve şimdiki siyasî düzenine tohum eken Romalılar, ne sanatta, ne “asalet” duygusunda, ne “sosyal adalet” anlayışında, hiçbir zaman Osmanlılar’ın tırnağı bile olamadılar!

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu gerçeği farkeden birkaçından biriydi. Komünizme inanmıştı Kıvılcımlı; ama hakikat karşısında kara gözlükler takınmamıştı. Onun, “İstanbul’un Fethi”ni devrimler tarihinin başlangıçı sayan ve Osmanlılar’ın getirdikleri yüksek hak ve adalet ölçüsünü, Batı’da “inkılâb ruhunun dinamiti” olarak inceleyen makaleleri ise, kaleme alındığından 50 yıl sonra, nihayet yoldaşlarının çekmecesinden çıkarılabildi de, geçen yıl ilk defa “Bilim ve Ütopya” dergisinde yayınlandı. Kâinatın Efendisi ve Râşid Halifeler devrine bakışı da, böyle ışıklar saçardı Kıvılcımlı’nın; “büyük devrimciler” derdi Onlar’a... İstismar niyeti mi güderdi? Niyeti onun olsun; hakikati tesbit etmek, ne şeref!

Nedir şeref? Bir “münevver”in gözüne görünmek, şereftir! Fakat o şereften göze görünmeyecek derecede kaçınmak, bir asalet nişanı, bir aydınlanma içgüdüsü olsa gerektir... Böyle kimseler görüyoruz, bugün İslâmcılar arasında. Başka hiçbir tarafta, böyle sessizce yükselen güneşler görmüyoruz. Onlar anlıyorlar, Üstad Necip Fazıl’ın, Büyük Doğu İdeolocyası’nda biçtiği ideal rejim karakterini, “Aydınlar Aristokrasisi” diye tarif etmesini; ve Eflâtun’dan bu yana, beş’eriyetin müşterek dehâsından fışkırmış en büyük devlet (saadet) özlemini dile getirmesini!..

Oysa, Üstad’ın niçin Yeniçeri Ocağı’nın ilgâ edilişini tasvib ederken, Tanzimat Fermanı’nı reddettiğine takılanlar, “biz bu işlerden pek anlamayız!” dercesine küçük adımlarla dolaşıyorlar podyumlarında. Minnâcık akıllarıyla, gökyüzünde “çelişkiler” buluyorlar; gündüz ağarıp gece kararmasını, “tarihin sürekliliği” ile bağdaştıramıyorlar. Sanki, bir mantık zinciriydi tarih! Sanki, “tarihin sürekliliği” diye bir hak ve hakikat ölçüsü vardı! Bir de, İbn-i Haldun pazarlıyorlar, bu kadarcık iz’anla... Güzel çocuklar ama bunlar, yapma bebekler kadar güzel; bilgide çoğaldıkça, düşüncede bunca ufalmağa uğraşmasalar, pembe yanakları bile okşanabilir!

Ama biz burada, “eleştirmek” zorundayız: Yeniçeri Ocağı’nın ilgâ edilişini tasvib ederken, diğerini de içine alıcı, bir büyük hayrı murad ettiği sezilir Üstad’ın. Ne yazık ki kökü kazınamamıştır, kapıdan kovulup bacadan içeri alınmıştır ve on senede bir hortlayıp, milleti uykusunda basan bir “sosyal hastalıktır”, diye hayıflanır... “Münevver düşmanı”nın ve “sahte kahraman”ın kim olduğunu öğretir, bu eserinde bize... İslâm İnkılâbı’nın temel mes’eleleridir bunlar... Mânâları anlaşılmadığı için, bir 80 sene daha, Batı’nın tekme ve yumrukları altında geçirmeye râzı olunamaz... Eyvah, büyük marifette “çelişkiler” bulan küçük akılcağıza! Eyvah, lâf pazarında kendini göstermeye çalışan günün adamına! Kendisi ıztırab çekme hassasını kaybettiği için, başkalarının ıztırabını da duymaz ve umursamaz olan; Göthe’nin “homongolos”u (insan müsveddesi), Coys’un “sokak kızı” tiplemesi!

Bizse O’nu, zamanın zındanında, o kartal bakışı, boğa duruşu, aslan oturuşu ile seyredenler olduğumuz için, bir münevvere saldırmanın, topyekûn insanlığı kör etmeye yeltenici “insanlık suçu” olduğunu bilir ve işte böyle te’lin ederiz!

(11-17 Temmuz 2003, Cuma-Görüş)

*Abdülhamid Yıldız imzâsıyla
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
Selamün Aleyküm Değerli Abimiz..
Rahman c.c razı olsun inşallah.. Mücahid Üstad Necip Fazıl'ın bu güzel ideallerini, açıklamalarını okumak güzeldi.. İnşallah özleneni, bekleneni bizler yerine getiririz.. Emeğinize sağlık..
Rabbimize emanet olunuz. Selam ve Dua ile inşallah.
 

HÜZÜNLE DOLUYUM

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2009
Mesajlar
343
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
45
Selamün Aleyküm Değerli Abimiz..
Rahman c.c razı olsun inşallah.. Mücahid Üstad Necip Fazıl'ın bu güzel ideallerini, açıklamalarını okumak güzeldi.. İnşallah özleneni, bekleneni bizler yerine getiririz.. Emeğinize sağlık..
Rabbimize emanet olunuz. Selam ve Dua ile inşallah.

Allahcc yar ve yardımcın olsun GÖNÜLDAŞIM..........................................ANLAMAZ YAZISIZ PULSUZ DİLEKÇEM...ANLAMAZ RUHUMA GEÇTİ BİLEKÇEM...SELAM VE DUA...
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
-Kaç yaşındasın nine?
-71…
-Demek İstiklal Savaşı’nda 20-21 yaşlarındaydın…
-Öyle zahir…
-O günden beri çıkmadın mı köyünden?
-Çıkmadım.
-50 yıldır çıkmadın ha?
-50 yıldır…
-O gün, bu gün, dünya çok değişti…
-Öyleymiş…
-Bir daha da evlenmedin, öyle mi?
-Öyle…
-Seni, ardı arkası gelmeyen sorularla sıkıyorum değil mi?
-Estağfurullah…
-Ne yapayım, sen anlatmıyorsun ki, dinleyeyim… Niçin anlatmayı sevmiyorsun?...
-Sevmem!
-Ne seversin?
-Okumayı…
-Ne okursun?..
-Kur’an okurum.
-Okuman yazman var mı?
-Yok! Yalnız Kur’an okurum.
-Kim öğretti sana Kur’an okumayı?
-Babam…
-Peki, Kur’an okuyan, eski harflerle başka şeyleri okuyamaz mı?
-Ben okuyamam. Allah’ın Kelâmı bana kolay gelir. Öbürleri çetin kargacık-burgacıklar…
-Baban da kocan gibi zeybek miydi?
-Babam köy imamıydı. Hem zeybek diye ayrı bir cins yoktu ki… Burada her mert delikanlı bir zeybekti zamanında…
-Ya şimdi…
-Şimdi herkes bebek…
-Ne oldu, nerede öldü baban?
-Seferberlikte (I.Dünya Savaşı) Hicaz taraflarına gitti, bir daha dönmedi.
-Ne kaldı babandan sana?..
-Şu köşede gördüğün yeşil ipek kaplı Kur’an kaldı. Bir de söz…
-Nasıl söz?..
-“Kur’an’dan ayrılma!...”
-Sen o zaman 14-15 yaşlarında bir kızdın…
-Öyleydim…
-Sonra evlendin…
-Beni 19 yaşımda, dayımın oğluna verdiler. Evlendim.
-Tam da Yunanlıların İzmir’e çıktığı yıl…
-Çok geçmeden Yunanlı bu tarafa geldi, bir taburuyla bizim köye yerleşti.
-Anlat, anlat!
-Ne anlatayım?.. Sen sor, ben söyleyeyim!.. Zaten her şeyi öğrenmişsin dışardan…
-Evet ama senin ağzından dinlemek istiyorum. Halk bir şeyi renkten renge sokar, gerçek diye bir şey kalmaz ortada…
-Doğru!.. Kimbilir benim için de neler uydurmuşlardır!
-Sen, tek başına, bir tabur Yunan askerini köyden kaçırmışsın!..
-Yok canım, o benim kuvvetim değil, Kur’an’ın gücü…
-Kur’an’ın gücü mü?
-Ne sandın ya; koynumda Kur’an olmasaydı, hiç o işi becerebilir miydim ben?
-Kur’an’ın, tüfek gibi, top gibi bir gücü olabilir mi?
-Yüzbin top, O’nun tek harfine denk olamaz!..
-Kuzum nine, söyle nasıl oldu?
-Üç aylık kocamı cami avlusunda kurşuna dizdiler.
-Sebep?
-Kızlara saldıran bir Yunanlıyı bıçaklayıp öldürdü diye…
-Sonra?..
-Kalktım, Yunan kumandanına gittim. Sırtıma örtümü çektim, koynuma Kur’anımı aldım gittim.
-Eeee?
-Yunan kumandanı, meydan yerindeki eski jandarma karakolunda bir masa başında, çizmeli ayaklarını masanın üzerine uzatmış, oturuyordu. Yanında da İzmir’in yerlisi bir Rum… Tercüman…
-Nasıl cesaret edebildin aralarına girmeye?
-Cesaret Kur’an’ın emri… Kumandan “ne istiyorsun?” diye sordu. “Kocamın kanını dava ediyorum!” dedim. “Kime karşı?” dedi. “Sana karşı!” dedim. Kahkahayla güldü. Ayaklarını masadan çekerek doğruldu. Alaycı bir yılışıklıkla “ne yapmamızı emir buyuruyorsunuz?” dedi. Ellerimle, koynumdaki Kur’an’ı sımsıkı kucaklayarak…
-Ne cevap verdin?
-“Hemen taburunuzu alıp, buradan çıkmanızı istiyorum!” dedim.
-Hayret!..
-Evet, kumandan hayretinden ne diyeceğini bilemedi. “Nedir, o koynundaki sımsıkı kavradığın şey?” diye bağırdı. Ben de bağırdım: “Dünyanın en güçlü silahı! Hepinizi tuz-buz etmeye yeter!..”
-Müthiş!..
-Tam o anda tercüman avaz avaz “bomba!” diye bastı çığlığı…
-Akıl alabilecek gibi değil…
-Daha neler var bu dünyada aklın alabileceği gibi olmayan…
-Devam et!
-Kumandan dehşetle irkildi, yan yana yürümeye başladı; gözleri bende ve koynumdaki gizli silahta, arkasıyla çıktı, meydan yerindeki askerlerine doğru yürüdü. Tercüman da iki büklüm, ardında…
-Nasıl oldu da üzerine atlayıp, bomba sandıkları şeyi koynundan almadılar?..
-Sıkı mı, ya onu yere bırakıp da karakolu havaya uçuracak olursam?..
-Sonrası?..
-Sonrası, kumandan askerlerine Rumca bir takım emirler verir ve onları toplarken, birdenbire müezzinin gür sesi işitildi. Öğle ezanı… Kocamın tabutu da musalla taşında… O anda bir yaylım ateş… Olanları haber alan çeteler, bir tepeciğin üstünden kuru-sıkı ateş ediyor. Yunalı askerler kaynaştı. Ne yapacaklarını bilemediler. Ben, tam o an, kollarım sımsıkı koynumdaki silahı kavramış, kapıdan çıktım, meydan yerinde göründüm. Kumandan haykırdı. Rumca bir kumanda… Yunanlılar köy dışına doğru kaçmaya başladılar. Gidiş o gidiş…

-Demek Kur’an silahtan üstün geldi İstiklal Savaşı’nda…

-O savaşı Kur’an’ın gücü kazandı!...

(Mart 1971)


“Hikayelerim s:301 – 305”
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
hat-sanati.jpg


İSLAM ESTETİĞİNİN ESASLARI (*)
Selim Gürselgil

İslâm estetik idrakinin, ahlâk duygusundan hiçbir zaman ayrılmayacağını, hattâ İslâm medeniyet dokusunun bütün temelinin “ahlâk” dâvâsı olacağını, ahlâksız insanlığın da olmayacağını ve san’atın bu gayeye hizmet için varolduğunu, bu Batı’dan da habersiz Batıcılara, “Batı’nın en ucundan bir misâl" ile açıklayalım. “Tebliğ” de budur zaten!..
Batı’da da daha yaşı çok eski olmayan ve biyoloji gibi, psikoloji gibi hayata yeni geçen Estetik’in İslâm’da yeri ve değeri iyice anlaşılmamıştır. “Güzellik ilmi, güzellik idraki” mânâsına gelen Estetik, her ne kadar bugün Cumhuriyet kültürü içinde mânâsına tam zıd şekillerde kullanılıyorsa da, onun İslâm medeniyetindeki adı “bedîiyyat”tır ve güzel san’atlardan edebiyat ve şiire kadar, “tefekkür”den bir şube olarak, geçerliliği vardır.
Müslüman mütefekkire göre İslâm Estetiğinin temel taşı, giriş cümlesi şudur: “ Doğrunun olmadığı yerde, güzel de yoktur.” Sokrat’tan bu yana din dışı idealist felsefe çizgisinin de yabancısı olmadığı bu tez, gerek İslâmî ilimler sahasından, gerekse din dışı (felsefî) düşünce alanından hikmet tâkibiyle delillendirilebilir. Necib Fazıl’ın “poetika”sına, S. Ahmed Arvasi’ye, Şiir ve Sanat Hikemiyatı’na âşina olan okuyucular, ne dediğimizi anlamakta zorlanmayacaklardır. Bütün bunlara rağmen, ülkemizde “Estetik-bediiyyat” üzerine çalışmalar, İslâmî düşünce ve sanat geleneğinden çok, felsefe öğreniciliği noktasında bir derleme ve heves olarak gelişmiş, daha doğrusu, pek gelişmemiştir.
Bizim bu alana katkımız, hem İslâmî duyguya, hem de felsefe öğreniciliğine şaşırtıcı gelecek bir yerden olacak: “Ulysses” romanının müellifi İrlandalı Ceyms Coys’un, bu tantanalı eserinin tercümesinden çok daha önce, Batı Edebiyatı çevrelerinde iyi bilinen bir başka eseri, Murat Belge tarafından kazadırılmıştı dilimize: “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” (Birikim Yayınları, 1983). Coys, “Ulysses” romanının alt yapı çalışmalarından olan bu otobiyografik eserinin sonlarına doğru, aradığımız estetik idrakinden kıvılcımlar çaktırıyor ki, altını çizmeden edemedik:
“Ruh, ilk olarak o sana söylediğim ânlarda doğar. Ağır ve karanlık olur ruhun doğuşu; bedenin doğumundan daha esrarlıdır. Bir ülkede bir adamın ruhu doğunca, uçmasını önlemek için ağ atarlar üstüne.”
“Acımak, insan zihnini, insan ıztırablarında ciddî ve sürekli olan şey karşısında yakalayan ve ıztırab çeken insanla birleştiren duygudur. Korku, insan zihnini, insan ıztırablarında ciddî ve sürekli olan şey karşısında yakalayan ve gizli sebeble birleştiren duygudur.”
“Birkaç gün önce Londra’da bir kız, at arabasına bindi. Yıllardır görmediği annesiyle buluşmaya gidiyordu. Sokağın köşesinde bir kamyonun şaftı, arabanın penceresini yıldız biçiminde parçaladı. Kırılan camın ince, uzun bir iğnesi genç kızın yüreğini deldi. Kız o ânda öldü. Gazeteci, bunu trajik bir ölüm olarak anlatıyordu. Trajik değildir oysa. Benim teorimin kavramlarına göre, korkudan ve acımadan uzaktır.”
“Yakışıksız estetik yollarla uyandırılan şehvet ve tiksinti, yalnız kendi tabii özellikleriyle harekete geldikleri için değil, bedenî olandan ileriye varamadıkları için de hakikî estetik duygular değildirler. Etimiz, sinir sistemimizin saf bir refleksiyle, korktuğundan kaçar ve arzuladığının tahrikine karşılık verir. Biz daha sineğin gözümüzden içeri girmek üzere olduğunu anlamadan, gözkapağımız kapanıverir.”
“Aynı şekilde, senin elin çıplak bir heykelin tahrikine karşılık verdi; ama dediğim, bu, sinirlerin refleks hareketinden başka birşey değildir. Sanatçının dile getirdiği güzellik, bizde tahrik edici bir duygu veya katıksızca bedenî bir heyecan uyandırmaz. Bir estetik sükûnet, ideal bir acıma veya ideal bir korku uyandırır, yahut uyandırmalıdır; ortaya çıkarır, yahut çıkarmalıdır; çağrılıp getirilen, uzatılan ve nihayet benim “güzellik ritmi” adını verdiğim şey tarafından eritilen bir “sükûnet”tir bu.”
“Ritm; herhangi bir estetik bütünde, parçanın parçayla, yahut bir estetik bütünün parçası veya parçalarıyla, yahut da herhangi bir parçanın parçası olduğu estetik bütünle olan ilk görünür estetik ilişkisidir.”
“BİZ HAKLIYIZ, ÖTEKİLER HAKSIZ! Bunlar hakkında konuşmak ve bunların niteliklerini anlamağa çalışmak ve anladıktan sonra, katışık topraktan ve onun doğurduğundan, ruhumuzun zından kapıları olan sesten ve biçimden ve renkten, yavaş yavaş, tevazu ile, sebatla, anladığımız güzelliğin bir imajını ifade etmeğe, ibda etmeğe çalışmak; sanat budur.”
“Sanat, duyulabilir ve akıl tarafından kavranabilir doğruların, estetik bir gaye uğruna insanca kullanılmasıdır.”
“Sanırım Platon, güzelliğin, “doğrunun ihtişamı” olduğunu söylemişti.”
Evet; “doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur.” Halbuki, dinî idrak bir yana, felsefe verimlerinden de habersiz olan Batıcılar, bize bugüne kadar hep bunun tersini öğrettiler. Sanatı ve güzeli, hep mide bulandırıcı ve şehvet uyandırıcı bir “obje” olarak sergilediler. Batı’dan bile habersiz, Batı’nın ayaktakımı hippilerine mahsus zevkleri, “Sanat budur ve Batı budur!” diye kafamıza kafamıza vurdular. İslâm estetik idrakinin, ahlâk duygusundan hiçbir zaman ayrılmayacağını, hattâ İslâm medeniyet dokusunun bütün temelinin “ahlâk” dâvâsı olacağını, ahlâksız insanlığın da olmayacağını ve sanatın bu gayeye hizmet için varolduğunu, bu Batı’dan da habersiz Batıcılara, “Batı’nın en ucundan bir misâl” ile açıklayalım. “Tebliğ” de budur zaten!..
(6 Kasım 03, Vakit Kültür-Sanat)
(*) “İslâm’ın Estetik İdraki Ahlâk Duygusundan Hiçbir Zaman Ayrılmaz” başlığıyla yayınlandı.
* Burak Türker imzasıyla…
Kaynak: Fikrin F'si isimli kitabtan...

 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt