Vefatının 25. sene-i devriyesinde (1923-05.10.1977), Mütefekkir’in kaleminden Fethi Gemuhluoğlu
FETHİ GEMUHLUOĞLU*
Salih MİRZABEYOĞLU
* Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu... Üstadım’ın çizdiği onun portresine benim ekleyebileceğim tek husus, ömründe bu kadar hasbî, kendini bu kadar silen, bu vasıflarını da tersinden riyâ hâlinde tecelli bakmayan bir ikinci şahıs görmemiş olduğumdur... Fakat ona karşı duyduğum hürmet ve sevgiye zıt bir cereyan hâlinde, benim mizacımın sarmaşacağı bir insan değildi!..
* Sene 1971... Ben yaklaşık birbuçuk iki senedir, İstanbul’dan uzağım... Beyazıt’taki Eskişehir Yurdu kapanmış, yerine Aksaray’da sahici bir yurt yapılmıştı; bir hanın üçüncü katındaki çiriş, kösele ve deri kokulu –sidik kokusunu unutmayayım- yurdun yerine yapılan yurt, eskisine nisbetle saray... Ama öbürüne nisbetle iki üç kat pahalı... Aramızda hiçbir zaman “yavrum, evladım” ilişkisi oluşmamış babama –binbir sıkıntıyla- bana verdiği aylığı yükseltmesini söylüyorum –ki o zaman talebe bursu 350, bana verilen 300 lira- ve şu cevabı alıyorum:
- "Senin hakkına bu kadar düşüyor!”
Nefsinde hiçbir "evlât hakkı” hissi bulunmayan ben, onun çevresindeki gençlerin benle kıyas edilemez rahatlıklarına rağmen ondan istifade etmelerine karşılık, verdiği cevaptan rahatlıyorum bile... Nitekim 100 liram olmadığı için Eskişehir’den İstanbul’a imtihana gelemediğim oldu... Yenilsem bile Türkiye Kulüplerarası Boks ikincisi olacağım maça da, aynı şekilde gelemedim; ben yaz-kış üzerinde aynı kadife pantolonla üç senedir dolaşa durayım, şık takım elbisesi ve yeni ayakkabılarıyla karşısına geçen bir genç, ayakkabıyı yeni aldığını ama parasızlıktan (!) bir senedir aynı takım elbise ile dolaştığından yakındı ve tam 700 lirayı cebe indirdi... Ben maça gelmek için para istediğimde, yoktu!..
* Sözkonusu şartlar içinde, Abdullah Kucur isimli İstanbul’da konfeksiyonculuk yapan bir ağabeyimiz ile, o zaman Teknik Üniversite’de asistan (şimdi Eskişehir Anadolu Üniversitesinde Profesör) Cengiz Malkoç isimli ağabeyimiz, Fethi Gemuhluoğlu ile konuşmuşlar... Fethi Gemuhluoğlu o zaman, karşılıksız burs veren bir vakıf başında... Yanılmıyorsam, Türkiye Petrolleri adına... Benim oraya gitmem, binbir iç kavgasından ve neden sonra!..
* Taksimde nefis bir han... Bilmem kaçıncı kat... Etrafı çepeçevre sandalyeler dizili çok büyük bir salon... Her tarafı rahatça görebilecek bir masa ve başında da Fethi Gemuhluoğlu oturuyor... Sandalyelerde oturan 10-15 genç ve orta yaşlı, mübalâğalı bir saygılı çehre sergiliyor... İçeri giren, “tak tak” ses çıkmasın diye, papuçlarının uçucuyla yürüyor... Ve ben: Omuzlarıma inen uzun saçlar –ki o zaman alaburus dedikleri “milliyetçi ve mukaddesatçılar”ın saçlarına ne kadar zıt-, üniformam hâlindeki balıkçı yaka kazağım, üzerimde omuzlarıma atılmış amelelere mahsus deri ceketim ve ayağımdaki postallarla, onlarla aramdaki mesafeyi ne kadar açıyorum... O zamanki kılığımı matah bir şey diye anlatmıyorum: Ama o zamanki gençliğin, itminana ermiş bir ruhun vakur, mütebessim ve dingin bir çehrenin izlerinden uzak, bön ve iştiyaksız çehrelerine biçtiği munisliğe düşmanlığımın bir dışa vurumu diye alınabilir... Başlıca farikası pasiflik olan badem bıyıklı tontonlardan ayrıyım!..
* Tedirgin, asabî, burs almaya değil de yanında patlamaya gelmiş gibi, Fethi Bey’in yanına yaklaştım... Salondaki sükût büsbütün fena... Kendime yabancı bir sesle, ismimi söyledim... Fethi Bey, mübalâğalı bir rahatlık ve alâkalı bir tavırla, “aleykümselâââm!” dedi ve ekledi:
- "Ben de ne kadar zamandır seni bekliyorum!”
Bana, bursun karşılıksız olduğunu, kitaplarımın parasını ayrıca vereceklerini, istersem bana yurt da göstereceklerini söyledi... Milliyetçi ve mukaddesatçı bir genç olarak bana düşen tek şeyin, dersimi çalışmak olduğunu, ideolojik kavgalara girmememi, okulu bitirdikten sonra Üniversitede asistan olarak kalmamı sağlayabileceğini, müslümanlar için kadrolaşmanın zorunluluğunu... Besbelli ki ben, “oh oh! O da çalışıyor, bu da!” cinsinden ve ölen babasının yerine-yetişmiş!- genç olarak onu yerini alıp düzenin bir çarkı olan –netice hep böyle olmuştur- bu zihniyetle bağdaşamazdım... Paraya da ihtiyacım var?
* Fethi Gemuhluoğlu ağabey, o zaman herhâlde 50-55 yaşlarında olsa gerek... Aslında sistemli ve örgütlü bir çalışma içinde olsa –meselâ bugün İBDA’da-, müthiş verimli... Elini sıktığı adam, kim olursa olsun, adeta sinekten yağ çıkarırcasına bir fayda zihniyeti güden bu güzel adama meftun... Meselâ ondan vaktiyle burs alıp okumuş adam, nereye giderse gitsin onun tarassutu altındadır; günü gelir, filâncanın işi için o falanca işe yarar... Müthiş geniş bir çevre ve her kesimden, her partiden insanlar... Hiç kimse, kendi kesesinden şahsiyet devşirmeye bakmayan bu insandan rahatsız değil... Ama bana gelince!..
* Fethi Bey’in, benim anormal ve küstahlığa bakan tedirginliğim karşısında takındığı alabildiğine babacan ve tatlı tavrı, olmayan duvara yaslanan adamın boşluğa düşmesine benzer bir sarsaklığa yol açması bakımından beni kızdırıyor... Meselâ her seferinde, zımnen tanıdığı babamı sorar ve ekler:
- "Babanın ellerinden öperim!”
Eli öpülecek adam, karşısındakinin duruşunu kırmak için –burnunu diyelim- böyle yapıyor!..
* Karşılıksız burs alışım, gururumu incitiyor ve ne yazık ki bu hâlim... Geçelim... Sonra; bana para verdiği için ne olmam ve nasıl olmam gerektiğini de söylüyor ki, ilerleyen seneler boyunca görülen farklı bakışımın o ânda toplu ruhîyatını gözönünde tutarsınız, büsbütün çileden çıkıyorum... Ben istediğimi yaparım, onun ne haberi olacak?.. Kendimi kendime karşı intihara götürecek böyle bir şeyi de ben yapamam; ben, o gün değil, bugün de, “söz namustur” ukdesine giriftarım... Güyâ alâkadar oldukları adamın lâfını daha kapıdan çıkarken unutanlar anlar mı?.. Geçelim... Ve geçmeyelim: Necip Fazıl hep “ben” der, ne yapalım, arasıra onun nefsini yemlemek gerekir... Fethi Bey, o herkesi hoşgörücü saka ve onunla temas edenlerle olan temasımda böyle bir baygınlık... Dangalaklık dememeye gayret ettiğim anlaşılıyor herhâlde... “Benim gözümde Necip Fazıl nedir?”, İBDA kütüphânesi söylesin... Başta “Maveracılar” denen o çevre himayesindekiler ise, hem sanat ve hem fikirde ahlat çıktılar; geldiler, geçtiler... Zaman benim doğruluğumu ortaya çıkardı... Şükrederim!..
* Üç-beş ay, sözkonusu sıkıntılar içinde burs aldım... Ama takatim tükendi... Fethi Bey’in karşısına son çıkışım... Yanına gelişim yine suratsız; sanki iyiliği gören ben değilim... Bu sefer beni ciddî karşıladı ve yanındaki sandalyeye oturttu:
- "Bak; şu salonda şu kadar insan var, talebesi var, doçenti var... Sana hepsinin içinde söylüyorum: Sen bizim davamızın cins atısın, sana herkesten farklı davranıyorum!.. Ne bu surat yahu?.. Okulunu bitirirsin, sonra bana bursu geri ödersin... Bana bir şey borçlu değilsin ki!.. Senin gibi bir gence burs verebildiğim için ben minnettarım!.. Ben seni tanımıyorum mu zannediyorsun?.. Cengiz herşeyi anlattı... Asil aile çocuğusun, babanı da biliyorum!.. Buraya her gelişinde, sırf senin hâlini kırayım diye “babanın ellerinden öperim, babaannenin ellerinden öperim!” diyorum... Ben senin büyüğünüm yahu!”
Mehmet Akif... Sadaka vermek ister, ama cebinde parası yoktur... Safahat isimli eserinde şöyle der:
- "Ya himmetim olmasaydı, veya param olsaydı!”
İçimde yaşattığım aşkla, o aşka muhatap imkân arasındaki uçurum... O senelere ait bir şiirimden mısralar:
- "Bıktım usandım kuşlar – Bıktım usandım – Ne olursunuz – Beni de uçurun!”
Uçurmadılar!..
* Fethi Bey böylesine bir yakınlığa girmişken, ben, beni rahatlatıcı kararımı açıklıyorum:
- "Benim artık burs almaya ihtiyacım kalmadı, onu haber vermeye gelmiştim!”
- "Nasıl kalmadı?”
Yalan söylüyorum:
- "İş buldum!”
- "Ne işi buldun, nerde?.. Bana adresini ver, seni arayacağım!”
Ve o gün ilk defa hürmet hissimi ifâdeye vesile diye ayrılırken elini öpmeye davranıyorum... Gerçekten eli öpülecek güzel bir insandı... O günden sonra, ne yaptım ne ettim teftişine uğramamak için yanına gitmediğim Fethi Ağabeye, aracılar vasıtasıyla hep selâm ve hürmetlerimi sundum, elinden öptüm!
*Salih MİRZABEYOĞLU, Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye, İBDA Yay. c. 5, s. 502-508